Bayram Bozyel
DİYARBAKIR
5 NOLU
DENG Yayinlari
Bayram Bozyel
DİYARBAKIR
5 NOLU
DENG Yayinlari
DENG Yayınları
Birinci Baskı
İkinci Baskı
Üçüncü Baskı
Dördüncü Baskı
:79
:Temınuz 1987,
Özgürluk Yolu Yayınları
:Ocak 1992, Dilan Yayınları
:Haziran 2007, Diyarbakır
:Kasım 2007, Diyarbakır
ISBN
:978-975-7011-52-1
Baskı ve Cilt
:Yön Matbaacıllk/İstanbul
Kapak
: Arif Sevinç
Yayına Hazırlayan: Kamer Beysülen
Evin Turizm inşaat ve Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.
Kurtismail Paşa 5. Sokak Fırat Apt. Kat:1 No: 2
OfisfDiyarbakır
Tel: 0412 223 89 23
İstanbul Temsilciliği
Taksimyağlıanesi Sokak No:10 Kat:1
Beyoğlufistanbul
Tel: 0212 256 38 37
Diyarbakır5 Nolu*
Can Dündar
2 hisan 1984'te Genelkurmay Başkanlı%ı, Diyarbakır
Cezaevi'nde 12 Ey1ül'deno güne kadar 53 kişinin öldüğünü
açıkladı.
14'ü kendini asmıştı.
23'ü çeşitli hastalıklardan ölmüştü.
7'si ölüm orucunda can vermişti.
7'si ise işkencede öldürülmüştü.
Peki, devletin kontrolii altındaki bir cezaevinde,3 yıl içinde 53
kişitıin ölmesiyle ilgili bir soruşturma yapıldı mı?
Görevliler sorgulandı mı?
Sorumlular hakkında kamu davası açıldı mı?
Sonucu ne oldu?
Ortada belge, bilgi, açıklama yok; iddianame de bulunmuyor.
Ama ölenler adına yazılmış, iddianame sayılabilecek bir kitabı
geçen gece okudum ben...
Bayram Bozyel'in “Diyarbaklr5 olu” kitabl (Deng, 2007) bir
vahşet romanı adeta...
bazi kamplarını andıran sahnelerle dolu bir roman...
Yazılanların binde biri bile doğruysa, sadece dönemin sorumlukarının yargılanmasmı değil, konuya bunca yıl duyarsız kalmış
herkesin utançla başını eğmesini gerektirecek bir roman...
Yazılanlart nakletmem zor:
Bozyel, “Disko” denilen işkencehanede çırılçıplak Filistin
Sunuş
1987 yılında Özgiirliik Yolu Yayınları tarafından yapılan ilk
baskısından 20 yıl sonra Diyarbakır5 Nolu adlı kitabımı,
yeniden yayınlamak üzere okuduğumda oldukça dara1dı%ımı hissetim. Öyle ki birkaç kez bu işten vazgeçmeyi bile düşündum.
Çünkü kitapta anlatman birçok olay inanllır gibi de%i1di. Bu
nedenle olanları şaşkınlıkla okudum, biitün bu anlatılanları
gerçekten yaşamış mıydım? İtiraf etmeliyim ki aradan geçen 25
yıl sonra kendi yaşadıklarını okumakta oldukça zorlandım.
Öte yandan kitabı gözden geçirdi%imdeo günlerde yaşadığım
kötü anıların birçoğunu unutmuş olduğumu anladım. Do%rusu,
iyi ki de unutmuşum. Aksi halde, yaşanılan onca işkencenin ağırlığı ve gölgesi altında yaşamayı sürdürebilir, mücadeleye devam
edebilir miydim ki?
Burada unutmak kavramının belli bir rezerve ihtiyacı var.
6
Bayram Bozyel
askısına asılışını, cinsel organından ve serçeparmagından elektrik verilişini, kalaslarla öldürülesiye dövüliişünii, tabanları
yarılıncaya dek falakada yatırılışını ayrıntılarıyJa anlatıyor.
Kış so%uğunda iizerlerine hortı}mla basınçlı so%uk su fışkırtılan
mahkûmların neden zatürre olup öldü%iinü kestirmek zor de%il.
Lağım çukurlaîında yüzdürülüp başları postallarla suya
batırılanların, makatına cop soktılanların, Co adlı köpe%e esas
duruşta tekmil verdirilenlerin, eglence için canlı kurba%a, fare
dışkısı ya da kusmuk yedirilen, sidik içirilenlerin, niye intihar
ettiklerini tahmin etmek de zordeğil.
Falakadan sonra arkadaşını sırtına alıp durmaksızın koşması
istenirken dövülenlerin, niye ölüm orucuna yattığını, sonra niye
daga çektiğini düşünebilmek de zor değil.
Dedim ya,bu belge kitapta anlatılanların binde birî bile
doğruysa bugüne ge1ebildi%imize şükretmemiz gerekir.
PKK nasıl oldu da bu kadar insafsızlaşabildi,o kadar vahşi
yöntemlerle nasıl oldu da bu kadar büyuyebildi, bunca halk
desteğini nasıl sağlayabildi; merak ediyorsanız, onun
“Diyarbakır5 No1u”da nasıl doğunulduğunu okuyun.
Ve hem insan vicdanı hem toplumsal adalet adına, devletin bu
katliamı soruşturması talebine destek olun.
Diyarbakır5 Nolu
9
hazımsızlık politikalarında aranmall.
Tarihiyle, külturüy le, medeniyete sundu%u katkılarıyla
dünyanın en renkli ve mücadeleci halklarından biri olan Kürt
halkının var1ı%ını yok saymak, onun var olma hakkını, hak ve
özgürlük taleplerini zorla bastırmak; yüzyıla yakın birzamandır
rejimin bildi%i ve yaptığı tek şeydir. Bu da yetmiyormuş gibi,
Kürt halkının hak taleplerini kendi varlı%1n1za yönelmiş bir
tehdit olarak sayacak, bütün aygıt ve olanaklarırnzla toplumu bu
taleplere karşı lrkçl ve şoven yargılarla besleyecek ve korkutmaya devam edeceksiniz.
On yıllar içinde başkalarına karşı korku, öfke ve nefretle şekillendirilen bir toplumun, ilkel dürtiileri sürekli gıdıklanan ve
canlı tutulan insanların yapamayacakları ne var? Bu tfırden
insanların, bir de devlet olanakları ve güvencesi ile donatıldıklarl
ve ödüllendirildikleri düşünülürse 12 EylCıl döneminde yapılan1ar1 yerli yerine oturtmak daha da kolaylaşır.
Öte yandan sormak gerekir; bu kin, öfke ve düşmanlığın
hedefinde sadece Kürtler mi var?
Aynı rejim, kendisine dönük her türlü ilerici fikir ve hareketi
yasaklamadı mı? Düzene yönelik her eleştiriyi ve muhalefeti
düşmanca nitelendinredi mi? Korku ve düşmanlık üzerine kurulu rejim, işkence ve baskı çarkını kendi insanlarına karşı acımasızca kullanmadı ını?
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Sabahattin Ali ve diğerlerinin
katili kim? Bu rej im değil mi, kendi başbakaıllnı ve iki bakanım
darağacına gönderen? Hangi demokratik ülke, kendisiyle barışık
hangi toplum, bu türcinayetler gerçekleştirebilir?
l970'1i yı!!arda Deniz Gezmiş ve gencecik arkadaşları
darağacına gönderildi. beden? Türkiye'yi yönetenleriıı öc alma
c!'ıygusu, demokratik fikirlerden duyulan korku ve hertiirlü farklılığı düşman olarak nitelemenin dışında, bunun için ne tür bir
sebep vardı?
Bu kitabın baskıya verildiği tarihten sadece birkaç gün önce, 27
Bayram Bozyel
Evet, işkenceyi unutmak, onun bo%ucu gölgesinden kurtulmak
önemli; ama aynı zamanda onu toplumsal hafızaınıza aktarıp
unutulmazlı%a dönüştürmek daha az önemli de%i1.
Toplumlar kendi hikayelerini, toplumsal serüvenlerini bir
siireklilik içinde örerler. Dünün ve yarının, geçrr.işin ve geleceğin kesişme noktasında yaşadıklarımızın bir anlamı var.
Geçmişimizde işkence, vahşet ve kırımlar var. Bunlari eksiksiz
bir biçimde tarihimize taşımalı, kolektif bilincimizin bir parçası
haline getirmeliyiz. Geçmişimiz bizim için bir fırlatma rampasıdlr. Gelece%e ne kadar fır1ayaca%ımız, tarihimizi, kökümüzü,
toplumsal bilincimizi nasıl biçimlendirdiğimiz, onlara hangi
anlarlar yüklediğimize bağlı. Mücadele bilincimizi, zafere olan
inancımızıo belirleyecektir.
Diyarbakır5 Nolu aynı zamanda tarihin ender gördüğü bir
alçalmanın ve yücelmenin öyküsü, insanın vahşi ve destansı
yüzlerinin karşılaşınasıdlr.
Hunharca katledilen eşinin cenazesinde, 'bir çocuktan nasıl bir
katil çıkar' diye feryat eden Rakel Dink'in dediğine bir de şunu
eklemeli; bir insan nasıl hunhar bir işkenceciye dönüşür? Bir
toplum nasil olur da kendi içinden kan emiciler, katiller, işkenceciler çıkartır? İnsanlık tarihinde kavgalar, savaşlar, toplumsal
çekişmeler az de%il elbet. Ancak savaşların da kııralları, kavgaların bir raconu yok mudur?
Peki, 12 Eyliil faşist rejiminin, cezaevlerinde ve işkence
merkezlerinde başvurduğu insanlık dışı uygulamaların herhangi
bir yasal, ahlaki ve meşru dayana%ı var mıydı? 12 Eylül rejiminin uygulayıcllarınl bu kadar i%renç hale getiren hangi
güdülerdi? Bir halka, Kürt halkına, onun mücadeleci insanlarına, ilerici, demokrat ve düzen karşıtlarına karşl bunca alçalmapln ve hayvanlaşmanın nedeni neydi?
Bütün bunlaı’ nedensiz değildi elbet.
Bunun en başta gelen nedeni, Türkiye'nin otoriter ve militarist
yapısında, özel olarak da Kürt halkına karşı izlenen inkar ve
Diyarbakır5 Nolu
11
Yaşadıklarımıza gelince; bütün bu o Ayıp bitenlerden dolayı
şikayet edilecek bir yan görmüyorum. Bu, kavganın kanurıudur;
siz özgiir olmak için miicadele edersiniz, karşıdakiler sizi
engellemek için baskı uygular, bunu yaparken de alçalıp hayvanlaşırlar. Yaptıkları sadece yürüttü%iimüz mücadelenin ne kadar
haklı ve meşru oldu%untı gösteriyor.
Gelecek, 12 Eylül Generallerinin copları tarafından de%i1,5
Nolu'nun karanlığını yırtıp parçalayan ’İI1S£trıIık onuru
işkenceyi yenecek' şiarı do%ru1tusunda şekillenecektir. Sayın
generallerimiz ve onların maşalarının toplumsa) gelişme tarafından süpürülüp biryana atılacakları giinler uzak değil.
Buna karşın insanlık onurunun, insan haysiyetinin, özgürlük
idealinin, yaşadı%ımız bölgede ve giderek diinyada egemen olacağına ilişkin zerre kadar kuşku yoktur.
Haklı bir dava, özgiirlük, onurlu ve insanca bir yaşam için
mücadele verdik. Bunun bedeli olacaktı elbet ve bunu ödemektençekinmedik. Geçmişe dönük olarak pişmanlık duyduğumuz
hiçbir şey yok; kendi hesabıma, dünyaya gunırla bakıyorum.
Başımız diktir. Tarihin, direnen o%ul ve kızlarına ilişkin bir
yargısı olacak elbet. Geleceğe ve topluma karşı vicdanımız
rahat...
1986 yılının ortalarında cezaevinden çıktıktan hemen sonra,
saygıdeğer bir tanıdığımın teşvikiyle işkencede ve cezaevinde
yaşadıklarımı yazmaya başladım. Daktilom yoktu, henüz bilgisayarda tanışmamıştım, bu nedenle olanları parça parça el
yazısı ile yazıyor, yazdıklarını -muhafaza etmek amacıyla bir
fotokopisini çektikten sonra- mektuplar halinde Danimarka'da
sürgün hayatı yaşayan sevgili arkadaşım Mehmet Bozhan'a gönderiyordum.
Gönderdiğim el yazılarım, oradaki -Vehmet dışında- adlarını
hiçbir zaman öğrenemedi%im arkadaşlar eliyle yeniden yazıldı,
10
Bayram Bozyel
disari 2007'de, seçilmiş parlamentostı ve hükümetine ‘posta
atılan rejim, ayrn rejim değil mi? Biitün bunlardan Tiirk halkı ve
Türkiye toplumunun övünç duyaca%ı bir şey olabilir mi?
Şimdi hepimizin, ama en başta Tiirk halkı ve Türkiye toplumumm önünde dtıran bir görev var; geçmişin suç İarihi ile hesaplaşmak.
12 Eylül uygulamaları Türkiye tarihinin en biiyük utancı ve
kamburudur.
Aradan geçen 27 yıla rağmen hala Tiirkiye'nin 12 Eylül
Anayasası ile yönetiliyor olmasını açıklamak oldukça zor. Bu,
Türkiye'nin kötiiriim tablosudur. Bir toplum bu kadar aciz, takatsiz ve iradesini yitirmiş olabilir mi?
Şurası çok açık; Türkiye geçmişiyle, özel olarak da 12 Eylül
rejimi dönemiyle hesaplaşmadan, o dönemde yapılanların
hesabını sormadan, olanları yerli yerine oturtmadan, söz konusu
utançtan ve kamburdan kurtulamaz, demokratik bir gelecek
kuramaz.
Kürt ve Tiirk halklarının özgür, demokratik birge1ece%i birlikte kurmaları; barış ve kardeşçe yaşamaları için de bu gerekli.
5 Nolu'ntın, işkence, barbarlık ve alçaklı%ın dışında bir başka
boyutu daha var:
İnsanın göz kamaştırıcı direnme ve dayanma gücüdür, bu.
İnsanlarımız, gencecik çocuklarımız faşist rejimin vahşi
saldlrılarına karşı dudak uçııklatan bir direniş gösterdi. Onlar
zulme boyun eğmedi, teslim olmaya evet demedi,o en karanlık
ve boğııcu ortamda inancını yitirmedi.
Zulüm ne kadar pervasız, zalimler ne kadar vahşi, koşullar ne
kadar umutsuz olursa olsun, bir halkın özgürlük talebi yok
edilemedi, edilemezdi; 5 Nolu bu gerçeği gösterdi.
Gelinen aşamada, faşist rejim muradına ermedi, eremezdi de;
beklentileri kursaklarında kaldı.
Diyarbakır5 Nolu
13
I. BÖLÜM
Gözaltına Yolculuk
1982 Yim Ocak ayındayız. İlk günleridir henüz bu ayın. Polis
dolmuşu, gözaltına götürüleceklerle dolu. Şehri çıkıyoruz.
Gözlerimiz açik, şehri görebiliyoruz şîmdilik. Herkeste kaygllı
bir yüz; geleceğimizden endişeli, gidiyoruz. Nefeslerimizle
bu%u1anmış camlardan dışarıyı güçlükle seyrediyonız.
Yağmur silecekleri, düşen ya%mur damlalarını kovalamaya
çalışıyor. Önümüzde simsiyah asfalt bir yol uzarnyor. Ya%mur
daha da bir parlaklık kazandırıyo7 yOla. Önümüzdeki arabalar
arka tekerlekleriyle sudan şeritler gönderiyorlar bize. Bu, irak
şehirlere giden bir yol. Kaç kez, oralara do%ru hüziinle uğurlandık ve sevimli dönüşler yaşadık. Bugürı yo1cu1u%umuzo irak
kentlere değil.
Bu kısacık yolculukta gözlerimize seslenen dışarının koş giinü
manzarası bir anda geçmişimizle bütünleşiyor, belli belirsiz.
12
Bayram Bozyel
dizildi. 1987 yılında F. Welat takma adıyla Özgürlük dolu
Yayınları tarafından 'Diyarbakır5 Nolu' isıniyle yurtdışında
basıldı.
Yirmi yıl sonra bile olsa, bu işte eme%i geçen bütün
arkadaşlara, dostlara en içteırrrrinnet duygularımi iletmek istiyorum.
Kitabın ikinci baskısı 'Diyarbakır Sorgu ve5 Nolu' ismi ile
1992 yılında Dilan Yayınları taTafırldan yapıldı. İkinci basıında
Dilan Yayınevi sahibi olarak, emeği geçen Hasan Dağtekin
arkadaşıma teşekkür borçluyum.
Kitabin 3. baskısı ilk kez kendi adımla ve kuruluşunda harcım
olan Deng Yaymları tarafından yapılıyor. Bu benim için ayrıca
mutluluk verici.
Son olarak kitabın 3. baskısında emeği geçen bütün
arkadaşlarıma, özel olarak da Ahmet Bulut ve Kamer Beysü1en'e
teşekkür etmek benim için görevdir.
Kimi yazım hataları dışında kitabın ilk haline dokunmadım. 20
yll önce neyi nasıl hatırlamlş, hissetıniş ve anlatmlşsam, öyle
kalsln istedim.
B ıyr ını BOZYEL
Hazir ın20077Diyıırb ıkır
Diyarbakır5 Nolu
15
benzeri şeylerin sayfa araları dikkatli gözlerle süzülüyor.
Kağıt paralar alt üst ediliyor. Para, mendil ve saatler geri veriliyor; ötekiler toplanıp bir başka yere götürülüyor.
Bir emir daha; öndeki iki çavuş kendilerini takip etmemizi
istiyorlar. Tek sıra halinde ağır ağlr ilerliyoruz. Islanınışız.
Karşıda tel örgüler. Tel örgülerin arkasında on metre genişliğinde
bir alan. Onun daarkasında ünlü “Gözaltı”.
Önce tel örgülerin arasındaki kapıdan geçiyoruz. Sonra sola,
koğuşa yöneliyoruz. Koğuş kapısının demir parmaklıkları ardııda saçları kesik, göz çukurları geriye kaymış. şakak kemikleri
öne fırlamış insanlar. Hepsinin sakalı tıraşlı, benizleri soluk.
Bize endişeli gözlerle bakıyorlar. Kendi yaşadıklarını bizim de
pek yakında yaşayacağıınızı bilme endişesi...
Koğuş kapısı büyük bir gürültiiyle açılıyor. Giriş kısmına
almıyoruz. Çevremizi birkalabalık sarıyor. Hüzünlü birkarşılama yaşanıyor.
Genelde güzeldir karşılamalar. Yeni yerlere varmak, orada yeni
insanlarla karşılaşmak... Kimde böyle güzel buluşmaların
anılarda bıraktığı bir tad yok ki? Gidilen her yer, daha sonra
gidilecek yere varmak için bir basamak, birhabercidir. Ve her
yeni noktada yeni buluşmalar, yeni ilişkiler başlar, yeni dostluklar kök salar. Her yeni yer, yeni güzelliklerin, yeni yaşamların,
yeni hazların muştusunu verir.
Ancak böyle olmayanlar da var. Gözaltı l. Ko%uştaki karşllamalar bu türdendir. Belki buradaki karşılaşma da size yeni
ilişkiler, yeni dostluklar getirecek. Ama orası asıl işkencenin
müjdesidir. Size açıkça söylenmeyen, ama ulaştırılan, hissettirilen bir müjde! Ve bu, karşılaştı%ınız insanların yüzleriııde
okunan öyle bir mesajdır ki buluşmamn bütün güzelliğini alır
götürür.
Koğuşta ilk göze çarpan kasvetli bir ortamdır. Koğuş loşve
soğuk. İnsanların rengi soluk. Herbiri “uzun” günlerin yorgunluk
ve acısını taşıyor. Bir savaştan ya da yıklntıdan çıkmış gibi
14
Bayram Bozyel
Çocuklu%uınuz, gençliğimiz, namlunurı ağzından çıkarĞasına
akıp giden yaşam; sevgilerimiz, coşkularımız, lıüzünlerimiz bir
anda canlanıyor gözlerimizde. Bin bir duyguyla bezenmiş
gençli%imiz... Dünyayı yeni yeni kavrayışımızln ilk ışıklarlnın
ekili oldu%u olgunluk yıllarımız... Her şey, hızla dönen birfilm
şeridi gibi gözlerimizin önünden akıp gidiyor. Bunca yılımızl
bıraktıgımız sokaklar, caddeler, boş parklar, sinemalar, belki de
son kez bize görünüyor olacak. Onlara tekrar kavuşmanın
umudunu kararlıca ve de gizliden gizliye döküyoruz işimize. Bu
umut gerçekleşir ni dersiniz? Böylesi umutların gerçekleşme
şansının azaldı%ı karanlık bir dönem yaşıyoruz.
“Öne doğru eğilin, gözlerinizi kapatın” diyor bir ses. Şehri
çıkıyoruz demektir bu. Dolmuş sıraları içinde bükülüp
sıkışıyoruz. Dolmuş sağa yöneliyor az sonra. Önden ve arkadan
başka arabalarla korunuyor. Anayoldan nizamiyeye sapıyoruz.
Şimdi daha farklı bir duygu. Belki de farklı bir mekana ayak basmanın sonucu. Ve de tanıdık olmayan. İlerliyoruz. Az sonra beklenen, bilinen ve gıyaben çok yakından yaşanan biryere varacağız. Varıyoruz.
Dolmuş duruyor. Başlarlmlzı kaldırıyoruz. Önce ön sıradaki
görevliler iniyor. Sonra bizim de inınemiz için arka kapı açılıyor.
Sırayla iniyoruz.
Hala çiseleyen yağmurun kayganlaştırdı%ı kumlu biralanda tek
sıraya girmemiz isteniyor. Sert tavırlar takınınaya çalışan silahlı
subay ve askerler, bir anda bizleri emir salvosuna tutuyorlar.
Önce kimlik kaydllnız yapılıyor. Kayıtları bir kez daha kontrol
ediyorlar. Sonra üstümüzdeki her şeyi yere dökmemiz isteniyor.
Ceplerimizi boşaltıyoruz. Kimliklerimiz, paralarımız, mendillerimizle birlikte her birimizin önünde öteberiden tepecikler
oluşuyor.
Arama başlıyor. Önce üstüınüzü didik didik arıyorlar. Sonra
yerdeki eşya kümecikleri sırayla ve teker teker açılıp taranıyor.
Mendiller havada bir iki kez sertçe silkeleniyor. Kimlik ve
Diyarbakır5 Nolu
İ7
insan ve bu nedenle yönetimin yaşadığı sıkışıklık, bu sözdeki
geçerlilik payını aramıyor.
Zaman kısıtlı. Öğlen yemeği zamanı geliyor, konuşmaya ara
vermek zorunda kalıyoruz. Biz yeni ge lenler, bir köşede
yemeğin da%ıtılmasını bekliyoruz. Ko%uş sorutnluları bizi ayrı
masalara alıyorlar. Kaç günlük açlık sonucu, önümüze gelen
yemekler iştahımızı kaınçılıyor. Yedi%imizden bir şey anlamadan önümiizdeki yemekler tükeniyor. Sofradan aç kalkmak,
içimizdeki açlık duygusunu daha da körüklüyor. Akşam
yemeğini bekleyeceğiz.
16
Bayram Bozyel
görüniiyorlar. Sözle anlatılması güç bir manzara...
Giriş yeririin tam karşlsında lavabo ve tuvaletler var. Tuvalet
aralı%ından, geniş bir alanı görmek miimkün. Çevre zaten askeri
klşla. Biraz ilerde, Dicle'yi aşıp geçen şehirlerarası bir yol
görünüyor. Tuvalet yerinden dışarıyı seyretmek, kısa bir süre
için de .olsa gözaltının zorlu günlerini bir yana bırakıp diiş
dünyasında yolcıılu%a çıkmak için giizel bir fırsat.
Girişin sağ tarafında yatakhane var. Yarı yarıya zemin
düzeyinin altında kalan yatakhanenin yalnızca ön yüziinde
birkaç pencere var. Pencereler yere bitişik. Bu nedenle gündüzleri zar zor aydlnlanıyor içerisi. Ko%uşun üçbiryanı iki katlı ranzalarla çevrili. Bir de ko%uşu tam ortadan bölen ranza dizisi var.
Girişin sol tarafı yemekhane olarak adlandırılıyor. Ortada boyası
dökülmüş bir kömür sobası var. Çevresinde eski masalar, kırık
dökük sandalyeler...
Hemen g iriş yerinde saç tıraşına almıyoruz. İki kişi
saçlarımızı kısa sürcde kesiyor. Ardından sakal tıraşı oluyoruz.
Bölük subayının sakal tıraşına çok önem verdi%i fısıldanıyor
kulaklara. Yemekhane bölümüne geçiyoruz. Bize koğuştaki
yaşam biçimi kısaca özetleniyor. Uyulması gereken kurallar
hatırlatıllyor. Bunlar; komutanlı%ın koydu%u kurallar, bir d•
tutukluların kendi kuralları olmak üzere ikiye ayrılıyor.
Çevreyi merakla gözden geçiriyoruz. Tanıdık var mı diye,
gözlerimiz tek tek insanlarin üzerinde dolaşıyor. Bu arada
tanıdıklar çıkıyor ve hemen soruştıırmadaki durumu sormaya
başlıyoruz. İşkencenin dozu nasıl? ü'e tür işkence biçimleri
var? Yemek ne durumda? Son zamanlarda işkencede ölen var
mı? Sorular uzayıp gidiyor. Anlatılanlara kulak kesiliyoruz.
Doğru ya da yanlış, söylenen her şeyden kendimize bir sonuç
çıkarmaya çalışıyoruz. Anlatılanları daha önceden duydtklarım ve bildiklerimle karşılaştlrıyorum. “Komutan1ı%ın emri
var” deniyor, “işkencede kimse öldüYülmeyecek”. Yeni gelenler güç alıyor bu sözden. Bugüne dek işkencelerde ölen onca
Diyarbakır5 Nolu
19
Geride kalanlar, bizleri, yaşadıkları acı serüvenleri yaşamaya
yolcu ediyorlar. Acıları depreşiyor yeniden. İşkence çarkını
bedenlerinde yeniden yaşıyorlar. Sessizce çıkıyoruz doğuştan.
Ayrılırken gözlerimiz buluşuyor. Bakışlarımızla köprüler kuruluyor aramızda. Bu köprülerden moral ve cesaret aktarıyoruz
birbirimize. Aktm çift yönlü işliyor ve güçlenerek çıkıyoruz bu
alışverişten.
Tel örgüleri aşıyoruz. Birkaç saat önce dolınuştan indiğimiz
yerde, bu kez bir başka dolmuş bekliyor bizi. Orada, herkesin
tanldlğı “Disko dolmuşu” var.
Diz çökmemiz isteniyor. Hepimizin gözleri sert, kalın bezlerle
bağlanıyor. Kollarımızdan tutarak dolınuşa bindiriyorlar.
Dolmuş hareket ediyor. Dolmuşun sağa sola dönüşleri sırasında
dengemizi korumak zorlaşıyor. Biz sola savrulurken dolmuşun
sağa, sağa savrulurken de onun sola döndüğünü anlıyoruz. Bir
süre gittikten sonra, bir noktada araba iyice yavaşlıyor. Gelip
giden başka araba seslerini duyuyoruz. “Demek anayola geldik”,
diyorum içimden. Ve sola savruluşumuzdan sağa döndü%ümüzü
anlıyorum. Asfalt olduğu anlaşılan bu yolda birkilometre kadar
gitmeden tekrar sağa dönüyoruz. Tahminen askeri mahkemelerin
bulunduğu yerden geçiyoruz. 4-5 dakika geçmeden dolmuş
duruyor. Korkuyla karışık heyecan doruk noktasında seyrediyor.
Önce ön kapı açılıyor. Öndekiler indikten sonra arkadaki açılıyor
inmemiz için. “Sırayla inin!” diyor biri. Birbirimize tutunarak
iniyoruz. Yukarıda bir yerden uğultu şeklinde sesler geliyor.
Bunlar bizi karşılayanlar olacak.
Bir ses:
“Yeni misafirlerimiz geliyor, yer ayırın çocuklar!” diyor. Buna
kahkaha sesleriyle başkası karşılık veriyor:
“Misafirlerimiz bizden memnun kalacaklar!”
Yine birinci ses araya giriyor ve komutlarla bize yol göstermeye
çalışıyor:
“Sola kayın! Sa%a kayın! Sağda llendek var! Dikkat edin!
Bayram Bozyel
Soruşturma Günleri
Koğuş bir anda hareketleniyor. Başlar kapıya dönüyor.
Kapıda bir koşuşma var. Merakla bekliyoruz. Birden, ”’Disko
arabası gelmiş!”* diye haykıran biri kapıdan giriyor. Durumu
kavrıyoruz. Koğuş sorumlusu elinde bir listeyle beliriyor.
Yüksek sesle “Disko'ya gideceklerin adlarını okuyorum, dinleyin!” diyor. Yeni gelenlerin isimleri bunlar. Herkesin acıma
dolu bakışları bizim üzerimizde.
Daha birkaç saat oldu gözaltına geleli. Ne çevremizi tanıdık
yeterince, ne de isteğimizce bilgilendik. Soruşturmaya aynı
günde gidişin hem iyi, hem kötü yanlarl var. Uzun süre bekleyiş
tedirginliği arttırır. Bu da yıpratmayı getirir beraberinde.
Soruşturma hakkında yeterince bilgi edinmeden gitmek ise gafil
avlanmaya yol açabilir.
!!*!!D“ısko.! Işken!c°e°h!a!neye °verilen isfm ÇİN.)
Diyarbakır5 Nolu
21
Bu ilk karşılama, geleceğin benim için nasıl olacağının işareti.
Geldiğim yerin konumunu iyi biliyorum. Buna rağmen daha ilk
dakikalarda böylesi özel tanışmaya bir yanıt bulmakta güçlük
çekiyorum.
Şimşek çakarcasına aklımdan bir düşiince geçiyor. “Anladlm”
diyorum kendi kendime: “Dün akşam buraya getirilenler arasında beni tanıyan birkaç kişi vardı.”
Tekrar yerime dönüyorum. “İçeri alınsınlar!” emri üzerine
öndekilerde hareket başlıyor. Hareket bize de kayıyor. Öndekileri izliyoruz. Bir süre sonra durduruyor, oturmamızı emrediyorlar. Oturduğumuz yerin uzun, tek parça bir tahta olduğunu sonradan el yordamıyla öğreniyoruz.
Bu sözde oturma ve dinlenme yerinde başımızda duranların er
olduğunu çok geçmeden anlıyoruz. Bir çavuş, bir onbaşı, 4-5 de er.
Bunlar Disko'nun demirbaşları ve sürekli işkencenin vasıfsız
uygulayıcıları.
Askerler sayım yapıyorlar ve anlıyoruz ki bizden ayrı olarak,
daha önce oraya, işkence yapılmak üzere getirilıniş otuz kişi
daha var içerde.
Ve akşam şöleni başlıyor. Kuralların anlatımı dayakla atbaşı
gidiyor. “Ayaklar, dizler yapışık olacak. Eller dizlerin üzerinde
tutulacak. Başlar dik olacak, sa%a sola çevrilmeyecek. Kimse
yerinden kıpırdamayacak. İzin almadan esnemek, taşınmak,
sinek kovalamak, konuşmak yasak.” Kuralların sonu yok.
“Gözbağlarıyla oynanmayacak; oynayan ya da açan olursa, vay
haline! Buradaki tutukluların dışında, herkes 'komutanım!' diye
çağrılacak. Verilen her emre karşılık 'emredersiniz komutanım'
şeklinde cevap verilecek”.
Bu uyarıları sıra dayağı izliyor. Dövme işine beş altı kişi birden
katılıyor. Diğer uçtan başlayan dayak sesinin giderek bana yaklaştığını fark ediyorum. Copların çıkardığı sesler birbirine
karışıyor. Cop seslerine dövülenlerin inletneleri ekleniyor.
Şimdi sağımdaki dövülüyor. Vuruşları sayıyorum. Her vuruşta
20
'
Bayram Bozyel
Eğilin, e%ilin başınız değmesin! Tünelden geçiyorsunuz!”
Gözlerimiz kapalı, her yeni gelen komuta uygun olarak hareket
etmeye çalışıyoruz. Durumun gerçek yüziinü bilmediğiniz
zaman gerilmemeniz elde değil. Ancak bu ve buna benzer
yapılanlar hakkında daha önde bildiklerim, bana daha rahat
davranma o1ana%ı veriyor. İşin aldatmaca ve moral çöküntiisü
yaratmaya yönelik numaraİar o1du%unu biliyorum.
Böylece, kendi çevreınizde birkaç tur gezdirildikten sonra,
indirildiğimiz yerin kuzey yönünde ilerliyoruz. Ben öndekinin,
arkadaki benim sırtından tutmuş, bir sıra halinde merdivenlerden çıkıyoruz. Her birimiz, bir öndekinin hareket ritmine göre
kendini ayarlıyor. Öndeki hızlanınca arkadaki hızlanıyor. Öndeki durunca, arkadaki ona çarpıp duruyor. Yerden yaklaşık 8-10
basamak yükseldikten sonra bir kapıdan içeri giriyoruz. Birkaç
adım sonra durduruyorlar.
Düzensiz şekilde konuşan birkaç kişinin gürültfÎlii sesleri birbirine karışıyor. Bize küfür ve hakaretler ya%dırıyor1ar:
“Bu orospu çocuklarının anasını... Piç vatan hainleri bunlar!”
“Sizi uçağa bindirince göreceksiniz!”
Diğer yandan da üstiimüz boşaltllıyor, çlkanlar tutanağa
geçiriliyor. Bizde hiçbir şey bırakmıyorlar; para, saat, mendil, ne
varsa alınıyor. Yüksek sesle istiklal marşını okumamız komutu
veriliyor. Hep beraber yüksek sesle okuyoruz.
Marş biter bitmez, boğuk birses, ismimle ça%ırarak sıradan çıkmamı söylüyor. Bir iki adım sıranın önüne çıkıyorum. Birden
suratıma korkunç birtokat iniyor. Gözlerimde klvılclmlar çakıyor.
“Sen elebaşısln, senin ananı...” diyor aynı ses.
Bu boğuk ses, daha sonra da defalarca kulağımda yankılanacak.
İlkbaşlarda bu ses, bende korku ve telaşa yol açacak. Sonra, gün
gelecek, tanıdık bir sese dönüşecek benim için. Artık korku
uyandırmak yerine, herhangi bir sesten farksız olacak. Hatta
giderek, bende tepki uyandırma etkisini yitirerek sıradanlaşacak.
Ba%ışıklık kazanaca%ım ben sese karşı.
Diyarbakır5 Nolu
2
solumaya çalışıyorum. Ve bir anda, tabanlarıma de%en coplarla
soluyuşlarım arasında bir harmoni oluşuyor. Her cop darbesinin
ardından bir nefes alıp veriyor ve bekliyorum. Bu uyum sona
kadar sürüp gidiyor.
Dövme olayında sızının ağırlık merkezi, ilk anda bedenınizin
vurulan yeridir. Ancak hemen ardından içinizden bazı şeylerin
uyarıldığını fark edersiniz. Sanki tonlarca yükün ağırlığı dövülen
noktalarda birikir. Ayrıca bir el, içinize dalıp bir şeyler tutarak
çekmeye çalışır. Bir yandan, örneğin tabanlarınıza düşen
vuruşların dinmesini beklerken, diğer yandan da içinizdekini
vermemek için çabalarsınız. Bu çaba, tanımı güç bir sızıdır
içinizde. İki merkezlidir dövülen yer. İki uçlu. Bir ucu vurulan
yerdir, bir ucu içinizde bir yerler.
Bir yere kadar vuruşların bitmesini beklersiniz. Ondan sonra
beklenemez. Çünkü zaman işlemez. Gözlerinizi yumarsınızo
zaman. Duyularınızı işlemez kalmaya çalışırsınız. Belki de
insanın kendi kendisini unutmaya ya da inkar etmeye çalışmasıdır bu uğraş. Her şeye rağmen insanın kendi üzerinde işlenen bir işkence olayına karşı duyarsızlaşması mümkün değil.
Yapılan sadece zamanın peşine düşmeden akışı çok küçük dilimlere bölmek ve sadece dilimin içindeki akışla baş başa kalmak.
Yani anlık yaşamak, yalnızca anı duymak.
Bitkin bir halde yerden doğruluyorum. Yerimde zıplamam için
emir veriliyor. Zıplamaya başlıyorum. Ayaklarımın dibinde
dikenden bir tabaka var sanki. Giderek ayaklarım hafifliyor. Sizi,
yerini garip bir okşayışa bırakıyor. Az sonra ayakkabılarımı
önüme fırlatıyorlar. Onları giyip tekrar yerime dönüyorum.
Akşamdan başlayan şölen, bu şekilde, gece geç saatlere kadar
sürüyor. Bayların enerjileri bitmiş olsa gerek. Şölene son veriyorlar. Uyuma vakti gelmiş olmalı. Uyuma işi nasıl olacak, merak
ediyoruz.
22
Bayram Bozyel
yala hrdakinin hem in lediğini. fren de yerinde tepindi% ini fark
ediyorum. O anda dayak sırasının bana gelmekte olduğunu
unutrıyor, yan ımdakin in 3öı’iiııınez tablosunun yarattı%ı acıklı
k ıvranışta bo%u1uyorrlır.
S ira bana geliyor.E llerimi üst üste koymamı söyliiyor asker ve
v kırmaya başlıyor. Dişlerimi sıkıyor, vtıruşlaı'ın bir an önce
bitmesini sabırsızlıkla bekl iyorum. Her vuruşta el de% iştiriyor
ve bt1nun için acele ediyorum. toplarım iniş kalk ışları arasılıdak i zaman ne kadar da rızuyor! Daya%ın bitısıesini bekleme
sabırsızlığı acılı bir sancıya dtiniişüyor. Dayak bitiyor.
Ş imdi dövülen diğerlerinin seslerini duynsrıYoruın bile.
Dayağın bitmesinin verdi%i yorucu bir rahatlık sarıyor beni.
Yaralarılndan bıçak lar çeki Imiş sanki. Bıçaklar çekilmiş, ana
yaralar yerinde, yaralar can lı ›•e sapasa%1anı. Her şeye ra%1ren şu
andaki acının, copların kalkip indiği andakiy le lı iç bir benzer1i%i
Acı diniyor ve di%er duyularıın yeniden işlerlik kazanıyor.
Dayak devam ediyor‘. Kirk dolayında insanı sıra dayağından
geç irıaıek kolay değil. B tr süre sonra sıra dayanı bitiyor.
Düvenler, dövırekten yorulımlş. nefes nefeseler. Küfrirler savuruyoı'laı bu kez de. Esas duruşu bozdu diye bize postal larla
vrıruyorlar. Ya da rastgele kol. baş, sırt ayrırn1 yapılmaksızın cop
savruluyor.
İsim takına faslı başlıyor bu kez. Her tuttukluya bil’ kadın
artistin adı tak ılıj or ve bu ad la çağrılıyor. Sonra başka tiirden biı’
ad landırına. Bu kex tutuk1u lara çok daha çirkin isim ler tak llıyor.
B irdelı bir el yakaına yapışıyor. Kalkmamı istiyor. Ben i biraz
ileri çekiyor, ayakkabı larılr1 ç ıkarıp yüziistii ılzanmaını istiyor.
Ayak taban larılr yiize çık ıyor. Daha sonra onbaşı oldu%unu
ö%ıelıdi%irn kişi başl lyor vurmaya. Ellerin biı'birine kenetli
olarak başım ın altında. Vurulan her ayağım ın, iradeın in dışında
bana do%ru çekildiğini fark ediyorum. A%zım kapalı. ba%ırmamak için kendinii sıkıyorrur. İç iındeki sıkışıklı%ı burnumla
Diyarbakır5 Nolu
25
birkaçış, bir uzaklaşmadır bu. Gözleri kapayıp hiç bir şeyi duymamak. Geçici de olsa, bir yokluğa karışmak soruşturmada. Ne
güzel!
Ama seninkiler de bu işin farkında! Sabaha kadar kaç kez ya
kendin dövülerek uyandırılır ya da başkası dövülürken tıyanırsın.
Derin uykudayken “esas duruşunu bozdun!” diye baca%ında şaklayan cop, seni yerinden sıçratır ve dünyanın en çok nefret üreten
insanı yapar. Nefret ve öfkeni, gözbağlarının ötesinde ayakta
duran eli sopalı adama yöneltirsin. Ondan hıncını almak için,o
anda olmadık intikam planları kurarsın.
Uykudan başkalarının çığlıklarıyla uyanmak da bundan farksız.
Acıma, öfke, nefret ve sıkıntıdan oluşan bir duygular cümbüşü
sarar seni. İşkencede, en “selametli“ zaman olarak bilinen gece
uykusu böyle geçer.
Sabah erkenden uyandırılıyoruz. Uykuya hasret, yine eski
yerimize oturuyoruz. Gözbağlarımız birkez daha denetleniyor.
Esas duruşta bekliyoruz. Tuvalete gitmek için e1 kaldırıp izin
istiyoruz. İzin yok. Buz gibi betonun da etkisiyle ağırlaşan sidik
torbası taşınır gibi değil. Sidik torbası de%il de kaynayan bir
kazan sanki. Dayanılması güç.
Değişen nöbetçilerin yerine gelenler bizi sırayla götürüyorlar.
Nöbetçi, beşe kadar sayacağım söylüyor ve bu siirede işimizi
bitirmemizi istiyor. Tuvalete girer girmez de başlıyor saymaya:
“Bir... iki... Üç...”
Biriken bunca yükii bu kadar kısa sürede nasıl boşaltacağız?
Biran önce rahatlamak için kendimi sıkıyorum. “Beş biraz geç
gelse...” Bütün bu telaş içinde düşünceler ardarda hızla akın
ediyor. Derken, “çıkın!” diyor görevli asker. İşimizi bitirmemiş
olsak da zorunlu çıkıyoruz.
Kısa bir süre sonra, nöbetçi erlerden biri *ayağa kalk” diye
sesleniyor. Yemek duası yapılacak.O söylüyor, biz tekrarllyoruz:
-Allahımıza lıamd olsun!
-Ordu, millet varolsun!
24
Bayram Bozyel
Esas Duruşta Uyku!
İki nöbetçinin dışındakiler ayrılıyorlar. Bizi yatırmaları gerek!
“Herkes ayağa kalksın ve bir buçuk adım ileri çıksın!” emri
geliyor.
İstedikleri yapılıyor. Bir emir daha:
“Herkes yerinde uzansın!”
L'zanıyoruz. Başlar, demin oturduğumuz tahtalara geliyor. Biz
yeni gelenler ne yapacağımızı bilmiyoruz. “Komutanlar”
başlarımlzı talıtalıın altlna koymamızı istiyorlar.
“Başlar tahtaların altında! Sırtüstü! Ayaklar birbirine bitişik, eller
kanun üstünde kenetlenmiş, kıpırdanmadan uyunacak.”
Çıplak betonun üstündeyiz. Ocak ayının so%u%u ttım kesiciliğiyle
süriip gidiyor. Ama nerede ve nasıl olursa olsun, bunca yıpratlcı
“iş” ten sonra, uykuya duyulan hasret bir başkadlr. Yeter ki
kimse dokunmasın size. Belki de dinlenmeden çok, işkenceden
Diyarbakır5 Nolu
27
Zeytinlerin çekirdeğini yavaşça masaya bırakıyorum. Sabah
kahvaltısını böylece yapmış oluyoruz. Gözbağlarımızın alt
kısmını tekrar kapatıyoruz. Sağa dönüyor, birbirimize tutunarak yine geldiğimiz yere dönüyoruz. Midelerimizde açlığın
ağır boşluğunu daha bir ağırlaşmış ve uyanmış hissederek,
oturuyoruz yerimize.
26
Bayram Bozyel
-Vatan hainleri kahrolsun!
-Afiyet olsun!
-Sa%o1!
Bizi iki grup halinde yeme%e götüriiyorlar. Önce öteki grup
gidiyor. Gidişe küfür ve dayak eşlik ediyor. Biz sıramızı bekliyoruz. Yemekte ne var acaba? Doyabilecek miyiz? Biz böyle
duşüniirken gidenler geri geliyor. Ne oldu? Yemek yemeden mi
döndüler? Yoksa yeme%e götürme adına dalga mı geçiyorlar?
Bu defa biz kalkıyoruz. “Sola dön!” emrine uygun olarak
döniiyoruz. Her birimiz bir öndekinin sırtından tutunuyor. Sıra
hareket ediyor. Sağa sola sürtünerek bir kapıdan geçiyoruz.
“Kafalarınızı e%in, tünelden geçiyorsunuz!” diye haykırıyorlar.
Eğiliyoruz. Bir kapıdan daha geçiyoruz. Sonra bir masanın
çevresinde bir çember oluşturuyoruz. Gözba%larımızın alt kısmını, önümüzü görebilecek şekilde açmamız isteniyor.
Açıyoruz. Önümüzdeki aydlnlığı görüyoruz. Bu arada bazıları
fazla açtı diye başlarından ve sırtlarından cop yiyorlar.
“Beşe kadar sayınca herkes yemeğini yemiş olacak! Kimse
sağma soluna bakmayacak! Hadi başlayın orospu çocukları!”
diyor biri.O saymaya başlıyor, biz yemeğe...
Masada, önceki akşam içinde yemek yenip yıkanmadan
bırakılmış birkaç tabağın dibinde birer bardak kadar çay var. İki
tabakta da taş gibi 10-15 tane zeytin. Masada, lokmalar halinde
toplam olarak yarım ekmek kadar ekmek ve bizden öncekilerin
kullandığı 7-8 kadar da kaşık var. Bizim gnıp yirmi dolayında.
Kimse kimsenin yüzünii görmüyor. Masanın yüzeyini görebiliyoruz ancak.
“Başla!” komutuyla eller önce kaşıklara uzanıyor. Kaşıklar
kapıldıktan sonra boş kalan eller ekmek parçalarına davranıyor.
Ekmekler de kapıldığı halde hala boş kalan eller var. Eli boş
kalanlardan biri de benim. Kaşıksız çay içemeyece%ime göre, elimi
zeytin taba%ına uzatıyorum. A%zıma bir zeytin atıyorum. Bir tane
daha. Sayı barajına ulaşıyoruz. “Yemeği bırak!” komutu geliyor.
Diyarbakır5 Nolu
29
uğraşmanın gereksiz o1du%una inanmış olmalılar ki duraksamadan harekete geçiyorlar.
Uzun birşeyi; ağaçtan olduğunu anlıyorum sonradan, omuzlarıma koyuyorlar. İki yanımdan birer kişi, kollarımı kaldırıp a%aca
paralel biçimde, koltuk altlarından ellerime doğru sıkıca bağlıyorlar. Ayaklarım yerde; İsa'vari bir haç oluşturuyorum şimdi.
İplerin kollarımdan geçtiğl yerler şimdiden sızlamaya başlıyor.
Ağacı her iki yanından kaldırıp, sonradan demir dolaplar
olduğunu anladığım yüksekte biryere oturtuyorlar.
Şimdi ayaklarırri boşlukta, iki Yolumdan asılı, sallanıyorum
havada. Bedenimin bütün a%ırlığı iki koluma yükleniyor. Özellikle kollarımın omuzlarıma bitiştiği noktalar kör bir bıçakla
kesiliyor gibi. Beden bakımından cüsseli oluşum işimi zorlaştırıyor, kollarıma binen yük daha da artıyor. Sıkıntıdan sa%a
sola kıvranıyor, her kıvranışta bir tarafıma soluk aldırmaya
çalışıyorum. Ancak beni aşağı doğru çeken gövde ve bacaklar
hareket olanaklarımı daraltıyor. Ayaklarımı dizlerden kendime
doğru çekerek, irademin dışında, kollarıma binili yüku azaltmak
istiyorum. Ancak, ister aşağı sarkmış, ister yukarıya doğru
bükülü olsun, sonuçta onlar gövdeye bağlı. Kollardaki ağrının
şiddeti giderek artıyor. Sizi dayanılmaz bir noktaya ulaşıyor.
Zaten gözbağlarıyla bağlı gözlerimi daha da sıkıyor, bağırmamak için son gücümü harcıyorum. Nefes alış verişiın a%ır1aşmış,
her yanımdan terler akıyor. Akan terlerin bir kısmı ağzıma
sızıyor. Havada, sağa sola çırpınmak için harcadığım çaba son
noktaya ulaşlyor. Ağzımdan iniltiler çıkmaya başlıyor.Ç ırpınmalar ağırlaşırken iniltiler artıyor. İnlemekle inlememek arasında takatim tükeniyor. Kollarıma kızgın demir şişler geçirilmiş,
durmadan sağa sola çevriliyor, ya da, diplerinden kör bir
testereyle ağır ağır kesiliyor, gibi.
Birisi pantolonumun düğmelerini çözüyor. Pantolonumla birlikte külotum da aşağı kaydırılıyor. Onca şiddetli acılar içinde bir
utanma duygusu sarıyor beni.
i
28
Bayram Bozyel
Boğuk Ses
Nöbetçilerin kiiliir ve dayaklarıyla geçiyor bir süre. Ardından,
dün akşam işittiğim boğuk sesde içinde olmak üzere, bazı sesler
bize gittikçe yaklaşıyor. Bulunduğumuz yere giriyorlar. Birkaç
saniyelik bir sessizlik... Kolumdan tutup sertçe kaldırlyor. “Ulan
o%lum, bugün ananı s ...” diyor ve çekiyor peşinden beni.
Arkasından sürünürcesine yürüyorum. Diğerleri arkamdan
geliyorlar. İki kapıya sürtünüp geçtikten kısa bir süre sonra
duruyoruz.
Boğuk ses:
“Söyle yavrum, her şeyi efendice anlatacak mısın, yoksa
başlayayım ml?” diyor.
Bir şey bilmedi%iıni söylüyorum.
“Peki, gösteririz biz sana” diyor, bir başkası.
Daha önce hakkımda edindikleri bilgilerden, benimle bu şekilde
Diyarbakır5 Nolu
o1
Daha önceleri de duymuştum, işkencecinin “her şeyi bi1me”
hikayesini. Sık başvurdukları klasik bir yöntemdir bu.O her şeyi
bilir, size de onaylamak düşer yalnızca!
Devam ediyor işkeneeci:
“Benim görevim seni konuşturmak, senin görevin konuşmamak; diren yavrum!”
Elektriğin verdiği acı kollarımdakini bastırıyor, hatta neredeyse
unutturuyor. Bu bir bakıma da iyi. Ama akımın etkisi, ötekine
nasıl benzemiyorsa,o kadar da kendine özgü. Manyetonun kolu
her döndü%ünde bedenimin dört bir yanına şiddetli bir çarpma
dağılıyor. Giden dalgalar en küçük zerreciklere kadar ulaşıyor.
Ağrı, yoğun olarak da, kablo uçlarının bağlandığı bölgelerde
yaşanıyor.
İşkenceci akımı kesik kesik veriyor. Tekdüze verilen akım hem
tehlikeli oluyor, hem de istenilen etkiyi yapmıyormuş. Manyeto
kolu çevrilir çevrilmez kocaman bir cisim her yanuııza birden
çarpmış gibi oluyor. Ani çarpma beklenmedik bir ses çıkartıyor.
Çaba gösterdiğim halde, her akım verilişte bu sesirı çıkmasına
engel olamıyorum. Ba%ırmaya benzer, ama bağırma de%il. İnilti
de de%i1. Elektrik çarpmasına bedenin kendi1i%inden verdi%i bir
ses, bir tepkidir bu. Ağrının en şiddetlisi, çevrilen manyeto kolunun lıızının yavaşlatılması anında yaşanıyor.O zaman ağrl daha
ağır, daha canlı ve daha dayanılmaz bir hal alıyor. Vücudumun
heryerine saplanmış kancalar, içimi boşaltmak için geri çekiliyor,
sanki. İşkenceci bunu bildiği için kolu çevirip durduruyor,
çevirip durduruyor.
Her saniye bir çağ kadar uzuyor. Zaman geçmek bilmiyor.
Birisi elini bedenimin alt kısmında gezdiriyor. Sonra kaba
etlerime dokunuyor. “Şu mala bak!” diyor. Nefretiın tiksinıne ve
iğrenmeye dönüşüyor. İşkenceci sormaya devam ediyor:
“Örgütünü ve örgüt içindeki yerini söyle. Yoksa geberinceye
kadar orda kalacaksın.”
Hem konuşuyor, hem akımı kesik kesik gönderiyor. Akım
0
Bayram Bozyel
Önce cinsel organıma su dökülüyor. Hafiften ürperiyorum.
Sonra da sol elime.C insel organıma bir şeyler bağlanıyor. Bu
elektrik kablosudur. Ardından, sol elimin serçe parma%ına
takılıyor.
Aniden cinsel organıından- ve parmağımdan tüm bedenime
korkunç bir acı ve titreme akıyor. Ağrının uğramadığı hiçbir
yanım kalmıyor.
Manyetonun başında oturan adama işkenceci derler. İnsanlara
işkence yapıyor. Kullandığı araç manyeto. Elektrik akımı yolluyor kablo bağlı bedenlere. İşkenceci aracının kolunu yavaş
yavaş çeviriyor. Hızlı çevirdiğinde daha çok akım geliyor,
yavaşlayınca akım da azalıyor.
Elektrik, insanoğlunun binlerce yıl süren emeğinin, soylu
araştırmasının parlak bir ürünü. Edison'un ehlileştirerek insanlara sunduğu değerli bir armağan.
Karanlığa, yokluğa, geriliğe, köhne yaşantıya son verebilecek
bir güç. Üretmenin, yaratmanın, bereketin kaynağı. Elektrik;
şimdi senden nefret ediyorum!
İşkenceci, bunca değerli bir nesneyi insanlara eziyet etmek,
acı vermek için kullanıyor. Elektriğe duyduğum nefret, ona
ulaşıyor; işkenceciden nefret ediyorum!
İşkenceci bir yandan manyetonun kolunu çeviriyor, diğer yandan konuşuyor, sorular soruyor. Sorduğu sorulara gösterdiğim
tepkiye göre yeni ruh lıallerine giriyor. Buna uygun olarak kolu
çevirmeye hız veriyor ya da yavaşlatıyor. İşkencecinin ruhsal
durumu, bendeki tepki ve çevrilen manyeto kolu arasında tam bir
kombinezon oluşuyor. Değişen sadece uyumun ritmi; üç parça
arasındaki iletişim bazen hlzlanıyor, bazen ağırlaşıyor.
“Söyle yavrum!” diyor işkenceci, “Kürdistan Sosyalist
Partisi'nden olduğunu kabul ediyor musun? Örgütteki yerin
nedir? Kimlerle çalışıyordun? Biz her şeyi biliyoruz.
“Seni öldürece%im! Ben işkenceciyim! Türkiye'de işkence
o1madı%ını söyleyenin anasını .. !”
Diyarbakır5 Nolu
zo
ettirmemenin derin huzurunu duyuyorum içimde. Onurunun
ezdirtmemenin, devrimci mirasa tozkondurtmamanın anlatılınaz
erincini...
Yaklaşık birsaat sonra su istiyorum nöbetçiden. Bir tasın içinde
uzatıyor. Bir solukta kafama dikiyor, tekrar istiyorum.
Nöbetçinin yanıtı sert bir tekme oluyor, isteğime karşılık.
Şımardığımı söylüyor.
Öğleden sonra kimse dokunmuyor bana. İlgilenilecek başkaları
var çünkü. İşkencecilerin onlarla da görülecek hesapları var.
Başkalarını götürüyorlar aramızdan. Geliş gidişlerden, dokunmalardan bunu anlıyorum.
Ve kesik kesik sesler geliyor. Bu bir tanıdığımın sesi, çok
sevdiğim biryoldaşımın. Sabahleyin benim bedenime bağlanan
kablolar şimdi onunkine ba%lanmış. Akım veriliyor. Dünyanın
en utanılası, en iğrenç suçu işleniyor. Kurban ve onu çevreleyen
kurt sürüsü işkenceciler.
İşkencedeki arkadaşımın ulumaya benzer sesi beni çökertiyor.
Dayanılacak gibi değil bu haykırışlar. Duymak istemiyorum bu
sesleri. Zulmün ve işkencenin bende bu denli ürperti yarattı%ını
ilk kez yaşıyorum. Bana yapılamaz, böylesine derinden etkilememişti beni. Ben işkencede kendi acılarımla bo%uştıyordum.
Sıcağı sıcağına bir boğuşma. Oysa şimdi dostum işkencede ve
ondan çıkan çı%1ıklar ruhumun en ücra köşelerini sızlatıyor.
Ruhuma yayılan sizi fiziki bir yazmaya dönüşüyor. Dayan
Ferdi diyorum, yüre%im seninle...O işkencede, bert yerimde
kıvranıyorum. İşkenceci çifte vuruyor, böylelikle.
Uzun yılların deneyimleri uygulanıyor üzerimizde. İşkence
edilen kurbandan çıkan seslerino anda fiziki işkencenin dışında
olanlar üzerinde bıraktığı çökertici etki çok iyi biliniyor. Bu
nedenle işkence eylemi, diğer tutukluların bulıınduğu yerin bir
kaç adım ötesinde gerçekleşiyor. Daha ilerde şunu anlayacağım
ki ço%u kez işkence yapılan odanın kapısı açık bırakıllyor ve o
anda, tutuklulara sürekli eziyet eden nöbetçiler, işlerine ara
32
Bayram Bozyel
gelince yıldırım çarpmış gibi bağırıyor, kesilince ses çıkarıamaya çalışiyorum. Önceleri işkencecinin sorularına kayıtsız
kalmayı deniyorum. Ama bu onu çileden çıkartıyor. Daha da
hırçınlaşıyor. Böyle davranmanln daha tehlikeli oldu%unu görüp
vazgeçiyorum. Sürekli somlan aynı sorulara arada bir cevap
yetiştirmeye çalışıyorum.
“Örgüt üyesi de%i1im.”
Bir yerde sorulan sorulara cevap yetiştirmekten bıkar gibi oluyorum. Ne var ki işkenceci soru sormaktan bıknnyor.O işinin
ustası. Sormaya devam ettikçe ben de kendimi toparlamaya
çalışıyorum.
İşkencenin bu aşamasında, istenen şeylerden herhangi birini şu
veya bu şekilde söylemek aklımdan geçmiyor bile. Bu konuda
herhangi bir kararsızlık veya iki cikli%in en küçük sıkıntısı yok
bende. Ağzımdan çıkan yanıtların uygunluğundan en ufak bir
kuşkum yok; rahatım bu yönde. Beni ilgilendiren tek şey, akımln
amansız çarpmalarıdır. Onun biran önce kesilmesinden başka
şey gelmiyor aklıma.
Bir ara kesilen akım bir daha gönderiliyor. İşkenceci öfkeli
konuşuyor:
“Daha yeni geldi oruspu çocuğu, direncini yitirınemiş heniiz!
İndirelim, biraz sonra tekrar getiririz.”
İndiriyorlar. Ayaklarım yere değiyor. Ne büyük birrahatlama!
Kollarlmı ba%lı oldukları a%açtan çöziiyorlar. Kollarım cansız.
Kan dolaşımı durmuş olmalı. Pantolonumu çekmeni istiyor biri.
Elimi uzatmak istiyorum, ama elimde hareket yok. İşkenceci
kendisi çekiyor pantolonumu yukarı, düğmelerimi kapatıyor.
Birisi kolumdan çekerek götürüyor. Arkasından güçliikle
yürüyorum. Beni biryere oturtuyor. Soluk alışverişim son derece
hızlanmış, kalbimin atışları da öyle. Beni getiren, nöbetçilere
“buna birsaate kadar su vermeyin” deyip gidiyor.
Büyük bir savaş sonrası dinlenmesindeyim. Bu biyolojik
rahatlığa psikolojik bir rahatlık katılıyor. İşkencecileri rahat
Diyarbakır5 Nolu
35
nöbetçi askerlerin kendi başlarına uyguladıkları keyfi
muameleler gibi görülebilir bunlar. Oysa tutuklular nicel olarak
en çok onlardan eziyet çeker.
Profesyonel işkencecilerin sizinle işi bittikten sonra, zamanın
geri kalanında gözleriniz bağlı olarak “nizami” bir şekilde oturur, nöbetçi askerlerle baş başa kalırsınız. İşkence seansları
arasında dokunulmadan kalabilmek, sizi fizik ve moral açıdan
dinlendirebilir. Bu işkencecilerin arzuladığı bir şey değil.
Tersine, işkenceye aldıkları kişinin “işini” kısa sürede bitirmek
isterler. Onlardan istenen de budur. Oysa karştlarına, az da olsa
dinlenmiş, giiç toplamış olarak çıkan tutuklusun, onun işini zorlaştıracağı ortada.
Öyleyse ne yapmalı?
Bunun cevabı, nöbetçi askerlerin tutuklulara yaptığı eziyetlerde
yatmakta. Nöbetçi askerler günün büyük birbölümünde tutuklulara döver, süründürür, fizik ve moral olarak çökertir.
İşkencecinin, fizik ve moral açıdan çökmüş olan kişiyi daha
kolay çözeceği açıktır.
Nöbetçi askerlerden hiçbiri, istisna hariç, kendi başına en
küçük biT davranışta bulunmaz. Yaptıkları her şey, genel işkence
uygulamaları çerçevesinde önceden programlanmış ve nöbetçilerden bunlart uygulamaları istenmiştir. Zaman zaman bu programa ekler yapılarak güçlendirilir. Bu ekler, işkencecilerin karşısına çıkacaklarm nîteliklerine göre değişir. Eğer bilinen genel
işkence yöntemleri, kurbanda istenen etkiyi yaratmakta yetersiz
kalıyorsa, ek programlar devreye sokulur.
Özel durumlar dışında, nöbetçiler genelde tutuklulara ölmeyecekleri kadar yemek verir. Tuvalete götürüllne son derece sınırlıdlr. En çok günde bir kere. Her götürülüşte de beşe kadar
sayma yöntemi uygulanır.
Tutuklular sabahları saat 5, 5.30'da kaldırılır. Gündüzleri sıra
dayağı çekilir hiç yoktan. Yerinde kıpırdamış olmak, dövülmek
için bir gerekçedir. Ya da uyduruk bir soruya istenilen türden bir
4
Bayram Bozyel
veriyorlar. Mutlak bir sessizlik sağlanıyor. Böylece, işkence
sıralarını bekleyen tutukluların, işkence gören kurbandan çıkan
çığlık ve inlemeleri dolaysız ve çarpıcı duymalarına olanak
sağlanıyor. Bu kere de öyle oluyor. Bu süre içindeki zaman kesitleri katlanarak uzuyor. UzBn bir cehennem azabından sonra
sesler diniyor.
Ertesi gün biri gelip beni kaldırıyor. Bir tokat indiriyor,
yanımdakinin üstüne yıkılıyoruın. Tekrar kaldırıyor. Bir küfür
savuruyor. “Sen herşeyi biliyorsun, birazdan seni götürece%im”
diyor.
Sıkıntılı bir bekleyiş dönemi başlıyor. Dün yaşadıklarlln gözlerimin önünden geçiyor bir bir. Bu kez, düne oranla kendimi
daha yıpranmlş ve zayıf hissediyorum. İşkenceyi bekleme, daha
önce yaşadı%ım sıkıntıların hiçbirine benzemiyor. Müthiş,
anlatılması imkansız bir duygudur, işkenceyi beklemek.
Saatlerin bir hayli ilerlemiş olduğunu biliyorum. “Zaman
erken geçse de benimle uğraşma olanağı bulmasalar” diyorum
içimden. Saatler geçiyor, kimse gelmiyor. Yemek duası için
kaldlrıyorlar. Rahatlıyorum. Demek bugün bir şey yok.
Akşam yemeğine bir sürü dayak yiyerek gidiyor, büyiik bir
öfkeyle, açlık duygumuz azmış olarak dönüyoruz. Yeme%in ucu
gösterilecek, ama yenilmeyecek. Ya da ölmeyecek kadar
yenecek. İşkencecilere yaşayan kurban gerek. Canlı, konuşan,
onun istediklerini verebilir kurbanlar. İşkenceci eğer yukardan
yok etme emri almamışsa, işkence edilen sağ kalmalıdır. Onlar,
işkenceyle insanları ölümün kıyısına kadar götürüp getirmenin
en ince tekniklerilli biliyor ve uyguluyorlar. Tutuklulara bir iki
lokma yemek yedirtmek, işte bu bilinçli sa% bırakma programının
bir parçası.
Soruşturınada işkencenin en önemli, hatta en yıpratlcı olanı,
tutukluların sürekli başında bulunan nöbetçi askerlerin yaptığı
eziyetlerdir.
İlk bakışta pek göze batmayan ve sisteınli işkencenin dışında,
Diyarbakır5 Nolu
37
İşkenceci ile Tartışılmaz
Dün, kolumdan tutup beni götüreceğini söyleyen kişi, bu sabah
alıp beni kurt sürüsünün içine götürüyor. Öfkeyle savrulan
küllirler eşliğinde kollarım, daha önce olduğu gibi, ağaca sıkıca
bağlanıyor. Birden lıavalandırılıp boşlukta asılı bırakmıyorum.
Daha önce olduğu gibi, uzun birsüre dokunulmadan bekletileceğimi düşünürken, biranda pantolonumun çözülüp aşa%ı kaydırıldıgını görüyorum. Kablonun uçları cinsel organıma ve paimağtma bağlanıyor.
Birisi kalçalarıına sertçe birkaç cop indirip, “Bugün bülbül gibi
öteceksin oğlum. Ya konuşacaksın, ya da ölünceye kadar seni
indirmeyeceğiz ordan.” diyor.
Ve elektrik dalgaları sarsmaya başlıyor vücudumu. Manyeto
kolu her çevrildiğinde, süratlı bir kamyon tarafından
çarpılmışçasına savru[uyorum.
36
Bayram Bozyel
cevap vermeyişiniz, istedikleri aşağılatıcı bir şeyi yapmamanız,
kaşınmak için elinizi bir yerinize götürmeniz, yüzünüzdeki
sineği kovmaya kalkmanız, bazen su istemeniz veya tuvalete
gitme isteğiniz, dayak yemeniz için yeterli nedenlerdir. Eğer
mutlaka dövülmeniz gerekiyorsa ki bunun gerekçelerini bulmak
onlar için sorun değildir, tuvalete götürülür ve yemek yerken bile
bir yerlerinize copun inmesi işten değil.
Sürekli kalman bölümde tutuklular bazen teker teker, bazen de
üst uste bindirilerek süründürülür. Olmadık hakaretler yapılır
onlara, çirkin sözler söylenir. Hem de onlar, aynı şeyi birbirlerine
yapmaya zorlanır. Bütün bunlar geceleri de devam eder.
Uykudayken “esas duruşu” bozmuş olmak dayak için yeterlidir.
Zaten olanaksız olan, uykudayken esas duruşu bozmamaktır.
Böyle olunca da, çoğu zaman ya kendin bizzat dayak yer ya da
başkalarının çığlıklarıyla yerinden sıçrarsın.
Diyarbakır5 Nolu
39
alamıyorum.
Tüm sabrina rağmen işkenceci zaman zaman kı:durma derecesinde öfkelenmekte. Kendisini frenleyemiyor ve bazen de
bilinçli olarak öfkelenmiş gibi davranıyor.
Arada birbedenime akım vermeyi kesiyor. Karşısında oturmuş
birini sorgular gibi konuşuyor. Çaprazlama sorular soruyor.
Bazen, sorudan uzaklaşarak hiç ilgisi olmayan konulara çekmeye
çalışıyor beni, sonra, ansızın aynı konuya dönerek sorulara
devam ediyor.
İşkenceci ile tartışılmaz. Onunla mantık yürütmeye gelmez.
Hele onu tartlşmayla alt etme veya kandırma babasının, insanı
daha çok ele vermekten başka getirece%i bir sonuç yoktur.
Sorgulama teknik ve deneyimi bakımından işkenceci ile yarışılamaz. Ayrıca savaş eşit koşullarda gerçekleşmiyor. İşkenceciyi
tahrik etmeyecek biçimde ve zorunlu durumlarda en az sözcükle az konuşmak, en iyisi.
Önce akım kesiliyor, sonra vücuduma ba%lı kablolar çözülüyor.
İndiriliyorum. Kollarım ııyuşmuş, hareketsiz. Biri kollarımı
sallıyor, uyuşmanın geçmesi için. Pantolonumu yukarı çekip
zorlukla düğmelerini ilikliyorum. Yattı%ım yerde birkaç tekme
savurup küliirler ediyor, bo%uk ses sahibi. Sürükleyerek
arkadaşların kaldı%ı yere götürüyor.
O gün öğle sonrasına kadar, yaklaşık iki-üç saat süreyle öyle
bırakılıyorum. Bu arada işkence işlemi aralıksız devam ediyor.
Birileri daha götürülüp getiriliyor.
“Bugün artık kimse uğramasa, iyi” diyonım kendi kendime.
Ancak akşama daha çok varve bu süreyi belasız atlatmak güç.
Güçlük kendisini kısa sürede gösteriyor. Gizli bir iş yaparcasına
sürüden kopartıp götürüyor boğuk ses.
Bu kez başka ses yok çevrende. Başbaşayız onunla. Nedense
bu durum bana güç veriyor. Kimbilir, belki de “teke tek”
geleneğinden geliyor bu duygu.
“Soyun,”diyor karşımdaki. Nefesi yüzümu yalıyor.
38
Bayram Bozyel
Ve her çarpmada, daha önce işitilmemiş garip sesler içimden
çıkıyor. Verilen akım, sorulan sorularla atbaşı gidiyor. İşkenceci,
sorularla karışık sorgusunu sürdiirüyor.
“Arkadaşların seninle ilgilı her şeyi an1att›lar. Söyle o%lum,
konuşmayacak mısın?”
İçinde bulunduğum kötü duruma rağmen, bu beylik söze
gülümsemek geliyor içimden. Yüzyıllar boyunca dünyanın
birçok iilkesinde işkenceciler bu sözü söyleye gelmişlerdir.
Onlar bu beylik sözü, yeni yakalanan her kişiye söyler ve kısmen
de sonuç alırlar. Hele ellerindeki ufak tefek bilgileri de
arkadaşlardan alınmış gibi isabetle kullanırlarsa...
“Mademki arkadaşlar çözülüp her şeyi anlatmış,o halde benim
direnmeme ne gerek var?” sorusu binlerce insanın kafasını kurcalar ve kimi zaman da felaketlere yol açar.
İşkenceci, böylesi zayıf durumunda, kurbanda kuşkular
yaratarak onda moral çöküntüsüne yol açmak ve zaten
arkadaşların anlattığı şeyleri saklamaya çalışmanın yararsız olaca%ı fikrini empoze etmek ister.
Oysa ne arkadaşlar her şeyi anlatmıştır ne de -her olasılığa
karşı- arkadaşların konuşması konuşmanız için bir nedendir.
Tecrübeleri, bir kişinin söylediklerini ikinci ya da üçüncii
kişinin redde bildiğini göstermiştir. Bu, işkencecinin, birinci
kişinin söylediklerine dayalı senaryosunu bozabilir, bu do%rultuda sonuç alma kararlılığını kırabilir.
İşkenceci; bu kez babacan tavsiyelerle beni yönlendirmeye
çalışıyor.
‘Nice militanlar senin gibi direndiler, sonra bülbül gibi konuştular.” Sesinin tonunu biraz daha yumuşatıyor:
“Konuş oğlum! Yoksa bu genç yaşında ölüp gidersin; yazık
olur sana!”
Verdi%im cevaplar genel olarak kısa, bir iki cümleyi geçmiyor.
“Birşey bilmiyorum; benimle boşuna uğraşmayın” diyorum. Ve
yararsızlığını bile bile, “beni indirin,” demekten kendimi
Diyarbakır5 Nolu
41
“Nasıl oğlum, direnmeye devam edecek misin?” diyor. Ama
benden cevap bekleıneksizin işine devam ediyor bu şekilde,
sonra su kesiliyor.
Beni alıp geri götürüyor. Soyundu%uın yere gelmiş olmalıyız.
Göz ba%1arımın alt kısmını hafifçe gevşetiyor ve giyinlnemi
istiyor. Giyindikten sonra ıslanmlş gözbağlarıını bir yenisiyle
değiştiriyor, beni götürüp biryere oturtuyor. Arkamda yanan bir
kalorifer peteği var. Sırtımı ona dayamamı istiyor. İşkenceci
bugün insaflı mı davranıyor? Hayır, onun istediği benim yaşamamdır. Onun şuanda yaşamama ihtiyaci var.
Bir süre böyle tutulduktan sonra bekleme yerine götürülüyorum. Az sonra işkenceye alınan birinin çığlıkları duyulmaya
başlıyor. Her kimse, bedenine akım veriliyor olmalı. Ama gelen
sesler daha önceki hiçbir sese benzemiyor.
40
Bayram Bozyel
Ceketimi çıkarıp bekliyorum.
“Diğerlerini’ de!” diye bağırıyor.
Kaza%ımı, gömleğimi çıkararak merakla bekliyorum. Acaba bu
kezne oluyor?
İşkenceci bütün hlrçınlığlyl6 bir tokat indirerek ekliyor:
“Hepsini oglum!”
Mümkün oldu%u kadar ağırdan alarak üstümdekilerin hepsini
çlkarlyorum: Kilotu bırakıyorum yalnızca. Onu da çıkarmama
istiyor işkenceci. Sıkılarak onu da çıkarıyorum. Gözlerim örtülü
şimdi. Sıkıntıdan bir kasılına tutuyor beni. Bütün direnmeme
rağmen büzülmekten alamıyorum kendimi; bir yerlerimi kapamak zorundaymışım duygusuna kapılıyorum.
Kolumdan tutup çekiyor arkasından. Kış so%uğu olanca varlığıyla kendini hissettiriyor. Geldiğimiz yer önceki yerlere göre
daha da soğuk. Çökmemi istiyor, getiren. Merak, tedirginlige
dönüşüyor. Bu şekilde bir iki dakika geçiyor. Birden su şırıltısını
duyuyorum. Ve işkenceci soğuk suyla bedenimi kamçılamaya
koyuluyor. Suyun bedenimi taradıgl bölgeler ürperiyor, sonra
ürperti bütün bedene yayılıyor. Basınçlı soguk su ile çarptlmanın
yol açtığı irkilmeyi anlatamam. Suyun degdigi yerleri kendime
doğru çekiyor, içe doğru büzülüyorum.
Suyun tazyik noktası başka bölgeye kayıyor. Bu kez koruma
çabası oraya yöneliyor. Oysa beden çırılçıplak ortada ve onu
içine koyup saklayacak bir yer bulunmuyor. Şurayı burayl çekip
büzülme refleksleri, bedenin kendi kendini savunma mekanizması olsa gerek.
Bütün olumsuz etkisine ra%men, so%uk suyla duş, elektrik ve
askl kadar dayanılmaz değil. Ancak açlık, zayıflık ve gözlerin
kapalı oluşu, insanın başkasınca böylesine bir “duşa” zorlanması,
olumsuz etkiyi almıyor ve insanı büyük ölçüde rahatsız ediyor.
Basınçlı soğuk suya karşı gösterdiğim tepkiler, hareket ve
çı%lıklar, işkenceciyi keyifiendiriyor olmalı ki adaın kahkahalar
atıyor.
Diyarbakır5 Nolu
4
önce de yaşamıştım: Ancak bir kadının işkencedeki sesinin
yıkıcılı%ı yaşamım boyunca içimi da%layıp duracak.
İşkence sesleri, hemen hemen daha önceki safhalarda görülen
sürelerle devam ediyor. Ama farklı olarak daha derinden geliyor.
Yeni yetme, körpe bir bebeğinki kadar saf ve acıma duygusu
uyandırıyor. İnsana büyük birfelaketi haber veren birisinin iç
karartıcı ça%rısına benziyor. Bu çığlıklarda insanlık can çekiliyor.
Nihayet biryerde kesiliyor sesler. Ama içine düştüğum çöküntüden bir şey eksilmiyor.O gün, yatıncaya kadar, korkulu bir
düşün etkisinde gibi, siirekli kıvranıyor, depresyon geçiriyorum.
Ertesi gün, bir önceki sabah yaşadıklanma aldırmaz biçimde
uyanıyorum. Artık ne yaparlarsa yapsınlar umurumda değil, diyorum. Herhalde hiçbir şey, önceki akşam bize yaptıkları işkenceyi
alamayacak.
Bugün, işkencedeki dördüncü gün. Yıllar öncesi yaşanan bir
olay kafamda canlanıyor. Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
sırasında bir Fransız devrimcisinin işkence kampındaki
öyküsüdür bu. Henri Alleg anlatıyor, Sorgu adlı kitabında.
Yaşadığı işkencenin daha ilk günleridir. Konuşmaz, direnir
Alleg. Bunun üzerine işkencecilerden biri, kendileri için acı bir
itirafta bulunur:
“Bu kadar süre içinde konuşmamakla arkadaşlarına iiç-dört
günlük kaçış olanağı sağladı. Bu bile onun için yeter!”
Alleg, yaşadıklarını böyle anlatıyor ve böylece bize destansı
öyküsünden birresim sunuyor. Bir başka işkence olayl ile ilgili
olarak da şunları anlatıyor: İşkenceciler istediklerini elde edememekten adeta kıtdurmuşlardır. Kullandıkları tüm yöntemlere ra%men başarıya ulaşamayan işkencecilerden bıri, çaresiziiliğini şöyle açığa vurur:
“Nasıl konuşturabiliriz ki? Beş yıl, on yıl, onbeş yılsüreyle
kafalarııta okunan hep aynt şey. Yakalanırsanız konuşmayın.”
Biz mi şanslıyız, Henri Alleg mi?
Kuşkusuz biz. Çünkü nice Al1eg'lerın mirasçıları olarak
42
Bayram Bozyel
İşkencede bir Kadın Sesi
,
Ses, tiz ve ince, kırılır gibi. Yürek parçalayıcı bir ses. Bir kadın
sesi bu. Ya da genç bir kızın. Bu ses hepimizin analarının,
karılarının, kız kardeşlerinin, kızlarının, gelinlerinin sesi.
Doğu7ganlığın, sevginin, çalışkanlığın, yaşamın ve de güzelliğin
sembolü kadın, bütün görkemiyle askıda asılı; sallanıyor. Kadın
bedeninde insanlığın en güzel değerlerine, geleceğe ve geleceğin
temsilcisi daha doğmamış bebeklere elektrik veriliyor. Kadın
işkence görüyor.
Y.’dir bu, işkence gören. Bir tanıdık, bir dost.
O gece duyduğum çığlıklar aylarca kulaklarımda yankılanıp
durdu. Yankısı sonsuza kadar da devam edecek.O çığlıklar insan
trajedisinin çan sesleri. Zorbaların insanoğluna bahşettiği utanç
abidesi...
İşkencedeki birbaşkasının sesini duymanın yıkıcı etkisini daha
Diyarbakır5 Nolu
45
Diskoda Falaka Gösterisi
Bugün diskoda falaka gösterileri olacak. Aralıksız, akşama
dek. Falakanın tadınl doyasıya tadarken, aynı zamanda çok da
hareketli bir gün yaşayaca%ız. Tam da Disko'nun şanına uygun.
Bir kişi gerek kendilerine, acilen. İşkenceciler bu kişinin kimliğini ve yerini istiyorlar. Bugünkii programlarıo kişiyi ortaya
çıkarma üzerine kurulu.
İşe sabahtan girişiyorlar. Sabah erkenden beni alıyorlar.
İstenen Hasan'dır.
Ayaküstü, Hasan'ı tanıyıp tanımadığını ve nerede bulunduğunu söylememi istiyorlar. Onu tanıdı%ıma ve yerini
bildi%ime kesin olarak inandıklarını belirtmekten de geri
kalmıyorlar. Verdi%im olumsuz cevap üzerine fazla beklemeden
harekete geçiyorlar.
Ayakkabı ve çoraplarımı çıkarttlrıyorlar. Sırtüstü yatırılıyorum.
44
Bayram Bozyel
onlardan kalan birikime, nice zengin deneyime sahibiz. (Bize
işkence yapanlarm da A1leg'e işkence yapanlardan daha çok
birikim ve deneyime sahip o1du%unu unutmamalı elbet.) Bizden
önceki devrimcilerin geleneğine bir şeyler katar@ gelecektekilere
bırakmak varken, onların da9ranışını olduğu gibi tekrarlamak,
şimdiki işkencecilerin bunca ileri teknik ve deneylerinin yanında geride kalmak olmaz mı? Arkadaşların kaçışı için 3-4 gün
yerine 10-15 gün sağlamak daha iyi olmaz mı? Ya süresiz bir
zaman? Yapılacakların en iyisi bu değil mi?
Diyarbakır5 Nolu
47
Bedenin ağırlığı şişen ayaklara binince ağrı yeniden şiddetleniyor. Zıplamamı istiyorlar. Zıplama a%rıyı eski düzeyine çıkartıyor
ve ardından hafif iniş başlıyor. Ağrı giderek yerini acılı bir
okşayışa bırakıyor. Ağrı tümden dinmeden ayakkabılarımı giymeye zorlanıyor ve yerime geri götürülüyorum.
Ben oturur oturmaz Ferdi götürülüyor.O falakaya yatırılıyor,
bu kez.
Gelen seslerden birinin falakada mı, yoksa askl veya elektrik
işkencesinde mi olduğu, orada birsüre kalınca hemen anlaşılıyor. Benim kaldığım süre kadar kalıyor ve geri getiriliyor.
Bu kez Nusret götürülüyor.O da aynı sereınoniyi yaşıyor ve
geri getiriliyor.
Yine götürülüyorum. Ve soru yine aynı: “Hasan'1 tanıyor
musun, nerede kalıyor?” Yanıt eskisi gibi. İşkenceciler büyük bir
kin ve öfkeyle saldırıya geçiyorlar. Biraz önce yaşadıklarımın
tekrarı. Ama bu kez, ayaklar hamura dönüştüğü için, daha ilk
vuruşlardan itibaren dayanılmaz oluyor ağrının şiddeti. Artık
bağırmaınak için kendimi tutmayı düşünmüyorum.
Düşündüğüm tekşey, ayaklarlma inen vuruşlarln bir an önce son
bulması. Arada birsorulan, “söyle, tanıyor musun?” sorusuna
yanıtım ,kısa oluyor. İstenilen yanıt alınamayınca da işleme
devam ediliyor. Uzun biruğraştan sonra vuruşlar duruyor, ayaklarım çözülüyor. Yerimde koşma ve zıplama devresinden sonra
tekrar yerime götürülüyorum.
Ardından Ferdi götürülüyor ve tekrar Niusret. Bu şekilde gidiş
gelişler üçü buluyor. Falaka şöleni böylece sabahtan akşama
kadar tüm günü kaplıyor.
Soruşturmadan gözaltına döndüğümüzde, bir gün Ferdi, bu
falaka zinciri olayını şöyle anlatacaktı:
“Seni götürdüklerinde sonucu merakla beklemeye
başlamıştım. Seni getirip beni götürdüklerinde 'sot unun' varlığının devam ettiğini anladım ve 'soruna' dokunmansaya karar
verdim. Birinci tur bitip seni tekrar götürdüklerinde, bu kez
46
/'
Bayram Bozyel
Ayaklarımı kayış ya da ipten bir şeylerle sıkıca bir ağaca bdğlıyor,
sonra da iki kişi, ayaklarını bağlı olduğu a%aç1a iki taraftan
kaldırıyorlar. Şimdi ayaklarım, üzerine inecekler için uygun
durumda, bir metre havada bekliyor. İki kişi birden vuruyor.
Konuşmalardan, birkaç kişinirı daha bekledik3erini anlıyorum.
Her ayağın başında bir kişi. Ayni anda vurulan coplar tek bir
ses çıkarıyor. Sonra, tek ses yavaş yavaş bozuluyor ve ardarda
iki patlamaya dönüşüyor. Cop şaklaınaları arasındaki süre
belirginleşiyor. Bir süre eşit aralıklarla ve uyumlu birtempoda
iniyor coplar. Derken, uyum tekrar bozuluyor, eşit aralıklarla
inen coplar, tekrar, çift patlamanın çıkardığı düzensiz seslere
bırakıyor yerini. Copların ilk birkaçı fazla bir şey değil. Sonra
sizi giderek yükselen bir çizgi oluşturuyor. Bir süre sonra,
vurulan coplar bedenin sağlam bir bölgesi yerine, açılan bir
yaraya dtışer gibi oluyor. Her vurulan darbe yarayı derinleştirip
acıyı arttırıyor.
Vuranlar yoruluyor. Yoruldukları, soluk soluğa kalmalarından belli. Onların yerine başkaları geçiyor. Bu kere ayağıma
farklı bir şey iniyor. Daha sert ve kaba. Bu yeni cisim
kemiğime işliyor. Acıyı kemiğe taşırıyor. Kalas gibi bir şey.
Ba%ınnamak için a%zHnı sıkı sıkıya kapatıyor, burnumdan soluk
alıp vermeye çalışıyorum. Bağırmamak için sarfettiğim babanın
yarattığı baskl, soluk allşverişlerimi alışılmadık bir duruma
sokuyor. Her vurulan ayak kendili%inden geri çekiliyor,
kaslarımdaki gerginlik had safhaya ulaşıyor. Ba%ınnadığımı
gören biri, ayağıyla a%zımın üzerine basarak beni bağırmaya
zorluyor. Dudaklarım dişlerime geçiyor, ağzıma dolan kan
bo%azımdan aşağı doğru iniyor. Kendimi bırakıyorum bu kez.
Bağırma acıyl azaltmıyor, sadece ba%ırmamak için harcanan
babanın sıkıntısını lıafifletiyor.
Derken, darbelerin inişi son buluyor. Ayaklarımı yere indirip
ağaçtan çözüyorlar. Yerden doğrulmaya çalışıyorum. Tabanlarım
vurulmaktan kabarmlş, hafiften dokunsan çatlayacak gibi.
Diyarbakır5 Nolu
49
bölümlere açılıyor.
Sistemi işkence anlarının dışında tutuklular bu bekleme
odasında tutulurlar. Açlıktan iyice güçten düşmüş kişilerin tahta
banklarda gunlerce, kimi zaman aylarca esas duruşta bekletilmeleri, kaba etlerinin kabuk ba%lamasına ve zamanla yaralar
açılmasına yol açar. Bu ağrıların yanında bir de kaşıntı tebelleş
olur insana. Göz ba%1arının geçtiği burnun üst kısmı ve göz
kenarlarında kabarcıklar oluşur. Sıkılan et su tutmaya başlar.
Kesilmeyen saçve sakal uzar. El yüz yıkanmaz. Bu nedenle her
tarafa bit dolar. Biti arayıp temizlemek ise yasak. İşkence ve
gıdasızlıktan iyice zayıf düşen kişi, geceleri çıplak betonda
yatırılır. Bu nedenle, öncelikle idrar yolları bozulur, daha önce
belirtisi olan veya olmayan lJaStallklar uç .verir ve azar. Bedenin
değişik yerlerinde sancılar baş gösterir. Soğuktan dolayı
(mevsimin kış olduğunu unutmamalı) artan tuvalet ihtiyacı
karşılanmadığından, sıkıntı iyice artar. Gelecek endişesi kişinin
içini kaplar. Onırarak ve gözler kapali olarak geçmesi beklenen
zaman iyice dura%an1aşır. Bitişikten götüriilen insanın işkence
sesleri ve ona ilişkin duyulan endişe farkli bir acıya yol açar. Her
an işkenceye göüırülme korkı:su ensenizden ayrılmaz. Nöbetçi
askerlerin hiç yoktan dayak ve eziyetleri insani iyice bunaltır.
48
Bayram Bozyel
cidden endişelenmeye başladım ve yeni bir bekleyişe geçtim.
Seni geri getirip bıraktılar. Beısi götiirJüklerinde bir de ne
göreyim? Yine ayet soru sorulmasın mı? Tamam dedim, kendi
kendime, demek daha birşe
y elde edememişler. Bu durum bana
büyük güç veriyordu. Benden‘önce götürülen ‘biri bir şey anlatmamışsa ben de anlatmamalıydım. Ü'çüncü kere de aynı şey
oldu. Yine aynı soru sorulmuştu. Sorıya yanıtım benden öncekilerin yanıtından farklı olamazdı.”
O gün salt fiziksel anlamda hareketli bir gün yaşanmadı.
Fiziksel hareket1ili%e eşlik eden bir de psikolojik gerilim
sözkonusuydu. İşkenceye her gidiş, başlı başına tedirginlik ve
stres demek. Aksine moral yüklü oluyor gelişler. Karşılaşmayı
kazanmış olmanın mağrur duygusu kaplıyor insanı. Ardından
başkası -hele tanıdık biri- götürüliince yine duyguları bir
bulanıklık perdesi örtiiyor. Bir “ne olacak?” sıkıntısı kemirir
insanın içini. İkinci kişinin gelişi ve üçüncü kişinin gidişinin
yaratt1%ı duygu çiftedir. Bir yandan ikincinin firesiz gelişi, diğer
yandan iiçüncü kişide işlerin nasıl olacağı endişesi... Bütiin bunlar hızlı bir film şeridindeki renk cümbüşüne dönüşüyor. Bir
duygu geliyor ve daha berraklaşmadan birdiğeri karışıyor ona.
Ona da bir di%eri. Derken, tüm bunların karlşlmı, kendine özgü
birduygıı kokteyli oluşuyor.
Bu hareketli günü daha durağan ve sıkıcı, duygu yönünden de
o kadar renksiz bir kaç gün izledi. Arada birbunaltıcı sorgulamalar yapıldı ve bunlara kaba işkence eşlik etti. Geriye kalan
zaman ise bekleme yerinde geçti.
Bekleme yeri, ortalama üç metre genişliğinde ve yedi sekiz
metre uzunluğunda, bir dikdörtgen biçiminde. Bu dikdörtgenin
tam ortasında karşıİıkh iki kapı yer alıyor. Kapıların her iki
yanında, oturma yeri olarak kullanılan tahtalardan birbirlerine
dönük ikiU yapılmış. Bu kapılardan biri hemen yandaki iki
odaya açılıyor. Odalardan biri işkence yeri, di%eri ise yemekhane
olarak kullanılıyor. Di%er kapı tuvalete, sorgulama ve idari
Diyarbakır5 Nolu
51
Bundan sonra da fiziki işkenceler her gün yaşamımızı doldurmaya devam edecek. Fiziki işkenceyle ulaşılmayan izler
usandırıcı sözlü sorgularda aranacak. Bu tür yöntemler fiziki
işkencelere boyun eğmeyen birçok insanı çökertecek kadar sinsi
ve tehlikeli.
Bu gün esaslı bir sorgulamaya götürülüyorum. Çevremi, seslerinden üç dört kişi olduğunu sandığım bir grup sarıyor. Esas
mulıatabım olan kişinin, Boğuk Ses'in karşısında bir sandalyeye
oturtuyorlar beni.
İşe yumuşak başlıyorlar. Sigara ikram ediliyor. Kullandığım
halde, içmediğimi belirterek almıyorum. Çay isteyip istemedi%imi soruyorlar. Onu da istemiyorum. Düşündüğüm şu:
İpleri daha baştan gevşetmemeliyiıu. Sigara ya da çay ıçmem,
aramızda, işkencecilerin istekleri doğrultusunda bir diyalogun
ilk basamağı olabilir. En azından - hiç bir sakıncası olmasa bileişe, işkencecinin isteğini yerine getirmekle başlamak hoşuma
gitmiyor.
Karşıdaki ağır ağır konuşmaya başlıyor:
-Bak oğlum, devrimci onuruna düşkün oldu%unu biliyoruz.
İşkenceyle çözüllneyeceğini de. Onun içtn sana işkence yapmaktan vazgeçiyoruz. Bize dostça her şeyi anlat! Hiçbirini senin
ifade tutanağına geçirmeyeceğiz. Arkadaşların senin konuştuğunu bilmeyecek. Sana öyle bir ifade lıazırlayacağız ki adli
müşavirlikten hemen blrakılacaksın. Dışarı çıkınca da bize
yardımcı olursun...
İşkenceci, buna benzer umut verici şeyler anlattıktalı sonra,
bütün bunları yerine getirmenin güvencesi olarak da namus ve
şerefini gösteriyor! Ama istediği cevabı bulamayınca, üstündeki
kuzu postunu atıyor, sesinin tonunu yükseltiyor, sertleşiyor,
yeniden sindirme yöntemlerine el atıyor.
-Yukardan, konuşmadı%ın takdirde öldürülünceye kadar
işkence yapma emri geldi. Gerekirse birçok olayı boynuna yükleyip üınür boyu cezaevinde bıraktırırız seni.
50
Bayram Bozyel
Sana Birİfade Hazırlayacağız!
Bu ara gür sesli, bilgiçlik tasladığı anlaşılan biri, günün belirli
saatlerinde gelip bazı konularda nutuk çekmekte. Değindiği
konular genelde siyasal ve kuramsal. Konulara hakim olduğu
imajını vermeye çalışıyor ve bu arada, bazi araştırmalar yaptığını belirtiyor.B izimle teorik tartışmaya girmiş havasını vermeye çalışıyor. Babacan birkişilik sergilemeye özeniyor. Oysa
ortaya serdiği düşünce sistemi eklektik bir fikir kargaşası.
Zaman zaman kuramlardan uzaklaşarak Avrupa'da lüks yaşam
sürdürenlere ve bizim nasıl kullanıldığımlza sözü getiriyor.
Bütün bunları niçin yumurtladığını anlıyorum. Kafamızda başka
yoldaşlara karşı kuşkular yaratmaya, moralimizi sarsmaya
çalışıyor. Bu bayın yumuşak nutukları da bizim için ayrl bir
işkence. Adam birsüre sonra ortalıktan kayboluyor. Anlaşılan
onu da bu iş için e%itmişler.
Diyarbakır5 Nolu
5s
İşkencecilerin öfkesinden zaman zaman işe karışan dayakla
birlikte, sorgulama, yüksek gerilimli atmosferinin sonuna yaklaşıyor. Oh, bugün sorgulama bitiyor! Dünyanın bütün yükünden kurtulmuş gibi lıafifım sanki.
Bekleme yerine götürülüyorum. Nereden bileyim, orada
yepyeni işkence türünün beni beklediğini?
52
Bayram Bozyel
İşkenceci tehditler savuruyor. Giderek, aramizdaki sfimimi
havaya son verdiğini ima ediyor. Bir süre böyle geçtikten sonra
asil sorgulama masasina geçiyoruz.
Sorgucu durmadan soruyor. Bazen ayni soruyu birkaç kez üst
üste soruyor. Bazen ters çevirip soruyor. Bazèñ birkaç kişi birden soruyörlar. Ben hangisine yanit vereyim diye düşünürken,
hepsi birden yanit istiyor. Bu hem güç, hem de buna yeltenip
işleri kariştirmak istemiyorum. Sorular üst üste gełiyor. Cevap
vermemek, ya da cevap vermek için düşünmek işkencecileri
hirçinlaştiriyor. Az önce sorulan bir som, araya başka sorular
sikiştirildiktan sonra birkez daha soruluyor. Ayni soruya verilen
cevaplar iyi düşünülmeden söylenmiş ve aralarinda bir çelişki
varsa, işkenceci bunu kullanip yeni bir soruya dönüştürüyor.
Aldiği cevaplari not ediyor ve en küçük bir uyumsuzluğu
kaçirmiyor.
Sorgulama son derece teknik ve tuzaklarla dolu, bezdiriyor
lnsani. Can sikici ve tehlikeli. Bir noktadan sonra bikkinliğa yol
açiyor. Sorgulamadan bir an önce kurtulma isteği tek umuda
dönüşüyor. Umut da tehlikeye. Çünkü onlar sorgulamadan
vazgeçecek gibi değiller. Öyleyse umudun gerçekleşmesi için
bir yol var: Sorgucunun istediğini vermek... Bu ise bir kurtuluş
yolu değil, umutsuzluk ve felaketin ta kendisi.
Sorgucu tutuklunun her tepkisini yakindan izliyor. Soluk
alișverişleri bile sorgucunun denetimi altinda. O, en küçük bir
boşlu%u kaçirmiyor. Kararsizlik belirtileri gördü%ünde hemen
avin üstüne atiliyor. Panik durumunda ise tümden bastiriyor.
Onun en büyük amaci, tutukluyu kendi minderinde güreşmeye
zorlamak.
Tutuklunun işi zor ama aşilmaz değil. Dikkatli olmak, kendi
içinde tutarli bir ifade vermek, paniğe kapilmadan, esnek bir
tunimla manevra alanini geniş tutmak, sorgucunun tehdit ve
blöflerine kararlica karşi koymak tutuklunun boynunun borcu. Ne
güne durur evrenin harikalar harikasi beynin üstün yaraticiliği.
Diyarbakır5 Nolu
55
Onlar bakınca ya da dayak atmaktan bitap diişünceye kadar bu
oyun devam ediyor.
Bu erler sivil yaşamda ne yaparlar diye düşünmüyor de%ilim.
U%runa bir işkence aletine dönüştiikleri bu sistemin bir süre
sonra onları bir paçavra gibi kenara atacağına kuşku yok Oysa
bizonlar için de ölüyorduk, ama haberleri yoktu aptalların.
Soruşturmadaki insanlar için bir gün daha belirsizlik içinde
başlıyor. Sabah kahvaltısında yine akşamın bulaşık kaplarına
konmuş birkaç bardak çay kaşıklanacak. Kaşık bulamayan eller,
varsa bir lokma ekmeğe veya getirilmişse bir zeytin tanesine
uzanacak. Açlık duygusu iyice azdırdığı için, kahvaltıdan pişmanlıkla dönülecek. Bunu, bugün kimlerin başına neler gelecek
endişesi izleyecek. Ya işkenceye bizzat gidilecek ya da işkence
görenlerin çığlıkları dinlenecek. İşkenceye mola verilip öğle
yemeğine az bir zaman kala umutsuz birbeklenti başlayacak.
Belki bu kez biraz daha doyarız... Oysa bu beklenti çaresizlikten
kaynakll. Olsun, umut umuttur yine de.
Ö%le sonrasıdır şimdı. Genelde mesaiye başlama vakti.
Biri kolumdan usulca ttıtup çekiyor. İşkence odasına geçiyoruz.
İki, kişi kollarım ı, omuzlarıma oturtulan ağaca bağlamaya
çalışıyor. Birisi bağırıyor:
-Bugün senin son şansın. Ya konuşacaksın ya da ananı...
-Seni gebertece%iz!
Havalanıyorum. Soruşturma literatüriinde askıya alınmak,
tıça%a binmek diye adlandırılır. Havada çakılıp kalıyorum. Bütiin
a%ırlık Yollarda. Acı erken işlemeye başlıyor.
-Nasıl, duvarlara afiş asar mısınız? diye bağırıyor işkenceci.
-Roce Valat mıdır, velet midir, ne boktur ulan (Kiirtçe ve
Türkçe çıkan Roja Welat gazetesinin afişlerini kast ediyor). Kürt
devleti kurarsınız, ha? Tabi tabi, kurarsınız! Nah kurarsınlz!
Ulan biz Ermenilerin kökünii getirdik, sizinkini de getiririz!
Kahraman olmak istiyorsun, oruspu çocuğu!
İşkenceci, kudurmuş gibi küliirler savurma%a, savurdukça da
54
Bayram Bozyel
Nöbetçiler Eğleniyor
İki nöbetçi kendileri için yeni bir e%lence icat etmiş. Her biri,
emir komutanın kendisinde oldu%unu ve kendi komutlarına
uyulması gerekti%ini belirtiyor. Güya kendi aralarında zıtlaşan
nöbetçiler hlnçlarını bizden çıkartıyorlar. Gerçekte bir oyun
oynuyorlar. Biri, “ayaklarınızı uzatın!” diye komut veriyor.
Uzatıyoruz. Hemen ardından diğeri, “ayaklarınlzı toparlayın”
diye farklı telden çalıyor. Bu kere kendimize doğru çekiyoruz
ayaklarımlzı. Uzatma emrini veren, emre itaat etmedi%imizi
söyleyerek bizi dövmeye başlıyor ve ayaklarımızı uzatmamızı
istiyor. Ardından, öteki nöbetçi emrini bozduğumuz için sıra
dayağından geçiriyor bizi. Bir süre böyle devam ettikten sonra,
bu kez emirlerin konusu değişiyor. Biri “kalk!” diğeri “otur!”
diye emir veriyor. Her iki durumda da emirlerden birini çiğniyor
ve gerekli karşılığı alıyoruz!
Diyarbakfr5 Nolu
"
57
Umutla Umutsuzluk Arasında
İşkeneedeki insan, iki tür boğuşmanın, çatışmarıın içinde
hisseder kendisini. Birisi insanım kendi iç çatışmasıdır. Diğeri ise
işkenceci ile olanı. Bu iki çatışma birbirlerinin sonuçlarını
yakından etkiler. Ama belirleyici olan içtekidir.
İç çatışma inançla inançsızlık, umutla umutsuzluk, aydınlıkla
karanlık, dirençle tesliıniyet duyguları arasındadır. İnsanın en
küçük olumlu ya da olumsuz duygusunun su yüzüne çıkıp
berraklaştığı ve biitün zıt duyguların karşılıklı olarak çatıştığı
böyle bir durum ancak işkencede olmalı. Oradaki iç çatışma ve
hesaplaşma kadar gerçekçi, objektif ve dürüst bir iç hesaplaşma
olamaz. Devrimci kişilik ve bilincinize göre ayrı kutuplardaki
birçok güç üzerinizde denetim kurmaya çalışır. Kimi daha gür,
kimi daha cılız çıkar. Gür olan üste, cılız olan alttadır. Ancak ne
denli cılız ve altta da olsa, varolan bir duygu içinizi sürekli
56
Bayram Bozyel
öfkelenmeye devam ediyor. Bu son çırpınışlarl olmalı. Bu son
darbede de birşeyler elde edememe düşüncesi çıldırtıyor onları.
Bütün hünerlerini gösterecekler bu seansta.
Keskin acıkollarımda iyice yoğunlaşıyor. A%rı kollarını neşter
gibi kesiyor. Bedenim bu acryı hafifletmek için bütün gücüyle
kıvranıyor. İşkenceciye karşl duyduğum tiksinti ve kin içimde
öfke patlamalarına yol açıyor. Patlamalar da dışa yansımadı%ı
için sıkıntıya dönüşüyor. Sıkıntı bedeni zorluyor. Her yanımdan
terler akıyor. Kollarımdan birini dinlendirme çabasıyla sa%a sola
e%i1erek ağırlığını bir yandan öbür yana kaydırmayı deniyorum. Kendiliğinden, içgüdüsel biçimde oluyor bu. Ama nafıle.
Her iki koldan da ba%lı beden, böylesine bir esnekli%e sahip
değil. İşkenceciler, kendime do%ru çektiğim ayaklarımı sarkltmam için copluyorlar. Askının verdi%i acıya ek olarak, sırtıma
ve bedenimin diğer yerlerine vurarak beni bir an önce konuşmaya zorluyorlar. Amansız acıdan kollarımdan bazı liflerin koptuğunu sanıyorum. Kollar kökten kopsun da yere basabileyim
istiyorum, bir an.
Diyarbakır5 Nolu
59
karşıya gelen iki dünyadır. Iki dünya görüşü, iki politik yaklaşım, bir kavganın iki tarafı. Her zaman ezenlerin ve ezilenlerin
oluşturduğu iki taraf vardır işkence olayında. Devrimci sadece
kendisini de%il, insanlık tarihinde zulme ve işkenceye karşı
direnişin onurlu mirasını temsil ediyor. İşkence çağlardan beri
yaşanıyor ve her işkence olayı devrimcinin deney hazinesine bir
yenisini ekliyor. O, tüm bu birikim ve deney zenginliğinin
mirasçısı olarak işkenceeinin karşısına çıkıyor. Bu kavganın
sonucu ise devrimcinin, bunca deney birikimini, bu zengin
mirası ne ölçüde başarıyla direnişe çevirdiğine ba%lı.
Ya işkenceci?O da tek başına birkişi de%il. Onun da arkasında, binlerce yıldır sömürü ve zulum düzenlerini sürdüren zorbaların, işkencecilerin tarihi var. O, bu iğrenç mirasın sahibidir.
Yöntemlerini kuşaktan kuşağa aktarmış, geliştirmiştir. O, başka
ülkelerdeki deneylerden ve teknikten de yararlanıyor. İşkence
tekni%i çağımızda, sömürü ve zorbalık dünyasında uluslararası
bir nitelik kazanmıştır.
Perde arkasındaki güçler ise işkence olayında en geniş boyutu
oluşturuyor. Bu kavgada zayıf ama gelişen ile güçlü olduğu
halde çürümeye yüz tutmuş olan karşı karşıyadır. Ezilenle
ezenin, özgürlük ile zuLnün, haklı ile haksızın, hümanizm ile
vahşetin kavgasıdır bu.
Bütün bunlara bakarak, işkence olayında savaşan taraflardan
hangisinin daha giiçlii olduğu sorusuna vermemiz gereken yanıt
ne olabilir?
Genel olarak işkenceci acemi ya da mesle%inde niteliksiz biri
de%il. Tersine, bu işte uzmanlaşmış, zulurn tarihinin kendisine
sağ1adı%ı biitün olanaklarla donatılmıştır. O, fizik olanaklar
bakımından her zaman üstün durumdadır. İşkence araçları en
biiyük güç kaynağıdır. Ve o hep bu araçlarla sonuca ulaşmaya
çalışır.
Fizik güç bakımından devrimci zayıftlr, savunmasızdır. Onun
salt çıplak bir bedeni vardır. Bu beden ise işkencecinin, savaşın
58
Bayram Bozyel
kemirir, miicâdeleyi bırakmaz; iiste çıkmak için sürekli fırsat
kollar.
Ama en tehlikeli durum, duygıısal güçlerin eş ağırlıkta oldu%u
anlardın. Böyle bir dunımdu tehlikenin gerçekleşmesi, hafif bir
denge kaybına ba%lıdır. En ufakfiir duraksama ya ‹İa kararsızlık,
dengeyi bir anda bozabilir. Bir devrimci için en güç olanı,
işkence altında, teslimiyet duygusu direnç duygusu ile böylesine
denk, onunla dişe diş mücadele ederken, ona yol vermemek,
daha gerilere itebilmektir. Ancak bundan da zorolanı, teslimiyet
duygularımı a%ır basmasının ardından, bir noktada onları durdurabilmek ve yenebilmek... Çünkü insan bir şey konuşmaya
başladı mı, artık her şeyin bittiğine ve geriye savunulacak birşey
kalmadı%ına inanır veya inandırılır. Bir şey söyledikten sonra,
geriye kalanları söylememenin bir anlamı kalmadı%ı düşünülür.
Oysa böyle bir düşünce oldukça kötü ve yanlış. Felaketin
neresinde olunursa oltınsun, her zaman bir döniiş olanağı vardır
ve ne kadar yakın bir mesafeden dönülürse, dönüşo kadar kolay
ve sancısız olur. işkenceci belli bir zayıflık gösteren kurbanının
işini tümden bitirmek ister ve ona artık her şeyin yitirildiği duygusunu aşılamaya çalışır. de var ki direnme duygusu aleyhine
bozulan dengeyi kurmak, çok güç, ama olmayacak biriş değildir.
Bir kere başladım, her şey bitti duygusu ile inatla boğuşmak,
gerçek direnişin ta kendisidir.
İkincisi ise işkenceci ile olan çatışmadır. İşkencecinin çabaları,
içteki çatışmanın değişmesine yol açabilir. Ama belirleyici olan
asıl insanın iç çatışmasının aldığı biçimdir. Ve genellikle buradaki hakim e%i1im, işkenceciyle olan savaşın kaderini de belirler.
Peki, işkence sahnesinde kimler var? Yalnızca işkence gören
ile işkenceci mi? İşkence olayı yalnızca iki kişinin karşılaşmasından oluşan bir ilişki mi? O, sadist bir kişinin kendini
gerçekleştirme olanağı bulduğu bir arena mı? Bir yönüyle evet.
Ama bu yalnızca görünüşte böyle.
Gerçekte, işkenceci ile işkence edilenin kişiliğinde karşı
Diyarbakır5 Nolu
61
zincirine yeni birhalka olarak katılıyor susuzluk. Dayanamayıp
bir kez daha istiyorum. Gururu incinmiş komutan hışımla suratıma iki tokat indiriyor. Her keresinde yanımdakinin üstüne
yıkılıyor, tekrar do%ru1uyorum. Başım davul gibi şişiyor.
Yerimde bile duracak halim yok.
O gün akşam için, zaten yenmeyen yemek tumden yasaklanıyor.
Yasak uç kişiye uygulanıyor: Ferdi, Nusret ve bana. Okunan
yemek duasına katılıyoruz yine de. Di%er bölümden kaşıkların
çıkardığı sesler geliyor. Açlık iyice bastırıyor. İnsan, sanki çektiğimiz tüm açlığın sebebi bu akşamki yasakmış gibi bir öfkeye
kapılıyor. Biraz sonra, yemeği görmüş ama yiyememiş
arkadaşlarımızın dönüşte içlerinden geçenleri düşünemiyonızo
anda. Oksürüklerle varlığımızı duyuruyoruz birbirimize. Her
öksürüğün, “işte ben de buradayım” gibi bir mesajı var. Bekleme
yerinde kalan üçümüz, birbirimizi daha yakından hisseder gibiyiz,
şu anda.
Yemeğe götürulenlerin ise gidişiyle dönılşü bir oluyor. Bizim ve
onların öfkesi birleşiyor böylece. Belki de onlar da dönüşte, bizim
yanımızda kalmış olmayı istemişlerdir. Duygular karmakarışık.
Duygular bin bir çeşit. Çok bilinmeyenli bir denklem...
Derken bize su da%ıtılıyor. Günün bizi en çok sevindiren işi bu
oluyor. Suda yeni bir can buluyoruz. Yaşamak için her şeyimizi
yitirmediğimiz inancı güçleniyor.
60
Bayram Bozyel
sonucunu kendinden yana çevirmek için, üzerinde acı veren bin
bir deney yaptı%ı bir alan olarak devrimci için bir yüktür. Bu
beden, bu yönüyle birdezavantajdır.
Ne var ki o, inanç ve düşünce bakımından işkeneeciye
üstündür. Devrimciye insanlik ‘tarihinin nice soylu değerleri
miras kalmlşttr. İşkenceci, zulüm rejiminin sahipleri, efendileri
tarafından tüm insani değerlerden koparılınış, hayvanlaştırılmış,
saldırganlaştırılmış, bir işkence aracı, hatta falaka ya da manyeto
haline getirilmiştir. Eli kolu bağlı insanlara işkence ederken ne
kadar güçlülüğü ile övünse, atıp tutsa da bunun biryiğitlik
olmadığının, yaptığı pis işin alttan alta farkındadır. O, kurbanı
karşısında, onun direnci, uğruna yaşamı göze aldığı inanç ve
değerler karşısında bir aşa%ılık duygusunu içten içe sürekli
olarak yaşar. Karşısındaki eli kolu ba%lı adam güzel birgelecek
için, özgürlük için savaşırken,o köhnemiş zulüm ve sömürü rejimini ayakta tutmak için çırpınmaktadır. İşkenceci, bir ırma%ı,
akışının ters yönünde yüzmeye çalışan biri gibidir. Bu onun
zayıf, devrimcinin ise celladlar karşısındaki üstün yanıdlr.
Kayganın sonucunu belirleyen de işte budur. Bu durumdur ki
direnişçiye, bunca eşitsiz koşullarda bin bir engeli alın akıyla
aşmaya, işkenceciye güç yitirmeye olanak saglar.
Ben acıdan kendimi yiyip bitiriyorum, işkenceciler ise bir şey
elde edememekten. Başka seçenekleri kalmıyor. Öldürme sııırıla varmamak için işkenceye ara veriyorlar. Elektrik akımı
kesiliyor. Vücudumdaki kızgın şişler sanki birden çekiliyor.
Hafifliyor, rahatlıyorum. Rahatlama göreceli elbet. Biraz daha
böyle kalsam, bu kez kollarımdaki ağrı yüze vuracak. Beni askıdan indiriyorlar. Ayaklarım üzerinde duramayıp düşüyorum. İki
kişi kollarımdan tutup kaldırıyor. Pantolonum yukarıya çekiliyor.
Öfkeli olduğu soluk alışverişlerinden belli biri beni çekip
götürüyor. Tekrar kafilenin arasına katılıyorum.
Susuzluktan içim yanıyor. “Komutanım!” diye seslenerek
nöbetçi erden su istiyorum. “Yasak!” diye cevap veriyor. İşkence
Diyarbakır5 Nolu
63
Derken, “komutanım” diyor, “bugün ifademi aldılar, gönderecekler beni”. Bunları diyen Ferdi'dir. Bir sevinç gütlesi patlıyor
içimizde. Gözlerinden öpmem gerek bu uyanıklığından dolayı
Ferdi'nin, diyorum kendi kendime. İfade konusuyla ilgili olan
herkesi yeni birheyecan kaplıyor.
Bu kez yeni bir bekleyiş dönemi başlıyor. Zaman olarak asla
işlemiyor gibi gelen bir dönem. Kişiyi öncelikle, kendi
ifadesinin biran önce alınması isteğinin dayanılmaz sıkıntısı
basıyor. Ancak bununla da iş bitmiyor. Gözaltına gidebilmek
için, birbirleriyle ilişkili görülen tüm kişilerin ifadeleri alınmış
olmalı.
İfade alma işlemleri bir türlü bitmek bilmiyor. Günlerce süren
işkenceler sonrası gelen bu sessizlikte daktilo tuşlarının sesi
kulaklarda yankılanıyor. Ve bu içimizdeki başka seslere karışıyor. Sabrın, sıkıntının, sevincin, utancın, acılı günlerin sonu, ya da
uzun sürecek zorlu bir hapishane döneminin, gardiyanların,
malıkemelerin sesine...
İkinci gün de ifadelerin alınma işlemi devam etti. Geriye birkaç
kişi kalıyoruz. Derken sıra bana geliyor. Ben ifadesi alınan
sonuncu kişi oluyorum.
Biri kolumdan tutup kaldırıyor, onu izliyorum, bir sandalyeye
oturtuyor beni. En zor dönemleri geride bırakmanın ralıatlığı,
şimdi başlayan sıkıntılı dakikaların baskısını lıafifletiyor.
Seslerinden, birinin tam karşımda, di%er ikisinin ise sağımda ve
solumda oturduklarını anlıyorum. Benimle diyalogu asıl yürüten,
baştan beri mesai paylaştığım işkenceci Boğuk Ses'in kendisi. ki
onu sonradan çok daha yakından tanıyacaktım ve aramızdaki
bütün perdeler kalkacaktı. Hatta beni askıya aldığında,
gözbağlarımı açık tutup, işkencedeki tüm malıaretini gözlerimle
görme olana%ını sağlayacaktı.
Baştan beri sorulan sorular tekrar tekrar soruluyor. Onların burdan bıkmalarını beklerken kendim bakıyorum. Zaman zaman da,
tartışma havasında bilgi almaya çalışıyorlar. Aldıkları cevapları,
62
Bayram Bozyel
Sevinç Denen Şey
Ertesi sabah, bir başka olacak bizim için. Umutlu bekleyişlerin
sürgülerini göreceğiz. Sevinç denen şeyi nicedir ilk kez tadacağız. Son ifadelerimiz alınacak.
Bu sabah farklı başlıyor. İşkencedekilerin iniltileriyle değil,
daktilo tuşlarlnın çıkardığı seslerle. İfadeler alınıyor. Ancak kimlerinki, biletniyoruz. Her bir kaç günde böylesi bir olay yaşanır.
Daktilo sesleriyle başlayan sabahları, herkes kendine yorar. Ama
sonuçta bu herkesten biri ya da birkaçı uınduğunu bulur, diğerleri
ise “feleğin çemberi”nde dönmeye devam ederler.
Birkaç kişi gidip geliyor. Ama kimler oldu%unu anlayamıyorum.
Merakımız gittikçe kabarıyor. Bir kişi öaha gidiyor. Uzun bir
bekleyişten sonra geliyor. Merak duygumuzu iyi anlıyor gelen.
B ize ınüjdeyi vermek için uygun zamanı kolluyor.
Nöbetçilerin zayıf ya da yumuşak biranını bulmak gerek.
Diyarbakır5 Nolu
65
birtaksim bile yapıyor: “Şunlar şuradan olsun diyor, 5unlar da
öteki örgütten.”
Gözbağlarımın alt kısmını hafifçe aralıyor, imzalamam
gereken yeri gösteriyorlar. İfade ka%ıdının boş kalan alt kısmında iki üç kadar imza yerinin yanında benim de imzam için
yer açılmış. Kısa birbocalamadan sonra ifadeyi imzalıyorum.
Tekrar bekleme yerine getıriyorlar. Bulduğum ilk fırsatta,
ifademin a1ındı%ını arkadaşlara iletiyorum. Oturanlar, sevinç
ifadesi mırıltılarla tepkilerini sergiliyorlar. Herkesi, gitme
sevinci sarıyor. Gelen gidenlere kulak kesiliyoruz. Her içeri
girenin, “hadi kalkın, gidiyorsunuz,” demesini bekliyoruz. Bu
gecikme sabrımızı giderek taşırıyor.
O gün ve geceyi yine Disko'da geçiriyoruz. Olmayan yemekleri
yiyor, betonda nizami şekilde yatıyoruz. İşkenceler bir biçimde
gece boyunca devam ediyor. Cop sesleri aralıksız bozuyor,
gecenin derin sessizliğini.
64
Bayram Bozyel
belli bir diizene soktuktan sonra tutana%a geçiriyorlar. hala yeni
bir şeyler elde etme umudunu tiiketmemişler. Yıllar süren
deneyimlerden, birinsanın son anda bile açık verebi1ece%ini çok
iyi biliyorlar. Zorlu işkenceleri atlatıp basit gibi görünen birifade
olayında ya da sorgulatnada işkencecinin tuzağa düşürdü%ü
insan sayısı az değil. İfade verme sırasında en ufak bir açık,
sorgulamanın kaderini değiştirebilir. İşe sil baştan başlanabiÎir.
Bana sonsorularını soruyorlar:
-Diyarbakır'da ki sorum1u1u%un?
-Hayır.
-Semt'teki sorumluluğun neydi?
-Ya okuldaki sorumluluğun?
-Yok. Örgüt iiyesi de%i1im.
-Bölüm sorumlu1u%un da mı yoktu?
-Yok.
Akla gelebilir: “Hayır” ya da “yok” demek bu kadar basitse,
“Disko”nun özelliği ne?
Sorun, ifade alınırken sorulan sorulara verilen cevaplar de%il.
Önemli olan işkenceler boyunca verilen sınavdır. Bu sorular
ve cevaplaro zaman şekillenmiştir. Şimdi yapılan ise onlara
son biçimini vermek oluyor. E%er şimdi bir soruya kolaylıkla
hayır diyebiliyorsam, ona, tüm işkenceler boyunca hayır diyebildi%im içindir. Her şeye ra%men, işkenceci sonuçtan memnungörünmüyor.
İfadelerime kendisi de mutlaka biraz katkıda bulunmak istiyor. İfadeleri daktilo edene talimat veriyor:
-Tumden sorumsuzluk olur mu? İfadesine Eğitim Fakültesi,
Sosyal Bilgiler Bölümü sorumlu yardımcısı diye yaz.
İtiraz ediyorum, dinlemiyor beni. Yazıcı aynen yazıyor:
-E%itim Fakültesi, Sosyal B ilgiler B ölümü sorumlusu
yardımcısıydım.
Son olarak da tanımadığımı söylediğim birkaç kişinin
adlarını, tanıyormuşum biçiminde yazdırıyor. Kendine göre
Diyarbakır5 Nolu
67
dayandırllıyor. Dolmuş hareket ediyor.
Geldiğimiz yolu izliyoruz. Hareket noktasından kısa bir süre
sonra, sola saparak anayola giriyoruz. Bu şehir merkezine giden
yoldur. Sonra tekrar sola saparak anayoldan ayrılıyor, askeri
alana giriyoruz. Çok geçmeden dolmuş duruyor. İndiğimiz yerde
gözbağlarımızı alıyorlar.
Yirmi günden sonra ilk kez gözlerim güneşi görüyor. Gözler
parlak güneşte kamaşıyor, bir süre hiç bir şeye bakamıyor, hiç
bir şey göremiyorum. Herkes gözlerini ovuyor. Gözbebekleri
yavaş yavaş ışığa alışıyor. Herkes sersem bakışlarla birbirine,
yere, gökyüzüne bakıyor. Yüzler ne kadar da değişmiş! Yirmi
gün önce kanlı canlı yiizlerdi bunlar; şimdi birderi bir kemik
kalmışlar. Göz çukurları derinlere kaçmış. Sakallar, saçlara
inat uzamış. Göz bağlarının geçti%i burun keıniğinin üstü ve
göz kenarları yaralar bağlamış. Yaralar su tutmuş, pıhtıcıklar
patlamış.
Orada devir teslim yapılıyor. Bizi teslim alanlar, yirmi gün önce
bir kaç saatliğine konakladığımız gözaltı 1. Koğuşuna götürüyorlar. Koğuş kapısı açılıyor. Kapıda, yüzlerce göz üzerimize dikili,
bizi karşılıyor. İşkenceden kurtulma sevinciınizi paylaşan bu
gözlerdeki duyguları okumak güç olmuyor. Karşılıklı sevinçlerden görkemli bir tablo oluşuyor. Kapıdakiler bizi kucaklamak
için sıraya giriyor, itişiyorlar. “Hayata gözlerini açma” deyimi,
Disko'dan dönenlerin duygularını ifade etmek için söylenmiş
sanki.
Tam o slrada gidenler var. Bazıları adli müşavirlikten serbest
blrakllmış; aralarında tanıdıklarım da var. Böylece sevinçler kattanıyor. Onlar tümden gitmenin, bizler ise vahşetin pençesinden
kurtulmanın sevincini yaşıyoruz. Karşılama ve vedalaşmalar
içiçe geçiyor. Fırsatı değerlendirmek gerekiyor. Bir dostla
dışaHya selam yolluyorum. Biz yarım saat geciksek ya da onlar
yarım saat önce gitmiş olsalar, dışarıya haber yollama fırsatı
kaçmış olacaktı.
66
Bayram Bozyel
Gözlerim Güneşi Görüyor
Ertesi gün öğleden sonra, “kalkın!” sesi geliyor nlhayet. Tekme
tokat eşliğinde, eşyalarımlzın ilk alındığı yere geliyoruz. Ağır
aksak bir işleyişle eşyalar sahiplerine veriliyor ve bizi sıraya
diziyorlar. Sıranın başında duranın yüzü duvara dönük. Ötekiler
onun arkasında bir kuyruk oluşturuyoruz. O anda, teslim
edildiğimiz erlerden ikisi, postallarıyla kuyruğun en arkasındakinin sırtına bastırıyor, kuyruğu öne doğru sıkıştırıyorlar.
Yaptıkları işten keyiflenip kahkahalar atıyorlar.
Sonra, verilen komutla hareket başlıyor. Herkes önündekine tutunarak yürümeye çalışıyor. Buraya geldiğimiz günkü numaralar
aynen tekrarlanıyor: “Başınızı eğin, tünelden geçiyorsunuz! Sağa
dikkat edin, çukura düşeceksiniz”.
Dolmuşa, birbirimize tutunarak biniyoruz. Herkes öne doğru
eğiliyor. Gözler bağlı, başlar öndeki koltuğun arkasına
Diyarbakır5 Nolu
69
düşündüren; işkence altında geçecek soruşturma idi. Oysa şimdi
sorunlar daha değişik, çok yönlü ve karmaşık. Hem soruşturma
döneminin birmuhasebesini yapıyor, hem de önümüzdeki sürece
ilişkin sorulara cevaplar arıyoruz. Mahkemeye çıkınca neler olacak? Serbest bırakılacak mıyız? Tutuklanırsak cezaevinde uzun
süre kalır mıyız? Orada durumlar nasıl?
Tüm bu soru ve güçlükler karşısında moral olarak hazırlıklıyız.
En büyük dayanağımız inancıınız ve soruşturmada verdiğiniz
sınav. İnancımız, her zamanki sermayemiz ve belirleyici
gücümüz oldu. Soruşturmadaki süreç ise u%runa mücadele
verdiğimiz soylu dava için parlak bir sınavdı. Bu inanç ve dava
bilinci birçok badireyi aşmak için yeter ve artar bile.
Bu ara gözaltı bir hayli kalabalık. İki kişiye ancak biryatak
düşüyor. Yataklar bir kişiye bile yetmeyecek küçüklükte ve
yetersiz. Her taraf kir içinde. Kış soğugunda buz gibi suyla
banyo yapmayı göze alan az kişi var. Çamaşır ve bulaşıklar için
verilen su da hem az hem de soğuk. Her taraf bitlerle dolu. 5060 kişiye bile yetmeyen yemek 120-130 kişiye dağıtılıyor.
Burada da insanlar sofradan aç kalkıyorlar. Soruşturmada iğne
ipliğe dönen insanlar için bu yemek, onu ayakta tutmaya yetebiliyor ancak. Beslemek için geriye kantin denilen yerde alınan
yiyecekler kalıyor. Bu da kolay değil. Dışarıdan alınabilen para
son derece sınırlı. Ayrıca, hem kantinde bulundurulan yiyecekler
bu kadar kişiyi beslemeye yeterli değil, hem de son derece bayat
ve pahalı. Kantini çalıştıran subay ve askerler burayı bir vurgun
yerine çevirmişler. Sattıkları şeylere diledikleri astronomik fiyatları koyuyorlar. Nasıl olsa insanlar bir şeyler satın almak zorunda. Böyle olunca da, ço%u kez, bir hayli para ödeyerek ancak
birkaç bisküvi alabiliyoruz.
Bu koşullarda sağlıktan söz etmek komik kaçar. Çoğu insan,
zaten soruşturmadan sakat ya da hasta olarak gözaltına gelmiştir.
İnsanlar çeşitli hastalıklara karşı dirençsiz bir haldedir.
Gözaltında sa%1aın insandan söz edilemez. Bütün bunların
68
Bayram Bozyel
Onlar gittikten sonra çevremiz tekrar sarılıyor. Bir yandan
tıraşımız yapılıyor. Yıkanmamız için so%uk da olsa, su hazırlanıyor. Yıkandıktan sonra arkadaşlar ellerindeki temiz çamaşır
ve elbiselerden veriyorlar. Yiyeceklerden ne varsa ikram ediliyor.
Bir yandan da bizi, işkencedeki durum üzerine soru ya%muruna
tutuyorlar. Orada kalanlardan haber somyor, sağlık durumumuzla
ilgili bilgi alıyorlar. Bu insanların ço%u, daha önce yaşadıklarımızın aynısını yaşamışlar. Birçoğunu tanımıyoruz bile.
Onların böylesine candan ilgisi, dostluğu, işkencelerin yol açtığı
yaralara merhem gibi geliyor.
Burada böylesine sıcak ilgi ve dostluk, kuşkusuz, yaşanılan
ortak koşullardan kaynaklı. Zulüm, insanları ezip yaralarken,
aynı zamanda onların yakınlaşıp bütünleşmelerine de yol açıyor.
Ortak yaralar ortak duygulara dönüşüyor.
O zamanlar, gözaltı, hala yaşamlır özel1i%ini bir parça koruyordı. Hele soruşnırmadan dönenler için, yaşama dönüş yolunda bir
durak gibi bir şeydi. Bir soluk alma yeri...
Soruşturmadan sonra tunıklanma ihtimali olmayan biri için
gözaltı, bunca ağır işkencelerden sonra, serbest bırakılmanın
eşiği sayllırdı. Tutuklanacaklar içinse, belli ve süreli bir işkenceden, sınırsız ve belirsiz cezaevi işkencesine geçiş aralığı idi. İki
muharebe arasında verilen bir mola. Başka bir deyişle, gözaltı,
işkenceler için adam devşirir ve işkence yerleri arasında, soluk
alınan bir konaklama yeri görevi yapar. ü'e var ki kısacık gözaltı
siiresinde, böylesine kısıtlı olanaklarla, ne açılan yaraları
tiimiiyle onarmak mümkündur, ne de açılacak yeni yaralara hazır
hale gelmek için yeterince güç depolamak olanaklı.
Yine de bu koşullarda bu kısa durak insanlar için önemli. Onlar
kendilerini bir ölçüde toparlıyorlar. A%ır soruşturma günlerinin
muhasebesini yapıyor, geleceğe hazırlanıyorlar. Dışarı ile belli
diyaloglar kuruluyor burada.
Soruşturmaya gitmeden önce bizi bekleyen sorunlar ve
arayışlar farklıydı şimdikinden. O zaman, bizi en çok
Öiyarbakır5 Nolu
71
Bu arada sigara içilir ve eğer varsa, çok pahalı da olsa çay
getirilir. Sağda solda kendiliğinden sohbe*.ler kurulur.
Gidilecek cezaevinin koşullarına uyum sağlamak için şimdiden, Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı'nın on kıtası ve diğer bir
kısım marşlar ezberlenîr. Okuma yazma bilmeyenlere yardımcı olunur. Koğuşun boş kısımlarında volta atılır. Ö%lene doğru
havalandırmaya çıkılarak bir erin rehberliğinde yürüyüş
yapılır, marş okunur, koşulur, biraz da kültürfizik hareketleri
yapılır. Ardından serbest dinlenmeye geçilir. Bu süre içinde
kantinden alışveriş yapılır, ciğerler temiz hava alır, volta atılır.
Öğlen yemeğine başlamadan önce, her öğünde yapıldığı gibi
yemek duası okunur. Bu duanın, soruşturmada okunan yemek
duasından küçük birfarkı var: bunda, “vatan hainleri kahrolsun!” cümlesi okunmaz. Sonra, büyük bir iştahla yemeğe
başlanır. Ama, yemekten aç kalkılır çoğunlukla. Yemek
yenilen kaplar kısa sürede soğuk suyla yıkanır. Saat üç ya da
dörtte havalandırmaya çekilir. Yarım saat ya da 45 dakika
süren havalandırma boyunca yürüyüş yapılır, sigara içilir,
konuşulur veya kantinden alışveriş yapmak için kuyruğa girilir. Ö%1en sonu havalandırmasında eğitim yoktur.
Havalandırma döriüşü, akşam yemeğine kadar koğuş serbest
bırakılır.
Akşam yemeğinden sonra tekrar içtima var. Düzenli sıralar
halinde, sabahki gibi, Andımız, Gençliğe Hitabe ve İstiklal
Marşı okunur. Daha sonra, yerinde sayarak diğer marşların
okunmasına geçilir. Gelen görevliler sayım yaptıktan sonra,
dışardan gönderilen para ve gidecekler sahiplerine dağıtılır.
Saat 10 yatma vaktidir, kendi içimizden seçilen koğuş
nöbetçilerinden başka herkes yatmak zorundadır. Akşamdan
sabaha kadar, her saat başı, sırayla ikişer kişi nöbet tutar.
Nöbetçi tutuklular, devriye gezen erlere tekmil vermek zorundadırlar:
“1 .Koğuş saat ... nöbetçisiyim, nöbetimde vukuatım yoktur
70
Bayram Bozyel
yanında sa%lıkla, hatta ölümcül derecede hasta olarılarla ilgilenen yok. Zaten, insanları bilinçli olarak bu duruma getirenlerin,
onların sağlığı için endişelenmelerini ya da tedbirler almalarına
diişünmek gülünç olur.
Buna karşın bedenlerinin dîş yüzünde yara bulunan insanlarla
iki nedenle ilgileniyorlar. Bunların, söz konusu açık yaralarla
dışarıya veya mahkeme karşısına çıkmasını sakıncalı buluyorlar.
Burada, soruşturma yerinde oldu%u türden sürekli ve sistemli
bir işkenceden söz edilemez. Zaman zaman kaba dayak atılır ve
dayak korkusu sürekli canlı tutulur. Özellikle yeni yakalanan ya
da doğrudan soruşturmaya götürülüp oradan gözaltına getirilen
kişiler tokat ve cop dayağından geçirilir, yerde süründürülür,
çeşitli aşağılayıcı davranışlarJa yüz yüze bırakılır. İnsanlar sık
sık gözaltındaki kurallara uymadıkları gerekçesiyle dövülür
veya çeşitli cezalara çarptırılır. Yönetim, gözaltına kendi
adamlarını sokarak ya da bazı zayıf unsurları elde ederek burada olup bitenlerden sürekli bilgilenmeye çalışır.
Gözaltında güm do%madan yataktan kalkıllr. Karanlıkta kahvaltı yapılır. Herkes, zorunlu olarak sakal tıraşı olur. Sonra,
beşerli sıralardan oluşan içtima düzenine geçilir. Bu şekilde,
yerinde sayarak ko%uş sorumlusunun eşliğinde marşlar
söylenir. Andımız, Gençliğe Hitabe ve İstiklal Marşı okunur.
Bu iş her sabah 1.5,2 saat kadar devam eder. Ardından, birastsubay ve iki erden oluşan bir ekiple sayım yapılır. Sayım ekibi
ko%uşa girerken, ko%uş sorumlusu tutuklulara “hazırol” komutuve ardından uzun bir“dikkat” çeker. Sonra tekmil verir:
“1.Ko%uş; ... mevcutla, vukuatsız olarak emir ve görüşlerinize
hazırdır komutanım!”
Astsubay ve erler, mağrur biredayla hazıroldaki insanların
önünden geçer, onları bir de kendileri sayarlar. Ayrıca herkes
tıraş kontTolünden geçirilir. Daha sonra sayım ekibi, yine koguş
sorumlusunun çektiği “dikkat” komutuyla çekip gider. Ko%uş
serbest bırakılır.
Diyarbakır5 Nolu
73
Yine “Disko Dolmuşu”
Gözaltında varolaıl sorunlar içinde bizi en çok meşgul eden,
soruşturınadan gelirken geride bn'aktığnrız birkaç dostuınuzdu.
Sortışturmadaki insanlar genel olarak bizim için bir kaygı nedeni.
Atna tanıdıkların varlığı bizim için doğrudan birendişe oluşturuyor. Onların ordan biran önce dtinmesini ne çok istiyoruz!
Bu arada “Disko* dolınuşunını geldi%i haber veriliyor. Hepimiz
kapıya hücum ediyoruz. Arabadan göz1eı'i ba%1ı indirilenler var.
Onları seçmeye çalışıyoruz, ama uzaktan kim oldukları
alılaşılanııyor. Yelıi gelenler az sonra ko%uşa getiriliyor. Evet,
aralarında tanıdıklar var, ama tiiınii değil; iiç kişi eksik.
Yeni gelenler bütün ilgilerin ve soruların hedefi oluyorlar bir
anda. Tıraş, temizlik, giyim ilk yapılanlar arasında. Ardınd°!*•
günlerdir yemeğe hasret ınideleri için küçük çaplı girişimler oluyor. Fazla bekleyemeden, geride kalanların durumu hakkındaki
72
Bayram Bozyel
komutanım!”
Nöbetleri sırasında tutukluların ko%uşta dolaşması, oturması
ya da konuşmasına rastlanan nöbetçiler, sabahleyin askerler
tarafından dövülerek cezalandırılır.
Diyarbakır5 Nolu
75
Koğuştan birkaç arkadaş, kaygılı bir şekilde el sallıyorlar bana.
Mehmet Çavuş, beni bekleyen dolmuşun kapısında çökmemi
istiyor. Bir gözba%ı ile gözlerimi hafifçe ba%lıyor. Eğer gözba%ı
sıkıysa, gevşetebileceğini belirtiyor. İsteğim üzerine biraz daha
gevşetiyor. Sonra “merak etme, bir şey olmaz” diye fıslldıyor,
kulaklarıma. Bu sözler bana büyük birgüven veriyor. İçimdeki
sıkışıklığın bir anda hafiflediğini hissediyorum. Beklenmeyen
yerden gelen bu destek, beklenmedik gidişi dengeliyor biryerde.
Dolmuşa bindiriliyorum. Önde iki görevli var. Arka sırada, tek
başımayım ben..Dolmuş hareket ediyor. Öndeki görevlilerden biri,
uzanmam için sesleniyor. Olduğum yerde sırtüstü uzanıyorum.
Zaten iyice gevşek olan gözbağımın altından, geçtiğim yolun
kenarında bulunan çıplak a%açları, binaların üst katlarını ya da
çatılarını görebiliyorum. Uzun süre ışığa ve dünyaya kapalı kalacak gözlerimin, bir süre için de olsa doyuma ulaşması için, dolmuşun arka koltuğu hizasına düşen yolun sa% tarafındaki manzaraya dalıyorum. Arka planda dağınık akbulutlar ve onların
arasında parçala, parlak gök mavisi. O sonsuzluk içinde
işkencenin sınırlılığını ve ona mutlaka direnmek gerektiğini
diişünüyorum. Gök mavisi işkencenin karanlığına iistün gelmeli.
Bu defaki işkence daha uzun -30 gün- sürecek, daha karmaşık
ve zorlu olacaktı. Bu zorlu günler boyunca, zaman zaman, bir
olayı tekrar yaşamanın rahatlığl içinde, bir kır gezintisine çıkar
gibi davranacağım. Bazen de umutsuzluk ve yıkıntının kıyılarında dolaşacağım. Direncim tükenmeye yüz tutup teslimiyetin bir
kabus gibi üzerime çöreklenmeye kalkıştığı sırada, ellerim ateşe
dokunmuş gibi silkeleneceğim. Coşku ve güven verici duygular,
direnme sevinci ile kararsızlık, bocalama, korku, bir zincirin halkaları gibi uzayıp gidecek. Halkalar durmadan çeşitlenecek, bir
mozai%e, duygu panayırına döniişecek. İşkenceci ile her boğuşmadan sonra, ona işine yarar birşey söylememenin, teslim olmamanın mutluluğu, bu soylu duygu, direnmenin eşsiz tadı
yaşamım boyunca damaklarımda kalacak. İşkenceciye, bu
74
'
Bayram Bozyel
merakımız patlıyor. Gelenler, onların şimdiye kadar direndiklerini ve direnmeye devam ettiklerini söylüyorlar. Bu sözler bizi
derin bir rahatlığa kavuşturuyor. Onlar adına, gururumuzun
okşandı%ını hissediyoruz.
Ama onlar orada kaldıkça, tümden rahatlama olanağımız yok.
Soruşturmada birsaat fazla kalmak bile, endişe duymamız için
yeterli neden. Çünkü işkenceciler son ana kadar bir şeyler elde
etme umudunu bırakmaz, insanları çözmek için sıkıştırırlar.
Gözaltına gelişimizin yedinci günündeyiz. Serbest olduğumuz
bir öğlen sonunda bazı dostlarla toplanmış sohbet ediyoruz.
Gözaltında geçirdiğimiz süreyi göz önünde tutarak yakında
mahkemeye çıkarılabileceğimizi düşünüyoruz. Yakın gelecekte
bizi bekleyenlerin bir tahminini yapmaya çalışıyoruz.
Sohbetimiz koyulaşıyor. Çevremizde benzeri konuşmaların
yarattığı uğultuyu duymuyoruz bile.
Tam bu sırada kapıdan bir ses geliyor, bütün başlar oraya
dönüyor. Bir isim okunuyor. Kulak kesiliyoruz. Evet, okunan
benim ismim. “Bayram Bozyel Disko'ya hazırlansın!”
Ko%uşu derin bir sessizlik kaplıyor. Herkese beklenmedik bir
felaketin uğursuz haberi gibi geliyor bu. Herkes bana bakıyor.
Gözlerde, benim için bir şeyler yapmak isteyip de yapamamanın üzüntüsü okunuyor. Ani şaşkınlık ve üzüntü yerini
hemen bilinçli bir ilgiye bırakıyor. Çevreden, moral aşılayıcı
destekler ge.!•eye başlıyor. Giymem için kalın elbiseler
getiriyorlar. Uzüntü, teÎaş, ilgi, içiçe geçiyor.
İçime bir a%ırlık çökuyor. Bir an kalbimin sıkıştı%mı hissediyorum.
Yalnızca beni götürmeleri, kafamda karmaşık duygulara yol
açıyor. Ancak kısa sürede toparlıyorum kendimi. Yo%un birilgi
ve karışıklık içinde, getirilen elbiseleri giyiyorum. Saatimi ve
benzeri eşyalarımı koğuşa bırakıyorum. Bir kaç dostla kucaklaştıktan sonra büıtun koğuşa “Hoşçakalın!” diyorum. Arkamdan,
güç ve moral verici seslerden bir uğultu yükseliyor.
Görevli çavuşla birlikte giderken, havalandırmada bulunan 2.
Diyarbakır5 Nolu
77
Ne korkunç şey! Hayatımda beni bu denli yıkan birolay yaşamamıştım. Dizlerimin bağının çözüldüğiinü sandım o an.O
böyle konuştuktan sonra, artık uğrunda direnilmesi, söylenmemesi gereken bir şey kalmış mıydı? Benim başka türlü
davranmamın bir yararı var mıydı? Sorular peş peşe kafama akın
etmeye başladı.
“İşte”, diyor işkenceci, “hala itiraz edecek misin? Geçen defa
ucuz kurtuldun. Bu defa her şeyi anlatacaksın, Bayram.”
Kafam paramparça. Düşüncelerim karmakarışık. Bu olumsuz
duruma ra%men kendimi tümden bırakmıyorum. Ayakta kalan
bir şeyler var içimde. Onlara yaslanıyorum. Kararsızlığa son
veriyorum:
“Bir şey bilmiyorum.”
Hemen beni geniş bir arallğa çıkarıyorlar. İşkenceci, ellerimi
üst üste koymamı istiyor. Elindeki balta sapı kalınlı%ındaki bir
kalasla vurmaya başlıyor. Her vu.ruştan sonra el değiştiriyorum.
İlk birkaç vuruşta yiiz şeklini bozmamaya çalışıyorum. Sekiz on
vuruştan sonra acı içime çörekleniyor. Fiziksel direncim azalıyor,
yüzüm buruşuyor. Acı bütün bedenimi kaplıyor. Normal soluk
alışverişim, yerini vuruşlara uyumlu bir iç çekişe bırakıyor.
Ezilen parmaklar kendiliğinden avuç içine do%ru büziiliiyor.
İşkenceci, şişip büzülmekten bir yumru haline gelen ellerime
vurmaya devam ediyor. Her vuruşta dizlerimden hafifçe çökuyor, eğiliyorum. Dirseklerimde kalan güçle ellerimi havada tutmaya çalışıyorum.
İşkenceci yorulduğu için dayağa son veriyor. İçeri götürerek
orada birine teslim ediyor beni.O da ellerimi masarnn üstüne
koyarak, ince bir ağaçla yufka açarcasına bastırıyor. Büyük bir
sizi duyuyorum. Sızıdan kurtulmak için ellerimi çekiyorum,
ancak işkenceci bırakmıyor. Daha bir bastırarak işini sürdürüyor.
O devam ettikçe sizi da artıyor. Bu şekilde işine 4-5 dakika
devam ediyor. Ellerim serbest bırakılınca derin bir nefes alıyorum. Ellerime bir şey olmamış gibi rahatlıyorum.
76
Bayram Bozyel
dünyanın en aşağılık yarattığına karşl direnmek, insanoglu için
iyi ve güzel olan her şeyi koruma kavgasına dönüşecek.
Arabadan indirilip, korku salan bir sessizlik içinde işkence
binasına götürülüyorum. İçeride bir yerde, yüzüm duvara dönük
olarak beklemeye alınıyorJın. Çevremdeki ayak seslerinden
gelip gidenlerin varlığını fark ediyoruırı. Bir ara biri yaklaşıp
soruyor:
“Sen bir hafta önce buradan gitmedin mi?”
“Evet”, diyorum.
Soruyu soran, işkencedeki görevli onbaşıdlr. Buraya ilk
getirilişiınde, geceleyin beni falakaya yatıran onbaşı. Orada,
biraz sonraki davranışından da anlaşılacağı gibi, henüz her
şeyini yitirmemiş. Sivil yaşamda otobüs muavinliği yaptıgını
söyleyen ve şivesinden Kayseri'li ya da o yörelerden oldu%u
anlaşılan bu kişi, bir korku kompleksine kapılmış. Kaç kez,
bizden korklnadığını söylemek ve dışarıda karşılaşırsak kendisine ne yapacağımızı sormak gere%ini duydu. Bir gün bana
yönelttiği bu soruya şöyle yanıt verdim:
“Sana bir kötülük yapmayı düşünmüyorum desem, bunu
korkudan söylediğimi sanacaksın. Kötülük yapmayı düşünsem
de içinde bu lundugum durum nedeniyle söy leyemem.
Do%rusu şu: Sana nasıl davranacagımı karşı1aştıgımız zaman
göreceksin.”
Bunun üzerine sessiz kaldı ve bir daha da ayni soruyu sormadı.
Evet, adamım geldi nihayet. Beni, bulunduğun duvar
dibilıden alarak bir odaya götürdü. Gözbağlarıını açtı.
Karşımda, bir sandalyede oturmuş, uzun işkencelerden sonra
iyice yıpı'anmış, gözleri iyice kaymış, derisi kemiklerine
yap ışıniş bir yoldaş vardt. Ezik birifade ile konuşmaya, daha
doğrusu konuşturulınaya başladı:
-Her şey bitti. her şey ortaya çıktı. Artık direnmenin anlamı
yok, bildi%ini söyle.
Diyarbakır5 Nolu
79
Bu, açık bir yaraya bıçağı tekrar tekrar batırıp çıkarmaya benziyor. Yara sulanıp iyice cıvıklaşıyor. Tırnaklarımın altından
kan sızmaya başlıyor.
Kısa sürede ellerim yamuklaşıyor, daha da şişiyor. İşkenceci
kudurmuş bir hayvan gibi vuruyor ve ellerimi koparacağına
yemin ediyor.
Vuran durup dinleniyor biraz. Başkası geliyor. Gözbağımın
altından görüyorum. Elinde ince, yaş bir çubuk var. Ellerimi
açmam için zorluyor ve bu değnekle bu kez o, kopar gibi olan
ellerime vurmaya devam ediyor. Bana tattırdığı aclnın farkında,
bundan pek hoşlanmış görünüyor.O vururken ben ağzımdan
çıkan avazlara engel olamıyorum birtürlü.
Bu seans bittikten sonra bir kez daha yere yatırılıyorum.
Ayaklarımı kendi gücümle havada tutmam mümkün değil.
Falaka aracına sıkıca bağlayıp vurma pozisyona getirilmek için
iki taraftan kaldırıyorlar. İrin bağlamış, patlamak üzere olan bir
yarayı andırıyorlar. Bir kan torbası gibi.
İşkenceci vurmaya başlıyor. İlk seansta, dokuzuncu, onuncu
vuruşa kadar kılım kıpırdamamıştı bile. Oysa bu kez daha ilk
vuruş, önlenmesi mümkün olmayan birçığlığa sebep oluyor.
İçten gelen bu bağırışların sonu dayak bitineeye kadar gelmiyor.
Bağırmaktan sesim kesiliyor zaman zalnan, boğazım kuruyup
tıkanıyor. İçim sıkışıyor. Boğazınıdaki ses bir hırıltıya dönüşüp
kesilir gibi olduğunda, biri ayağlyla ağzıma basıp ba%ırmamı
istiyor ikide bir. Sesimin tümden kesilmesinden çekiniyor
olmalılar.
Ne kadar olduğunu kestiremediğim bir zaman sonra dayak
kesiliyor. Kalkmaml istiyorlar. Kalkmaya yelteniyorum, ama
takatim tükenmiş. Sağa sola kıvrılarak kalkmak için ellerime
dayanmak istiyorum, ama bir yaran yok. Kollarımdan tutarak
kalkmam için destek oluyorlar. Ayakta bir süre zıplıyorum. Her
yere değişinde ayaklarımdaki sizi yükseliyor. Zıplamak yerine
bu kez birini kaldırıp diğerini indirmekle yetiniyorum. Yerimde
78
Bayram Bozyel
İşkenceci, ara vermeden beni tekrar geniş aralığa götürüyor
Ayakkabılarımı çıkarttırıyor. Sırtüstü uzatıyor beni ve ayaklarımı kaldırmamı istiyor. Bu kere ayaklarımı ba%1ama gereğini
duymuyor. Ellerime vurdugu ağaçla ayaklarıma vurmaya başlıyor.
Vuruyor, vuruyor. Ağrılar aras+nda bir seçim yapamıyor insan.
Ellerime vurulurken, bir bitse diyordum. Şimdi aynı şeyi ayaklarım için istiyorum. Korkunç sizi sabırsız1ı%ı son haddine
vardırıyor. Havada tuttuğum ayaklar yavaş yavaş aşağı kayıyor.
Tüm direncime rağmen onları havada tutamıyorum. İşkenceci
yine de vurmaya devam ediyor. Sağ yanıma ylğılıyorum. Ayaklar
bükük, yerde. İşkenceci yerde vurmaya devam ediyor. Bir süre
sonra duruyor. Sırtımdaki elbiselerden tutarak beni ayağa
kaldırıyor.
Ayaklar üç katına çıkmış şişmekten. Bir şeyler bağlanmış gibi
ağırlaşmışlar. Acıdan sürekli ayak degiştiriyorum. İşkenceci,
yanımızda duran onbaşının sırtıma binmesini istiyor. Onbaşı
işkenceciye yalvarırcasına, “Yapamam komutanım, binemem!”
diyor. İşkenceeinin kendisi sırtıma biniyor. Gözlerim bağll
olarak beni dolaştırmaya çalışıyor. Dirençsizlikten yere düşerek
bir daha kalkamıyorum. İşkenceci sırtından inerek beni yerde
tekmeliyor.
Şimdi herkese sorulan soru “komiteler”dir. Komiteler kimlerden oluşuyor? İşkenceci beni yerd•n kaldırarak tekrar soruyor:
-Sen biliyorsun oğlum. Söyle, nerelerde komite var? Kimler
bulunuyor bu komitelerde?
Devam ediyor:
-Artık bize yutturamazsın. Ananı s.., ya komiteleri söyleyeceksin, ya da ölünü anana göndereceğiz.
-Hayır diyorum ısrarla, komitelerden filan haberim yok.
-Aç ellerini! diyor işkenceci hınçla, seni geberteceğim!
Ellerimi üst üste koyup uzatıyorum. İşkenceci vurmaya başlıyor.
Bu defaki sizi daha farklı. Dayanılır gibi değil. Kan dolan ellerim çatlayacak gibi. Derileri incelmiş, yırtılacak bir kağıt sanki.
Diyarbakır5 Nolu
81
geçmeme izin vermiyor. Kendimi bo%ulur gibi hissediyorum.
Bağırmaya çalışıyorum, ama sesim bir türJii çıkmıyor. Bağırma
girişimim birkaç kez tekrarlanıyor. Sonunda yüksek bir sesle
ba%ırabilmeyi başarıyor ve uyanıyorum. Uyanmakla sanki kurtuluyor, derin bir soluk alıyorum. Beni bo%acakmış gibi iistiime
çöken bir kabustan kurtulup soluk almak, işkencede de olsa,
gerçek dünyaya dönmek bana çok güzel görüniiyor. Bu durum
sabaha kadar birkaç kez tekrarlamyor. Sabahleyin, korkuyla
geçen bir geceden kurtulmanın sevinci ile işkenceyle dolu yenı
bir giine başlamanın tedirgirı1i%i birbirine karışıyor.
Bu yeni giin, yapılacak işkenceler açısından oldukça yo%uıı
geçiyor. DefaJarca falakaya yatırılacağım. Bunu ellerinin uzatılması izleyecek. Onu da tekrar falaka işlemi. Bazen de omuzum,
sırtım ve bacaklarım boydan boya vuruşların hedefi olacak.
Genelde en keskin acıo anda yaşanan acıdır. En gaddar işkence
o anda yapılan işkencedir. Oysa işin bir boyutu daha var. Beden
güç yitirdikçe yapılan işkencenin etkisi artar. Aynı dozda yapılan
işkence tıst üste iki kez tekrarlandı%ında, ikincisi birincisinden
daha ylpratıcı ve ağır gelir. Aynı noktaya vurulan ikinci darbe,
birincisinden daha çok acı verir. Diin, kısmen sağlam olan
bedenime işkence yapıldı. Bugün ise dünden kalan yaraların ve
izlerin üstiinde sürdürulüyor. Bugünkii acı, dünkiinü çok geride
bırakıyor.
Akşama do%ru, sözde bu günlük işkenceye son veriliyor. Beni,
lavabo ile tuvaletler arasında kalan yere götüriiyorlar. Burada
beton zemine tuzlu su dökülmtiş. “Adamım” beni buraya getirtip
gözba%larırnı açıyor. Çoraplarımı çıkartarak tuzlu suda dolaşmaya zorluyor. Tuz, yer yer çatlayan ayak tabanlarıma hemen
sızıyor, büyük bir acı veriyor. Sonra ellerimi ttızlu suya sokmaır
için baskı yapıyor. Tuz ellerimi cam parçaları gibi kesiyor. Tırnak
diplerinde açılan yarıklara kaçıyor. Başımda dııran, ellerini tuzJu
suya sokmaktaki çekingenliğiıni görünce, ellerime ayaklarıyla
basıyor ve evire çevire eziyor. Böylece ellerin ttızla teması daha
80
Bayram Bozyel
daha hızlı zıplamam için işkencecilerin yaptı%ı zorlamanın hJbir
etkisi olmuyor.
Beni birduvarın öniine getirip şişen ellerimi duvara vurmamı
istiyorlar. Onları büyük biracı içinde duvara umuyorum. Bir
nöbetçi eri, vurmaya aravermemem için yanım‹ia bekletiyorlar.
Ara sıra acıdan durduğumda, nöbetçi er tiife%inin dipçiğiyle
sırtıma vuruyor. Duvara el vuruşum ve şişen ayaklar üzerinde
zıplayışlar ayrı bir işkence oluyor.
Birisinin uyarısı üzerine bu işe son veriliyor. Giymem için
ayakkabılarımı önüme fırlatıyor, götürüp bekleme yerine otırtıyorlar. Gecenin geç saatleri olacak. Disko'ya geldiğimde hava
zaten kararmıştı. Akşamdan bu yana işkenceyle cebelleşmekten
5-6 saat geçti. Bu gecelik işkenceye son veriyorlar.
BİR nöbetçi er yanıma gelerek neden kıpırdayıp mırıldandı%ımı
soruyor. Oysa benim hiçbir şeyden haberim yok. Yarı baygın bir
durumda olmalıyım. Erin sordtığu soruya bir anlam veremiyorum, bir şey yapmadığımı söyluyorum. Bunun iizerine, durumımtın farkında olan bir başka tutuklu, yaraların verdi%i acıyla
kıvranıp inlediğimi açıklıyor. Nöbetçi erin insaf damarı tutuyor,
bir şeyy iyip yemedi%imi soruyor. Gidip birparça etmekle bir
tassu getiriyor. Ekmeği elime tutıışturııyor, ama onu tutacak el
yok. Ekme%i tufinaya çalışmak bile korkunç bir acı veriyor.
Ekmeği, iki bile%imle tutarak bir anda bitiriyorum. Ardından bir
solrıkta suyu içiyorum. Ekmek ve stı bana göreeeli bir giiç
kazandırıyor.
O gece sabaha kadar defalarca uykudan sayıklayarak uyanıyorum. Her uyarnşlmı nöbetçi erlerin viicudumda patlattıkları cop
sesleri izliyor. Ağır yorgıınluk nedeniyle uyanır uyanmaz tekrar
dalıyortıır. Uyku, kabuslarla dolu boğuşmaya dönüşüyor.
Kendimi de%işik bir yerde buluyonım. Çevre bana do%nı daralıyor.
Gökyiizii yere doğru alçalıyor. A%açlar, dört bir yandan beni
sıkıştırıyor. Bu sıkışık yerde giderek soltı%ıım kesiliyor. Kaçıp
kurtullna yollarım tıkanıyor. Yöneldi%im boşluk ve yarıklar
Diyarbakır5 Nolu
Gül Rengi Yarası Kabuk Bağlamadan
İkinci soruşturma döneminin dördüncü günü. Getit ilenler
içinde, yeni yakalananların dışında biri daha var. Yakalandıgı
zaman yaralı olduğu için hastanede ve gözaltında bir süre tutulan Yılmaz Demir. Bugün O'da Disko'ya getirilmiş. Geldiği gibi
de hemen askıya alınmış. Bedenindeki kurşun yarasıyla İsa'ca
sallanıyor orada. Gü[ rengi yarası kabuk ba%lamada belki de.
Yılınaz yirmi yaşında. Bizim kuşa%ın üretken ve yi%it bir
savaşçısı. İnancın, direncin, gözüpekli%in bir simgesi.
O, üç yıl sonra bir yıldız gibi süzülüp aramızdan ayrılacak.
O işkence odasında ve ben burada gözü ba%1ı oturuyorum.
Ama olan biteni ayrıntılarıyla görür gibiyim. Yılıraz'ın bedenine kablolar bağlamışlar. İşkenceci manyetonun başlna geçip
oturmuş. Manyetonun kolunu çevirmeye başlıyor. Yandaki
odadan Yılmaz'ın çığlıkları yankılanıyor. Çığlıkların kesik kesik
82
Bayram Bozyel
da artmış oluyor. Ve sızı da artıyor tabii. Bir saat kadar devam
ediyor bu işkence.
El ve ayaklarda dokunulacak durum kalmamış. İşkencecilere
ölü değil de sa% bir beden gerekli olduğundan, bir süre kendi
halime bırakılıyorum. Bu arada. beden kısmen toparlanacak ve
işkenceci yeniden işe başlayacak.
Disko'da işkence süreklidir. Fiziki işkence bir süre için kesilse
bile, onun yerine başka şeyler konur.
Bu bir iki gün içinde başka olumsuz gelişmeler yaşandı. Yeni
insanlar yakalanıp getirildi. Birisi tutuklandığında işkenceci
hemen gelip “müjdeyi” ulaştırmayı kaçırmıyor. Önceleri bu tür
haberlerin, bizde psikolojik yıkıntıya yol açmak için uydurulmuş
yalanlar olduğunu düşündüm, blöf yapıyorlar sandım. Ama bir
süre sonra bu kişiler gerçekten yanımıza getirildiler.
de zaman yeni yakalanmış bir tanıdığın sesini duysam, dünya
başıma yıkılır. Gelecek kara lekelere bürünür. İşler iyice
giriftleşir.
Yeni yakalanmaların bende ve işkencedeki diğer insanlarda
yarattığı etki, yalnızca işimiz daha da zorlaşacağı için değil; aynı
zamanda davaya vereceği zarar ve rejime verdiği moral için de
can sıkıcı. Bize yapılan işkencelerin bu kez onlara yapılaca%ını
bilmek tiksinti verici.
Diyarbakır5 Nolu
85
olmuş, sevdi%im, saygı duyduğum birdostun şimdi nerede
olduğunu söylememi ve yerini göstermemi istiyor. Amacının hiç
de o kişiyi yakalamak olmadığını seziyoruın. Çünkü kısa süre
önce tahliye olan birkişi, muhtemelen kendi evindedir, istenirse
alınıp getirilebilir. Eğer evinden ve adresinden ayrılmışsa da,
yerini zaten ben bilemem. Anlaşılan işkenceci, aslında bildiği,
üstelik belki bir işine de yaramayacak birtakım bilgileri benden
almaya çalışırken, amacı beni yoldaşlarımın karşısında
“konuşan”, “bilgi veren” biri durumuna düşünmek. Onu atlatmak
için, aranan kişinin cezaevinde oldu%unu söylüyor ve bunda ısrar
ediyorum. Sonunda işkenceci bu işin peşini bırakıyor.
İşkence sırasında iyi bir direniş denince akla, işkenceciye hiçbir
bilgi vermemek geliyor. Ne var ki bu eşitsiz ve zorlu savaşta
bunu başarabilen azdır ve bunların birço%u, bunu, bazen yaşamları pahasına başarıyorlar. Bu süreci az bir fire ile atlatmak da
küçümsenmemeli. İşkencede koşullar bazen insanın önüne,
ZaTar11 olanı yararllya dönüştürme durumunu çıkartıyor. Bu,
işkence kurbanının konumu ve yeteneği ile birlikte sorgu1andı%ı
diğer kişilerin durumuna yakından bağll. Böyle durumlarda
işkencedeki direnme kişisel olmaktan çıklp kolektif bir karakter
kazanıyor. İnsan, başkalarınuı zarar vermeye açık kimi tutıılarını önleyip etkisiz kalarak, yitirilmekte olanı bir kazanıma
çevirebilir. Kolektif savunma ile kimi gedikler onarılabilir.
İşkence süresinin ayları bulan uzunlu%u ve birlikte sorgılandığlm insanların sorgusunuo karınaşıklığı, benim için birçok
değişikli%i birlikte getiriyor. Artık bilinen işkence yöntemleri,
direnç kırma özelliklerini yitiriyor. Çoğu kez, fiziki acı dışında
bana birşey hissettirmiyor. Direneyim ni, direnmeyeyim mi
düşüncesi yerini acının sona ermesini sablrla beklemeye
bırakıyor. Hatta bazı işkenceler, öme%in elektrik akımı, eski fiziki acıyı da, o ölçüde vermiyor artık. Di%er yandan, yo%un
işkence uygulamaları ve celladla kurulan zorunlu diyaloglar, çok
önemli saydıkları göz bağlama kuralım işlemez hale getiriyor.
“
›
84
Bayram Bozyel
gelişinden, bedenine verilen elektriğin ritmini anlıyorum. Akım,
kabuk ba%lamaya yüz tutan yaranın içinde ince, küçiik çizikler
oluşturuyor önce. Sonra bu çizikler genişleyip uzuyor, çatlaklara, yarıklara döniişiiyor. Yarıklar dibe kayıyor, taze, sıcak ete
ulaşıyor. Yaradan kan akmaya. başlıyor. Aylardır doktorun ve
dokunun birlikte onardı%ı yarayı işkenceci tekrar deşiyor.
İşkencecinin sesi bize kadar uzanıyor.
“Gözaltında beslenmekten nasıl da şişmanlamış o... çocuğu.”
Yeni getirilen ötekiler de sırayla işkenceye alınıyorlar. İlk darbede çökertilmek istendikleri açık. İşkenceci kısa zamanda sonuç
almaya, onları işkencenin yarattığı ilk şok içinde çözmeye
çalışıyor. Bu ilk şok atlatılırsa, onu izleyen işkence sürecine
dayanmak daha kolaylaşır.
Doruğa çıkarılan terör, bir süre sonra beni de içine alıyor.
İşkenceci hepimize birden vurmaya başlıyor. Herhangi birimizde
açılacak gediğin bir çözülmeye yol açaca%ı umuduyla üzerimize
yükleniyor. Şu anda işkencecinin istedi%i belli bir şey yoktur.O
her şeyi istiyor:
“Bize hepsini getireceksiniz; silah, kitap, bildiri, daktilo,
fotokopi makinesi, para... Nereden getirirseniz getirin!
Gerekirse bunların bir kısmından vazgeçeriz... Ama mutlaka
silah ve dökümarı getireceksiniz!”
İşkenceci en ufak bir şeyin bile peşinde. Yeter ki ilk adım atılsın. İşkenceci kurbanının ilk paniğinden yararlanarak onu
kolaylıkla dağıtabilece%ini düşünüyor. Kime gidiyorsa herkesin
onun üzerinde ifade verdiğini, her şeyin onda olduğunu ve her
şeyi onun bildi%ini söylüyor.
Bir sabah, daha gün doğmadan kaldırılıp götürülüyorum.
Gözba%larım açılıyor. Karşımda iri yapılı, esmer, palabıyıklı
biri oturuyor. Kulakları rahatsız eden bir sesle konuşmaya
başlıyor. Topladı%ı bazı bilgileri onaylamamı ve bu bilgiler
ışı%ında kendilerine yardımcı olmamı istiyor. Bunu yapmazsam
işkencelerin süreceğini söylüyor. Bir ay kadar önce tahliye
Diyarbakır5 Nolu
87
ruhsal sıkışıklık, yerini bir rahatlık ve güven duygusuna bırakmış. İşkence acı vermekten giderek uzaklaşıyor. Kendi silahları
işlemez duruma gelen işkenceci kuduruyor. Şaşkınlık ve bozgun
geçiriyor.
Sorgulamanın niteliği işkence yöntemlerine de yansıyor. Tek
tek sorgulama yerine, birçok insan aynı anda sorgulama ve
işkenceye alınıyor. Bazen, bir grup, belli bir süreyle bir odaya
konup istenilen bazı bilgileri vermeleri için anlaşmaları isteniyor.
Sözde bizi baş başa bırakıyorlar! Bu odalarda dinleme araçları
bulunduğu ve aynı zamanda bizim kendi aramızda konuşup
tartışırken boş bulunacağımızın hesaplandığı açık.
Kimi zaman da belli kişiler hedef seçiliyor, di%erleri tarafından
konuşmaya zorlanıyor. Kendilerine, “sizin işkenceden kurtulmanız ve gözaltına dönmeniz şu şu kişilerin konuşmasına bağlı.
Onları biran önce konuşmaya zorlayın!” şeklinde telkinlerde
bulunuyor. Bu yöntem kimi zayıf insanları zamanla etkilemiyor
da değil. Onların baskılarına karşı koymak, onları bu olumsuz
durumdan kurtarmak için çaba göstermek de direnişin bir
parçası.
,ı
86
Bayram Bozyel
İşkenceci, gözlerim açık olarak beni falakaya yatırıyor. Bazen
dört beş kişiye aynı anda işkence ediyorlar.
Başka bir giinün öğleden sonrasındayız Ö%1en öncesi
işkenceleriıı yorgunluğundanq sJyrılmaya çalışırken beni alıp
götürüyorlar. Bir odaya alındıktan sonra gözba%larım açılıyor.
Askıda Paşa var. Sırada da üç kişi. Silah isteniyor kendilerinden.
Bir süre askıda sallananı seyretmek zorunda bırakılıyorum.
Silah konusu beni de kapsıyor. Kendilerine silah getirmem
isteniyor. Silahım olmadı%ını söylüyorum. Bunun üzerine
alelacele Paşa'yı askıdan indirip beni yerine geçirdiler. Sonra
cinsel organıma elektrik akımı vermeye bağlandı. İşkenceci, çok
acil işi varmış gibi davranıyor.
Akım dalga dalga bedenimi sarslyor. İzliyorum. İşkenceci,
odada bekleyen arkadaşları, beni konuşmaya teşvik etmeleri için
zorluyor. Bir süre sonra beni indiriyorlar. Pantolonumu giymeme
fırsat vermeden bekleme yerine getiriyorlar. Nöbetçi er bana ne
yaptıklarını soruyor. Bir yandan ona cevap yetiştirmeye diğer
yandan giyinip yerime oturmaya çalışırken, bir kez daha kolumdan tutup götürüyorlar. Yine telaş ve aceleyle askıya almıyorum.
İşkenceci tekrar manyetonun başına geçip kolu öfke ve hınçla
çevirmeye başlıyor. Akım bana sıradan bir işkence gibi geliyor.
İşkenceeinin soruları bana yönelmiyor gibi. Askıya alınır alınmaz akım verilmesini, kollarımın acısını bana tattırma fırsatı
vermediği için, bir şans sayıyorum. Böylece dayanılmaz kol
ağrısı ikinci plana düşüyor.
İşkenceci büyiik bir hırsla manyeto koluna yükleniyor. Öfkesi
bedenime elektrik akımı biçiminde boşanıyor. Birçok kişiyi
yakalayıp getirmişler, ama elde var sıfır. Bu onurlarına
dokunuyor! Efendileri onlardan biran önce somut, işe yarar
sonuçlar bekliyor.
Uzunluğunu kestiremediğim bir süre sonra beni indiriyorlar.
Fizik etkinin dışında işkencenin bir zorluğunu duymuyorum
artık. İşkencenin, direnme çözülme karşıtlı%ını alevlendirdi%i
Diyarbakır5 Nolu
89
böyle devam edip gidiyor. Saatlerce sürdürülen bu uygulamaya
bazen kısa bir ara veriliyor ve sonra tekrar başlanıyor. Özetle
işkence devam ediyor, yalnızca sahnede manzaralar değişiyor.
Tek ayaküstünde durdurma uygulamasından sonra bu kez başka
yöntemlere geçildi.
Duvardan 1,5 metre kadar uzakta sıraya diziliyoruz. Duvara
doğru eğilerek tek elin işaret parmağı üzerinde durınamız
isteniyor. Vücut, p•ergin ayak parmakları üzerinde duruyor ve
bedenin ağırlığının büyük bölümü elin tek parma%ına yüklü
durumda. Parmak dışa doğru büküldükçe bükülüyor, kan
dolaşımı duruyor, parmak uyuşuyor, direncini yitirerek kökünden bükülüyor. Bu kez bedenin tüm ağırlığı elden duvara bağlı
tek kola yükleniyor.
Parmağın bükülmesiyle sırta, kollara, diz kemiklerine tüfek
dipçikleri ile postalların ucundaki çelikler inmeye başlıyor. Ama
tüm bunlar, uyuşan parmağı canlandırıp doğrultmaya yetmiyor.
Sonra yavaş yavaş kol da uyuşuyor. Direncini yitirerek bedeni
taşıyaınaz hale geliyor. Derken kol, oınuzlardan itibaren canllllğıııı yitiriyor, göğüsle duvar arasında sıkışıp kalıyor.
Göğüsten duvara yapışıyoruz. Nöbetçiler yine vurmaya başlıyorlar. Dayağın birişe yaramadığlnı gören “vasıfsız işkenceciler”,
uyuşan kolların ovulup silkelenınesine izin veriyorlar. Kol caılanınca işleme yeniden başlanıyor. Ama bu kez parma%ın ve
kolun uyuşması çok daha hızlı oluyor ve dayak dao kadar erken
geliyor.
Bu işkence devam ederken zaman zaman aramızdan bir ya da
iki kişi alınıp götürülüyor. Sonra onlar getirilip başkası altnıyor.
Bu işkence çoğu kez geceleri de sürüyor. İşkenceye sorgulaınalar
eşJik ediyor.
Bir gün, her zamanki muhatabıından başka biri beni bir odaya
alarak “dostça” konuşmaya başladı. İşkenceyle elde edemediğini anlaşılan tatlı dille koparmayı deniyor. Çeşitli konularda sorular sorup dikkatimi dağıtlrken aniden başka yöne kayıyor. “Bak
Bayram Bozyel
Tek Parmak Üzerinde
.
Klasik yöntemler işleıneyince, bu kez yeni işkence biçimlerine
geçıliyor. S, P, A, S, R,H ve beni tek ayaküstünde uzun süre durmaya zorluyorlar. Bu uygulama, belli aralıklarla günlerce
siiriiyor. Bu işlem bekleme yerinde yapılıyor ve nöbetçi erler
buna nezaret ediyorlar. fiöbetçilerin gözleri devamlı üzerimizde.
Tek ayak üzerinde, dayanma giicümüziin son noktasına kadar
durduruluyoruz. Nöbetçi, aya%ı yere inen kişiyi tekme, tokat ve
dipçikle döviiyor. Belli bir süre sonra havadaki ayaklar yere
diişüyor. ü'öbetçi dayak işini, ayağı yere inen herkese uyguluyor.
Dayak sonucu kaldırılan ayaklar anında tekrar yere basıyor. Bizi,
hem bu olanaksız işi yapmaya zorlayarak işkence ediyorlar, hem
de bunu bir dayak atma gerekçesi yapıyorlar. Örneğin sol ayaklar, daya%a ra%men havada tutulaınayınca, bu kez ayak
de%iştirmeyi emrediyorlar. Bir süre sonra tekrar aynı durum. Bu
Diyarbakır5 Nolu
91
bir blöfolduğunu da seziyorum. Blöfolmasa da paniğe kapılmamak gerek. İşkenceci, bu şekilde birkaç kez, ekibi yoldan
çevirmek için beni konuşmaya zorladıysa da durum degişmedi.
Ayrıca ekip neo zaman; ne de daha sonra dönmedi.
90
'
,
Bayram Bozyel
yavrum” diyor, “seninle, arkadaşların ve örgütünle ilgi bilgi istemekten vazgeçiyoruz. Sen bize PKK hakkinda bilgi vereceksin.
Üstelik onlarla aranızın iyi olmadığını biliyoruz. Bize yardım et
onları çökertelim!” Bazı isimler söylüyor, bunların gerçek kimliklerini, belirli yerlerde kifRlerin bulunduğunu, çalışmalarıyla
ilgili bildiklerimi soruyor.
Bu kişileri tanımadığımı söylüyorum. Bir daha üsteliyor,
umduğunu bulamayınca tatlı dili sertleşiyor, gerçek yüzü
beliriyor. Beni yumruklamaya başlıyor. Sonra daha da çılgınlaşıp soruyor:
-Kız kardeşin var mı?
-Yok, diyorum.
-Gelinin yok mu?
-Yok.
-Annen kaç yaşında?
-Elli.
-Öyleyse işimize yarar, diyor işkenceci.
-Hemen onu getirtelim... Anneni çırılçıplak işkenceye alınca
görürsün sen! Sonra evimin adresini alıp çıkıyor. Bitişikteki
bölmeden, sesini bana duyuracak şekilde, sözüm ona adresi
ekibe verip onları annemi almaya göndertiyor. Sonra içeri girip,
bir an önce karar vermemi haykırıyor.
-Hadi o%lum, çabuk konuş! Ekip evinize varmadan telsizle
yoldan çevirelim. Yoksa biraz sonra annen gözlerinin önünde
askıda olacak, çırılçıplak...
Bir şey bilmediğimi, annemi getirmelerinin durumu
değiştirmeyeceğini, onun bu işle bir ilgisi olmadığını söylüyorum. İşkencecilerin, insanlarımızm ahlaki ve sosyal değer
yargılarından yola çıkarak, onların onur ve şereflerini incitmek
için ellerini, kız kardeşlerini, annelerini, yengelerini getirterek
ve onlara da gözleri önünde işkence yaparak kurbanları çözmeye
çalıştıklarını biliyorum. Bu dönemde onlar bu tür alçaklığın,
iğrençliğin nice ömeklerini verdiler. Ancak bana yaptıklarının
Diyarbakır5 Nolu
9
Bekleme salonu boyunca, dar birkuşak üzerinde gidip döniiyorurn. Sürekli yürüyorum. Ayağımın önünü biraz görecek şekilde
gözba%larım gevşetilmiş. Sabah akşam, gece giindiiz yürümek
zorundayım. Uykusuz y(ırüyor, yiirütüliiyorum.
Aynı zamanda yemek ve su yasağı var. Yatmayacak ve oturmayaca%ım. Her nöbetçi kendisinden sonrakilere, benimle ilgili
bu yasakları ve işlemi devrediyor. Yiirüyüş tam birhafta siirüyor.
Bu bir hafta içinde üç-dört eş de%iştiriyorum. İlk iki gün Ali
Tekdal* ile yürüyorum. Sonra Hanifi arkadaşlık ediyor bana.
Daha sonra ise M. ile yürüyorum birsiire. Kimi nöbetçiler hızlı
yürümem için‘ beni dipçikliyor, kimileri ise nöbetlerinde beni
kendi halimde bırakıyorlar.
Bu bir haftalık yürüyüş sırasında toplam olarak ancak 4-5 saat
oturmama ve yatmama izin verildi. Bir iki kez de çok az miktarda yemek getirildi. Diğer tüm zamanım yürüyüşle geçti.
Haftanın sonuna doğru hesap yapan nöbetçiler, bu süre içinde
“Halep”e ulaştı%ımı söyleyerek dalga geçiyorlar.
Yürümekten bitkin düşüyorum. Ayaklara kan hücum ediyor;
şişiyorlar. Diz kapaklarından aşağısı, yukarısı gibi kalınlaşıyor.
Bacaklar soba borusu biçimine bürünüyor. Açlık midemi
kemiriyor. Karnım geriye doğru çekilip adeta sırtıma yapışıyor.
Uyktısuzluktan kafam çat1ıyor; ağırlaşıyor, taşınması güçleşiyor.
Takatim tiikeniyor.
Karşılıklı iki dizi halirıde esas duruşta oturanların arasından
gidip gelirken gözbağımın altırıdan gördüğüm ayakkabılardan
sahiplerini çıkarmaya çalışıyorum. İşkence edilenlerin çı%lıklarını duyuyorum. Yemek saatlerinde ötekilerin gidiş gelişleri
midemi kışkırtıyor. Geceleri nizami şekilde uyuyanların
hırıltıları, sayıklamaları, inen copların ardından çıkan çı%1ıklar
arasında yürüyonım. Her giindo%umunu yürüyerek karşılıyorum.
Bir ö%1e vakti. Çavuş, diğer tutuklular yemekten döndükten
92
Bayram Bozyel
“Ha1ep'e Varmışsındır”
Bir gün işkencecilerin hakkımdaki yarı gizli konuşmalarına
tanık oldum. İşkence odasırnn kuytu bir köşesinde, birinin sorduklarılıı öteki cevaplıyor:
-Elektrik verdiniz mi?
-Evet.
-Falakaya yatırdlnlz mı?
-Yatırdlk.
-Duş yaptırdınız mı?
-Yaptık.
-Ne yapalımo zaman? Yemek vesuvermeden şunu biryürütelim. Belki böyle çöker.
Başarısızlık işkencecileri yeni arayışlara yöneltiyor. O güne
kadar işkencede uygulanmaıuış, başlatıldıktan sonra ise
süreklilik kazanan yürütme işkencesi icat ediliyor.
Diyarbakır5 Nolu
95
Bana, başlarda direnip sonra “bülbül gibi öten militanlarımızın”
isim ve hikayelerini anlatıyor. İşi bir yerde, bizi “kandırarak zevk
ve sefa içinde yaşayanlara” getirerek içindekileri kusuyor.
Açllk, susuzluk, uykusıızluk, yorgunluk üst üste biniyor,
yürümek için gücüm tükeniyor. Son günlerde hızlı yiirümem için
sırtıma ve başıma vurulan sopalar artık işlemiyor bile. Dayakla da
olsa bedeni daha fazla zorlamak olanaksız. Nesnenin doğasına
aykırl bu.
Yürüyüşün yedinci günündeyim. Bendeki bedensel döküntü,
işkencecileri tedbirler almaya itiyor. Doktora çıkarılıyorum.
Doktor beni evirip çevirerek muayene ediyor. Sonuçtan memnun
değil. İşin ucunun kaçırılmak iizere oldu%unu belirtiyor. Yürüyüş
ve onunla birlikte yürütülen işkence paketi kaldırılıyor. İki gün
dokunulmuyor bana ve birkaç öğün olduğundan biraz fazla yemek
veriliyor.
Uzun yürüyüşten sonra ara verilen işkenceye çok geçmeden
tekrar başlandı. Yine Boğuk Ses uğraşıyor benimle. Böyle bir
günde Diyarbakır Emniyet Müdürü ve şimdiye kadar hiç
gönııediğimiz bazı polisler ve sivil giyimli kişiler “Disko”ya
gelmişlerdi. Sırayla konuşmam için ikna etmeye çalışıp telkinlerde bulundular. Bu şekilde birkaç kişi degişti. Sonra iş tekrar
boğuk sesliye kaldı.
Boğuk Ses, birkaç kez sigarasını ensemde söndürdü. Bu,
korkunç çığlıklar atınama yolaçtl. Emniyet Müdürü karşıda, duvar
dibinde olanları seyrediyor. Sonucu bekliyor belki de. Boğuk Ses,
adeta boynu bükük bir şekilde, müdüre anlatmaya koyuldu.
Acındırıcı bir ses tonuyla;
“Amirim,” diyor, “bana kalırsa bunda silah da yok, belgeler de.
Bu konu tekrar gözden geçirilse iyi olur.”
işkence kesiliyor. Sızllarımla baş başa bırakılıyorum.
!
94
Bayram Bozyel
sonra beni yemekhaneye götürüyor. Masada yemek dolu tabaklar duruyoro gün. Uzun zainandir yemek görmeyen gözlerim,
mideme sinyal veriyor aninda. Çavuş elime bir kaşik tutuşturuyor. Bunca açliktan sonra yemek dolu tabaklar iștahimi
kabartiyor. Şimdiye kadar masada böylesi bol ÿeTnek görülmüş
degildi. Ne var ki Çavuş'un komutlarina göre yemem gerek.
Çavuş, “sağdaki tabaktan bir kaşik al” diyor; aliyorum. Bu kez
de “Soldaki tabaktan bir kaşik al” diyor; aliyorum. Sonra tekrar
sağdakinden ve sonra soldakinden, derken, “kaşik birak!” komutu geliyor. Yemek dolu iki tabaktan toplam dört kaşik aldiktan
sonra yerime geri getiriliyorum.
O gece birsüreli%ine diğer tutuklularin arasinda oturtuluyorum.
Uykusuzluktan kafam davul gibi. Başim dönüyor. Bir türlü
dengemi tutturamiyorum. Üzerinde oturduğum tahta yana dogru
eğiliyor gibi. Derken yan tarafa düşüyorum. Yanimdakinin üzerine düşinüşüm, hemen uyaniyorum. Çok geçmeden, bu kez
di%er yana do%ru eğiliyor ve diğer yandaki arkadaşin üzerine
düşüyorum. Uyumamak için gösterdiğim tüm çabaya rağmen,
sağa sola yuvartanmaktan kurtulainiyoruin bir türlü.
Birkaç gece üst üste, akşam saat6 ile 12 arasinda esiner, orta
boylu biri başima bela olinaya başladi. Her akşam gelip beni
yemek yenilen yere götürüyor. Orda, bir yandan uzun
yürüyüşüine devam ederken, diğer yandan, kaba dayak eşliğinde
beni sorguluyor.
Bazen “tatli” vaatlerle beni yola getirmeye çalişiyor, bazen liizini
alamayip elindeki sopayla girișiyor. Dayak atarak kendini bir sñre
tatinin ettikten sonra, yürümeye devam etmemi söylüyor. Zaman
zaman elindeki yeterince sağlam olmayan sopa kirilip işlemez
hale geldiğinde, bu kez yerdeki sandalye ile girişiyor. Akşainlari
bu pis yaratiktan kurtulmayi ne çok istiyorum. Benden, birçok
şeyin yani sira özellikle silah istiyor.
“U1an oğluin, bir iki silah verrnekle örgütün yikilmaz ki! Bir iki
silahin ne önemi var?” diyor.
’“
Diyarbakır5 Nolu
97
bu türden dengesiz, hastalıklı kişilerin işidir. Ama her işkenceci
için anadan do%ma hasta ruhlu ya da böyle bir mesleğe uygun
yaratılmlştır denemez.O temelde “memur”dur, birgörevli... İşi,
işkence yapmak olan bir görevli. Zulüm düzeninin ayakta
kalması için oluşturulan çarkın bir parçası, vidasıdır işkenceci.
Bir kere işe başladıktan sonra, her meslekte olduğu gibi bunda da
başarı, ona iyi biçimde konsantre olmaya ba%lı. Ve bu iş, onu
ruhsal anlamda yoksullaştırır, alçaltır, hayvanlaştırır.
Filmin son bölümü çekilecek. Oyuncular, figüranlar, dekor,
hepsi hazır. Oyun içindeki değişikliklerle birlikte senaryo da
hazır. Müzik ise daha çok filmin çekimi anındaki duruma göre
şekillenecek.
Beni üç arkadaşla birlikte askı odasına getiriyorlar. Bu,
Disko'da yaşadığım son işkence. Belleğimin kayıtlarına derin
biçimde kazanacak, acı tomı bağlayacak içimde.
İki üç kişi beni askı ağacına bağlayıp havalandırıyorlar.
Ayaklarım 70-80 santimetre kadar yerden yüksekte. Gözlerim
açık. Kendi bedenimi, işkencecileri, işkence araçlarını, her şeyi
olduğu gibi görüyorum. Tam karşımdaki bir sandalyede
“adamım” oturuyor. Sağında solunda üç-dört kişi ayakta.
Karşıda sol tarafta, hayaletleri andırarı üç yoldayım var. Beni
seyretmeleri için gözbağları açılmış.
İşkencedeki hasadı bölüştürüyorum. Fiziki acı bana düşüyoro
sahnede. Onlara ise psikolojik acı, beni seyretmenin acısı.
Her şey kollardaki sızıyla başlıyor. Bütün acı kolların bedenle
buluştuğu yerde yoğunlaşıyor. Acı, yükselen bir doğrultu izliyor.
Ağır bir basınç altındayım. Sıkışıyorum. Bedenim kasılıyor.
Büzülüp açılıyorum. Vücudumdan ter boşanıyor, ayaklarıma
doğru süzülüyor.
İşkenceci dudaklarına bir fıltreli sigara alıp yakıyor.
Sigarasından kesik kesik dumanlar çıkıyor. Ara slra bir şeyler
söylüyor, genelde dikkati benim üzerimde.
“Haydi oğlum, söyle!” diyor. “Konuşacaksan indirelim seni
96
Bayram Bozyel
İşkenceci
İşkencehanede Erzurum'lu olduğunu gizlemeyen birnöbetçi er
vardi. Faşist gruplar icinde çalışmış olmalı. Ötekilere oranla çok
daha saldırgan. Sesi tutuklularda ürküntü ve tiksinti yaratıyor.
Her gün uygulanan giinlük işkence programına kendisi özel
katkılarda bulunuyor. Günde iki-üç kez nöbet alıyor ve nöbetleri
iki saat siirüyor. Son yirmi günde bize eski günleri aratır oldu.
Her nöbetinde tutukluları birkaç kez sıra daya%ından geçiriyor,
susuz bırakıyor. Doyumsuz kalan nice sadistçe fantezilerini bize
uyguluyor. Her gün beraberinde bir Tercüman gazetesi getiriyor.
Oradan bazı pasajlar okuyor. “Bakalım bugiin oruspu Nazlı* ne
yazmış!” diyor. Son günlerde bu kişi, işkencede a%ırlıklı bir yer
işgal etmeye başladı.
İşkenceci tipi genellikle hasta ruhlu, mazoşist, sadist bir kişi
olarak diişiiniilür. Ge(çekten de bir ınsana işkence yapabilmek,
’Gazeteci Na-lı Ilıcak kastediliyor.
Diyarbakır5 Nolu
99
Gözaltına Dönüş
Ertesi gün ifadelerin alınmasına geçildi. İfadeleri alınan birçok
kişi gözaltına gönderildi. Biz altı kişi yine orada bırakıldık.
Gerekçe olarak, komutanlıktan emir geldiği, bu emre göre, beş
adet silah verinceye kadar da orada kalmamız gerektiği belirtildi.
İstenen silahların sayısı her gün birer tane indirilerek en son
ikide takılıp kaldı. Bu süre içinde bize dokunulmadı.
Nöbetçilerin yaptıkları hariç elbet.
Anlaşılan işkencecilerle son uzatmaları oynuyorduk.
İkinci soruşturmanın otuzuncu günündeyiz. Sabah saat 9-10
arasında, bir ara benimle akşamları uğraşan kişi bekleme yerine
gelip “hala getirmediniz mi?” diye bağırdı. Sonra bana, “kalk
yürü!” diye gürledi. Kalkıp yürümeye başladım. Elindeki balta
sapı kalınlığındaki sopayla sırtıma bütün hıncıyla birkaç tane
indirdi, küfürler savurdu.
Tam o sırada başkaları içeri girerek “kalkın” dediler. Beni de
98
'
"
Bayram Bozyel
ordan.” Sigarasmın sonunu getiriyor. Ardından çay istiyor. Çdy1
usul usul karıştırıyor ve ağzını şapırdatarak içiyor. İçindeki
nefreti ve kızgınlığı, çayını keyifle içer gibi yaparak bastırmaya
çalışıyor.
Bedenimin acıdan çizdiği kıv+ımlar giderek silikleşiyor.
Sağa sola ağırlık kaydlrma için gösterdiğim çaba nafıle. Aci
doruğa ulaşıyor. Aslında acı olayında doruk diye bir nokta yok.
Beden duyarlılığını yitirdiğinde, ancak acıson buluyor
Evet, bu son işkence sahnesinin tam bir foto%rafını çıkarmam
mümkün değil. Bellek çoğu görüntüleri silmiş kayıtlardan.
İşkencecinin çayını aralıklı yudumlarla bitirdiğîni, birinin boş
bardağı götürdüğünü hatırlıyorum. Sonra neler oldu, askıda ne
kadar kaldım bilemiyorum. Kendime geldiğimde yerde, betonun
üstündeydim. Dirilme başlı başma bir süreyi kapsıyor. Kollarıma
ve bacaklarıma canlılık ve enerji kayıyor.
Doğruluyorum.
Diyarbakır5 Nolu
101
yaralamış olmak, gizli bir örgüte üye olmak ya da silah bulundurmak gerekmiyor. Tümüyle yasalara uygun olarak kurulmuş
biröğretmen örgütü, gençlik veya kültür derneği ya da sendikaya
üye olmak; solcu, ileriei ya da yurtsever olmak, suçlu, hatta
“terörist” sayılmak için yeterli.
Mahkeme dönüşünden sonra gözaltındaki saatlerimiz sayılı
artık.5 Nolu' ya gidişin son hazırlıkları yapılıyor. Geride kalanlar, cezaevi için bize, giyecek ve benzeri işe yarar şeyler veriyorlar. Bu güç koşullarda bulabildiklerinden elbet...
Öğleden sonra saat üç sıralarında, “gitmek için hazırlanın,”
haberi geldi.
Hazırlıklar tamam zaten. Geriye bir şey kalıyor.
Şimdi halay tutuluyor.
Herkes kol kola giriyor, kocaman çemberler oluşuyor. Sesin
dışarıya taşmasına aldırmadan govend çekiyor, hep birlikte
türküler söylüyoruz. Govendin dışında kalanlar el çırparak
tempo tutuyorlar. Govend giderek kızışıyor. Hareketler canlanıp
hızlanıyor. Coşku, dışardan izleyenleri de sarıyor, onlar da dilana
katıltyorlar. Govend kolu uzadıkça uzuyor. Gidenler ve kalanlar
görkemli birbütünlük oluşturuyor. Govend kolu, yatakhane içindeki boşluğa sığamaz kadar uzadığında duruyor.
Gidenler ve kalanlar karşı karşıya uzun birer sıra oluşturup
vedalaşıyorlar. Kimileri gözyaşlarım tutamıyor.
1. ve 2. Koğuşlardan çıkan toplam 38 kişi kapalı bir arabaya
bindiriliyoruz. Önden ve arkadan başka silahlı araçlarla korumalı arabamız, hareket ediyor.
Arabadan dışarıyı görebilecek bir-iki delik var. Böylece gittiğimiz yolu öğreniyoruz. Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin yanından aşağı iniyoruz. Öğretmen Oku1u'nun yanından geçerek sağa
sapıyoruz. Her adımında yaşantımızın bir parçası saklı güzelim
Diyarbakır! Cadde boyunca yürüyen tanıdık tanımadık insanlarımızı selamlamak geçiyor içimizden. Bu sokakları ve onları
uzun zaman, bazılarımız ise hiçbir zaman, artik göremeyeceğiz.
100
Bayram Bozyel
kaldırılanlara kattılar. Ara koridordan geçirilip eşyalarımız verildi. Gözlerimiz ba%lı, 'Disko' doknuşuyla yeniden gözaltına
yöneldik.
Gözaltında coşkun bir karşılama içinde bulduk kendimizi.
Başta, birkaç gün önce buraya dönenler olmak‘uzere, herkesin
yoğun ilgisi bizim iizerimizde. Herkes tanıdık gibi davranıyor.
Bir ay önce buradan ayrılırken bıraktıklarımız içinde pek az kişi
kalmış. Ötekilerin bir bölümü tahliye olmuş, bir bölümü ise
cezaevine gönderilmiş. Gözaltı yeni insanlarla dolmuş. Buna
ra%men hemen herkes adımızla çağırıyor bizi. İşkencede
yaşadıklarımızı, bizden önce dönenlerden bütün ayrıntılarıyla
öğrenmişler. Gösterdikleri saygı, gururumuzu okşuyor.
Yiireğimiz bir çocuğunki gibi sevinç dolu. Gizliden yöneltilen
parmakların hedefi olmanın verdiği huzur, çekilen acıların bin
katına değiyor. Direnmek ile yaşamak arasındaki bağt daha iyi
anlıyorum. B irinci soruşturmadan birlikte döndüğümüz
arkadaşları soruyorum. “Onlar mahkemeye çıkarılıp tutuklandılar, şimdi cezaevinde,5 No1u'dalar,” deniyor. İçime birağırlık çöküyor.
Burada yani gözaltında,5 Nolu cezaevi dillerde. Ondan söz
edilince çoğu zaman sesler kesilir, yerini bakışların gizemli diyaloguna bırakır. Ça%lar öncesi efsanevi bir olaydan söz edilir
sanki. Anlatılanlar bazen abartı gibi gelir; insan, inanıp inanmamakta güçlük çeker. Vahşet, barbarlık ve benzeri sözcükler5
No1u'yu anlatmakta yetersiz kalır çünkü.
Üç dört gün kadar süren savcılık ifadelerinden sonra askeri
mahkemeye çıkarıldık. Onbeş dakika gibi kısa bir süre içinde 43
kişinin “savunması alındı!”5 kişi hakkında tahliye kararı verildi, 38 kişi hakkında ise tutuklama kararı. Kendimizi daha önceden moral olarak bu sonuca hazırladığımız için şaşırmadık.
Suçluluğunuz hakkında yeterince kanıt olsun ya da olmasın,
tutuklanmak sürecin beklenen “doğal” birhalkasıdır.
Hem “suçlu” olmak da ne? Bunun için, ille de birilerini öldürüp
Diyarbakır5 Nolu
103
II. BÖLÜM
BuAcı
Gelecek Kuşaklara Kalacak
Faşizm yüzyılımızın ilk yarısında derin izler bıraktı. Bu izler
bugün de canlıdır. İspanya'da, İta1ya'da, Nazi A1manyası'nda
yaşananlar üstüne nice kitaplar yazıldı, filmler yapıldı. Hala da
yapılıyor. Faşizmin insanlığa yaşattığı acılar nice tabloya, müzik
yapıtına, tiyatroya yansıdı.
Faşizm, çıkardığı 2. Dünya Savaşı macerasında büyük bir
yenilgiye uğradı, ama düşünce ve eylem olarak tümden sonbulmadı. O, savaştan sonra da şu ya da bu ülkede, sermayenin diktatörlüğünü sürdürmek, demokrasi güçlerini ezmek için
emperyalizmin desteğinde boy veriyor. Arjantin'de, Şili'de,
Türkiye'de olduğu gibi.
Alman faşizmi, Nazi kampları ile kendisine birbarbarlık şaheseri yarattı. İnsanlık bu kamplarda olup biteni şimdi aclyla,
tiksintiyle anıyor. Ama onlar tümden insanlık yaşamından
102
Bayram Bozyel
Lise Caddesi'nde Atatürk Anıtı'nın çevresinden dolanıp Ofis'i
ve demiryolunu aşarak Koşu Yolu'ndan devam ediyoruz. Derken
5 Nolu'nun duvarları görünüyor. İnmeden önce bu kez kendi
aramızda vedalaşıyoruz. Araba keskin bir kavis .çizerek cezaevinin dış kapısından girip durÎiyor.
Arabadan inmemiz için arka kapı açılıyor.
İçlerinde lise 1. sınıf öğrencisi de bulunan, çoğunluğu üniversiteli 38 genç, birazdan çağın en iğrenç zindanma kilitlenecek.
Ne var ki onlar, yüreğimize ve bilincimize kilit vurmayı hiçbir
zaman başaramayacaklar.
Diyarbakır5 Nolu
105
Osmanlıların ve Türklerin tarihinde uygulanan işkence yöntemleri uygulandı, yeni denemeler yapıldı. Buralar faşist rejim ve
arkasındaki emperyalist güçler için bir laboratuar işlevi yaptılar.
Cezaevlerindeki uygulamalar hiç de şu ya da bu yöneticinin,
subaym ya da görevlinin keyfine ve tutumuna bağlı ve rastlantı
ürünü değildi. Her şey, cezaevinden sıkıyönetim komutanlıklarına, MIT mercilerine, hükümete, faşist generallere, CIA' ya ve
ABD'deki “dost ülkelef’ için işkence uzmanı yetiştiren merkezlere
kadar uzanan bir ağ içinde, ince ince düşünülmüştü, sistemli idi.
Programlar sosyal, siyasal, psikolojik, bilimsel veri, gözlem ve
deneyimlerin ışığmda hazırlanmıştı! Sonuçları uzun sürede alınması düşünülen pasifikasyon programları idiler.
Bu işkence çarklarında yüzlerce insanımtz yaşamını yitirdi ve
binlercesi bedensel ve ruhsal bakımdan sakat kaldı. Toplumun
cezaevlerinde yaşanan olaylardan öğreneceği çok şey var. İnsanlık ve hizmetindeki bilim dağları, cezaevlerinde olup bitenlerden
tükenmez konular bulacaklar. Tarihe, genelde insanlık için
utanılacak bir sayfa olarak geçseler de cezaevleri, içerdikleri
deney ve konu zenginliği ve soru işaretleriyle hem bilim
adamlarını, uzmanları yeni arayışlara yöneltecek, hem de onlara
yeni ufuklar açacaktır. Yazarlar, sanatçılar orada zengin bir
hazine bulacaklar.
En başta siyasal bilimlerin konusu olmalı cezaevleri. Değişik
sınıf ve tabakalaTdan gelmiş, bilinç ve eğitim düzeyi farklı nice
insan ve onların cezaevindeki tavır ve tutumları, birbirleriyle
ilişkileri araştırmacılar için önemli bir malzeme değil mi? İnsanları aynı zamanda eğitim, kültür, kişilik ve geldikleri çevreler
baklmından sergiledikleri eğilim ve davranışları sosyal bilimler
için zengin birkoleksiyon oluşturur.
Kuşkusuz, cezaevlerinde olup bitenlerden en çok malzeme
bulacak olan bilim dalı psikolojidir. Sanmam kihiçbir yer cezaevlerinin sunduğu psikolojik çeşitliliği ve canlılığı verebilsin.
İşkencelerin çoğunun insan psikolojisini hedef aldığı
104
Bayram Bozyel
silinip atılabildiler mi? İnsanlık, kendi değerlerini yıkan,
aşağılayan bu vahşet sayfasını tümden kapatabildi mi? Ne yazık
ki hayır! Bu barbarlık Şili'de, Arjantin'de, Peru'da, Vietnam'da,
Türkiye'de ve nicesinde daha sonra da yaşandJ ve kimisinde
bugün de devam ediyor. Bir, ‘12 Eylül sonrasi Türkiye ve
Kürdistan'da cezaevlerinde yaşananların, Nazi kamplarından bu
yana, insanlığın gördüğü işkencenin, aşağılanmanın, vahşetin en
yoğun, eşine az rastlanır örnekleri olduğunu söylersek, bu bir
abartma değil, belki alçak gönüllülük olur. Cezaevleri elbet,
toplumda kendi başına, toplumun öteki kurumlarmdan kopuk bir
olgu değil. O, sistemin genel bir ürünü. Orada olup bitenin açıklanması, toplumun genel gidişinin ve yapısının kavranmasını
gerektirir.
12 Eylül darbesinin amacı işçi sınıfına, Kürt halkını ve
toplumun tüm öteki demokrasi güçlerini ezmekti. Faşist darbe,
tüm öteki amaçlarına ulaşmak, iç ve dış tekellerin istemlerini
yaşama geçirmek için böyle bir yol izlemeye zorunluydu. 12
Eylül 1980'den bu yana, cunta ve onun izinden yürüyenler,
bunun için tüm araçları ve kaynakları seferber ettiler. Toplumun
tüm öncü, bilinçli kesimleri eezaevlerine sokuldu. Terör tüm
ilerici örgütlere, siyasi partilere, sendikalara, gençlik ve kadın
örgütlerine yöneldi. İşçi lideTleri, Kürt yurtseverleri, sosyalistler,
demokrat insanlar, öğretmenler, öğrenciler, aydınlar, sanatçılar,
özetle, yüzbinleri bulan toplumun düşünen ve yaratıcı kayma%ı
bu terörün kurbanı oldu. Kendisi boydan boya birgeniş cezaevine dönüşen Türkiye'de, cezaevleri amansız bir işkence çarkına dönüştü ve rejimin temel bir öğesi oldu. Kürdistan'da ise bu
çark çok daha amansız işledi, sömürgecilerin yüzyıllar boyu
sergiledikleri nice barbarlığı, vahşeti kat kat gerilerde bıraktı.
Cezaevleri 12 Eylül teröründe bir doruktur. Faşist rejim orada
toplumun tüm ilerici, yurtsever güçlerini fizik ve moral olarak
yok etmeye çalıştı. Cezaevlerindeki uygulama tam bir toplumsal
katliama dönüştü. Tarih boyunca başka ülkelerde ve bizzat
Diyarbakfr5 Nolu
107
ağabeylerinin, ablalarının, bir başka yakınının, kimi zaman da
bunlardan birkadının görüşüne gide gele büyüdüler.
Yüz binlerce çocuk, doğuştan ilkokula başlayana kadar geçen
koca birsüreyi görüş yollarında tükettiler, yüz binlercesi cezaevi yollarında ilkokulu bitirdi. Yüz binlercesi çocukluktan
ergenliğe, gençliğe adım attı.
Yüz binlerce genç, yüreklerine içerdeki bir sevgilinin acısını
doldurdular. Hem görüşe gidip geldiler, hem iş aradılar,
evlendiler. Çokları cezaevi yollarında bilinçlenip yeni birkimlik kazandı.
Yüz binlerce insan cezaevi yollarında yaşlandı, emekli oldular.
Pek çokları, içerdeki yakınlarının özgürlüğe kavuştuğunu
göremeden bu dünyadan göçüp gitti. Kiminin yüreği bunca acıya
dayanamadı.
Her gün milyonlarca insan sabah kahvaltısında, işte, kalıvede,
okulda, ya da başka bir yerde cezaevleriyle ilgili bir şeyler
konuştu.
Ve daha onyıllar boyu, milyonlarca insan, işkencenin bıraktığı
izleri yaşamında duymaya devam edecek. Ya işkencede yitirdiği
bir yakınım düşürıecek ya da bizzat kendi başından geçen olayları
hatırlayacaktır. Bir sakat akraba, dost ya da tanıdık, canlı bir anıt
gibio günleri sık sık hatırlatacak. Kah cezaevleri ile ilgili bir film
seyredilecek, kah bir roman okunacak. Kimi zamano günleri
anlatan bir melodi, kimi zaman bir şiir kulaklarda yankılanacak.
Makalelerin, açık oturumlarm, konferansların, bilimsel araştırmalarln konusu olacak cezaevleri.
106
Bayram Bozyel
düşünüldüğünde, bunun psikoloji dalı bakımından önemi daha
da anlaşılır.
Yüzlerce işkence türüne karşı insan fiziğinin dayanma gücüne
ne demeli? Günlerce süren susuzluğun, aylara yaran açlığın,
dayanılmaz soğuk ve uykusu luğun, bozuk, kirlı ve tehlikeli
yiyeeeğin, daracık ve pis yerlerde havasızlığın insan denen canlının üzerindeki tahribatı yönünden cezaevinin do%a bilimleri
için son derece önem taşıdığı açık değil mi?
Cezaevlerinin, daha doğru bir deyişle işkence şarkının do%al
bir uzantısı haline getirilen mahkemelerde ise hukukun içine
düşürüldüğü gülünç ve acınası dunım, hukuk adına incelenmeye
değer! Hukuk adına işlenmiş cinayetler ve yüzkaraları yönünden
bu dönem parlak örnekler sundu.
12 Eylül sonrası cezaevi yaşamı ülkemizin romanl, hikayesi,
şiiri, tiyatrosu, sineması, müzi%i, resmi için zengin bir kaynak
olacak; insanlarımızın bu acı öyküsü gelecek kuşaklara kalacak.
Cezaevlerindeki işkence çarkı, görünürde doğrudan içerdekilere
yönelikse de etkileri çok daha geniş bir çevreyi, gerçekte tiim
toplumu kapsadı. Bu dönemde cezaevleri toplum yaşamında
onarılması zor ve zaman alacak yaralar açtı, silinmesi güç derin
izler bıraktılar. Cezaevleri sorunu ekmekten ve işten, konut ve
eğitimden çok daha can alıcı bir sorun haline geldi. Bu dönem
Türkiye'sinin yaşamı ve sistemi gerçek ifade ve kimliğini cezaevlerinde buldu.
Bu dönemde Türkiye'de ortalama her aileden bir kişi, bu
toplumsal soykırımda ya öldürüldü ya da sakat bırakıldı. Elli
milyon insan, cezaevlerindeki işkencelerin etkisini kendi çocuklarının, aile bireylerinin, yakmlarının şahsında yaşadılar, yaşamaya devam ediyorlar. Toplumda açılan yara her eve, her köşe
busağa işledi, insanlara acı verdi.
Yüz binlerce bebek, kafaları ve yürekleri cezaevindeki yakınlarında olan annelerin çocukları olarak dünyaya geJdiler. Yüz
binlerce çocuk, cezaevleri yollarında, annelerinin, babalarının,
Diyarbakır5 Nolu
109
oldu, türlü hastalıklara yakalandı, fiziksel ve zihinsel olarak
verimsizleşti. Onlar, cezaevinden sağ çıksalar bile, gördükleri
tahribat onların ilerdeki yaşamlarını etkilemeye devam edecek
ve büyük ihtimalle ömürlerini kısaltacak.
Tutuklu ya da hükümlüler bu uygulamalardan sadece fizik
olarak değil, zihınse1 açıdan da kötü biçimde etkilendi. Gün
boyu çeşitli kez söyletilen ırkçı, militarist marşlar ve işkencecilerin “eğitim” adım taktıkları uygulamalarla insanlar aşağılandı. Bunlarla bir bellek bitirme programı uygulandı.
Düşünmeye ve konuşmaya zaman bırakılmayan bu gerilim
içinde kişi, zamanla ruhsal, düşünsel bakımından geriliyor.
Anne, baba, kardeş, çocuk ve sevgili gibi yakınların yuz şekilleri unutuluyor, geçmiş belleklerden siliniyor.
Genelde 12 Ey1ü1 uygulamaları, özelde’ ise cezaevlerindeki
işkencelerin bir amacı da devrimci hareketi ve halkı psikolojik
olarak sindirmekti. Birçok insanın, göz önündeki örneklere
bakarak böylesi bir riski göze alamayacağı düşünüldü.
“Devletin gücü” ortaya konarak böylesi bir gücün “aşılamayacağı” empoze edilmek istendi. Bir yandan dışarıda yapılan sistemli propaganda ile devrimci mücadeleye heveslenenleri
nelerin beklediği fısıldandı, di%er yandan, içerden çıkanların
bir kısmı bunu kendiliğinden üstlendi.
Bazen, devrimcı mücadeleyle veya yurtseverlikle hiçbir ilgileri olmadığı halde, sıradan insanlar içeri alınarak toplumu
oluşturan apolitik çoğunluğa gözda%ı verildi. Görüşe giden,
mahkemelere gelen insanlara sunulan işkence tabloları ile
sindirme programı güçlendirildi.
İşkencenin amaçlarlndan biri de yargılama sürecine istenilen
yönü vermekti. Politik tutukluların mahkeme salonlarını bir
mücadele arenasına çevirecekleri bilinmeyen bîr şey değildi.
Sistemin içyüzü ortaya serilecek, komplo ve düzmece davalar
açığa kavuşturulacaktı. İşkence çarkı olmasa, bu tür davalarda
savunmalar yolları alır, kitleler bilinçlenip taraf tutardı. Bu
108
Bayram Bozyel
Amaç Neydi?
Cezaevlerindeki bu uygulamaların en önemli amaçlarından
biri bu sömürü ve zulüm rejimine karşı olan toplumun en bilinçli ve mücadeleci unsurlarını fiziki olarak yok etmek, etkisiz
hale getirmekti. İşkencelerde doğrudan adam öldürmek, bu
amaca varmak için kullanılan yollardan yalnızca biridir. Ama
asıl izlenen yöntem, insanların uzun vadeli ve toplu yok ediImesidir. Yıllarca süren işkenceler sonucu insanlar sakat kalıyorlar.
Yine yıllarca uygulanan, belli sürelerle susuz ve aç bırakma
(ancak ölmeyecek derecede yemek verme), soğukta bırakma,
soğuk suyun içinde saatlerce yatırma, hastaları tedavi etmeme,
hastalıkların ötekilere de bulaşması için, bulaşıcı hastalıklara
yakalananları koğuşlardan almama, zamana yayılmış katliam
için başvurulan yöntemlerdir. Bu uygulamaların sonucu
yüzlerce insan yaşamını yitirdi, onbinlerce kişi ise sağlığından
Diyarbakır5 Nolu
lll
teslim olmadılar; aydınlığa açılan dar, karanlık ve uzun bir koridordan geçer gibi geçtiler, ordan. Onlar cezaevinde “yatmadılar”,
tersine bilendiler, daha çok bilinçlenerek çıktılar.
110
;
'
!
'
)
Bayram Bozyel
durumda yüzlerce sanıklı dava dosyalarını tez. zamanda
bitirmek ve diledikleri gibi ceza dağıtmak güç olurdu. İşte
bütün bunlara meydan vermemek için aylar, yıllar süren
işkencelerle tutuklular uslandırılmalı ve hiç kimseye -avukatlar dahil- savunma hakkr verilmemeliydiî Suçlama olacak,
ama savunma olmayacaktı! Kendileri sorup yine kendileri
cevap vereceklerdi. “Bağımsız ve adil” mahkemeler böyle
çalışacaktı...
İşkence çarkı ile insanlar yaptıkları, çoğu zaman da yapmadıklarl işler konusunda “itirafa” zorlandı. Bazı istisnalar
dışında, bütün “itiraflar” işkence yoluyla alınmıştır.
İçerdeki insanı itirafa zorİamak bu celladlar için birçok
bakımdan önem taşıyordu. Bu yoldan elde edilen bilgilerle,
daha önce çözülememiş düğümler çözülecek, soruşturma
döneminde ortaya çıkarılamayan örgütsel ilişkiler açığa
kavuşacaktı.
Soruşturma safhasındaki işkenceler bütün ağırlığına rağmen
süreliydi. Bir ay, iki ay, üç ay... Oysa cezaevine adım atmakla birlikte kesintisiz bir işkence dönemi başlıyordu. Bu
koşullarda işkenceci kimi zaman kolaylıkla, kimi zaman da
uzun uğraşlar sonucu amacına ulaşabiliyordu. Amaç sadece
yeni bilgiler elde etmek değildi elbet; bundan da önemlisi
devrimci hareketi moral açıdan çökertmek, insanlar arasında
güvensizlik yaymaktı.
Faşist rejim bu alanda amaçlarına ne ölçüde ulaştı, bu ayrı
bir konu. Kamuoyu içerdeki itirafçılara ilişkin olarak bilgi
sahibidir ve faşist rejimin, “pişmanlık yasası”na rağmen
umduğunu hiçde bulamadığını iyi biliyor. Geçmişte devrimciler birçok kez burjuvazinin zindanlarını bir eğitim yerine,
bir okula çevirdiler. Bu kez de Nazi kamplarından aşağı
kalmayan, hatta kimi hallerde daha da aşağılayıcı koşullara
rağmen, aynı şey oldu. Taşa toprağa can vermesini bilen
insanlarımız, faşizmin cezaevlerinde de umutlarını yitirrr.edi1er,
Diyarbakır5 Nolu
11a
sivrildi. Burada diğer cezaevlerinden daha şiddetli, daha katmerli bir işkence ağı oluşturuldu. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerde
cezaevleri faşist güçler için bir laboratuar işlevi görüyorsa,
Diyarbakır'daki5 Nolu Cezaevi'nin bu sistem içinde özel bir yeri
olmalı.
Cezaevi çlkışı yazdığım bu notlarla, doğrusu cezaevi gerçeğini
çok yönlü ve yeterince ortaya koyabileceğim iddiasında de%i1im.
İçerden, parça parça da olsa kimi görüntüleri yansıtan bu notlar,
belki kamuoyunun orada olup bitenleri öğrenmesine yardımcı
olur. Belki bu notlar, gelecekte konuya daha derinliğine ve bilimsel bir çerçevede eğilmek isteyenlerin işine yarar.
Politik grupların içerdeki tutumları, kimi olaylara karşı tepkileri, bu grupların birbirleriyle ve cezaevi yöntemi ile ilişkileri
cezaevi olgusunun önemli bir boyutunu oluşturur. Ama ben bu
notlarda bu, konulara değinmeyeceğim. Bunlar, belki tümüyle
ayrı bir çalışmanın konusu olabilir.
112
Bayram Bozyel
5 Nolu Cezaevi
Türkiye ve Türkiye Kürdistan'1nda estirilen terör ve yapılan
vahşetin içinde cezaevleri bir doruksa,5 Nolu' ya özel bir yer
vermek gerekir. Burada vahşetin dozu tüm ötekileri geride
bıraktı. Tüm ultra işkence teorileri burada denendi. İşkencecilerin içine düştükleri iğrençliğin derecesi, diğer hiç bir yerdeki
işkenceciye nasip olmadı. Bu nedenle insanlar, bu dönemde
cezaevlerinde yapılanları genel olarak toplu katliam olarak
nitelerken,5 Nolu'daki özel durumu belirtmekte güçlük çekiyorlar. Bu özel ve farklı uygulamaya yaratan5 Nolu'daki insanların
ulusal bileşimi idi elbet. Buraya Kürdistanlı sosyalistler, yurtseverler doldurulmuştu.
Faşizm tüm sola, demokrasi güçlerine, gerçekte tüm halka düşmandır. Bu düşmanlık başka halklara karşı daha da azgındlr. Bu
nedenle, 5 Nolu'daki uygulama, ırkçı ve sömürgeci yanıyla
Diyarbakır5 Nolu
115
tiksinti verici biçimde bize kadar ulaşıyor.
Şu andan itibaren kendine özgü yasalarla işleyen bu cehennemde soluk alacağız, bedenimizin en ince dokusuna, duygu ve
düşüncelerimizeo hükmedecek. Zaman zaman kötü bir düş
dünyasında yaşadığımızı sanacak, algılarıınızdan kuşkuya düşecegiz.
Ana koridorun hemen girişinde, koridordan demirlerle ayrılan
bö1i'ınde, güneye düşen duvarın önünde tek sıra halinde
diziliyoruz. Sırtımız duvara, yüzümüz karşıdaki masalarda oturan kişilere dönük. Kimlik kontrolümüz yapılıyor. Çevremizde
onlarca teğmen, yüzlerce er, onbaşı, çavuş rütbesindeki
gardiyanlar üzerimize çullanmak için sabırsızlıkla bekliyorlar.
Sağa sola koşuşuyor, avlarlna dişlerini gösteriyorlar.
Bir anda başlar koridorun uzayıp giden yönüne dönüyor.
Gözleri kan çanağına dönüşmüş, uykusuzluk ve belki de uyuşturucudan göz kapakları buruşmuş, parkeli Yüzbaşı Esat geliyor.
5 Nolu'daki toplu katliamın mimarı bu ünlü işkenceci, köpeğiyle
birlikte koridorun derinliklerinden, bilmem hangi koğuşu
“denetlemekten” geliyor. Uyuşturucu kullandığı iyi bilinen
Yiizbaşı Esat, yanımıza gelerek cızlrtılı sesi ve peltek diliyle
kimler olduğumuzu soruyor. Sonra bir-iki arkadaşa, kiınliklerine
ilişkin sorular yöneltiyor. Köpe%i de bu arada bacaklarımızın
arasında dolaşıyor, bizleri kokluyor ve sanki bir şeyler arıyor.
Gerçekte yüzbaşı kimler olduğumuzu, daha buraya gelmeden
çok önce biliyor. Karşılama töreni'nin ayrıntıları bile, kendisi
tarafından çok önceden hazırlanmış. Ama yine de yalnızca cezaevinin bazı idari, bürokratik işleriyle u%raşan bir yönetici imajını
vermeye çalışıyor. Sonra, köpek ve yüzbaşı çekip gidiyorlar.
Kimlik belirleme işlemi kısa sürede bitirildi. Belli ki böyle bir
görev can sıkıcı bulunuyor. Gelen emir üzerine sola dönerek,
askerlerden oluşan dar bir koridor içerisinde ilerlemeye
başlıyoruz. Biz 38 kişiyiz, onlar yüzden fazla. Bir süre
ilerledikten sonra, sağa dönüyoruz, Alçak bir kapıdan dar bir
114
Bayram Bozyel
Karşılama ve Hücre
Arabanın arkasına dayandırılan merdivenden tek sıra halinde
ağır ağır iniyoruz. Çevremizi askerler sarıyor. Soğuk suratlı bir
teğmen, oluşturduğumuz sıranın en başındaki arkadaşın elini
sokarak “hoşgeldiniz!” diyerek sırıtıyor. Sonra öne düşüp yol
gösteriyor. Cezaevi kapısından girdikten sonra ana koridorun
hemen başında durduruluyoruz.
Bu koridor dipsiz bir dehlize benziyor. İçinde, yitip gidecekmişiz gibi bir görünümü var. İlk göze çarpan koridorun üst ve
yan taraflarını boydan boya katolayan resimler, sloganlar, yazılar.
Renkler son derece çiğ, uyumsuz, tiksinti verici. Aynı anda
kulağımıza koğuş ve havalandırma yönünden uğultu halinde,
birbirine karışan sesler geliyor. İçerdekiler marş söylüyor
olmalılar. 40 kadar koğuşta aynl anda söylenen marş sesleri, bir
sürü duvarda ve koridorda yankılayıp karışarak anlaşılmaz ve
Diyarbakır5 Nolu
117
Kazaklar paramparça oluyor. Mevsim kış olduğu için, 5
No1u'daki koşulları, düşünerek her birimiz bir hayli giyecekle
gelmiştik. Eşyalar parçalandıkça önümüzdeki yığın giderek
kabarıyor. Kimi gömlek ve kazakların kolları sökülüp atılıyor.
Kimi tam ortasından bölünüyor. Her birimizin başında ortalama
üç kişi bu işle uğraşıyor. Subaylar da arama işine bizzat
katılıyorlar.
Yerdeki elbiselerin aranması, daha doğrusu parçalanması bittikten sonra sıra üstümüzdekilere geliyor. Onlar da tek tek
çıkartılıyor. Pantolonumun astarını çekip koparıyorlar. Astarı
ikiye bölüp atıyorlar. Ardından palto, bel hizasında, yakadan ta
aşağıya kadar ikiye ayrılıyor. Aynı şey ceketin başına da geliyor.
Onun cepleri de söküldüğü için parçalarının sayısı onikiye çıkıyor.
Diğer tüm elbise ve çamaşırlarımız aynı akıbete u%ruyor.
Üzerimde birtek kilot kalıyor. Eşyalarımızın içinden sigara,
diş fırçası, diş macunu, sabun, ilaç, atkı, kemer, çakmak, kibrit ve benzerlerini ayırıyor, alıp götürüyorlar.
Ve asıl şenlik ondan sonra başlıyor. İşkencecilerin hepsi bir
anda tekkomutla harekete geçiyorlar. Ellerindeki “haydar” tabir
edilen sopa ve coplarla ellerimize vurmaya başlıyor ve bu işi
kayan bir şerit gibi dönerli yapıyorlar. Her biri, tutuklulardan
birine bir süre vurduktan sonra sola kayarak yeni birisine vurmaya başlıyor ve daha önceki yerini de bir başkasına bırakıyor,
Böylece işkenceciler dizisi ağır ağır, ama sürekli hareket ediyor.
Aynı anda 76 ele inen coplar ve 38 kişinin inlemeleri birbirine
karışıyor. Sesler salonun tavanında yankılanıyor, 40 hücrenin
kovuğuna girip çıkıyor, karışıp çoğalıyor ve öyle ki insan, kendisinin ve yanı başındaki iki kişinin sesinden başka bir şey
duyamıyor. Zaman zaman, monotonluk kazanan bu sesperdesini yırtan tiz ve keskin sesler çıkıyor. Onun dışında, insana,
duvarları yıkıp atacakmış gibi gelen bu güçlü uğultu sürüp
gidiyor.
Ellerde takat kalmayınca vuruşlar kesiliyor. Başımız hücrelere
116
Bayram Bozyel
aralığa, oradan da geniş ve uzun, üstü kapalı bir alana giriyortrz.
Burası hücre böliimüdiir. Sol tarafta demir kapılı ve tellerle
öriilü hucreler yan yana uzanıyor. Dikey olarak dört hücre katı
var ve her katta on hücre bulunuyor. Dolayısıyla burada toplam
40 hücre mevcut. Hücrelerin tam karşısında, böş alanın öbür
tarafında çıplak bir duvar yukseliyor. Duvarda, her biri iki kat
hücreyi gözetlemeye yarayan, üst üste iki dizi gözetleme deliği
var. Bu delikler öte yandaki 5,6 ve 7. koğuşlara giden koridorlara açılıyorlar.
Biz tam hücre avlusuna girdiğimiz anda çok şiddetli “dikkat”
sesleri yükseliyor. Biraz ilerleyince, alt kattaki birkaç hücrede
bulunan tutukluların, düzgiin sıralar halinde, sırtları hücre
kapısına, yüzleri içeriye dönük şekilde hazırolda beklediklerini
görüyoruz. Sonradan ö%reniyoruz ki bu bir “kural”dır. Bu kural,
hiicrelere yeni insanlar geldiğinde 1. ve 2. katlardaki tutuklulara
uygulanır. Hücredekiler, yeni gelenlerin “kabul ve konaklama”
işlemleri tamamlanıncaya, yani onlar da hücrelere yerleştirilinceye
kadar olup bitenleri göremezler, yalnızca duyarlar. Ama onlara
neler yapıldığını, daha önceki kendi deneylerinden iyi bilirler.
Onları görmeseler de seslerden, çığlıklardan, çoğu kez yeni gelenlerin kimler o1du%unu bile çıkarabilirler.
Oluşturduğumuz sıranın ucu avlunun sonuna ulaştığında durduruluyoruz. Duvarın dibinde, yüzümüz hücrelere dönük, boydan boya tek sıra oluşturuyoruz. Eşyalarımızı önümüze koymamız isteniyor. Cezaevinin biitün subay ve gardiyanları oraya
üşüşmüş. Bunlar, kimlik belirleme yerinden buraya kadar bizi bir
hayli tekmeleyip tartakladılar, iğrenç kü1iirIe'r savurdular. Ama
teskin olmuş değiller. Krizler geçiren bir uyuşturucu
düşkününün hırsıyla üstümüze atlamak için can atıyorlar.
Saldırı, elbiselerin aranmasıyla birlikte başlıyor. Kaba dayak ile
arama işi bir arada yürütülüyor. Önce yerdeki eşyalarlmız didik
didik ediliyor. Dikişleri, düğmeleri, astarları sökülüyor ya da
diipedüz yırtılıyor. Gömleklerin yakaları yırtılıp tersyüz ediliyor.
Diyarbakır5 Nolu
119
adında birarkadaş bağırarak kaçıyor ve ilk geldiğimizde kapıda
bize “hoşgeldiniz” diyen teğmen, elindeki kalasla onu kovalayıp
vuruyor. Bu şekilde avlunun içinde dönüp duruyorlar. İlk anda
bu arkadaşın yaptı%ına şaşmıştım. Sanki kaçıp kurtulacağı bir
yer mi var? Günler sonra işin içyüzünü kendisinden dinledim.
Meğer bunu teğmenin kendisi istemiş, Ömer'i bir hayli dövdükten sonra, “bu böyle olmaz” demiş, “sen kaç, ben de seni kovalayarak döveyim, kaçarken de bağır” Bu zorbanın ruhsal durumu
ilginç değil mi?
Şimdi sıra en iğrenç işkencelerden birine gelmişti; lağım içinde
banyo yaptırmaya.
Birinci kattaki hücrelerden ikisinin tuvaletleri bilerek tıkatılmış.
Bu nedenle üst katlardaki hücrelerin tuvaletlerinden gelen pis
sular buralarda birikmiş. Bu hücreler avlu zemininden iki karış
kadar alçak. Pis sular burayı doldurmuş ve avluya taşmış.
Bu kez bizi, dörder beşer kişilik gruplar halinde götürüp bu pis
suya yatırıyorlar. Çıplak bedenlerimizi coplayarak suya girmeye
zorluyorlar. Başlar dahil tüm beden bu suya batırılıyor. Lağım
suyu derin bir iğrenme yaratıyor, kişi kendini aşağılanmış
hissediyor. Çekingenlik gösterenler kalaslar ve coplarla lağlm
suyuna sokuluyor, başlar postallarla suya batırılıyor.
Sonra bir grup sudan çıkıyor, sıra ötekine geliyor. Lağım suyu
dolu hücrenin kapısında, elinde bir kürek sapı kalınlığındaki
kalasla, daha önce sözünü ettiğim teğmen duruyor. O, pis sudan
çıkan herkesin eğilmesini istiyor, elindeki kalasla bir hayvan gibi
kaba etlerimize birkaç kez vuruyor ve böylece banyo seansı
tamamlanıyor.
Sıradaki yerimize dönüyoruz. Herkes bu işlemden geçtikten
sonra “giyin” emri geliyor. Sağlam kalabilmiş birkaç çamaşır ve
eşyayı, pis sudan çıkmış üstümüze aceleyle geçiriyoruz.
Bu arada teğmen, kendisi ve öteki celladlar için eğlendirici bir
şey daha yapıyor: Diş macunlarımız ve tıraş kremlerimiz ile
hepimizin kaşlarını, bıyık yerlerini, -yanaklarını, çene uçlarını,
118
Bayram Bozyel
doğru, yüzüstü. uzanmamız isteniyor. Yan yana uzanıyoruz. Her
birimizin başında iki kişi, sopa ve coplarla kaba etlerimize vurmaya başlıyorlar. Bedenimizin ince ve hassas bir deriyle örtülü
etlerine, taşa ya da çuvala vurur gibi pervazsızca vuruyorlar.
Başlarımız, yerde kavuşturdugumuz kollarımızın üzerinde
olduğu için, inlemeler bu kez kısık ve boğuk birşekilde çıkıyor.
Bütün bu süreçte kaçırmadığım birnokta oldu hep.
Hemen hemen tüm toplu işkenceler sırasında, yanımdaki insanlara yapılan işkencelere karşı ilgisiz kalmadım. Yaşamın en
çirkin manzaraları olsa bile, bu izlenimleri elverdiğince
belleğime kazıdım. Bizzat bana işkence yapıldığı anlarda bile,
çoğu kez, yanı başımda işkence görenle işkencecinin oluşturduğu ikiliyi gözetleme, karşılıklı etkileşimlerini yakalama
olana%ı buldum. İşkencecinin, yaptığı işten zevk almaya çalışan
isterik, sadist, hayvansı yüzü ile işkence görenin acıyla buruşmuş, morarmış yüz hatları, tik ve titreşimleri, bedensel gerilimi
kalın ve belirgin çizgilerle bugün de gözlerimin önündedir ve
aradan uzun yıllar geçse de unutulacak gibi değildir.
Dayak bazen kaba etlerimizden bacaklarımıza, sırtımıza,
omuzlara kayıyor, sonra dönüp yine kaba etlerde yoğunlaşıyordu.
Saatler süren bu işkence sırasında ilgimi çeken birşey olmuştu.
Sağ tarafımda dövülen Metin Öksüz arkadaşım tüm bu süre
zarfında bir kez bile bağırıp çağırmadı, inlemedi, çıt çıkarmadı.
Belli ki o bütün acısını, öfkesini içine akıtıyordu. İçteki bu
basıncın yoğun1u%undan olmalı ki yüzü adeta simsiyah birrenk
almıştı.O da işkenceciye inat etmiş, ondan hıncını böyle alıyordu. Bu yoldaşın direnci içimdeki dayanma güdüsünü biraz daha
alevlendirdi. Duydu%um acıyerini bir öfke seline bıraktı.
Ayağa kalkma emri verildi, ama kimse yerinden kıpırdayacak
durumda değil. Ellere dayanıp kalkmak istediğimizde belden
aşa%ımız tutmuyor artık. Fiili işkence anından farklı bir ağrı
duyuyoruz. Yine de kalkıyoruz sonunda. Ayakta da tokat ve
yumruklarla devam ediyorlar.O sırada bir de ne göreyim, Ömer
Diyarbakır5 Nolu
121
19 Kişilik Hücre
Hücrelerde tekmil verme sırasında çok komik bir görünüm
ortaya çıkıyor. Herhangi bir gardiyan hücre avlusuna girer
girmez, katın ilk hücresi dikkat çekip tekmil veriyor.O daha tekmilini bitirmeden 2. hücre devreye giriyor. Eğer gardiyan 10.
hücreye doğru yoluna devam ediyorsa, en az beş hücrede birden
göründüğü için, bir anda verilen tekmiller birbirine karışıyor ve
garip bir gümbürtü oluşturuyor.
Bazen, daha gardiyanlar görünmeden, “Co” adını taşıyan kurt
köpeği geliyor.O görünür görünmez de hücrelerde, “1. Kat ...
Hücre, ... kişiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!”
biçimindeki tekmiller yükseliyor. Kimi arkadaşlar bu köpeğe
tekmil vermekten öfkeyle karışık bir zevk duyuyorlar. Böylece
köpek ile gardiyanlar arasında bir eşlik kuruyorlar. Köpeği ilk
gören arkadaş, “komutan geliyor, komutan” diye haykırarak
120
Bayram Bozyel
kulakları beyaza boyuyor, şekiller yapıyor. Bu şekilde hepsini
tüketiyor.
Bu son uygulama da bitince, gecenin oldukça geç birsaatinde,
bizi l9'ar kişilik gruplar halinde, pislik dolu hücrelerin yanındaki iki hücreye sokuyorlar.
•
Hücreye girince, tüm olup bitenlere rağmen ortalığı derin bir
rahatlık duygusu kaplıyor.5 Nolu'nun bu ilk ciddi provası geride
kaldı. Önümüzdeki yolun nelerle kaplı olduğu ortada. Buna rağmen gözlerde bir direnç ve dayanışma ışığı beliriyor. Fısıltı
halinde ve gelişigüzel de olsa konuşmalar başlıyor. Yeri oturmak
için toparlayıp temizliyoruz. Kucağımızdaki yırtık elbise
kümelerini yere bırakıyoruz. Bazı arkadaşlar giysilerini bir
düzene sokmaya çalışıyor, ya da aceleyle giyilenler yeniden gözden geçiriliyor.
Kısa süre sonra, hücre çavuşu ve gardiyanı olduklarını
söyleyen birkaç kişi gelip ilk talimatları veriyorlar:
“Her hücrenin bir sorumlusu olacak. Ortalıkta bir gardiyan ya
da köpek göründüğü zaman, sorumlu önce 'dikkat!' çekecek
ardından, '1. Kat, 7. hücre 19 kişiyle emir ve görüşlerinize
hazırdır komutanım!' diyecek. Oturmak, konuşmak yasak!
Burası askeri bir okuldur, siz de bu okulun öğrencilerisiniz!
Cezaevi adı ağza alınmayacak! En ufak hata yapanın anasını...”
diyor çavuş. Bütün askerlere “komutanım” diye seslenmeyi daha
gözaltında iken öğrettikleri için bunu ayrıca hatırlatmaya gerek
duymuyorlar. Aramızdan bir sorumlu seçip gidiyorlar.
Diyarbakır5 Nolu
123
Seki denilen yerde beş kişi, dizlerini göğüslerine birleştirerek
yan yana oturuyor. Aşağıdaki boşluğa ise on kişi, beşerli halde
karşılıklı olarak aynı biçimde, kasılmış bir yumruk halinde yerleşiyorlar. Bunların içiçe geçen ayak ve dizlerini ayırdetmek son
derece güç. Geri kalan dört kişiden biri, bu on kişinin arasındaki
bir boşluğa sıkışıyor. Üç kişi ise tuvalet boşluğunda benzer
biçimde çökerek uyku düzenine geçiyorlar.
Hücrede eskimiş, incecik iki askeri battaniye var. Herkes oturmak için, çanta ve benzeri şeyleri altına koyuyor. Yer sıkışıklığı
nedeniyle ayakkabılar çıkarılıyor ve bunlar, tuvalet kısmında
yatacaklar için yan yana üstiiste diziliyor. Ayakkabıların üstüne
de ayrıca çanta veya torbalar konuyor.
İki askeri battaniyeden birini yerdeki 11 kişi, diğerini de
sekideki beş kişi üstlerine örtüyorlar. Yerde, sekide ve tuvalette
yatanlar her gece dönerli olarak yer değiştiriyor. Hasta ve yaşlı
olanlar bu sıraya dahil değil. Soğuktan ve sıkışıklıktan gece
boyunca iki saat bile uyuyamıyor insan. Lağım pisliğiyle dolu
hücrelerden taşan su diğer hücrelerin önüne kadar yayılmış.
Aylardan Mart, ama mevsim bu yıl, Ocak ve Şubat'taki kadar
soğuk. Sözde hücrelerin havalandırılması için kullanılan ve
dördüncü kattakî hücrelerin karşısına düşen pencerelerin tüm
camları, cezaevi yönetimi tarafından bilinçli olarak kırılıp
dökülmüş. Bu nedenle soğuk hava olduğu gibi içerde.
Kendi bedenimizin sıcaklığından başka birısınma kaynağımız
yok. Birbirine yapışıp sıkışan bedenlerimiz, soğuğun içerlere
işlemesini bir ölçüde önlüyor. Soluğumuz ise bu daracık yerde
havayı bir dereceye kadar ısıtıyor. Ama ıslak ve nemli elbiselerimiz,
beton zemin, suyla dolu çevre kötü etkiliyor. Gıdasızlık ve sürüp
giden işkencelerle zayıflayan bedenimizin soğuğa karşı direnci
giderek azalıyor.
Sekidekiler, bulundukları yere sığabilmek için ayak ve dizlerini var güçleriyle kendilerine doğru çekerek iki büklüm olmuş
durumda. Yerde ve dolayısıyla önde oturanlar, başlarım
’
12
Bayram Bozyel
sorumlu arkadaşı uyarıyor. Köpek rasgele dolaşıyor, ileri geri
gidiyor, bazen birhücrenin önünden birk‹ıç kez geçiyor ve her
geçişinde tekmil tekrarlanıyor. Ardmdan gardiyan geliyorsa ona
da tekmil veriliyor.
Hücrenin içi, bir kişi için bile çok dar. Boyu 180, eni 150 cm.
kadar. Hücrenin biryanı, taban yüzeyinin beşte ikisi kadar bir
yer, seki şeklinde yüksekçe yapılmış. Aslında bu hücreler tek
kişi için yapılmış ve sözkonusu seki de yatma yeri olarak
düşünülmüş. Buraya 19 kişinin sığdırılacağı, herhalde
mimarının hayalinden geçmemiştir. Hücrenin arkasına da çok
dar bir tuvalet eklenmiş.
19 kişi için bu hücrede, ayakta durarak bile yer edinmek
olanaksız. Bir dizi çaba ve denemeden sonra, üç kişiyi devamlı
olarak tuvalet kısmında ayakta tutarak bunu başardık sonuçta.
Akşamları iki kepçe dolayında sulu bir yemek getirilip hücreye bırakılıyor. Genelde akşamları ekmek verilmiyor. Ekmek
günde bir kez, öğlen yemeğinde dağıtıhyor. O gün, hem
gözaltından geldiğimiz, hem de ilk günün heyecan ve geriliminden olsa gerek, kimse yemeğe pek aldırmıyor. Varolan üç tahta
kaşıkla, bulaşık suyunu andıran sözde çorbadan herkes bir-iki
kaşık alarak “akşam yemeğini” yemiş oluyor.
Her yemek dağıtımından sonra (yemek dağıtılmasa bile
yemek vaktinde), bütün hücrelerde aynı anda yemek duası
yapılır:
-Allahımıza hamd olsun!
-Ordu millet varolsun!
-Ailemiz sağolsun!
-Afiyet olsun!
-Sağol! dedikten sonra varolanlar yeniyor.
Tek kişiye göre yapılan bu hücrelerde 19 kişinin yatabilmesi
-elbet adına yatma denirse- en büyük sorunu oluşturuyor.
Ayakta durarak bile 19 kişinin zor sıkıştığı bu daracık yerde, bu
kadar insanın uyku düzeni oluşturabilmesi bir mucize.
Diyarbakır5 Nolu
125
yüzü tümden kanlar içinde kalıyor.
Alt katlarda su bulunduğu için buradakiler yüzlerini yıkayabiliyorlar.
Birinci katın dışındakiler içinse su, içmek için bile zor bulunuyor.
Diğer katlara su bidonlarla taşınıyor ve bu da tümüyle
gardiyanın keyfine bağlı. Bu nedenle diğer katlardakiler, tüm
öteki sıkıntıların yanısıra bir de su derdini çekiyorlar.
Tıraştan sonra ayakta bekleniyor. Gelen gardiyana ya da
köpeğe büyük birkarmaşa içinde tekmil veriliyor. Sabah saat
6'da, tümümüz için kahvaltı diye iki kepçe çay ya da çorba
verilir. Çoğu zaman ise hiçbir şey.
Yemeği, gardiyanların denetiminde hücrelerden çıkartılan
tutuklular, dağıtırlar. Kepçe bulunmadığı için yemek, bir tas
yardımıyla da%ıtılır. Bu, taneli yemeklerin dağıtımında birhayli
güçlüğe yol açıyor. Karavananın dibine çökmüş taneleri her
hücreye verebilmek için tası dibe daldırmak gerekir. Bu da elin
sıcak yeme%e batmasına ve yanmasına neden olur. Gardiyanlar
özellikle de sözde eşitlik sağlama adına ellerini dibe daldırmaları
için görevli tutuklulara zorlarlar. El hiç daldırılmasa bile, zaten
içi sıcak yemCk dolu bakır tas yeterince ısınmıştır ve eli yakar.
Ayrıca gardiyanlar, yemek dağıtımının olağanüstü bir hızla
yapılmasını, dört kattaki 40 hücreye çok kısa sürede dağıtılıp
bitirilmesini isterler. Dağıtıcılar hücreden hücreye koşturulur ve
bu arada coplamrlar. Bu arada dayaktan hücredekiler de paylarını bolca alırlar. Böyle olunca da yemek zamanı, başlı başına,
bir işkenceye dönüşüyor. Kimi zaman da karavana daha yarılanmadan götürülüp dökülür.
Yemek dağltımının ardından her zamanki yemek duası tekrarlanır, sayım yapılır. Sayımı yapanlar tek tek hücreleri dolaşıp tekmil alırlar. Hücredekiler, mevcuda göre, ikişer, üçer sıra halinde
dizilir. Sayım sırası geldiğinde herkes, en yüksek sesle kendini
sayarak yerine çöker. Sayım bitip görevli uzaklaşınca, hücre
sorumlusu “dikkat" çekip herkesin birlikte kalkmasını sağlar.
124
Bayram Bozyel
sekidekilerin dizlerine yaslıyorlar. Uyku biraz çökünce yukarıdakilerin dizleri gevşiyor, ayaklar öne do%ru uzanıyor ve hemen
öndekilerin başlarım aşarak boyunlarından aşağı sarkıyor.
Öndekiler uyanır, üsttekileri uyarırlar. Bu duyum, periyodik
biçimde sabaha kadar sürer, gider.
Aynı durum yerde karşılıklı oturanlar için de geçerli. Birbirine
yaslanan ya da içiçe geçen dizlerdeki bir gevşemede, onlar önce
karşıdakinin göğsüne, sonra yüzüne kadar uzanıyor. En ufak bir
ayak ya da dizkayması karşıdakini uyandırıyor. Birazcık kıvranmak, uyuşan bir adaleyi rahatlatmak, sağa sola dönmek için en
küçük biresneme payı yok. Buna ilişkin en küçük bir hareket
yandakini, karşıdakini ve onlarla birlikte birbirine yap ışık
durumda olan tüm ötekileri uyandırınakla sonuçlanır.
Çoğu kez karanlıkta ya da tül perdeyi andıran battaniyenin
altında uzanan ayak ve bacağın, karşıdakilerden kime ait
olduğunu seçmek kolay değil. Bu nedenle de gece, sabaha kadar
soğuktan büzülüp titremekle, uzatılan ayakların kime ait
olduğunu tespit etmek ve ayak sahibini uyarmakla geçer.
Bükülmekten yorulan dizleri rahatlatmanın tek yolu, ayakları
havaya doğru kaldırdıktan sonra bacağı biraz uzatmaktır.
Hücrede gerçek anlamda uykudan sözedilemez. Uyku için bitmez tükenmez çırpınışlar vardır, yalnızca. Uykuya canatarcasına bir hasret, bir uzanıp rahatlamak, inanılmaz bir ısınma arzusu
vardır.
Sabah erkenden ilk gelen kalk komutudur. Kalk komutu ile
herkes yerinde doğrulur. İlk iş alelacele tıraş olmaktır. Günlük
tıraş olmak zorunlu ve oluşturulan “düzenin, disip1in'in”
vazgeçilmez bir unsurudur. Hücreye verilen iki adet permatikle
herkes tıraş olmak zorunda. On kişi bir permatik kullanıyor.
Herkes sırayla bir diğerini tıraş ediyor. Birkaç kişi tıraş olduktan
sonra jilet köreliyor doğal olarak. Geriye kalanları sakalı, bu
kör ciletin yardımıyla, ama daha çok kasgücüyle kesiliyor, adeta
koparılıyor. Deri kazanıyor, yer yer kesiliyor. Sona kalanların
Diyarbakır5 Nolu
127
Her Gün Gibi Bir Gün
Cezaevine götürülüşümüzün ikinci günü. Bütün sonraki günlerin tipik bir örneği olano gün bir türlü bitmiyordu. İşkence
amansızdı. İşkenceler daha önce yaşadlklarımdan farklıydı.
Soruşturma sırasında daha çok tekil olarak yapılıyordu işkence.
Orada işkenceleri bana yapılırken gördüm, yaşadım. Bu nedenledir kio dönemde olanları anlatırken genellikle “ben” diye söz
ettim. Soruşturmada herkes için ayrı ayrı işkenceler vardi. Kime
ne tür ve ne oranda işkence yapılacağı kişiyle işkenceci arasındaki ilişkilere ve duruma göre değişiyor, sertleşiyor ya da
yumuşuyordu. Soruşturmada kişiden bir şeyler istemiyordu;
işkencenin dozu, niteliği de istenen şeyin öneınine, tutuklunun
direncine göre değişiyordu. İşkence sofiucunda kişinin ruh halini belirleyen, celladlara karşı direncinin ölçüsüydü. İyi bir sınav
vermişse, bu daha sonraki günlerde de ona güçlii bir moral
126
Bayram Bozyel
Her sabah ve akşam tekrarlanan sayım sırasında hücredekilerin
yarıdan çoğu mutlaka dayak yer. Ya hücre sorumlusu iyi tekmil
vermemiştir, sayım cansız yapılmıştır ya da yanlış sayılmıştır...
Gardiyanlar dayak atmak için türlü türlü gerekçeler yaratırlar.
Dayak atma işine, baştaki subay dahil, sayımı yapanların tümü
katılır. Eller, coplanmak üzere demir parmaklıklardan uzatılır.
So%ukta daha da sertleşen cop, daha fazla acı verir. Kış, copun
acısını arttıran bir etken. Eller mora, siyaha döner, parmaklar
kasılıp bükülür; sonra avuç katlanır, el bir yumruya dönüşür. Kol
dirsekten, el bileklerden kırllmışcasma demir parmaklıklardan
sarkar. Ancako zaman dayak kesilir. Sayımcılar gider gitmez,
dövülmeyenler, dövülenlerin vurulan ellerini ovmaya başlarlar.
Ovma işi de ilk başta az acı vermiyor değil, sonra yavaş yavaş
hafıflemeye başlar.
Diyarbakır5 Nolu
129
toplam olarak yaklaşık 100 kişi vardı ve hücrelerin büyük
çoğunluğu boş olmasına ra%men bu 100 kişi 4-5 kadar hücreye
sıklştırılmıştı. Hücrelerin önündeki alan, tıkanık olan iki tuvaletten taşan lağım suyu ile kaplanmıştı. Pis suyun kalınlığı yer yer
5 cm'ye varıyordu.
Hücrenin normal olarak 3-4 gardiyanl olmasına ra%men,o gün
oraya 15'ten fazla gardiyan birikmişti. Hepsinde, sürekli taşıdıkları copların yanı sıra, bir metre kadar uzunluğunda birer de
kalas vardı.
Önce dörderli sıralar halinde dizdiler bizi. Ardından, defalarca
“rahat-hazırol” komutu çektiler. Her rahat komutunda, ayaklarımızı bütün gücümüzle yere vurarak tek bir ses çıkarmamız
istemiyordu. Bu komutlar sayısız kez tekrarlandı ve her
keresinde, “hayır hayır, olmuyor!” denerek, ayaklarımızı daha
sert vurmamız isteniyordu. Ayaklarımızı her yere vuruşta, pis su
sıçrayarak tepemize kadar ıslatıyor. Bizi bu işte yetirince yorduktan sonra, bu kez, mar5 söyleterek yürüyüş yaptırmaya
başladılar. Gözaltından yeni geldiğimiz için herhangi bir marşl
doğru dürüst bilmiyorduk henüz.
Yürüyüş biçimi daha önce hiç rastlamadı%ımız tiirdendi.
Dizlerimizi karın boşluğuna kadar çektikten sonra, ayak tabanlarımızı, yerden güçlü bir ses çıkaracak şekilde öne atacaktık.
Kollar hep birlikte ve aynı seviyeye kadar çıkacak, ileri geri sallanacaktı. Herkes dizlerini birlikte ve aynı derecede kaldırdıktan
sonra ayaklarını aynı hizada yere vuracaktı. Yürüyüş sırasında
en ufak birdüzensizlik olmayacak, bütün sıralar “çıta gibi” duracaktı. Ve bu yürüyiişe uygun olarak, “başla!” komutu ile hep birlikte ve yiiksek sesle marş söylenecekti.
Alan yüz kişilik bir yiirüyiiş için çok dar, sürekli olarak
çevremizde dönüp duruyor, pislik içinde çemberler çiziyoruz.
Gardiyanlar belirli aralıklarla, yüzleri bize dönük şekilde
dizilmiş, ellerindeki kalaslarla, yanlarından geçenlerin sırtlarlna,
omuzlarına vuruyorlar. İki yanda duran 7-8 kadar gardiyan bu işi
128
Bayram Bozyel
dayanak olurdu. İşkenceden yüz akıyla çıkmak, onun acılarınPda
siler süpürürdü. Özetle, soruşturma safhasında işkence olayında
iki aktif kutup vardı: işkence eden ve gören. Bu sürecin seyrini
her iki kutbun karşılıklı etkileşimi belirliyordu.
Oysa‘ cezaevine götürülüşümîizün ikinci günü ‘deonu izleyen
binlerce gün, soruşturmadakinden bir hayli farklıydı. Artık her
şey toplucaydı. Genç, yaşlı, militan, savaşçı, direnen, direnmeyen
ayrımı yoktu. Genel birkıyım vardı. Genel işkence kalıpları vardı
ve bunlar, istisnasız, herkese uygulanıyordu. Artık işkence
seanslarından sonra, “herşeye rağmen istediklerini yapmadım
ya,
o bana yeter!” denemiyordu. Görünüşte hiçbir şey istenmiyordu. İnsanlar önceden hazırlanmış ve uzun birzaman dilimine
yayılmış bir programa göre bir tezgaha, işkence tezgahına sokulmuş, işleniyordu. Hemeno anda istenen birşey yoktu. Hasat,
uzun sürecek birmevsimden sonra toplanıyordu. İşkence sırasında kimseden birşey sorulmuyor, bir şey istemiyordu. İşkence
süreci belli bir zaman kesitiyle sınırlı değildi. İnsan, sadece bir
işkence konusu olarak kalıyor, işkencenin şekillenmesinde ona
herhangi bir rol düşmez görünüyordu. Böylesine, sonsuza dek
sürüp gidecekmiş gibi gelen işkence, kişinin sablr ve dayanma
duvarlarını zorluyor, bazen bu sınırları tuzla buz ediyordu.
İşkencecinin amacına ulaştığı an o andı işte. Uzun bir baskı ve
sindirme süreci ile işkencecinin arzuladığı ortam oluşuyordu.
Zaman zaman, izlenen bu genel doğrultunun dışına çıkılmıyor
değildi elbet. Eğer soruşturma safhasında istenen elde
edilmemişse veya daha fazlası elde edilmek isteniyorsa, soruşturmadan yeni çıkıp cezaevine gelmiş kişi ek bir soruşturmaya
tabi tutulur, iş kalman noktadan daha ileriye götürülmeye
çalışılırdı. Bunun içino kişinin soruşturma safhasındaki durumuna ilişkin olarak ayrıntılı bilgi cezaevine ulaştırılır. Cezaevi,
soruşturma bölümü ile koordineli çalışırdı.
Evet, cezaevine gidişimizin ikinci günü. Sabah sayımından
sonra hücrelerdeki herkes dışarı çıkarıldı.O zaman hücrelerde
Diyarbakır5 Nolu
lo1
çekimi ağırlaştırılmış bir film görüntüsüne bürünüyor.
Başımızdan aşağı akan terler elbiselerin emdiği pis suyla
karışıyor, soluk alışverişimiz güçleşiyor, ayakta kalabilmek için
son güç kırıntllarımızı harcıyoruz. İşkencenin son bulup biran
önce hücreye dönme isteği çılgınca bir özleme dönüşüyor. Bu
arzu ve sabırsızlıkla birlikte zaman uzuyor, işkenceler duracağına ya da hafıfleyeceğine, gittikçe katmerleşiyor.
Toplu işkence, bir yanıyla işkencenin psikolojik etkisini arttırıyor. Hemen yanı başımızda, gözlerimizin önünde babamız
yaşındaki kişilere, sakat ve hasta arkadaşlara yapılan acımasızca
uygulamalar, yapılanları daha da çekilmez kılıyor. Bazen yaşlı
biri, koşup ötekilere yetişsin diye bir uçtan öteki uca kadar
dövülüyor. Yaralı veya hasta oldukları için ötekilerden geriye
kalanlar işkencecilerin daha çok hışmına uğrtıyor.
İşkenceciler daha da vahşileşiyorlar, şimdi. Bu kez “sürün!”
komutu geliyor. Bu kez alan, pis suda sürünerek aşılacak. Üstelik yine, herkesten önce karşl duvara varmak üzere. Gardiyanlar
ortada dolaşarak, omuzlara, sırta, kaba etlere rast gele vurarak
sürünmeyi hızlandırmaya çalışıyor ve çekilen acıyı anlatılması
güç bir düzeye çıkarıyorlar. Bunca olup bitenden sonra
sürünebilmek bir mucize haline geliyor. Ama tutuklular bunu da
başarıyorlar. Hem sürünülecek, hem de daha az dayak yemek
için öndekiler geçilecek! Karşt duvara ilk yetişenler, başları
yapışık bekliyorlar. Herkesin gelip duvara dokunması gerekti%inden, arkadan sürünüp gelenler, daha önce duvara ulaşmış
olanların üzerine çıkarak ancak duvara yetişebiliyor. Böylece
duvarın önünde, başları duvara bitişik, üç-dört katlı insan yı%ını
oluşuyor.
Bu sürünme işi de daha öncekiler gibi pek çok kez tekrarlandı.
Sürünme, bir aşamadan sonra sırtüstüne çevriliyor. Hücrelerin
önü bu kez de bu biçimde aşılıyor. Sürünmeye iniltiler eşlik
ediyor. Fiziksel bitkinlik ve acı ruhsal gerilimle bütünleşiyor.
İnsan ne denli dirençli bir varlık! Dışardan bakıldığında, diren-
130
Bayram Bozyel
sürdürüyor. Tutuklular, fazla dayak yememek için, gardiyanların
tam önünden geçerken dizlerini karın boşlu%una kadar geri çekmek ve sert adım atmak için inanılmaz çaba gösteriyorlar. Ama
titiz çabalara rağmen açlık, işkence ve bunlar sonucu yitirilen
güçten dolayl hiç kimse dizini doğru dürüst çekemiyordu.
Yüriiyüşe son verdiklerinde kimsede ayakta duracak takat
kalmamıştı. Açlık ve yorgunluktan gözlerimiz kararmış, başımız
dönüyordu.
Bu kez bizi hücre alanı uzunluğunca koşturmaya başladılar.
Geride kalanları kalaslarla döverek koşuyu çıldırtıcı bir oyuna
döniiştürdüler. Karşı duvara varınca, bu kez, “geri dön!” komutuyla ters yönden koşu başlıyordu. Tutuklular geride kalmamak
için ve bir an önce karşı duvara ulaşmaya çalışırken, bu, itişip
kakışmalara ve bazılarının yere düşmesine, ayaklar altında
kalmasına neden oluyordu. Koşanlar yere düşenlerin üzerinden
atlayıp geçmek zorunda kalıyordu. Elbiselerimiz, yerdeki pis
sudan sırılsıklam olmuştu. Gardiyanlar tutukluların arasına aç
kurtlar gibi dalmış, önlerine gelene, geride kalmlş olsun olmasın,
vuruyorlardı. Koşma, sonu gelmez bir boğuşmaya dönüşmüştü.
Örne%in önde koşan biri, tam karşı duvara varacakken, “dön!”
komutuyla herkes bir anda geri döniiyor ve en önde olan, bu kez
en arkaya düşerek saldırının baş hedefi oluyordu.
Koşma işinde bir yenilik daha yapıldı; Herkesin tam hızla koştuğu bir anda “yat!” komutu gelmeye başladı. Bu durumda
herkes pis suyun içine boylu boyunca uzanmak zorunda.
Elbiseler, emilen pis suyu bir anda vücuda ulaştırıyor ve insan
bundan korkunç bir tiksinti duyuyor, kendi bedenini iğrenç bir
nesne hissediyor.
“Yat!” komutunu yeniden “kalk ve koş!” komutları izliyor.
Bazen da yatve kalk emirleri aralıksız bir şekilde tekrarlanıyor.
Daya%a rağmen, bir süre sonra emirler işlemez hale geliyor.
Emrin verilişi ile yerine getirilişi arasındaki süre giderek uzuyor.
Tutukluların bütün hareketleri, koşmaları, yatmaları, kalkmaları,
Diyarbakır5 Nolu
ve bazen da ekmek verilecek.
Bu tablo içinde hücreye allnmak oldukça rahatlık verici. Herkes
iizerindeki elbiseyi biraz daha kuru elbiselerle de%iştiriyor. Elbise
değiştirme sırasında hepimizin bacaklarının ve kaba etlerinin
siyaha boyanmışçasına ınorardı%ını görüyoruz. Özellikle ilk
geldiğimiz gün kaba etlerimize öylesine vurulmuştu ki bu
bölgede sağlam bir nokta kalmamış. Ezik ve yaraların verdiği
acıdan günlerce oturmakta güçlük çekiyoruz. Bu, ayakta açılmış
yarayla yere basmaya benziyor. Duruınumuzu daha da zorlaştıran, geceleri uyku sırasında bile hep büzülüp otunnak zorunda olmamız. Elbet bize uygulanan programda bütün bunlar ince
ince düşünülmüş olmalı Hücremize öğlen için bir tabak içinde
iki kepçe yemek ve üç ekmek veriliyor. Bu yemek ve ekme%in
eşit olarak aramızda da%ıtımı başlı başına bir sorun. Burada
insan yaşamının sürebilmesi, herkesin, payına düşen bir ya da iki
kaşık yeme%i, bir lokma ekme%i yemesine ba%l1. Bu yalnızca bir
ya da iki güne özgü de%il; tutuklunun her günkü beslenme rejimi böyle. O, bununla açlıktan ölmemek için, en azından kısa bir
sürede ölmemek için gerekli besinin en azını alır.
Arkadaşlar ekmek veyemeği paylaştırına işini bana bırakıyorlar.
Çok ağır bir yük yükleniyorum. Ne yapmalı? Üç ekmekle bir
tabak yeme%i 19 kişi arasında eşit biçimde dağıtmak, bana,
içinden çıkılınası güç bir sorun gibi görünüyor. Bunun için tüm
el hünerini, göz inceliğini ortaya koymak gerek.
Önce ekmeklerin her birini bir kaşığın sapıyla6 eşit parçaya
bölüyorum, ortaya 18 parça çıkıyor. Bunların ucunda ufacık
birer parça kopararak 19. payı da oluşturuyoruz. Yemek
tabağını ise içindeki kaşık ile birlikte dolaştırıyorum. Herkes
sırayla birer kaşık alıyor. Ben de alıyorum. Tabağın içinde hala
biraz yemek kalıyor. Bu kere, ters yönden başlayarak herkesin
yarım kaşık yemek almasını istiyorum. S manın sonuna
ge1indi%inde taba%ın altında birşey kalmıyor.
O gün ö%leden sonra, gözaltındau yeni bir grup getirildi.
'
132
Bayram Bozyel
menin bu derecesi akıl alır değil, insanın bu denli direnci
oldukça şaşırtıcı.
Şaşkın1ı%a gerçekte kaynaklık eden iki olgu var: Bu olgular,
birbirine zıt iki insan özelliğini yansıtıyorlar. Bunlardan biri,
tutuklunun şahsında dlşa vuran,•insanın akılalm fiziksel ve
ruhsal direnci; diğeri ise gardiyanın şahsında, kuduran hoyratlık
ve vahşet e%ilimi; bu eğilimin ulaştığı boyut.
İşkenceciler, artık tutukluların fiziki olarak tükendiklerini,
dayağa rağmen emirlerini uygulatamayacaklarını göriiyor ve
vakit de öğleye yaklaştığı için bu işe şimdilik son veriyorlar.
Ama şimdilik de olsa işkence bitmiyor.
Hepimizi hücre alanının kuzeyine düşen duvarın önünde
topladılar. Gardiyanlar içimize girerek akıllarına eseni yapmaya
başladı. İçlerinde ne kadar insanlık dışı fantazi varsa -hayvansal
demiyorum; çünkü hayvanlar bu türfantazileri bilemez ve yapamazlar!- üzerimizde denediler. Rize'li o1du%unu söyleyen çavuş,
kendi memleketinden bir tutukluyu aramızdan çekip alıyor.
Copunun ucundaki kalın halka biçimindeki ipi arkadaşın bir
kulağına geçiriyor. Copu çevirerek kulağı iyice sıkıyor. Daha
sonra, öbür ucundan tuttuğu copu kendi çevresinde dolandırarak,
kulağından sımsıkı bağlı arkadaşı kendi çevresinde koşturtuyor.
O kadar hızlı döniiyorlar ki arkadaşın ayakları yerden kesilecek
gibi. Bedenin bütün ağırlı%ını taşıyan kulak, kıpkırmızı kesiliyor,
uzuyor, kopacak gibi oluyor. Aynı gardiyan bu kez de arkadaşın
köpek gibi havlamasını istiyor. Bu iğrenç oyun 15-20 dakika
kadar böyle devam edip gidiyor. Bu manzara karşısında derinden
sarsılıyor, acı çekiyoruz. Bu arada öteki gardiyanlar, kimine
marş söyletip bilmediği için dövüyorlar. Kimimiz “tipsizlikten”,
kimimiz düzgün duramadığından, kimimiz yüksek sesle tekmil
veremediğinden dayak yiyoruz.
Artık ö%1e yeme%i vakti geldiği için içeri almıyoruz. Bu arada
gardiyanlar yemek yiyecek, sonra koğtışlara yemek dağıtılacak.
Bu genel yemek dağıtımı sırasında normalde hücrelere de yemek
buluyor, bu onu rahatlatıyor. Kişi varolmanın, duşünmenin,
konuşmanın mutluluğunu duyuyor.
Yemek konusunun sohbetteki payı oldukça geniş. Burada
açllk dinmeyen bir yara. Ne güçlü bir irade, ne parlak bir bilinç,
ne de yıkılmaz bir inanç açlı%ın acısını dindirebiliyor. Açlık
cezaevinin ve işkencenin kopmaz birparçası. Kişinin direnme
gücünü yıkmak, onu sindirmek, istenen noktaya çekmek için
sürekli, etkin bir araç olarak kullanılıyor.
Açlığın besledi%i acı beyni sürekli uyarır. Mide açlıktan
kazındıkça beyin yemeği düşünür. Beyindekiler söze dökülür.
Yemeklerle ilgili sohbetler cezaevi yaşamının sürekli, ayrılmaz
bir parçası olur.
O akşam da söz, bir süre günlük olup bitenler üzerinde
dolaştıktan sonra yemek konusuna geldi. Kimi annesinin yaptı%ı
yemeklerden, onların lezzetinden söz ederken, birbaşkası lokantada yediği bilmem hangi yeme%i ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Bir başkası kendi yörelerine özgü yemek çeşidini
gündeme getirdi. Bir başkası, “bu yemeğin yapılışını bilen var
mı?” dedi ve özene bezene anlatmaya koyuldu. Yemek üzerine
sohbet uzadıkça uzadı.
Hücrede kalman zamanın büyük bir bölumü “İstiklal Marşı”nın
on kıtası, “Gençliğe Hitabe” ve “Andımız” okunarak, diğer
askeri ve şoven marşlar söylenip ezberlenerek geçirilirdi.
Gardiyanın görevlendirdiği biri bunları yüksek sesle mısra
mısra, cümle cümle söyler, ötekiler de ayakta, “esas vaziyette”,
güçlerinin yetti%i en yüksek sesle tekrarlarlar. Bunların sözlerini
ya da makamını bilmeyen ve yeterince ba%ırarak söylemeyen
kişiler ya da hücreler sıra dayağından geçirilirdi.
Hücreler çok kalabalık olduğu için, kısıtlı da olsa dinlenmenin
yollarını bulmuştuk. Hücrenin ön sıralarında bulunanlar, marş
söylerken aynı zamanda sürekli çevreyi gözetirlerdi. Bı: arada
sırayla ikişer kişi tuvalet bölümüne çökerek dinlenirdi. Ancak
gardiyanlar sık sık hücrelerin önüne gelip içeriyi gözetledikleri
134
Bayram Bozyel
Onlar avluya alınırken biz hücredekiler ayakta, sırtımız avluya
dönük bekletildik. Bir önceki gün bize yapılanların tumü yeni
gelenlere yapıldı. Biz olup bitenleri ses düzeyinde izledik ve
gözümüzün önünde canlandırdık. Belirlenen bütün karşılama
kuralları uygulandıktan sonra yerri gelenler hücrelere alındılar.
Hücrede en özgür zaman kesiti, akşam sayımı yapıldıktan
sonra, uyku düzeninin alındığı anlar oluyor. Günün bütün azabı
geride bırakılmış, a%ız dolusu gülünüp konuşuluyor. Bu
saatlerde pek gelip giden yok. Ayrıca, hücreler karanlıkta
kaldığından, gözetleme deliklerinden hücrelerin içi seçilemiyor.
Akşam saat 7.30 dolaylarında, kimin hücrenin neresinde yatacağı sorunu birçözüme bağlanıyor. Sonra içinde elbise bulunan
çantalar yere konup üzerine oturuluyor, adına battaniye denilen
ince örtü, dizlerin üzerine, gelebildiği yere kadar çekiliyor.
Ancak ondan sonra, insan yaşadığının farkına varabiliyor, akıl
denen nesne birişlerlik kazanıyor.
Gözlerin birbirini zor seçtiği karanlıkta, alçak sesle bir sohbet
başlıyor. Konu, öncelikle o gün yaşadıklarımızdır. Herkesin
tanık olma olanağı bulamadığı ilginç uygulamalar, sözler
anlatılıyor. İşkencecilere karşı öfke ve içten kopup gelen küuirler savruluyor. İşin içine ufak tefek yorumlar karışıyor.
Hücrede ne kadar kalabileceğimiz sorusu gündeme geliyor ve
bu konuda daha önce başkalarından duyulanlar anlatılıyor.
Sohbet konuları arasına koğuşlardaki yaşama ait bilinenler,
işkenceler, marşlar, yemek, dosyalarımızın ne zaman ince1enebilece%i gibi çeşitli konular, sorular karışıyor. Sohbetin,
konuşmaların esas olarak gösterdiği şey; insan oluşumuzun,
yaşadığımızın farkına varmak. Sabahtan akşama dek, amansız
işkence uygulaması altında, kendisi hiçbir seçim yapmadan,
başkalarının istek ve iradesine göre koşturulan, süründürülen,
dövülüp sövülen, aç bırakılan insan pasif bir nesneye dönüşüyor,
aşa%ılanıyor, kişiliği hiçe sayılıyor. Sayım sonrasının bu nisbi
“özgür” ortamında ise insan, yaşadığını hissetmek için bir fırsat
Diyarbakır5 Nolu
1o7
yedirmeye devam ettiler. Her zamankine göre oldukça fazla olan
yemek bir türlü bitmiyordu. Sonunda gardiyanlar bize tüm
yeme%i yedirip gittiler. Herkes bir sıkıntı içindeydi ve ço%umuz
kustuk. Ko%uşlara da%ıtılışımızdan aylarca sonra bile,o sabunlu
yeıne%in piskokusunu ve tadını içimde hissetmeye devam ettim.
Onca açlı%a rağmen, o ant lıatırladığıında tüm yemeklerden
nefret ediyordun.
Hücredekiler diğer tutukluların yararlandıkları görüşme
hakkından yararlanaıuıyorlardı. Cezaevine getirildikten sorma,
dilekçe verip tutuklama kararına itiraz etmek istedi%iınizi
söyledik. “Beyefendiler dilekçe verecekmiş'” diyerek bizimle
alay ettiler ve bu isteğimize sıra dayağıyla karşılık verdiler.
Bir başka ilginç olay da şuydu: Yakalarnnadan önce üniversite
giriş sınavlarına katılmak için başvuran tutuklu gençlerin
aileleri, sıkıyönetime başvurup çocuklarının nerede ve ne zaman
sınava gireceklerini içeren dilekçeler vermiş ve sınava giriş kartlarımn kendilerine verilmesini istemişler. Bunun üzerine
gardiyanlar hücreye gelip kimlerin sınava girmek için başvurduklarını tespit ettiler, sonra da onlardan, sınava gitmekten
vazgeçtiklerine ilişkin bir dilekçe aldılar. Kendi el yazı1aı'ıy1a
allnan bu dilekçeler ailelerine gösterilerek dosyalarına konmuş.
Sınav günü geldiğinde ise gardiyanlar koğuşlara gelip -o zaman
biz de artık koğıışlarda idik- alaylı bir şekilde, iiniversite
sınavlarına girmek isteyen olup o1ınadı%ını sorınuşlardı.
Htıcrede birhafta geçirıniştik ki yeni gelenleri yerleştirmek için
bizi birinci kattaki hücreden çıkarıp ikinci kattaki hücrelere soktular. Bu ve bunun üstündeki katlarda en büyuk sorun su
sorunuydu. Bu katlara ancak birinci kattan su getirilebiliniyordu.
Bu kattaki beş hücrede, son günlerde gelenlerle birlikte 100 kişi
kadardık. Hepimize günde, ortalama 15-20 litre biiyüklii%tinde
bir bidonla su getirilirdi. Baştaki hücreden başlayarak herkes bir
bardak su içiyor, kollar uzanarak bidon, bitişik hücreye doğru
itiliyordu. Bu şekilde hücreden hticreye itilen bidondan herkes
1 6
'
Bayram Bozyel
için bu da öylesine kolay değildi.
^
Buraya getirilişimizin üçüncü günüydü.
Cezaevine yeni getirilen iki kişi bizim hücreye kondu. Böylece
sayısız 21'e çıktı. Yeni gelen ikisinin de saçları bir hayli uzundu. Biri mahkemeye tanık olarak-çıkmışken tunıkfanmış, cezaevi
girlşinde de saçları kesilmelnişti. Gardiyanlar saçlarını bizim
kesmemizi istediler. Tıraş makinesi istedik; ama vermedikleri
gibi, “bunların saçını biran önce kesınezseniz ananızı... !” deyip
gittiler. Elimizdeki permatikler ise kullanılmış ve körelmişti.
Çaresiz onları kullandık yine. Saç tlraşını 3-4 arkadaş yürüttü ve
saatlerce sürdü bu iş. Sonunda bu arkadaşlar bitkin düşerken, yer
yer parlayan, yer yer kana bulanan iki kafa çıktı ortaya ve ortalık
saç kırınttlarına bo%uldu.
Hücredeki dördüncii ya da beşinci günü bir öğle yemeği
zamanıydı. Ayaktaydık, yemeğin dağıtılmasını bekliyorduk.
Yemek da%ıtan arkadaş hücremizin önüne geldiğinde ilginç bir
şeyle karşılaştık. Karavana a%z1na kadar yo%urt yemeğiyle
doluydu. Ne kadar çok sevinmiştik! Mideleriıniz için giin doğmuştu! Hiicrede yemek konacak ne kadar kap varsa hepsini
doldurduk. Gardiyan da bu kapların doldurulmasına ses çıkarınadı. Hangı da%da kurt ölmiiştü acaba? Yoksa gardiyanların
böylesine merhametli anları da mı olurdu? O, hücrenin önünden
ayrıldıktan sonra iştahla yeme%i siizmeye başladık. Yeme%in
tiimünün dağıtılıp yemek duasının okunmasını bekliyorduk.
Yemek suyunun görünüşiinde bir tuhaflık yok de%i1di. Ama
şimdi kafa karıştırmanın sırası mı? Dua okundııktan sonra
hücremizin önüne iki gardiyan gelip dikilmeye başladı. Yeme%e
ilk kaşıkları atmakla birlikte işin iç yüzünü anladık. Damağımıza
bir acı saplandı. Yemeğe tursil doldurulmuştu. Yemekten bir
kaşık alan tiksintiyle geri çekildi. Ama gardiyanlar, hepsini
yememiz için bizi zorlamaya başladılar. Yavaş yavaş kaşıklıyorduk ve her kaşıktan sonra içimizi bir bulantı sarlyordu. Kimileri
dayanamayıp kustular. Ama gardiyanlar onlara da tursilli yeme%i
Diyarbakır5 Nolu
1o9
suyuyla dolu hücrelerin içinde saatlerce çırılçıplak tutuldu.
Geceleri orada bekletildi. Bizi ko%uşlara verdikleri zaman dao
hala hücrede idi.
Hiicrede 20 gün kaldık. Bu süre boyunca birkez bile biiyük
tuvalete gitmedim, gitme ihtiyacım duymadım. Bu bile, bize
uygulanan “beslenme” politikasını anlamaya yardımcı olur
sanırım.
Koğuşlara dağltılacağımız gün Yiizbaşı Esat ve cezaevindeki
gardiyanların çoğu hücrelerin oraya gelmişlerdi. Yüzbaşı, önce
hücrelerden rasgele kişilere, İstiklal Marşı'nın belli kıtalarını,
Gençliğe Hitabe'yi, Andımızı ezbere okumalarını, okuyamayanları koğuşlara göndermeyece%ini söyledi. Bu şekilde tutuklular
sınandıktan sonra, hücreler tek tek titiz bir aramadan geçirildi.
Ardından hepimizi hiicrelerin önündeki alana topladılar.
Yüzbaşı, her zamanki uykusuz hali ve kızarmış gözleriyle bize
nutuk çekti. İçinde bulundu%umuz yerin bir askeri okul, bizlerinde
bu okulun öğrencileri oldu%umuzu, her koğuşun bir dershane
niteliği taşıdığını belirtikten sonra, “hem koınünizmin, hem de
faşizmin anasını s...” diye giirledi. En küçük birdisiplinsizlik
halinde aşağıdaki lıiicrelere tekrar konacağımızı ve orada altı
aydan fazla yaşayamayacağımızı ekledi. Daha sonra, elindeki
listeye göre hangi ko%uşlara dağıtı1dı%ımızı açıkladı.
Bir çavuş, birkaç gardiyanla birlikte, içinde bultındu%um 22 kişilik grubu alarak 6. ve 7. ko%uşların baktığı havalandırma yerine
getirdi. Orada çırılçıplak soyunmamız istendi ve her şeyimiz bir
kez daha didik didik aranda.
Burada, bizim için yeni olan kimi şeylerle ilk kez karşılaştık.
Örneğin gardiyan, “7. Koğuş!” diye haykırdığında, koro halinde,
ama daha gür, daha sert ve daha kaynaşmış birbiçimde, “emret
komutanım!” sesi geliyor. Bu ses ilk anda insanı ürküten biretki
bırakıyor. Bu, zorbaların tutuklulara nasıl bir cendere ve kalıb
içine koyduklarının bir işareti.
Bizi alıp ikinci katta bulunan 7. koğuşa götürüyorlar.
138
Bayram Bozyel
ancak bir bardak su içebiliyordu. El ve yüz yıkamak için su
yoktu. Kapları kaşıkları, e%er varsa, kağıtla temizlerdik; yoksa
öylece kalırlardı. Tuvalet için su bulunmazdı. Tıraşımızı susuz
yapardık. Bu yönüyle de olsa, alt katta olmanın bazı avantajları
vardı. Şimdi diğer bütün eziyefleie bir de su yokluğundan doğanlar eklenmişti.
Bir akşam sayımdan sonra büyük gürültüler oldu. Bir takım
insanların hücreye getirildiğini duyduk. Konuşmalardan, bir
koğuşu o1du%u gibi boşaltıp getirdiklerini anladık. Sonradan
sayılarının 40 olduğunu öğrendik. Saat akşam 8-9 sıralarıydı.
Yeni gelenler işkenceye alındılar. Feıyatları gecenin karanlık ve
sessizliğini parçaladı. İşkence‘saatlerce sürdü. Onların feryatları
arasına, sık sık, işkenceyi yöneten teğmenin “demek Kürt devleti
kuracaksınız haa!” biçimindeki öfkeli yırtınması ekleniyordu.
Güya ko%uştaki arama sırasında içinde “bölücülük” işlenen bir
mektup bulunmuş...
Sonradan olayın tümüyle farklı oldu%unu ö%rendik. Gece
koğuşta biri gazete okumuş. Gardiyan, gözetimden bunu fark
edip haber vermiş. Bunun üzerine hemen koğuş basılmış ve
gazete okuyanın ortaya çıkması istenmiş. Kimse olayı üstlenmeyince de ko%uşun tümünü boşaltıp getirmişler. Uzun süren
işkencelerden sonra onları da hiicreye kapatıp gittiler. Sonradan,
tüırünün de tek birhiicreye kapatıldığını ö%rendik. Biz önce 19,
daha sonra da 21 kişiyle tek bir hücreye sıkışmanın ne denli
olağaniistü bir iş oldu%unu yaşamıştık. 40 kişinin bir hücreye
slğdlrllabileceğini bir türlü akıl erdiremiyorduk. Sonradan, 50
kişiyle bir tek hücreye tıkıştırılmış insanların öyküsünü de dinledik.
Sonışturmada birlikte ka1dı%ımız oldukça dirençli bir arkadaşı,
Ali Tekda1'ı cezaevine getirip hücreye kapattılar ve soruşturma
aşamasında öğrenemedikleri bir konuda itirafa zorlamak için
özel işkenceye aldılar. İşkence uygulamasını bizzat Yüzbaşı Esat
yürüttü. Kendisine yemek ve su verilmedi. 1. Kattaki lağım
Diyarbakır5 Nolu
141
5 No1u'da Yaşam
5 Nolu'da yıllar boyu aynı kurallar hiç kesintisiz ve çok kate bir
biçimde uygulandı.
Nöbetçi, her sabah saat 5’te koğuşu uyandırır. “Kalk!” uyarısıyla birlikte, herkes kendini biran önce tuvalete atar. 63 kişilik
koğıişta kapısız, kapı yerine bez birperde çekilmiş birtek tuvalet
var. Tuvaletin önünde bir anda 63 kişilik bir kuyruk oluşuyor.
Geceleri tuvalete gitmek genellikle yasak olduğu için, tüm
ihtiyacın giderilmesi sabah kalkışma erteleniyor.
Koğuşun suyu bidonlarla alt kattan taşındı%ından su her zaman
birsıkıntısı kaynağı. Bu nedenle, tuvalete gidenlere belli bir ölçü
ile su veriliyor. Bu arada, gardiyan gelmeden önce tuvalet
kuyruğunun erimesi için, başta koğuş sorumlusu ve yardımcısı
olmak üzere, bütün tutuklularda bir tedirginlik yaşanıyor. “Acele
et”uyarıları birbirine karışıyor.
140
Bayram Bozyel
Koğuş kapısından sanki bambaşka bir diinyaya adım atıyoruz.
İlk görünüm oldukça ürkütücü ve iç karartıcı.
Tutukluların tiimü tek tip eşofınan giymiş, bir köşede dizili.
Benizleri uçuk„ güneş yüzü görmemişliğin so1gun1u%u var yüzlerinde. Tıraşlı halleri, tek tip*giyinişleri ve çökmüş bedenleri ile
ilk bakışta onları birbirinden ayırmak güç. Bin yıl öncesi zamanların kölelerinden hiçbir farkları yok.
Koğuşun fiziki görünümüne gelince; zemin hariç, her yer resim
ve yazılarla dolu. Pencere camları bile resim1•r1e kaplanmış ya
da boyanmış.
Gardiyanın, “sorumlu gelsin!” demesi üzerine, uzun boylu biri
yerinden fırlaylp ayağını sert bir biçimde yere vurarak, hızlı ve
yüksek bir sesle tekmil veriyor. Öyle ki ağzından çıkanların
hiçbirini anlamak mümkün olmuyor. Onun ardından “sorumlu
yarduncısı” çağrılıyor.O da aynı çeviklik ve yüksek sesle, kendini yırtarcasına tekmil veriyor.
Duruşlar, giyinişler, tekmiller, hiçbir şey normal bir insanın
davranlşına benzemiyor. İnsanlar robotlaştırılmış sanki. Her şey
bir cenderede şekillendirilmiş, tekleştirilmiş, bir kalıba sokulmuş.
DiyarbDkır5 Nolu
143
Bu işin zaman zaman iyice cıvıklaştırıldığı olur. Örneğin
gardiyan, “ben ıslık çaldığım ya da başka bir ses çıkardı%Hn
zaman da 'emret komutanım!' diyeceksiniz,” der. Ayrıca, kendisinin dışındaki gardiyanların çağrılarına da cevap vermemiz
istenir. Böylece, sıra dayağı için sürekli nedenler bulunur. Bu
uygulama zaman zaman oldukça komik durumlara yol açıyor.
Örneğin bazen, uzaktaki trenin düdüğü gardiyan ıs1ı%ı sanılıp
“emret komutanım!” diye haykırılır. Bazen da gardiyan gerçekten ıslık çaldığı halde, bu trenin düdüğü sanllabilir.
Bir başka toplu tekmil şekli de şöyle: Gardiyan kapiyi ya da
kapı mazgallnı açtığında, veya “birisi gelsin!” dediğinde koğuştaki tüm tutukluların kapıya koşup kısa künye yapmaları
gerekiyor. 63 kişi aynı anda ve yüksek sesle kısa künyesini
söylediği zaman kulak patlatan bir gümbürtü oluşuyor. Bu bir
hindi sürüsünün panik anında koparttığı şamataya benziyor.
Besbelli kimin ne dediği anlaşılmıyor. Gardiyan bazen çok sık
aralıklarla kapı mazgalım açıp bir şey söylüyor. Dolayısıyla bu
komik sahne peşpeşe tekrarlanıyor. Aynı durum havalandırma
anında ve koridorlarda da geçerli. Burada da gardiyan “bir kişi
gelsin!” dediği zaman herkes yerinden fırlayarak önünde
diziliyor ve kısa künye yapıyor.
142
Bayram Bozyel
Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra sıra tıraşa geliyor. Burada
da her gün tıraş olmak zorunlu. 63 kişinin 1,5 metrekarelik
tuvalet boşluğunda tıraş olması mümkün değil. Bu nedenle
ko%uşun içine iki-üç adet plastik leğen konarak üçer dörder kişilik gruplar halinde bu le%enlerin başında tıraş olunuyor. Ko%uşta
yalnızca iki küçük ayna var. Bu yüzden, ço%u kişi aynasız tıraş
olmak zorunda. Dört kişiye bir permatik düşüyor ve haftada bir
yenileniyor. Böylece, yenisi verilinceye kadar birjilet 28 kez
kullanılmış oluyor.
Daracık ko%uşta bu kadar insan sürekli itişip kakışıyor. İnsan,
bir adım ileri gitmek için eliyle yer açmak zorunda. Her leğenin
çevresinde üç-dört kişi tıraş olurken, onlarl geride sakallarını
sabunlayıp sıralarını bekleyenlerin haftası çeviriyor. Tıraş olanlar, başka bir1e%en üzerinde, kendilerine verilen bir bardak suyla
-eğer su varsa- yüzlerini yıkıyorlar. Tüm bu işlerin büyük bir
hızla yapılması ve gardiyan karavanayı almaya geldiğinde
herkesin eğitim düzeninde olmasi gerekiyor. Bütün koğuşun
tıraşı 20 dakikayı geçmiyor. Tıraşı bitenler derhal ikişerli sıralar
halinde dizilerek eğitim düzeni al¡yor1ar.
Cezaevinde tutuklular, her çağrıldıkları ya da muhatap olduklarında, bir asker gibi, gardiyana künyelerini okumak zorundalar.
Buna “kısa künye yapmak” deniyor. Böyle durumlarda kişi, sağ
ayağını bütün gücüyle, sert bir ses çıkartacak şekilde sol
aya%ının yanına vurur ve kollarını da bedenine yapıştırır, yüksek
sesle künyesini okur. Verilen emirlere karşı da aynı biçimde emir
tekrarı yapılır.
Ayrıca gardiyan, nerede olursa olsun, koğuş ismini
seslendiğinde bütün koğuş tek ses halinde “emret komutanım”
demek zorunda. Verilen bir emre karşı da “emredersiniz komutanım!” diye yanıt verilir. Bu uygulama sürekli işkence
gerekçelerinden biridir. İçerdeki eğitim sırasında, özellikle marş
söylenirken çoğu kez dışardan gelen seslenmeler duyulınaz. Bu
nedenle de ça%rıya cevap vermediği için tüm koğuş cezalandırılır.
Diyarbakır5 Nolu
145
buna uygun şekilde marş söyler. Marşları makaırına uygun ve
ytiksek sesle söylemek zorunlu. Makamlar da sürekli değişiyor.
Gardiyan ikide bir yeni bir makam icat ediyor ve buna uygun
yeni bir yerinde sayış temposuna geçiliyor. Bir marşın bitiminden sonra durmak yasak. Hemen başka bir marşa geçiliyor.
Sabah kahvaltısından önce başlayan marş okuma, kahvaltı
sırasında kesiliyor ve kahvaltı biter bitmez tekrar başhyor. Saat
7.30, 8.00 arasında yapılan sayım sırasında da ara veriliyor ve
sayımdan sonra yine devam ediliyor. Öğle yemeğinde de birsüre
ara veriliyor. Yemekten sonra akşam sayımına kadar yerinde
sayarak marş söyleme işi sürüyor. Cezaevindeki 40 kadar
koğuşun hepsinde birden aynı şey cereyan ediyor. Bu aylar ve
yıllar boyu süren biruygulama.
Her yönüyle bıkkınlık ve tiksinti veren bu iş, zaman zaman
insanı çileden çıkartacak gibi oluyor. Örne%in sabahları içerdeki
eğitime başlandı%ında Andımız, İstiklal Marşı'nın on kıtası ve
Genç1i%e Hitabe okunuyor. Öğleden önce havalandırmaya çıkışta, havalandırma eğitiminin bitiminde, öğleleri yemek için
marşlara ara verildi%inde, yemekten hemen sonra e%itime
başlarken, öğleden sonra havalandlrmaya çıkışta, ko%uşa
dönüşte ve akşamları e%itime son verildi%i zaman bu çıldırtıcı
işlem tekrarlanıyor. Sonuçta bu ınarşlardan her biri günde sekiz
kez okunmuş oluyor. Sıkıyönetim mercileri, zaman zaman, cezaevlerindeki bu vahşeti gizlemek, kamuoyunu yanıltmak için,
tutukluları, “İstiklal Marşı'nı bile okumayı rededen azgın kişiler”
gibi göstermeye çalışıyorlar. Gülünç değıl mi?
Yürüyüşe ve yerinde saymaya daima marş eşlik eder, bunlar
birbirinden ayrılmaz. Cezaevinde en ufak bir adım bile yüriiyiiş
ve marş olmadan atılmıyor. Diyelim ki ikinci kattaki ko%uş
kapısından çıkıp 10 basamaklı merdivenden inerek alt kattaki
koğuşun kapısından bir şey almanız ve tekrar koğuşa dönmeniz
gerekiyor. Bu bile uygun adım yürüyüş ve marş söylemeyi gerektiriyor. Bunun için dizlerin karın boş1u%una kadar çekilmesi ve
144
Bayram Bozyel
G
!
I
'
Eğitim, Marş, Yürüyüş, Kitap Okuma
Cezaevindeki işkence sistem inin be1kemi%ini, adına eğitim
denen uygulamalar oluşturur. Bu, zaman olarak da bütün günlük
yaşantıyı kaplayan uzunlukta. Kaba dayak ve işkencelerin
yanısıra, insanların asıl bununla çökertildi%inı söylemek
miiınkün. Bildi%im kadarıyla, işkencenin bu türii, en sistemli bir
şekilde dünyada ilk kez Tiirkiye'deki faşist yönetim tarafından
Kiirdistan'daki askeri cezaevlerinde, daha doğrusu toplama
kamplarında uygulandı.
Cezaevine konan insanlardan bir hafta, bazen de iki-üç gün
içinde 60 kadar marşı ezberlemeleri istenir. Bu, yaklaşık olarak
120 sayfaiık bir kitaba eştir.
Havalandırmadaki e%itim zamanlarının dışında, gün boyu
içerde iki sıra halinde dizilinir. Herkes dizlerini karın boş1u%una çekip ayaklarını sert biçimde yere vurarak yerinde sayar ve
”
Diyarbakır5 Nolu
147
tutuklunun tüm gününü kapsıyor. Tutuklu, eğer bir isteği varsa,
koğuş’ sorumlusuna iletir. Onun dışında kimsenin birbiriyle bir
alışverişi olamazdı. Konuşmak çok gizli ve kısıtlı bir oranda
gerçekleşiyordu. İnsanlar konuşamamaktan, nerdeyse konuşmayı unutmuşlardı.
Son derece sıkıntı verici bir uygulama da,seyrekte olsa başvurulan toplu kitap okumaydı. Bu da elbet gardiyanın isteğine
bağlı. Örneğin, herkes düzgün sıralar halinde ayakta dururken,
koğuş sorumlusu “Atatürk'ün Hayatı” adlı kitabı satır satır ya da
cümle cümle yüksek sesle okur. Her satır ya da cümle bittikten
sonra koğuşun tümü en yüksek sesle söylenenleri tekrarlar.
Örneğin sorumlu okur: “Atatürk yedi yaşındayken ...”
Koğuş koro halinde: “Atatürk yedi yaşındayken. ”
Sorumlu: “... babasını kaybetti”.
Koğuş koro halinde: “... babasını kaybetti”, diye tekrarlar.
Bu böyle insanı çlldırtırcasına saatlerce sürüp gidiyor. İnsanın
boğazı kuruyor, sesi kısılıyor, beyni zonkluyor. Toplu kitap
okuma, cezaevindeki dayanılmaz işkencelerden biri.
146
Bayram BDzyel
ayaklarin sert biçimde yere vurularak ses çikartmasi gerekli.
Kantine, banyoya, görüşe, revire, koridoru yikamaya giderken,
karavana getirip götürürken marş söylenir ve uygun adimda
yürünür. Hatta yargilama döneminde, mahkeme salonuná gidip
gelirken uygun adimla ve marş soy)eyerek yürütülürdük.
Bazen de Yüzbași, hoparlörlerle komut vererek 40 koğuşu birden yerinde saydirir, onlara marş söyletirdi. Hoparlörle 40
koğuşu birden ayni anda yürütmek ve marş söyletmek... Bu
uygulamanin bir benzeri dünyanin başka biryerinde görülmüş
mü acaba? Yüzbaşi, hoparlörle yaptiği konuşmanin ardindan “iyi
günler” dediğinde, bütün koğuşlar bir ağizdan üç kez “sa%o1!”
diye cevap verir. Eğitim sirasinda ve marş söyleme süresince
tuvalete gitmek, su içmek, oturmak yasakti. Bu süre boyunca
ranzaya ya da duvara yaslandiği için birçok arkadaş dayak yerdi.
Bazen tuvalete tek tek gitmek için izin verilirdi.O zaman da bir
arkadaş, eline kağit kalem alarak tuvalete gidecekleri siraya koymayi üstlenirdi. Ama çoğunlukla bu da mümkün olmaz ve insanlar öğle vaktine kadar tuvalete gitme olana%i bulamazlardi.
Aylar, yillar boyu uygulanan feci işkencelerden dolayi, kimse
eğitimde “disiplinsizlik” yapmayi düşünmezdi. Hem kapi mazgali aniden açilabilir, hem de koğuşa açilan ve geri plant karanlik olan gözetleme yerlerinden her an fark edilebilirdik.
Genellikle bir ya da birkaç gardiyan, gözetleme yerinde sürekli
bulunurdu. Söz konusu ara koridor karanlik olduğu için, biz
onlari fark edemez, bu nedenle de sürekli bir gerilim içinde olurduk. Aramizda idareye bilgi sizdiranlar yok değildi. İdare, her
koğuşta kendisiyle işbirliğini kabul eden zayif unsurlar bulur ve
bu şekilde koğuşu içerden denetlerdi. Hatta böylelerinin kimliklerini saklama gereği bile duyulmazdi. Bunun karşillğinda
gardiyanlar yemek ve su konusunda böylelerine ayricalikli
davranirlardt.
E%itim sirasinda gülünmez ve konuşulmazdi. Egitim denen şey
isezaten uyku, tiraş, yemek ve tuvalete ayrilan zaman dişinda,
Diyarbakır5 Nolu
149
kenara çekerek başka birini çağırır. Sonunda kimi gün, marşı
kusursuz okuyamayanlardan koca bir grup oluşur. Bunlar iyice
bir dövülür, kendilerine küçültücü hareketler yaptırılır. Ardından
yürüyüşe geçilir.
Yürüyüş sırasında kollar hep birlikte ve paralel biçimde
öndekinin omuz hizasına kadar kalkıp iner, dizler karın boşluğuna kadar çekilir, ileri doğru sert biçimde atılır. Sıraların düzgün
olmasına dikkat edilir ve yürüyüş esnasında aralıksız biçimde
yüksek sesle marş söylenir. Koğuş gardiyana ve yanlndakiler
tutukluları gözetlerler. Ağızlara ve yüz hatlarına bakarak kimin
marş söylemediğini veya yeterince bağırmadığını anlamaya
çalışırlar. Bu süre zarfında çoğu insan şu ya da bu nedenle birkaç
kez dayak yer.
Yürüyüş esnasında ayrıca ırkçı ve şoven bir dizi sloganın
haykırılması istenir: “Ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk
dünyaya bedeldir”, “her Türk asker doğar!” gibi...
Tutuklular sık sık ileri geri koşturulur; onlara çöküp kalkma,
şınav, sırt üstü yatıp ayakları havaya kaldırma, tek ayak üzerinde
uzun süre bekleme, tek parmakla duvara yaslanma gibi işkenceler
yaptırılır. Yaz güneşinin çıplak betonu yattığı zamanlarda tutuklular bu kızgın beton üzerinde çıplak vücutla yüzüstü veya
sırtüstü yatırılır, süründürülür. Deri yanıp su toplar. Kışın ise
aynı alanda, buz gibi soğuk havada, kar, buz üzerinde veya
soğuk suda benzer hareketler yaptırılır. Tutuklular, yeterince
canlı yürüyemedikleri veya yüksek sesle marş söyleyemedikleri
gerekçesiyle defalarca sıra dayağına çekilir.
Bazen, üzerinde e%itim yaptığımız bir su birikintisini içip
bitirmemiz istenirdi. Hep beraber yere uzanır, ağzımızı kirli su
birikintisine dayardık. Koğuşun tümü bu birikintiye yetişmeye
çalışınca insanlar üst üste yığılır, bu da altta kalanları bunaltırdı.
Suyu ağzımızda gargara yaparak içiyormuş gibi görünür, diğer
yandan dirseğimizi, göğsümüzü suya batırarak elbiselerimizin
suyu emip bitirmesini sağlardık. Böyle zamanlarda içimizden
148
Bayram Bozyel
f•
Havalandırma
Cezaevinde, havalandırma saati yaklaştığı zamanki duygu karmaşasını ve yaşanan korkuyu anlatmak olanaksız. Bu, sanki
dönüşü olmayan gidiş gibi bir şey. İşkencenin, dayağın,
baskının, hakaretin, iğrençliğin en büyu%ü genellikle havalandlrmadaki eğitimde yapıJır. Bu nedenle dışarıdaki eğitim
saatleri tutuklular için bir karabasana dönüşür.
Havalandırmaya çıkaca%ı zaman koğuş, her zamanki yüksek
sesle kendini sayar. Havalandırmaya çıkar çıkmaz dörderli
sıralar halinde dizilir. “Kol uzat!”, “rahat!”, “hazır ol!”, gibi
komutlardan sonra gardiyan, genellikle yanlış okı:yacağını tahmin etti%i tutuklulara çağırıp Andımız, İstiklal Marşı ve
Gençli%e Hitabe'yi okutur. Ko%uş da söylenenleri tekrarlar.
İstiklal Marşı'nın on kıtasını,o korkulu anda bile birçok insan
aksaınasız okur, okumayı becerir. Gardiyan, yanlış okuyanı bir
Diyarbakır5 Nolu
151
Bir Voleybol Oyunu
15günde ya da ayda bir gün, öğleden sonra sözde voleybol
oynanırdı. Oyuna katılanlar, cezaevindeki yaşam esprisine
uygun biçimde oynarlardı. Oyun anında hiç kimse gülmez,
konuşmazdı. Herkes oyun alanında esas duruşta bekler, top tam
“oyunctınun” üzerine gelip ona çarpacağı zaman oyuncu hemen
topa vurup tekrar esas duruşa geçerdi. Topun peşinden koşmak,
ona atılmak, zıplamak,5 Nolu'nun voleybol kurallarına aykırı ve
yasaktı. Oyuna katllanlar esas durıışlarını bozdukları gerekçesiyle sık sık dayak yerlerdi. Bu nedenle kimse oynamak
istemedi%i halde gardiyan istedi%ini oyuna sokardı.
Cezaevindeki en büyük mizah konularından biri de işte bu
voleybol oyunu idi. Bazen de oyunun tam orta yerinde, birisi
hata yaptı diye gardiyan hemen a%ısöker ve bize e%itim yaptırmaya başlarda.
150
Bayram Bozyel
bazılarının suyu gerçekten içtiği de olurdu. Yerde suyu birşekilde tükettikten sonra kalkmamıza izin verilirdi.
Havalandırma sırasındaki bu işkencelere dayanamayan birçok
arkadaş bayılır, onları, ko%uş dönüşü, e1 ve ayaklarından tutarak
taşırdık.
"
Bir havalandırma avlusu genellikle iki ko%uş için kullanılıyordu. Her koğuş öğleden önce veya sonra olmak üzere, günde 1.52 saat bu işkencelerden geçerdi. Aynı havalandırmaya çıkan
koğuşlardan birinin gardiyana mahkemeye veya başka bir yere
gitmişse, di%er koğuş, içerde kalan bu koğuşun yerine de eğitim
yapardı. Bazen de bilinçli olarak koğuşlardan biri havalandırmaya çıkarılmaz, böylece diğerine sabahtan akşama kadar yo%un
işkence yapılırdı.
Yanımızdaki bir ko%uşun altında hastalar koğuşu vardı.
Hastalar eğitim yapacak durumda olmadıkları için, diğeri bütün
gün havalandlrmada kalarak “eğitim” yapmak zorundaydı.
1983 yllı Eylül başında cezaevinde başlatılan direnişi bastırmak içın dışardan bir bölük komando getirilmişti. Bölük
Komutanı olan yüzbaşı, bir gün koğuşlardan birini havalandırmaya çıkararak zorla yürüyüş yaptırır. Ancak ko%uş yürümeye
baş1adı%ında bu komando yüzbaşısının bile ağzı açık kalır.
Gördükleri karşısında şaşırır. Hemen koğuşu durdurur, bunun
yüriiyiişle bir ilgisi olmadığını söyler. Yürüyüşlerini kaz
yürüyüşü diye niteler. Ayaklarını biraz kaldırargak askerler gibi
yürümelerini ister.
“
Diyarbakır5 Nolu
153
olması için birbirini uyarır. Sayım sonrası, büyük birtehlike
atlatılmışçasına ralıatlığa kavuşulur.
Akşam sayımından hemen sonra ise yapılacak tek şey yemek
yemek ve “kaybolmaktır”.
Sayımın bitimiyle yata%a girme arasındaki süre yarım saati
geçmez. Bu yarlm saat içinde iki posta halinde yemek yeniliyor,
bulaşıklar ylkanıyor ve tuvalete gidiliyor.
Yemek nezaman yenirse ardından hemen yatağa girilir.
Yemekten sonra hala ayakta kalan kişi varsa,o saatte nöbetçi
olanla birlikte cezalandırılır. Bazen herhangi birinin yaptıklarından dolayı bütün ko%uş dayaktan geçirilir. Yaz aylarında,
sayımın erken yapılıp yemeğin erken yendiği bazı günlerde,
güneş daha batınadan yatağa girmek zorunda kaldığımız olurdu.
Bizim koğuşta toplam olarak 20 demir ranza vardı. Ranzalar
çok dar oldukları için, ancak ikişer kişi yanüstü yatarak sığabiliyordu. Bu nedenle ranzalarda toplam 40 kişi yatabiliyordu
ancak. Geriye kalan 23 kişi, bir yil boyunca betona serilen şilteler
üzerinde yattılar. Üstümüze örtünmek için birer battaniye verilmişti.
Yazın üstaçık yatıldığından, insanlar birbirine yapışık etyığınını
andırırdı. Sanki koğuşta insanlardan bir örtü serilmişti. Sadece
tuvalete giriş kısmında birazcık boş alan kalırdı.
Koğuşta, akşam saylmından sabah kalkış saatine kadar nöbet
tutulurdu. Her nöbetçi iki saat nöbet tutar. Nöbetçi esas duruşta,
eleri vücuduna yapışık bir biçimde koğuşun içinde dolaşır. En
küçük birhatalı lıareketinin gözetleme deliklerinden fark edileceği endişesini yaşar. Nöbeti sırasında ayakta kalan, yatınayan,
konuşan olursa, “suç” işleyen bu kişiyle birlikte nöbetçi de
dayak yer.
Nöbetçi tutuklu, koğuş mazgalını açan gardiyanlara gidip tekmil verirdi. Nöbetinde “vukuatı” bulunan nöbetçi önce nöbetçi
gardiyan taTafından dövülürdü. Ayrıca o, sabahleyin gelen ko%uş
gardiyanına da tekmil vererek vukuatlı olduğunu söyler ve bir de
ondan dayak yerdi. Bir nöbetçi için nöbetini sorunsuz bitirmek
.’t
„‘
152
Bayram Bozyel
Koğuşta saylm yapılaca%1 zamanlar, daha dakikalarca öııceden,^
başta sorunlu olmak üzere koğuşu bir korku sarar ikili sıralar
halinde dizilerek sayım düzenine geçilirdi. Sorumlu koğuşun
girişinde bekler. Sayım yapanlar büyük bir hızla içeri girerler,
tam o anda sorumlu gür bir sesle “rahat!” ve “hazir ol!”çeker. Bu
"rahat” ve “hazırol”lardano kadar sesçıkar ki ta cezaevinin öbür
ucundan duyulur. Daha büyük koğuşlarda yüzlerce insanın bir
anda bütün güciiyle ayakları yere vurmasından koğuşlarda çatlaklar oluştuğu için, bazı koğuşlarda bu “rahat” ve “hazırol”
uygulaınasına son verilmişti.
“Dikkat!” çeken sorumlu koğuşun mevcudunu bildiren tekmilini verir. Bunun ardından ön sıradakiler, baştan başlayarak büyük
bir hız ve mümkün olan yüksek bir sesle kendisini ve arkadaşını
çift sayı halinde sayarak çöker. Öndeki sayanla birlikte arkadaki
de çöker. Sayı sayma hızla birinden ötekine geçer ve bu şekilde
sayım 4-5 saniyede biter. Sayıml yapanların koğuştan çıkacağı
sırada, sorumlu bir “dikkat” daha çekerek yerdekilerin yine
ayaklarını sert bir şekilde yere vurarak kalkmalarını sa%lar.
Saylmın hızlılık derecesi akllları durduracak niteliktedir.
İnsanların kendi kendilerini sayarken bağırmaktan çıkardıkları
sesler, havlamayı andırlyor. Sayıınların belasız atlatılanı oldukça
nadirdir. Sayı saymaya şaşıranlarln başına bırakılmadık kalmaz.
Sayımın cansız yapılması, ya da yerden yeterince ses çıkartmaıa ko%uşun sıra dayağından geçirilme nedenidir. Koğuş “ranza
altı” yapılır. Herkesin ranza altına girmesi sağlanır.
Giremeyenler zorla sokulur. İnsanlar daracık ranza altlarında
bo%ulacak gibi olurlar. Ya da çöküp kalkma ve yatma talimleri
yaptırılır. Tutuklular yere yatırılarak birbirine bindirilir. Koğuşa
yeni gelenler sayımlarda ön sıralara konarak daha çok dayak
yemeleri sağlanır. Bazen de sayım çalışması adı altında,
saatlerce sayı saydırıllr ve “çök-kalk” yap ilir.
Biitün bu vahşetten dolayıdır ki sayım yaklaşırken tutuklulara
bir telaş ve korku basar. Başta sorumlu, herkes, sayımlarln canlı
Diyarbakır5 Nolu
155
Sağlık, Beslenme veya Sistemli Yok Etme
Bu alanda izlenen politikanın iki boyutu var. Bir yandan tutukluyu giinlük olarak yaşatmak, di%er yandan ona, uzun vadede
yok edici bir rejim uygulamak. Hatta bu yok etme politikası
bazen çok daha kısa sürelerde de sonuç verir. 1984 yılı ortalarına kadar tutuklular açlıkla sürekli bo%uştu. Yeterli ve düzgün
beslenme şurada kalsın, insanlar hiçbir zaman sofradan doyarak
kaJkmadılar. Yalnızca tutukluların açlıktan kısa sürede ve kitle
halinde ölmemesine dikkat ediliyordu. Günde iki kişiye küçük
boy bir ekmek ancak düşüyordu. Yemek ise iki kişiye, bazen de
dört kişiye bir tabak içinde verilirdi. Birkaç kaşık alınca
bitiveriyordu. Ayrıca yemekler çok kalitesizdi. Kış boyunca
sıcak suda kaynatılmış lahana ya da pırasa, yazın ise yine sıcak
suda haşlanmış patlıcan dışında gördü%ümüz bir şey yoktu.
Açlığı bastırılmayan insanlar, yemekten sonra da, bu türden bile
!
'
154
Bayram Bozyel
kolay iş de%ildi. ü'öbet siiresi olan iki saat iki yıla dönltşiir.
Çünkü “vukuat” sayılacak nedenlero kadar çok ki. .. Yeter ki
gardiyan istesin! Birinin uyku esnasında sayıklaması ya da
inlemesi, horlaması, nöbetçinin yerinde biran durması, ellerinin
vücudundan birazcık ayrılıp eIaS duruşunun bozulması, bunların
tiimii vukuat sayılabilir türdendi. Nöbetçi biryandan nöbet tutar,
diğer yandan dayak yer ve sabah yiyeceği ikinci dayağı
diişünürdü.
Elleri kapının mazgalından dışarı çıkartılarak dövülen
nöbetçinin inlemeleri ve ellere inerken gecenin derin sessizliğini
yırtan cop sesleri, gece boyunca tutuklulara birkaç kez
uyandırlrdı. Sabahları. gece nöbetinde sözde vukuat işleyip
gardiyana tekmil vermek için kapı öniinde sıraya girenler bazen
uzunca birkuyruk oluştururdu. Uykudan yeni kalkıp daha midesine birşey girmemiş olan bu insanlar bir de gardiyandan bol bol
dayak yerlerdi.
Diyarbakır5 Nolu
1 57
dolu olarak koğuş kapısına gelirdi. Ama gardiyan çok- az miktarda ekmeği koğuşa verir, gerisini ko%uşun arkasındaki koridora
yı%ardı. Orada bine yakın ekmek birikip kurudu. Sonradan onları
bize taşıtıp, çöpe attırdılar.
Bu da M.Ç'nin anlattığı bir olay:
“Bir gün, cezaevi ile ilgili bir progrcım hazırlamak üzere bir TV
ekibi geldi. Koğuşumuzdaki rmızalar demfrden oldum* 'fil, gösterişli olsun diye bizimkini seçmişler. Koğuşa bir-iki mascı ve
sandalye getirilip kondu. Ayrıca bir sürü nefis yiyecekler getirmişlerdi. Koğuşun sabahki kalkı:fı ve kahvaltı saatini canlandırmamız isteniyordu. Biz de mecburen artistliğe soyunup rolyapmaya başladık.
“Yatağa girdik. Bir arkadaş da nöbet tutar gibi yapıyordu.
Onun, günaydın arkaclaşlar!’ denlesiyle kalkıp yüzünüzü
yıkadık. Çekim sırasında yanı başınnzda olan teğmen, neşeli
görünnıemiz, koDuşmaı7sfS için bizi uyarıyordu. Öyle yaptık tabii
ki. Sonra getirilen bol ve çeşit çeşit yiyecekleri masaya doyarak
yemeğe başladık. Bir daha elegeçmez diye öyle bir girişnlişiz ki
teğmeıı, başlarım yatarak bize gerekli mesajı ıılaştırdı. Bir yandan da,kameraya çaktırmadan bize baş sallıyor, ’sonra size gösteririm!’demeye getiriyordu. Kahvaltı sahnesi bittikten sonra bir
deö ğleyemeği için çekim yapıldı.
“Başka bir çekimde de koğuşa getirdikleri karpuzları, çekimi
ekibi koğuşu terk eder etmez-, hemen alıp geri götiirdüler.”
Genellikle üç ayda bir, koğuştaki tutukluların kendi paralarıyla
kantinden alışveriş yapmalarına izin verilirdi. Buna cezaevi
dilinde “kantin vermek” deniyor. Bazı ko%uşIara kantinin hiç
verilmediği de olurdu. Öme%in, yakınlarımızın bize gönderdi%i
paralar biriktlği halde koğuş kantin alamazdı. Kantinde satılan
şeyler ise bizim için gerekli olanlardan çok, bu koşullarda lüks
sayılacak türden. Yönetim bunlara dilediği fiyatı koyar ve kimse
hiçbiritirazda bulunamazdı. Kantine yiirüyüş ve marşla gidilip
gelinir. Tutuklular gidip gelinceye kadar defalarca dayak yer,
156
Bayram BozyeJ
olsa, bir sonraki öğünde verilecek yemeği sabırsızlıkla beklemeye koyulurdu. Daha akşam yemeğinden kalkmadan, acaba
sabah kahvaltısında iyi bir şey çıkar mı diye düşünülürdü.
Ayrıca, öyle günler vardı ki ceza olsun diye hiçbir şey verilmezdi. Bazen de tektekkişilere uyğulanırdı yemek vermeme cezası.
Gardiyan, çoğu zaman getirdiği yemeğin içine tükürür, ya da çöp
ve benzeri şeyler katardı. Bazen de daha verilmeden önce “Co”
dedikleri köpeğin ağzıyla karavanayı kontrol ettirirlerdi!
H. B. kendi koğuşunda geçen şu olayı anlatmıştı:
“Birö ğle yemeği öncesiydi. Gardiyanlar içeri girerek herkesin
en az 10 tane sinek yakalamasını ensrettiler. Bunun üzerine
koğuşun tüm pencereleri kapatıldı. Herkes, eline havlu ya da
benzeri bir şey alarak sinek avına çıktı. Ortalık bir anda ana
baba gününe döndü. Herkes cezadan kurtulmak için birbiriyle
yarışıyordu. Koğuşta bir tek sinek b ırakmadık, hepsini
öldürdük. Buna rağmen, kimimiz kotayı taınamlayanıamıştık
hala. Sonuçta ne nsi yapıldı dersiniz? Toplanan bütün sinekler
getirilen yemek karavanasının içine döküldü, yemekle
karıştırıldı ve bize yedirildi”.
Bu ve buna benzer birçok olay yaşandı. Bir keresinde beş gün
süreyle hiçbir koğuşa ve kişiye yemek veekmek dağıtılmadı. Bir
başka gün ise sabah kahvaltısında bize bir karavana dolusu çorba
getirilmişti. Çorbanm ge1di%i gün ve onu izleyen bir hafta
boyunca gardiyan sürekli gidip geldi, “bir karavana çorba içtiniz,
onun hakkını vereceksiniz!” deyip, bunu işkence ve dayak
nedeni yaptı, burnumuzdan getirdi. Bu nedenle, zaman zaman,
yemek geldiğinde arkadaşlar, “aman yemeyin, sonra seninki
hakkını ister!” deyip birbirlerine takılırlardı.
Birçok kez, yemekten önce yapılan yemek duasından sonra,
“dikkat!” çekildiğinde ya da “komutanım” denildiğinde,
gardiyan, “afiyet olsun!” yerine, “s ... yiyin!” der, biz de kural
gereği, “sa%ol!” çekerdik.
Bir dönem, öğle zamanları ekmek torbalarımlz ağzına kadar
Diyarbakır5 Nolu
159
birkaç kişi, onun bıraktığı kirli suda kendi çamaşırlarını yıkamak için sıraya girerdi. Her tarafımızı bitler sarmlştı. Kirden ve
bitlerden, çamaşırlarııtıızı sık sık atmak zorunda kaltyorduk.
Uzun biraradan sonra birgün banyoya hazırlanmamızl istediler. Büyük bir sevinçle soyunduk. Ü'zeri1nizde yalnızca
kilotlarıınız kalmıştı. Mevsimlerden kıştı. S ıraya girdik,
banyoya do%ru uygun adım ve marş söyleyerek yürüdük. Tam
banyo girişinde iki gardiyan, karşılıklı durarak ellerindeki
hortumlarla önlerinden geçenlere so%uk su sıkmaya başladı.
Herkes hortumlarla iyice bir ıslatıldıktan sonra ko%uşa gerisin
geri getirildik.
Daha sonraları da zaman zaman “banyo” ya götürüldüğümüz
oldu. Soğuk suyla 4-5 dakika kadar yıkanmamıza izin veriliyor,
ancak çoğumuz daha sabunlu iken su kes(tir)iliyordu. Koğuşa
dönüşte çıplak ve ıslak halimizle “çök-kalk” yaptırıllr, yerde
süründürülürdük. Çıplak bedenleri amansızca coplar, ko%uşu
slra daya%ından geçirirlerdi.
Cezaevinde geçirdiğimiz son iki yılda, bizi birkaç kez
çaınaşırhaneye götürdüler. Genellikle 3-4 ayda bir olurdu bu. h'e
var ki orada yapılan da çaınaşırlarımızı sıcak bir suya daldlrıp
çıkannaktan ve bolca dayak yemekten ibaretti.
Cezaevinde günün herdakikası, insanları fizik ve moral olarak
çökertmek, yok etmek için üzerine kurulmuş; “sa%lık” ve
“tedavi” adı altındaki uygulamalar da bu katliamın bir parçası.
Dışardan cezaevine gelen her insan, burada karşılaştı%ı açlık,
susuzluk, işkence ve soğuktan dolayı hızla eriyordu. Bazılarında
hastalıklar daha erken belirirdi.
Ölümün eşiğine gelen hasta insanlar bilinçli bir şekilde tedavi
edilmez, ölüme terk edilirdi. Götürülenler ise tedavi edilmez,
baştan savılırlardı. Bazen verilen ilaçların ise ne işe yaradı%ı,
gerçekte yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğu belirsizdi.
Bu koşullarda cezaevindeki tutukluların bir tekinin sağlam
kaldı%ırıı söylemek mümkün değil.
158
Bayram Bozyel
hakaret görürler. Kantinden getirilen eşyalar ko%uş kapısında bir
kez daha aranır. Gardiyan bu bahane ile örneğin üzüm sandığım
koğuşun ortasına döker, ayaklarıyla içine girer, karıştırırdı.
Aramalar sırasında gardiyanlar bu tür eşyaları tahrip eder,
hoşlarına giden yiyecekleri yerlerdi.
Su yoklu%u tutuklular için başlı başına bir işkence türüydü.
Birçok insan yürüyüş ve eğitimlerden sonra yorgunluktan ve
susuzluktan bitkin düşer, bayılırdı. Özellikle 2. ve 3. katlardaki
koğuşlarda su yokluğu tam bir felaket halini almıştı. Gardiyanlar,
bu katlara bazen günde bir-iki bidon su çıkartır, bazen de birkaç
gün süreyle hiç su götürülmezdi. Susuzluktan bitkin düşüp ağzı
açık kalan insanların görünümü günlük manzaralardandı.
Bazen de kasıtlı olarak yemeğe fazla tuz konur, susuzluk daha
da azdırılırdı.
Bir ara geçici bir süre için bulunduğum birkoğuşa birkaç gün
süreyle hiç su verilmedi. O ara koğuşta 100'den fazla insan
vardi. Susuzluktan birkaç kişi baygınlık geçirdi. Bunun üzerine
tutuklular, yeni takılmış kalorifer peteklerinden, içmek için
gizliden su almaya başladılar. Kalorifer petekleri ve borularo
yıl yeni takıldıkları için gelen su paslı ve kırırızımsıydı.
Tutuklu bir doktor arkadaş, “ne yapıyorsunuz! İçmeyin, hepiniz
zehirleneceksiniz,” dediyse de kimse aldırmadı. Aradan biraz
daha zaman geçince, bunu diyen doktorun kendisi de dayanarnayıp bu sudan içmeye başladı.
İki yıla yakın süre, dişlerimizi fırçalamak için gerekli suyu
bulamadık. Tuvalette çoğu zaman gazete parçalarını kullanırdık. Elimizı yüzümüzü yıkadığıınız çok enderdi.
Tabaklarıınızı y ıkamak için çok az su verilirdi. Su verilmedi%inde ise onları gazete parçalarıyla siler bırakırdık.
Cezaevine girişimizden itibaren altı ay boyunca banyoya
götürülmediğimiz gibi, koğuşta da yıkanmak için su bulunmazdı. Çamaşlrlarımızı ise birkaç ayda bir, dört kişi için verilen
yarlm bidon su ile ylkardık. Birisi çamaşırlarını yıkadığında,
Dfyarbakır5 Nolu
161
kişiye ve hastanın bizzat kendisine imzalatılmış.O ara bir TV
ekibi çekim için ko%uşa geldiğinde, görmesinler diye, bu hastayı
koğuştan çıkarıp arkadaki koridorda çıplak beton üzerine bırakmışlar. Ve hasta ertesi gün ölmüş.
1983 yılının ilk aylarıydı. Koğuşa Medet Özbadem adında birini getirdiler. Çok zayıf, cılız biri idi.O da işkence furyasına
alındı. Özellikle yeni ge1di%i için gardiyan ona daha da kötü
davranıyordu. Bir ay içinde M. Özbadeın'in durumu a%ırlaştı.
Buna ra%men revire götürü1m(ıyordu. Tersine e%itime katılmaya
ve dayak yemeye devam ediyordu. İyice erimiş, tükeıunişti.
Falakaya yatırıldlğında bağırmak için bile kendinde yeterince
güç bulamıyor, bir bebek gibi ince ve tiz bir sesle inliyordu. Bu
ses yaşamım boyunca belleğimden hiç çıkmayacak.
Nasıl olduysa bir gün revire kaldırıldı. Revir doktoru onu hastaneye havale etti. Hastaneye götürüldükten birkaç gün sonra,
gardiyan ko%uşa gelerek ona ait kişiseJ eşya ve parayl aldı. M.
Özbadem öl(dürül)müştü. ..
Bizim ko%uştaki tutuklular arasında iki kardeş vardı. Ramazan
Yayan adlı küç(ığü gittikçe eriyordu. Koğuş, bu gtıç koşullarda
bulabildiği besinle, karınca kararınca onu yaşatmaya çalışıyordu.
Ne var ki revirden ald1%ı ilaçları gardiyan vermiyordu kendisine.
Hepimizle aynı uygulamalara tabi tutuluyordu.
Revire
çlkışlarından birinde hastaneye sevk edildi. Aradan bir süre
geçince gardiyan onun da elbiselerini almaya geldi. Arıcak,
elbiseleri bu kez hastaneye göndereceğini söyledi. Ne var ki
aradan uzun süre geçti%i halde Ramazan bir türlü hastaneden
dönemedi. Bir görüş gününde Raınazan'ın ağabeyi görüşe gitmiş, gelen ziyaretçilerden Ramazan'ın öldüğünü öğrenmişti.
Ramazan'ın öldüğünü biz de ancako zaman öğrendik. Koğuşu
derin bir sessizlik sardı. Ama işkence curcunasında olay tez
unutuldu.
Cezaevinde herkesin, kendisine imzalatılan bir çeşit ölüm fermani vardı. Düşman burada bizi yok etmeyi planladığı ve herkes
160
Bayram Bozyel
Zamana yayılmış toplu katliam için ne gerekiyorsa yapıldı.
Bulaşıcı bir hastalıga yakalananlar çoğu kez bilinçli bir şekilde
koğuşlarda bırakıldı. Ayrı yemek yemelerine bile izin verilmezdi. Hastalar ve sakatlar da, diğerleri kadar olmasa da cezaevindeki yüriiyüş ve “e%itim” adı oltlndaki sistemli‘ Üşkenceden paylarını aldılar.
En ağır hastalar bile revire bu “e%itim yürüyüşü” ile gider, doktora çıktığında esas duruşta tekmil verirlerdi. Bir giin, bizim
ko%ııştan revire giden bir arkadaşın canlı tekmil vermedi%ini
iddia eden doktor, gardiyandan, ko%uşun tümünü cezalandırmasınl istemişti. Gardiyan da tüm koğuşu sıra dayağından geçirdi. Doktorun da toplu işkenceler sırasında, bir elinde i%ne, bir
elinde copla aktif rol aldlğı çok olurdu. Hipokrat yemininin5 '
Nolu'daki versiyonu bu olmalıydı.
Gıdasızlığa bir de diş temiz1i%inin yapılamaması eklenince,
tutukluların a%zında sa%lam diş kalmamıştı. Çürük dişlerin
çekilmesi ise aylar alıyor, diş ağrı ları insanları perişan
ediyordu.
Çok ender de olsa, hastaların hastaneye götüru1dü%ü olurdu.
Elleri arkada kelepçelenir, gözleri bağlanır,o şekilde götürüliirlerdi. Hastanede de görevli gardiyanlar 24 saat süreyle hastanın
başucunda nöbet tutar, bulundukları odadan çıkmalarına, konuşmalarına izin vermezlerdi. Orada bile aç kalır, dayak yerlerdi.
Sigara ve gazete yasaktı. Görüşe çıkılmazdı. Doktorlardan da
kötü muamele görürler, kendilerine “vatan hainleri” muamelesi
yapılırdı.
Hastaneye gidenler, ço%un1uk1a sa% olarak geri dönmezlerdi.
Bizim koğuşta, biz gelmeden birkaç gün önce, adı kaçakçılık
olaylarına karıştığı için askerden getirilip tutuklanan biri, ağır
işkencelere dayanamayarak yata%a düşmüş. Sorumlusun durumıgardiyana bildirmesine ra%men, kendisi ile ilgi1enilmedi%i
gibi, bir de tutanak tutularak bu kişinin yakalanmadan önce ciddi
bir hastalık taşıdığı belirtilmiş ve bu tutanak ko%uştaki birkaç
Diyarbalor5 Nolu
Gazete, Sigara ve Görüş Günleri
5 Nolu'da dilediğimiz türden bir gazeteyi değil okumak,
görmek bile imkansızdı. Bizim, getirilecek gazete veya dergiyi
belirleme, bu konuda söz söyleme hakkımız elbet yoktu. Bunu
gardiyanın kendisi yapardı. O, bizim dışarıda iken hiç okumadığımız, görmediğimiz, okumayı da hiçdüşünmediğimiz türden magazin dergileri ve bu türden gazeteleri getirirdi. Bu yayınlar için herkeresinde bizden bir hayli para alınırdı. Kimi zaman
da parayl aldıkları halde gazeteler gelmezdi. Onu da bırakın,
cezaevinde getirilen bu yayınlara göz atmak için fırsat ve zaman
mı bulunurdu? Alman gazete veya dergiler bir köşede bekletilir
ve bir süre sonra yine gardiyana geri verilirdi. Onların bir bölümü
de tuvalette ve bulaşık kapların temizlenmesinde kullanılırdı.
Sigara, cezaevinde tutuklular üzerinde baskı kurmak için kullanılan önemli araçlardan biriydi. Yasaklamalar içinde en sık
162
Bayram Bozyel
de bu koşullarda ölebileceği için, yönetim, bazı bürokratik pürözleri kolayca çözmeye hazırlıklı olmak gereğini duymuştu. Bu
nedenle herkesi kapsayan belli tutanaklar yapılmıştı. Bu
tutanaklara göre kişi, daha yakalanınadan önce en azından
öldürücü nitelikte iki hastalık kapmıştı. Bu hastalıktardan dolayı
ölmesi her an mümkün olabilirdi. Bunlar göz, diş, baş ağrısı gibi
bahse değmez hastalıklar olamazdı elbet; verem, kanser, enfarktüs türünden olanlardı. Hazırlanıp getirilen bu tür tutanaklar,
önce ilgili kişinin kendisine, sonra da koğuştan iki-üç kişiye
tanık olarak imzalatllırdl. Böylece içerdeki ölüm sebebi ne olursa olsun, cezaevi yönetimi, işkencecileri “temize çıkaracak”
tedbirleri elinin altında hazır bulunduruyordu. Bunlar gerektiğinde ölenin ailesine, bu işle ilgilenen kimi insan hakları kuruluşlarına veya basına da sunulabilirdi.
Koğuşa yeni gelenler için öncelikle böyle birtutanak hazırlamak rutin bir hal almıştı.
Uygulama yeni başladı%ında itiraz edenler, bir hastalığımız
yok diyenler olduysa da gardiyanlar, her sorun gibi buna da
dayak gücüyle kısa zamanda çözüm bulmuş, “herkes mutlaka
iki uygun hastalık bulsun!” demişlerdi.
Dayak ve işkence sonucu oluşan yara ve izler için de uygun bir
formül bulunmuştu. Buna göre bir üst görevlinin veya resmi bir
kişinin böyle biriz veya yaranın nedenini sorması halinde, “ranzadan düştüm!” denilecekti. Bazen gardiyan, kaşlarını daha
yeni patlattığı kişiye sorar: “Kaşlarına ne oldu oğlum?”
Ötekinin cevabı hazır:
“Ranzadan düştüm komutanım.”
Diyarbakır5 Nolu
165
Bu ve buna benzer uygulama hemen hemen bütün ko%uş1arda
gerçekleşti.
Görüş günleri işkence zincirinde çekilmez birhalkadır. Bu günler umutla değil, korkuyla beklenirdi. Başta görüşe çıkanlar
olmak üzere bütün koğuş dayak sırasından geçerdi. İnsanlar
kendilerine görüşmeci gelmemesini dilerlerdi, neredeyse.
Görüş yerine de e%itim yürüyüşü ve marşla gidilip gelinirdi.
Tutuklular kendilerini ziyarete gelen yakınlarıyla Türkçe'den
başka bir dille konuşamazlar. Bununla amaçlanan, Kürtçe
konuşulmasını önlemekti. Oysa ziyaretçilerin bir bölümü, özellikle köylü kadınlar, yaşlılar Türkçe bilmezler. Hem tutuklunun,
hem de görüşmecinin başında birer gardiyan bulunur, aradaki el
ulaşmaz dikenli tel örgüye ra%men, hem tutuklu hem de
görüşmecisi, elleri arkasında kenetli olarak durur. Konuşmalar,
hal hatır sormaya bile fırsat bulamadan son bulur, gardiyanın
düdüğü öter ve görüşme biterdi!
Tutuklularm, görüşme esnasında, yakınlarının gözleri önünde
dövülüp tartaklandıkları çok olur. Kimi zaman görüşmeciler bile
dayaktan, hakaretten paylarını alırlar. Tutuklu, görüş yerinden
koğuşa kadar süründürülerek getirilir ve bu arada hep dayak yer,
olmadık hakaretlere uğrardı.
Dönüşte “vukuat” işleyenler sıraya girer. Ama genellikle bu
“disiplinsizlikten” tüm koğuş sorumlu tutularak herkes dayaktan
payını alırdı.
Bölge insanları genellikle tarımla u%raştık1arı için, görüşme
sırasında vakit bulunursa ve havadan sudan konuşurken buğdaydan, mercimekten de söz edilir. Örneğin tutuklu yanlışlıkla “Bu yıl mercimekler nasıl?” diye sorarsa vay haline!
Yönetim, bu tür sorular ve cevapların tehlikeli parolalar olabileceğini düşünerek yasakladl. Tutuklular sıkı biçimde
uyarıldı:
“Görüşme esnasında buğdaydan, mercimekten, nohuttan söz
etmek yasak!”
164
Bayram Bozyel
başvurulan sigara yasa%ı idi. Öyle ki gardiyan, kafası her
kızdığında, daha öiraz önce koyduğu sigara yasağını unutup aynı
şeyi bir kez daha ilan ediyordu. Sigara içmek ortalama olarak on
gün yasak, bir gün serbestti.O serbest olan gün de kendi içinde
ek yasaklar içeriyordu.
Bir ara sadece tuvalette sigara içme izni vardı.O zaman beşer
beşer tuvalete gidilir ve herkes yarımşar sigara içerek çıkardı. Bu
durumda insan tuvaletteki dumandan boğulur gibi olurdu. Sonra
koğuşta içmeye izin verildi. Ama koğuşta en ufak bir duman
bulunmayacak, aksi halde sigara içme yasa%ı hemen uygulanacaktı. Koğuşta sigara içecekler gruplara ayrılmlştı. Buna
rağmen ko%uşun darlı%ından içerde duman birikiyordu.
Hepimiz, belirli sürelerle havlu sallayarak dumanı dışarı çıkartmaya çalışırdık. 1983 yılının ortalarına kadar, akşam yeme%inden sonra sigara içmek yasaktı. Ancak sabah ve öğle vakitleri
içilebilirdi. O da kişi başına yarım sigara. Havadar olan
koğuşlarda birer sigara içmeye izin verdikleri olurdu.
Sigara tiryakisi tutuklulara içmeme yasağı konarak yapılan
eziyetin yanısıra, sigaranın başka biçimde bir eziyet aracı
yapıldlğl da olurdu.
Şu, M.G'in kendi koğuşundaki birolaya ilişkin anlatımı:
“Bir gün gardiyan koğuştaki bütün sigaraları toplayıp
götürdü.
“Günlerce fçecek tek sigara bulamadık. Sonra, gardiyan
s igaraları getirdi, koğuşun tüm pencerelerini kapattırdı.
Herkesin ağzına beşer adet sigara tutıışturarak hepsini bir anda
yaktırdı ve sonuna kadar içnlemizi istedi. Bir-iki nefesten sonra
ortalığı koyu birsigara dumanı kapladı, göz gözü görmez oldu.
Dumandan boğulacak gitti olduk. Herkes öksürmeye başladı.
Başımız dönüyor, midenıiz bulanıyordu. Arkadaşlar peşpeşe
bayılmaya başladılar. Gözetleme deliğinden durumu izleyen
gardiyan, sigaraların bitirildiğine kanaat getirdikten sonra
pencerelerin açılmasına izin verdi.”
Diyarbakır5 Nolu
Aramalar
Cezaevinde arama rutin işlerden sayılır. Yasaklama gibi arama
da cezaevi yaşantısının bir parçası. Ancak buradaki arama bilinen rutin aramalardan oldukça farklı. Arama de%il, tam bir talan
ve yıkım.
Arama sırasında koğuştaki bütün yataklar havalandırmaya
çıkarılıp parça parça sökülür, harmanlanırdı. Döşeklerin içindeki
çaputlar tek tek açılır, üstümüz başımız toza bulanırdı.
Üstümüzdekileri çıkartır, elbiselerimizi tek tek ararlardı.
Külotlarımızı bile indirir ve apış aramızda bir şey olup
olmadıgını yoklarlardı.
Bu arada koğuşta diğer gardiyanlar, çantalarda, torbalarda ne
kadar eşyamız varsa tek tek çıkarıp koşu%un ortasına serperlerdi.
Ranza altındaki kantin eşyasını da çıkarır elbiselerin içine atarlardı. E%er kantine kısa sure önce gidilmişse koğuşun içi tam bir
166
Bayram Bozyel
Zaman zaman koğuşlara belli sürelerle tümüyle görüş yasağı
konuyordu.
Avukatla görüşme de bundan pek farklı değildi. Genellikle
karşılıklı hal hatır sorulur, dava, deliller ve mahkeme durumu
hakkında konuşulmaz ya da çok
şey konuşulurdu. Avukatlar
da bu yo%un baskı şarkının dışında değillerdi; onların avukat
durumundan sanık durumuna geçmeleri ve kendilerini bizimle
aynı koğuşta bulmaları, yönetimin öfkesini çekince an meselesiydi. Nitekim birçok avukat bu akıbete uğramaktan kumılamadı.
Koridorları ve görüş yerlerini biz tutuklular yıkar, temizlerdik.
Koğuştan çıkışta “süpürge omuza!” komutuyla süpürgeleri
omzumuza koyar, yürüyüş nizami sayar, marş söyler yürürdük.
Temizlenecek yerde düzgün sıra oluşturur, belirtilen marşa
uygun olarak ve “başla!” komutuyla süpürmeye başlardık. Hem
marş söyler, hem de onun temposuna uygun olarak süpürge sallardık.
Yerleri köpüklü sabunla yıkardık genellikle. Köpükler dizboyu
olunca içine uzanmamlz istenirdi. Gardiyanlar bizi köpükle
örterek gömerlerdi. Bazen de yıkadığımız koridorun başına
geçerek boydan boya sürünürdük. Sonra aynı yeri sırt üstü
sürünerek kurulamış olurduk.
Bir ara, yıkadığımız yerleri koğuşta kullandığımız havlularla
sildirtip kurulatlrlardı. Havlular yetmeyince, bu kez üstümüzdeki elbiselerle yaptırırlardı. Ceketten başlardık. Sonra kazağa,
gömleğe, iç atletine sıra gelirdi. Biz eğilmiş yerleri silip kurularken gardiyanlar da sürekli olarak kaba etlerimizi coplarlardı.
Gardiyan gazinosu ve yemekhanesinin temizli%ini de tutuklular
yapardı. Bunların temizliği sırasında tüm gardiyanlar başımıza
üşüşür, her biri bir yandan tutuklulara dövüp alay ederek eğlenirlerdi. Gardiyanlar elbise ve iç çamaşırlarını da tutuklulara
ylkatır, birçok işlerini onlara gördürürlerdi.
Diyarbakır5 Nolu
169
Mahkemede
Duruşma günü yaklaşınca kişiyi daha birkaç gün öncesinden
büyük bir telaş sarardı. Mahkeme günü sabah erkenden hazırlıklara başlardık. Tuvalete gitmeye mecbur kalmamak için su ve
çay içmekten kaçınırdık. Ko%uş kapısından çıkışta üstümüz
soyunarak aranırdık. Hatta eğdirerek apış aramıza bakarlardı.
Yürüyüş halinde, marş söyleyerek ve yürüyüş kararı sayarak
gorüş yerine yakın bir yere getirilirdik. Önceleri tutuklular burada zincirle birbirlerine bağlanırlardı. Sonradan elleri arkadan
kelepçelemekle yetinir oldular. Yerimizde, dizlerimizi karın
boşluğuna kadar çekerek sayardık. Bazen da uzun süre marş
söylerdik. Bu arada başlar e%ik olmalı, kimse birbirine bakmamalıydı. Yüzümüzden akan terler sudan şeritler oluştururdu. Hareket saati geldiğinde, bir kez daha kendimizi sayar,
yine başımız önümüzde yürürdük. Bizi götürecek arabanın
168
Bayram Bozyel
cümbüşe dönerdi. Gardiyanlar, koğuşun ortasına yı%dık1arı
elbiselerin ve kantin eşyasının üzerine çıkar, üstiinde zlplar,
tepinirlerdi. Reçel, yağ gibi yiyecekler elbiselerle karışır, dörtbir
yana savrulan sigaralar ezilirdi. Birçok şeyin kime alt oldu%unu
seçmek imkansız hale gelirdi. ”
Daha da kötüsü koğuşa döndü%ümüz andı. Gardiyanlar, her
şeyi düzene sokmamız için yalnızca 20 dakika zaman tanırlardı
bize. Oysa tam birçöplüğe dönmüş ko%uştao kadar insanın özel
eşyalarını, yiyecekleri bu kadar kısa sürede birbirinden ayırmak
ve her şeyi eskisi gibi düzenlemek imkan dahilinde değildi.
Yataklar alelacele yerleştirilir, kantin eşyasından (özellikle yiyecekler) harap olanlar atıllr, elbise ve çamaşırlar da kabataslak
torbalara ve çantalara doldurularako berbat halleriyle bir yana
konurdu. İnsanlar, eşyalarını kolay bulmak için üzerine birer
işaret koydukları halde her aramadan sonra bir sürü eşya
başkasınınkine karışır, kaybolur, ancak daha sonraki aramalarda
sahibinin eline geçerdi.
Bir de koltuk altı ve etek tıraşı kontrolü adı altında yapılan bir
işkence vardı. Bunu aksatanlar fena birdayaktan geçirilirdi. Bir
keresinde M.'nin zamanında etek tıraşl olmadığını fark eden bir
gardiyan çakmağıyla etek kollarını tutuşturdu. Buna M.'nin
çı%lık1arı karıştı. Kolları ile birlikte derisi de yanmıştı.
Diyarbakır5 Nolu
171
okurduk. Hakimlere ve savcılara “komutanım!” diye hitab
ederdik. Mahkemede söylediğimiz her söz ve yaptığımız her
hareket gardiyanlarca dikkatle izlenir, cezaevinde hesabı sorulurdu. Mahkeme heyeti ara kararlar için salondan ayrıldığında
gardiyanlar hemen üzerimize saldırıp az önceki hoşlarına gitmeyen davranışlarımızdan dolayı döverlerdi.
Öğle zamanları duruşmaya araverildiğinde, ellerimiz kelepçelenerek mahkeme salonunun birköşesinde aç karnına beklerdik.
Cezaevinden gelişte, gardiyanlar, mahkemede tuvalete gitmemeyi emrederlerdi. Zaten, gitmeye kalkışan olsa bile,
mahkemedeki gardiyanlar çoğu kez götürmezlerdi. Akşama
kadar tuvalete gitmeden beklemek, özellikle kış aylarında
dayanılmaz acllara neden oluyordu.
Mahkemedeki en küçük bir“hata” hemen cezalandırılırdı. Her
tutuklu ayrıca, mahkemedeki durumuyla ilgili olarak kendi
koğuş gardiyanına tekmil vermek zorundaydı.
Akşam vakti tekrar eller kelepçelenip tutuklular arabaya
bindirilir; gözler kapalı, başlar öndekinin omzuna dayalı halde
hareket edilirdi.O gün sorgusu yapılanlar, “vukuat” işleyenler
yolda bolca dayak yer. Cezaevi girişinde kelepçeler sökülür.
Sımsıkı bağlanmış kelepçelerin bileklerde bıraktığı derin izler
haftalar boyu kaybolmaz.
Koğuş gardiyanına teslim edilen tutuklular, marş söyletilerek,
yürüyüş ya da süründürülerek koğuşa kadar getirilir. Koğuş
kapısında tekrar arama yapılır. Tutuklu gardiyana, “bugünkü
mahkemede vukuatım yoktur komutanım!” bitiminde tekmil
verir.
Mahkemeye gidip gelirken çekilenlere kıyaslanınca, koğuş
insana kendi yuvası gibi geliyor! Kişi koğuşa varınca büyük bir
yükten kurtulmuşçasına rahatlıyor.
Cezaevi idaresinin benimsemeyeceği yazılı savunmalar cezaevinden mahkemeye götüriilemezdi. Hazırlanan yazılı savunma
önce gardiyana verilir. Gardiyan onu alıp idareye götürür. İdare
'
170
Bayram Bozyel
merdiveninden güç bela çıkar, kapalı demir kutuya girerdik.
Sağ ve sol yanda ayakta sıra halinde dizilirdik. Herkes
gözünü kapatır, başını öniindekinin omzuna koyardı. Eğer
mahkemeye gideceklerin sayısı çoksa, bir arabaya kırk kişinin
sıkıştırıldığı olurdu. Gardiyan,” mahkemeye varıncaya kadar
tutuklulara rasgele döver, ya da çöktürdüğü tutuklular üzerine
otururdu. Bazen da tek havalandırma deliğine başını sokarak
içeri hava girmesini engellerdi. Kışın soğuktan, yazın ısıdan bu
demir kutunun içinde durulmazdı. Özellikle yaz güneşi altında
arabanın demirleri ateş gibi yanardı. İçerdekiler terden sırılsıklam olur, elbiseleri suya batırılmış gibi ıslanırdı. Özellikle
sabahları cezaevinden çıkışta, öğle vakti veya ikindi üzeri ise
dönüş sırasında, yolun cezaevi arabası için açılması bek1endi%inden, saatler boyu yaz güneşinin altındaki demir kutuda kıvranırdık.
Araba mahkemeye ulaştığmda, göziimüzü açıp başımızı dik tutmamız istenirdi. Ellerimiz kelepçeli halde, mahkemedeki hücreye
götürülüp nizami biçimde çöktürüldük. Herkes gözünü kapar,
başmı öndekinin omzuna dayayıp beklerdi. Burada beklerken ayak
değiştirmek, kıpırdanmak yasaktı. Gardiyan tutukluların üzerine
oturur, sigara külünü üstlerine serperdi. Yerinden kıpırdayanlann
ba5ına, omzumuza copindirirlerdi.
Bazen de arabadan indirilir indirilmez doğruca mahkeme salonuna götürülürdük. Kelepçelerimiz, mahkeme heyeti gelip oturduğunda açılırdı ancak. Mahkeme salonunda dizlerimiz ve
ayaklarımız birbirine yapışık biçimde otururduk. Ellerimizin
dizlerimizin üstünde olması istenirdi. Mahkeme heyetinin oturduğu kürsünün arkasındaki duvarda yazılı bulunan “adalet
mülkün temelidir” ifadesinin tam üstündeki amblemden
gözümüzü başka biryere kaydırmamalıydık. Hakime, savcıya,
avukatlara bakmak yasaktı. Kıpırdanmak yasaktı. Üzerimize
konan sineği kovamaz, kendimizi kaşıyamazdık.
Hakimin sorularına cevap verirken, cezaevinde olduğu gibi sert
bir şekilde topuk selamı verir, sonra yüksek sesle kısa künyemizi
Diyarbakır5 Nolu
173
Çocuklar, Kadınlar, Hastalar
Cezaevinde rıormal koğuşların yanısıra çocuk, kadın, hasta
koğuşlara ve ayrıca yaşlılar koğuşu ile itirafçılar koğuşu vardı.
Çocuk koğuşu belli bir yaşın altındaki çocuklar için ayrılmıştı.
Çocuklara da büyükler gibi en ağır işkenceler uygulanıyordu.
Burası, uzun bir süre, bir uçak kaçırma davasından yargılanan
Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz adında iki faşist tutukluya teslim edilmişti. İdarenin çocuklara yönelik programını onlar uygı:luyordu. Kendileri de çocuk koğuşunda yatıp kalkan bu iki zorba,
çocuklara eşi görülmemiş bir vahşetle davranırlardı. Onları aç
bırakır, adına “eğitim” denen işkence programlarını uygularlardı.
Ayrica faşist içerikli bir eğitimle de bu çocuklar şartlandırıldı. Bu
şekilde onların birço%una “itiraflar” yaptırıldı. Birçoğunun kafası
jrkçı, bilim dışı safsatalarla yıkandı. Ayrıca, çocukların tümüne
zorunlu olarak oruç tutturulur, cemaat halinde namaz kıldırılırdı.
172
Bayram Bozyel
ya uygun bulamadı%ı yerleri çıkartıp geri verir, ya da ona tümdeıel koyar.
Mahkememizin birine koğuş gardiyanımız gelmişti. Bu nedenle özellikle dikkatli davranmış, bir “vukuat” işlememeye
çalışmıştık. Gardiyanın gözünün hep ustümüzde olacağını biliyordum. Bu nedenle gözümü lıakimlerin üst tarafındaki amblemden
ayırmamaya dikkat ediyordum.
Akşam mahkemeden dönüşte koğuş kapısında gardiyan önce
Metin Öksüz'e, “sen mahkemede savcıya baktın, elini aç!” dedi.
Onu bi7 hayli dövdükten sonra Paşa Akdoğan'a, “sen de sağına
soluna bakıyordun,” diyerek onu da dövdü. Orlıan Miroğlu için
de bazı gerekçeler buldu. Sonra bana dönerek:
“Sen hiçbir yere bakmadın mı?” dedi.
“Hayır,” dedim.
“Demek gözün hep ayni noktada kaldı?” “Evet” diye yanıtladım.
Gardiyan öfkelendi:
“Ulan oğlum, insan 4-5 saat aynı noktaya bakabilir mi?
Mutlaka gözün biraz kaymıştır” diyerek beni de dovdü, sonra
hepimizi içeri soktu.
Koğuşlarda bir de ilginç bir okuma-yazma ö%retine yöntemi
vardı. Koğuşlardaki öğretmenler saptanır, okuma-yazmayı,
bilmeyenlere öğretmekle görevlendirilirlerdi. Öğretmene, hiç
okuma-yazma ve tekkelime Türkçe bilmeyen bir ya da birkaç
kişiye 3-4 gün içinde okuma-yazma ve Türkçe öğretmeleri
emredilirdi. Bu süre içinde, doğal olarak hem öğretmen, hem de
öğrencileri bu işi başaramadıklarl için dayak yerlerdi. Ardından
yeni bir süre daha tanınır ve bu işlem tekrarlanırdı. Hiç okumayazma bilmeyen birine 10 gün içinde 60 marşın ezberletilmesi
istenir, bu mümkün olmadığı için de süre bitiminde, öğretmen ve
öğrencisi ile birlikte tüm koğuş cezalandırılırdı.
Diyarbakır5 Nolu
175
İspiyoncular, “İnfaz Mangaları”, İtirafçılar
Cezaevi yönetimi tutuklulara içerden kontrol altına almak için
ispiyonculuk akımını geliştirdi. Koğuşlardaki kimi bilinç düzeyi,
dayanma gücü düşük zayıf unsurları bu işte kullandı. Böylece o,
tutuklular üzerindeki baskı ve işkence mekanizmasını sürekli
kalıyordu. Böyleleri herkesçe tanınlyor, çoğu kez kiınlikleri
gizlenmiyor, kendilerine yetki ve sorumluluk veriliyordu.
İspiyonculukla paralel olarak bir de “infaz mangaları” oluşturulmuştu. Bu mangalar, gardiyanların işkence yapma yetkileri ile
tam olarak donatılmıştı. Bunlar ayrıca ispiyonculuk da yapıyorlardı. İnfaz mangasındakiler, gardiyanın bulunmadığı anlarda
“hata” yapan tutuklulara istedikleri şekilde cezalandırır, döverlerdi. Ya da gardiyanın isteği üzerine tutuklulara sıra daya%ından
geçirirlerdi. Koğuşa gelen yemek ve kantin eşyası bunların istediği şekilde paylaştırılırdı. Bunlar, hoşlanmadıkları kişilere özel
174
Bayram Bozyel
Bunu yapmak istemeyenler baskı ve işkenceyle dize getirilirdi.
Sonraları cezaevinde durum biraz düzelip koğuşlar arasl diyalog
imkanı doğduğunda da bu çocuklar kimseyle konuşmuyor, kendileriniıdışında herkesi dinsiz ve düşman sayıyorlardı.5 No1u'nun
vahşetinden en çok etkilenenler, hiç kuşku yok, çocuklar oldular.
Kadınlar koğuşunda heryaşta kadınlar ve kız çocuklar bulunurdu.
Koğuşun gardiyana bir erdi. Di%er koğuşlara uygulanan tüm
işkence ve hakaretler onlara da yapılıyordu. Ayrıca, kadın olmaları
nedeniyle kimi işkence ve hakaretler onlar için daha da ağır ve onur
kırıcı oluyordu. Faşizmin iğrenç ve vahşi yüzü burada yapılanlarla
insanlarımızın anısmda daha da unutulmaz izler bıraktı.
İşkencelerin yoğun biçimde sürdüğü dönemde birkaç erkek tutuklu çırılçıplak edilerek cezaevi müdürü tarafından kadınlar koğuşuna götürülmüş, içeri sokulmuşlar. Müdür, kadınlara dönerek, “işte
arkadaşlarınız, işte yoldaşlarınız” demiş. Kadınlar, bu duruma çok
sıkılan erkek tutuklulara moral olsun diye, “siz utanmayın, asıl
utanması gereken bunlardır” deyip cezaevi müdürünü göstermişler.
Hastalar koğuşunun da sadece adı farklı ötekilerden. Değişik tipte
hastaların tümü aynı koğuşta tutulurdu. Revirde hiçbir ilgi gönnüyorlar, baskıları ve zorlukları bildikleri için hastaneye gitmek bile
istemiyorlar. Zaten cezaevindeki doktor da kolay kolay kimseyi
hastaneye sevk etmiyordu. Gidenler orada ilgi ve bakım görmüyorlar. Dışardan ilaç alınmıyor, alınanlarsa kullandırılmıyor. İdare
onlara da doğru dürüst yiyecek vermiyor. Dışardan yiyecek ve giyecek getirtmeye izin yok; kantinden almak içinse yeterince para yok.
Tutuklu yakınlarının gönderdiği paranın çok azı sahibine veriliyor;
paranın bir bölümü veya tamamı çoğu zaman kayboluyor.
Kimi zaman, hastalık yayılsın diye onları diğer koğuşlara dağıtıyorlardı. Böyle zamanlarda koğuşa yapılan işkence ve öteki uygulamaların tümüne onlar da tabi idiler.
Diyarbakır5 Nolu
177
yeniden işkenceye alınıyordu.
Bu arada, cezaevinde 1984 yılı Ocak ayında yer alan direniş
sırasında yaşanan birolaydan sözetmek istiyorum: 39. Koğuş'ta,
daha önce, çok a%ır baskılara uğramadı%ı halde itiraflarda
bulunup birçok insanın ağır cezalar almasına neden olan, ama
yargılama safhası sonuçlanıp işkenceler biraz kesildiğinde ise
itirafınl geri a1d1%ını söyleyen biri vardır. O sırada, diger
koğuşlar gibi 39. ko%uş da direniştedir. Bu eski itirafçı ise direniş
sırasında ön plana çıkarak sivrilmeye çalışır. İkiyüzlü bir günah
çıkarma çabası içindedir.
O sırada cezaevinde, diğerlerine kıyasla daha ılımlı bir yüzbaşı
iç emniyet amiriydi. Ancak işkenceler gündeme geldiğinde olaylar onu süpürüp bir yana atmış, işkenceler bizzat kolordudan
yönetilir olmuştu.
Bu direniş sırasında, eski itirafçının sivri çıkışlarını gören iç
emniyet amiri, ko%uş kapısının mazgalından ona, şu -kulaklara
küpe- sözleri söyler: “Ulan o%lum, bütün bu insanlar ne yapsalar
hakları var. Çünkü onlar yıllarca işkence ve baskı gördüler. Peki
ya sen, sana ne oluyor? Daha düne kadar, ’bu insanlar ancak
işkenceden anlar' diyen sen değil miydin? ’İşkence yapmazsanız
onlarla başa çıkamazsınız diyen sen de%il miydin? Şimdi de
kalkmış direnişin başını çekiyorsun. Ben senin ...”
Bu olay işkeneecilerle itirafçıların ortak yüzünü açı%a vurmak
bakımından öğretici değil mi?
176
Bayram Bozyel
iftiralarda bulunur, gardiyana bildirirlerdi. Hasta olan biri içirı,
'bu numara yapıyor” deyip eğitime çıkartabilirlerdi. Ya da, koğuşun
tümü için, “iyi eğitim yapmıyorlar, kaytarıyorlar” diyerek toplu
cezalandırmayı sa%1ayabi1irlerdi.
İşkenceler sistemleşip ağırlaşttkça celladların itirafa zorlama
girişimleri kolaylaşıyordu. İşkenceciler, özellikle, kimi kişilerin
siyasal konumunu, özelliklerini göz önüne alarak daha çok onlar
üzerinde yoğunlaşıyor, genel itirafçıllk için uygun bir psikolojik
ortam yaratmak istiyorlardı.
Kimi zaman da, özel olarak hedef alınmadığı halde, kimi dar
ufuklu, zayıf kişiler, genel olarak süregelen işkence uygulamasından umutsuzluğa kapılıyor, gelecekten umutlarını kesiyor
ve bir kurtuluş yoluymuş gibi itirafa yöneliyorlardı.
Diğer koğuşlarda da tek tük bulunmalarına rağmen, itirafçıların
ço%D 38.Koğuş'ta toplanmıştı. İtirafçılar, içerde tutuklu bulunan
tanıdıklarıyla ilgili olarak idareyi ve polisi bilgilendirip bu insanlara karşı işkence politikasının belirlenmesine büyük katkılarda
bulunuyordu. Bunlar, aynı zamanda, verdikleri bilgilerle, dışarıda polisin yeni operasyonlarına yol açıyorlardı. İtirafçılar, dahil
oldukları dava dosyasına bağlı olarak yargılanmanın bir parçası,
saçayağına dönüşmüşlerdi.
Ne zaman bir kişi ya da grup yargılansa,o kişi veya grupla
ilişkisi olan itirafçılar çağrılır. Duruşmantn başında ve sonunda,
mahkeme itirafçının görüşünü sorar. Onun dedikleri, birçok
durumda kararın dayandığı başlıca veya tek dayanak olurdu.O
başlıca “güvenilir” kaynaktı.
1983'ün başlarında neredeyse cezaevine yeni gelen herkes itirafa zorlanmak için özel işkenceye alınıyordu. Bu dönemde, itirafa zorlananlar için özel olarak yeni bir ko%uş bile açıldı.
Tutuklular hücrede ağır işkencelerden geçtikten sonra 14.
Koğuş'a konuyordu. Orada onlarla, 38. Koğuş'tan getirilen daha
kıdemli itirafçılar ilgilenirdi. Bu kişiler geçmişteki yakınlıklarını
da kullanarak yeni gelenleri itirafa zorluyorlardı. Direnenler
Diyarbakır5 Nolu
ine çekilyaptırılan
para verer görüş
bu iş için
zlarından
arca para,
evinde ne
yan insan
i. Bütün
resim ve
orlar, giriş
rçok ırkçı
179
hiç bir tarih kitabında yer verilmeyen sözde “Türk
Devletleri”nin bayrakları vardı. Her tarafta Atatürk ve Evren'ir
resimleri bulunuyor, duvarları ırkçı marşlar dolduruyordu.
Cezaevinin iç kesimleri en azından 10 kat boyayla kaplanmıştı.
Yapılanı koğuş gardiyana beğenmeyince üstüne bir kat boya
çekiliyor, sonra yeniden yapılıyordu. Biraz sonra gelen onbaşı
resmin bir tarafmı beğenmemişse resmin üstüne yeni bir kal
boya çekilip yeniden başlanıyordu. Ama bu kez de çavuş devreye
giriyor. Onun beğendiğine de blok subayı itiraz ediyor... Derken,
gardiyandan binbaşısına kadar cezaevindeki işkenceciler resim
konusunda birbirlerini aşan beğeni ve eleştirilerini göstermiş
oluyorlar! Hatta aynı yazı ve resim, hoşuna gitmedi%i için tek
başına koğuş gardiyana tarafından bir kaç kez bozdurulup
yeniden yaptırılıyor veya yazdırılıyor. Bu arada sürekli yeni
resim malzemesi alınıyor, tutuklunun parası buna gidiyor. İstenen biçimde çizip yazamadlkları için tutukluların yediği dayaklar da cabası.
Alttaki koğuşun ukala gardiyana birgün şöyle demişti:
“Bakın, her tarafi Atatürk'ün resim ve sözleriyle doldurduk.
Neden? Çünkü otururken, yürürken, tuvalette iken hatta
uzanırken Atatürk hep gözünüzün önünde o/oHf/f. Bu şekilde
beyinlerinizi kötü ve zararlı şeylerden temizliyoruz!”
178
Bayram Bozyel
Bir Beyin Yıkama Yöntemi
1982 yılında, Cezaevi bir resim yapma salgınının iç
di. Bu da cezaevi idaresi tarafından zorla tutuklulara
bir işti. Bu dönemde tutuklular, resim malzemelerine
mekten kantinden bir şey alamaz olmuşlardı. H
gününde tutuklular için yatırılan para hemen toplanıp
harcanıyordu. Böylece, tutuklu ailelerinin boğa
keserek içerdeki yakınları için gönderdikleri milyonl:
tonlarca boya, karton, fırça vs. için harcandı. Ceza‹
kadar resim öğretmeni ve resme eğilimi olan olma’
varsa hepsi resim yapmakla görevlendirilınişt
koğuşların içi, duvarları, tavanları, camları, kapıları
sloganlarla doldurulmuştu. Ara koridorlar, ana korid‹
Diyarbakır5 Nolu
181
ara, hücreler dolu olduğu için yeni gelenler oraya konuyordu.
Geceleri, ya elleri arkadan kelepçeleniyor ya da zineirlerle birbirine bağlanarak yatırılıyorlardı. Burada kalanlar tuvalete
götürülmüyor, ihtiyaçlarını yatıp kalktıkları bu yerde görmek
zorunda bırakılıyorlardı.
700-800 kişilik kapasiteli cezaevine bir dönemde 3000 kadar
insan doldurulmuştu. Ve bu mevcut iki yıl süreyle varlığını
korudu. Koğuşlarda bir kişiye 70 em kare bir alan ancak düşüyordu. Hücrelerde ise zaten, çökınek için bile yer yoktu.
Dışardan alınan eşyalar gardiyanlar tarafından yırtılır,
paramparça edilirdi. Bunları tamir etmek uzun zaman alırdı.
Bazı dini günlerde ise gecenin geç saatlerinde uyandırılır, sabaha kadar, hoparlörlerden yayınlanan dini ve ırkçı vaazları oturarak dinlemek zorunda bırakılırdık.
İç emniyet amiri, “Co” adıverilen kurt köpeğini, zaman zaman
tutuklulara saldıümaktan hoşlanırdı. Köpek de tutuklulara rasgele ısırır, elbiselerini ve canlarım parçalardı.
Yeni gelenlere iç emniyet amirinin okudu%u iki maddelik bir
talimat vardı.
“Madde 1.’ Cezaevinde tııtukluyla gardiyamn ilişkisinde
gardiyan her zaıilan haklıdır.”
“Madde 2. Tutuklular haklı olduğu zamanlarda ise 1. madde
geçerlidir.. !”
Her zaman haklı sayllan bu gardiyanlar ya bilinçli faşistler
arasından seçiliyorlar, ya da dünyadan habersiz, bilinçsiz insanlar arasından seçilip belli bir süre ile e%itimden geçirilerek tutuklulara karşı şartlandırılıyordu. Onlara tutukluların hepsinin katil,
ırz diişınanı, vatan haini kişiler olduğu anlatılıyordu mutlaka.
Gardiyanlar içinde, tutuklulara karşı en ufak bir yumuşama ya da
esneklik gösterenler hemen cezaevi dışındaki bir göreve verilirdi.
Gardiyanlar birbirlerine isimleri ile seslenmezler, takma isim
kullanırlardı; Mayk, Horoz, Karakedi, Ekmekçiyan gibi vs.
Çoğunlukla da baktıkları koğuşun numarasıyla çağrıllrlar, 5.
180
Bayram Bozyel
Gardiyan Daima Haklıdır!
Cezaevi, insanlarla istif edilmiş bir ambarı andırıyordu.
Normalde, üstüste bulunan koğuşlardan alttakiler yemekhane,
üstekiler yatakhane olarak düşünülüp yapılmış. Oysa hem
yemekhane, hem yatakhane koğuşa çevrilmişti. Bununla da yetinmeyip ko%uşlara, diişüniilenin hiç katı insan doldıırulmuşnı.
Bulundu%um koğuşta ranza sayısı 20 iken insan sayısı 63'tü.
Sıkışık dtızen yatmaya rağmen 23 kişi bir yıl siireyle yerde yattak zorunda kalmıştı.
Atölye ya da depo olarak düşünülmüş yerler de koğuş haline
getirilerek insanlarla doldurulmuştu. Hiicreler zaten tıklım tıklımdı. Bir ara iki bölümden oluşan hücrelerin her birinde 450
kişi olmak üzere toplam 900 kişi bulunuyordu. Sinema salonuna da insanlar tıkılmıştı. Üstelik ranza, yatak gibi şeyler
oLnaksızın. İnsanlar çıplak betonun iizerine bırakılmıştı. Bir
Diyarbakır5 Nolu
Bazı Yürüyüş ve Sürünme Türleri
1983 yılınm ocak ayı idi. Bölgede uzun yıllardır ilk kez bu
denli sert bir kış yaşanıyordu. Havalandırmaya 40 cm kalınlığında kar yağmıştı. Havalandırmaya çıkarılıp karın üstünde eğitim
yapmaya başladık. Kar ayaklarımızın altında sıkışıp sertleşti.
Gece. şiddetli don yaptı ve sıkışmış kar kalın bir buz tabakasına
dönüştü.
Ertesi gün bu kalın buz tabakası üzerinde e%itime başladık.
Sonra balyozlar, kazma ve kürekler getirildi. Kalın buz
tabakasını kırıp meydanın ortasına yığdık. İnsan boyunu geçen
bir yığın oluştu. Yürüyüş yaparken onun çevresinde dolanlyorduk.
Bir ara yağmur yağmış, arkasından yine dondurucu soğuk
gelmişti. Bu yüzden, yığındaki buz parçaları kaynaşıp koca bir
buz kayasına dönüşmüştü. Bir gün yine orda eğitim yaparken,
182
Bayram Bozyel
Koğuş! 9. Koğuş v.b.
Cezaevinde önceleri, ciddi bir vukuat işleyen, ya da koğuşun
disiplinini bozan tutuklular, cezalandlrllmak üzere hücrelere gönderilirdi. Oradaki zor koşullar ve ağır işkencylerle nıtukluların
gözleri korkutulur, bu onlar için caydırıcı bir rol oynardı. Oysa
zamanla koğuşlaro hale getirildi ki artık kimsenin hücreye konmasına gerek kalmadı. Hücreler caydırıcılığını yitirdi ve artık
tutuklular ne yaparlarsa yapsınlar, hücrelere konmaz oldular.
Diyarbakır5 Nolu
185
Ü'zerimizde iki tane kalas kırdılar.
Yaralarımızdan akan kan koğuşu da kaplamıştı. Uzun
uğraşılardan sonra akan kanı durdurabildik. Daha sonra diz ve
dirseklerimiz sulanarak yaralar oluştu. Zamanla biraz kabuk
ba%ladılar. Ancak bize sürekli yaptırılan yat-kalk talimleri
nedeniyle kabuklar sık sık çatlayıp yaralar yeniden kanıyordu.
Tam iki ay boyunca yaralarımız iyileşmedi. Bu dönemde neyere
çökebiliyor, ne de yatabiliyorduk. Yaralarımıza sürecek en ufak
bir merhem yoktu. Bugün, aradan geçen dört yıla ra%men, bu
yaraların izleri hala net biçimde fark ediliyor dizlerimde.
yaşanan olayla kitabım yazıldığı tar'ih crasında geçen dönem
kastediliyor. B.B)
1982 yılının sonlarına doğru bir gündü. Sabah havalandırmaya
çıkmış e%itim yapıyorduk. Gardiyan ikide bir içimizden birini
çıkarıp dövüyor, sonra yerine gönderiyordu.O ara “kara” lakaplı
bir blok çavuşuyla birkaç gardiyan e%itim yaptığımız lsavalandırmaya geldiler. Onlar da aramızdan rasgele birilerini çıkartıp
dövüyorlardı. Bir ara M.Ç' yi çağırıp götürdüler. M.Ç. eğitim
sorumlumuzdu. İncecik, zarif bir gençti. Kişilik olarak da dürüst,
pırıl pırıl biriydi.
Biz yürüyüş halindeyken gizliden gizliye bakıyor, aramızdan
çıkarılanlara ne yapıldığını ö%renıneye çalışıyordum. M.Ç' yi
önce bir hayli döndüler. Sonra, Kara'nın, “şimdi seni komando
yapacağım” dediğini duydum. Alanda bir daire biçiminde
yürüyüş yaptığımız için bazen sırtımız onlara dönüyor veo stra
yapılanları görmüyorduk. Yüzümüz tekrar onlara dönünce
M.Ç.'nin ön dişleri arasında bir şey tuttuğunu gördüm. Yüzü
tiksinti ile buruşmuştu. Gardiyanlar ise kahkaha atıyorlardı.
Koğuşa dönünce M.Ç'nin kusmaya çalıştığım gördüm. Olayı
daha iyi gören arkadaşlar, Blok çavuşunun oralarda bulduğu bir
kurbağayı ona zorla ve canlı canll yedirdiğini anlattılar.
Olayı duyan herkes derin bir tiksinti duymuş, utanmıştı.
Midemiz ağzımıza gelir gibi oluyordu. Başta M.Ç. olmak üzere
184
Bayram Bozyel
blok subayı beraberinde birkaç gardiyanla çıkıp geldi. Marş vfi
yürüyüşümüzii durdurdu. Getirdikleri balyozlarla koca buz
kayasını bize parçalattılar. Bu iş saatler aldı. Verilen emir üzerine,
bu kez, her biri 2-3 kilo ağırlı%ındaki buz parçalarını havalandırma avlusunun dörtbir yanına serdik:
Ardından, bizi bir köşeye toplayıp soyunınaıcızı istediler. İlk
başta, koltuk altı veya etek tıraşı içindir sandık. Üzerimizde bir
tekkülot kallncaya kadar soyunduk. Bekliyorduk. Birden “yat!”
emri geldi. Hepimiz, cam gibi keskin buz parçalarının üzerine
uzanmak zorunda bırakıldık. Arkasından “süriin!” emri geldi.
Sürünürken üzerine dayandığlmız dirsekler ve dizler bıçak gibi
keskin buz parçaları tarafından kesiliyordu. Arkamızdan kandan
kırmızı şeritler oluşınaya başladı. Gardiyanlar, ellerindeki
coplarla çıplak bedenlerimize vurarak bizi daha hızlı sürünmeye
zorlııyorlardı. Coplar çıplak kalçalara, sırta, omuzlara iniyordu.
Bundan kaçınırken farkına varmadan insan hızlanıyordu.B irinin
copundan kurtulmak için çabalarken öbiirünün menziline giriyordun. Böylece, buz parçaları üzerinde hızlı bir sürünme siirüp
gidiyordu.
Az sonra, dizlerden ve dirseklerden akan kan yerdeki buzun
rengini değiştiriyor, zemin kırmızıya dönüşüyordu. Bu arada
dizler ve dirsekler ise lime lime. Ancak dayak acısı ve sürünme
telaşı içinde oldu%umuzdan hem kesilip ezilen etlerimizi görmiiyorduk, hem de yara henüz sıcaktı. Bu şekilde bizi bir saatten
fazla dövüp süründürdüler. Artık kimsede kıpırdayacak hal
kalınayınca ve coplar da para etmeyince bu işe son verildi.
Kötii durumumuzu ayağa kalktıktan sonra daha iyi kavradık.
Dizlerimiz ve dirseklerimiz parçalanmış, deri tümden sıyrılıp
kalkmış, ortaya çıkan kırmızı etimiz ezilmişti. Oradan aşa%1ya
doğru kan süzülüyor. Aynı anda bastlran korkunç bir acı.
Blok subayı başımızda durmuş, sırıtıyor.
Yerde bulunan elbiselerimizi kolnıklarlmızın altına sıkıştırıp
koğuşa götürüldtık. Orada da toplu bir sıra daya%ından geçirildik.
Diyarbakır5 Nolu
187
bunu aşan bir yük, hem dizleri karına kadar çekerek canlı
yürüme çabası, hem de gür bir sesle marş söyleme gere%i...
Zaten bitkin ve nefes nefese olan insanlar için bu olanaksız gibi
bir şey. Bu nedenle her ağızdan ses bir türlü çıkıyor, birbirine
karışıyor, curcunaya dönüşüyordu. Sıralar bozuluyor, kimisi
omzundakiyle birlikte yere yığllıyordu. Düşenlerin üzerine
gardiyanlar üşiişüyor, dövüyor, kaldırıp yeniden yürütüyorlardı.
Yalniz alttakiler için degil, üstekiler için de zor, sıkıntılı bir
yürüyüştü bu! Alttakinin sarsıntı ve tökezlemesine uygun olarak
denge kurma çabası, her an onunla birlikte ylkılıp düşme endişesi, onun yürümek için gösterdiği aşırı çabayı, çektiği acıyı bilmenin verdiği bir gerilim...
Omzuna bindi%im arkadaş daha fazla dayanamadı ve yıkıldı.
Bu benim için bir fırsattı. Hemen inip onu omuzlayarak yürümeye
başladım. Bütün güçlüğüne ra%men, onun omzunda olduğumdan
daha rahat gibiydim. Bu arada hem yürüyor hem marş söylemeye çalışıyorduk. Marşa katılmaları için omzumuzdakileri
çimdikliyorduk. Böylece marş biraz daha marşa benzeyecekti.
Bir sür sonra alttakileri omuzdakilerle yer değiştirdiler.
Aylar sonra, cezaevindeki bir direniş nedeniyle koğuşumuzdan
dağıtılıp başka koğuşlardan insanlarla bir araya geldi%imizde, 7.
Koğuşun alt katında olan ve aynı havalandırmaya bakan 6.
koğuştan biri,o gün yaşadıklarımıza ilişkin izlenimlerini şöyle
anlatmıştı:
“Normal koşullarda bizim koğuştan havalandırmada eğitim
yapanları görmezdik. Sadece seslerden size neler yapıldığını
anlamaya çafışfrdrk. Bir gün (sözünü ettiğim yürüyüşün
yapıldığı günü kastederek B.B) pencereden yürüyüş yapanların
başlarım görünce şaşırdık. Bu kadar uzun boylu insanları nereden bulup getirmişler diye düşündük... Ayak sesleri pek duyulmuyordu. Marşlar iseo güne kadar alıfık olmadfğfZflız biçimde
cansız, düzensiz ve ilginç bir makamda idi... Pencereden görebildiğimiz yüzlerinpek gerilinlli, ilginç bir halleri vardı. Bugüne
186
Bayram Bozyel
koğuşun tümü günlerce zor yemek yiyebildi.
^
1983 Şubatında bir başka gün. İşkencelerin yo%un oldu%u bir
dönem. “Eğitim” adıaltında sürunme, ayakları havada tutma, tek
ayaküstunde durma, tek parmakla duvara yaslanma, falaka ve
benzeri işkence türleri gırla gidiyor.
“
Yine böyle bir havalandırma saatinde yiirüyüş yapıyorduk.
Birdenbire yürüyüşü durdurdular. “Çök” emri verildi. Hepimiz
olduğumuz yerde çöktük. Bu defa çift sıradakilerin (2,4,6 ..)
kalkması istendi. Çift numara sıralar aya%ı kalktı. Ayaktakilerin,
kendi önlerinde çökmüş olanların omzuna binmeleri istendi.
Ayaktakiler, çökük durumdaki arkadaşlarının boynundan bacaklarını geçirerek ayaklarını yere bastılar ve onlara yük olmamaya
çalıştılar. Gardiyan kalk emri verdi. Bazılarımız (ben de ayaktakiler arasındaydım) arkadaşlarımızın omuzlarından indik.
Gardiyanlar bizi dönmeye başladılar ve “kalk” emrinin alttakiler
için oldu%unu söylediler. Tekrar önümüzdekilerin omuzlarına
bindik. Ve yeniden kalk emri geldi. Çökük durumdakiler
omuzlarındakileri de yüklenerek ayağa kalktılar. Sıraların
düzgünlü%ü denetlerdi ve “hazırol” çekildi. Ardından
yürüyüş başladı. Her zaman olduğu gibi, herkesin dizlerini
karnına kadar çekmesi ve sıraları bozmadan yürümesi
emredildi.
Zaten güçsüz takatsiz olan insanların hiçbiri, sırtında bir
başkasını taşıyacak durumda değildi. Bazıları ise omuzlarına
binmiş olanlardan çok daha zayıftllar. Örneğin, benim omzuna
bindiğim arkadaş çok zayıf, güçsüz bir öğretmendi. Yürürken
titriyor ayakları birbirine dolanıyor, sendeliyordu. Ha düştü ha
düşecekti.
Ama böylesi bir yürüyüşü de işkencecilere beğendirmek
güçtü.
Onlar düzenli, canlı bir yürüyüş istiyorlardı! Bu nedenle
coplar, tekmeler işe karışıyordu. Az sonra yürüyenlere marş da
söyletmeye başladılar. Hem omuzda kendi bedenin kadar, bazen
Diyarbakır5 Nolu
189
Kriz geçirenler oldu. Bağırıp çağınyordıık. Bundan daha kötüsü
olamazdı.
“İç Emniyet Amiri bu durumdan hcıberJar oldu. Herhalde bir
isyana yol açacağından ürktüler. O olaydan sonra 4-5 giin
süreyle kimse dokunmadı bize.”
Bir keresinde de koğuşumuzdan bir grup arkadaşı banyoyu
temizlemeye götürmüşlerdi. Banyo pencerelerinin cam kenarları
süpürülürken, gardiyan cam kenarında fare dışkısını fark etmiş.
Arkadaşlardan S.'yi ça%ırıp zorla yedirtmiş.O olaydan sonra S.
giinlerce yemek yiyemez oldu.
Cezaevinde geçirdiğimiz son dönem idi. 15 giinde bir hoparlörden dini vaazlar veriliyor, insanlar itirafa ve ah1aksızlı%a davet
edilerek din kisvesi altında alçakça birpropaganda yürütiiliiyordu. Ko%uşta oturmuş, zorunlu olarak bu vaazlardan birini dinliyorduk.
Ko%uş kapısının mazgalı açıldı. Z.E.'yi ça%1rdı1ar, kapiyi açıp
koğuştan çıkardılar. Z. koğuşun yeme%ini da%ıtan son derece
fedakar birarkadaştı. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmıştı.
Sonradan cezası bitti%i halde onu biryıl da fazladan yatırdllar.
Z. götiiriildükten az sonra, gardiyan kapıya gelerek sorumludan
birbardak istedi. Sonra çocuk yaşta bir tutukluyu ça%ırdı, barda%a işemesini istedi. Tutuklu söyleneni yaptı. Sonra gardiyan,
yanlna birkaç tutukluyu da alarak bardağı alıp götürdü. Az sonra
Z.’nin ba%ırma sesleri gelmeye başladı. İşkeııceciler alçaklıklarına yeni bir halka eklediklerinde, hoparlörden vaizin din, devlet,
adalet üstüne şatafatlı sözleri koğuşta yankılanıyordu. Kimimiz
kulaklarımızı tıkayarak bu sesi duymamaya çalışıyorduk. Kimisi
ise vaize küfürler yağdırıyordu.
Gardiyanlar Z.’nin kollarından kıskıvrak tutarak ona zorla bardaktaki sidiği içirmiş, götürülen diğer tutuklulara da seyrettirmişlerdi. Z. kıvrandıkça sidi%in bir böliimü yüzüne ve iistüne
serpilmişti.
Buna benzer olaylar daha önce de yaşanmıştı. Bir keresinde
188
Bayram Bozyel
kadar der olayın sırrını çözemenliştik.”
Yine aynı dönem birbaşka havalandırma saati. Artıh yürüyüş,
marş filan yok; havalandırma tümüyle en ağır, çirkef işkencelerle geçiyor.
Havalandırma çıkışında saatlerce s‘üründürü1dük, dayak yedik.
Yerdeki su birikintisini içmeye zorladllar bizi. Kimi içerek, kimi
içer gibi yapıp elbiselerine emdirtereko suyu bitirdik. Kimsede
ayakta kalacak güç kalmamıştı. Takatsizlikten başımız dönüyordu. Bir arkadaş dayanamayıp kustu.
Gardiyan kusan tutukluyu bir kenara çekti. Sonra hepinizi tek
sıraya dizdi, yerdeki kusmuğun başına getirdi. Herkeşin eğilip
sırayla yerdeki kusmuktan bir parça yemesini istedi. Sıradakiler
teker teker çöküyor, kararsızlık geçiriyor, sonra e%i1ip diliyle
kusmuktan birparça alarak kalkıyor, başında duran gardiyana
a%zındakini gösteriyor, yuttuktan ya da yutar gibi yaptıktan
sonra yerini bir başkasına bırakıyordu. Yerdeki kusmuk bitinceye
dek...
Ko%uşa dönünce birçokları kendini tutaınadı, tuvalete koşup
kustu. Kimileri de parmaklarını bo%az1arına sokarak kusmaya
çalıştılar. Olay hepimizi derinden sarstı. Günlerce bo%azıınızdan
bir şey inmedi. Kimileri de öfkelerini yanlış hedefe, kusan
arkadaşa yönelttiler, “o kusmasaydl böyle olmayacaktı!” dediler.
29. Koğuştan F.B. yaşadığı bir olayı anlatmıştı:
“HavalandlFlTlDda bultınuyorduk. İşkeılcecfler her gün
karşınıza yeni bir vahşetle çıkıyor, yeni işkence yöntemleri
deniyorlardı. Bitkin düşnlüştük. Artıko gün işkencenin sonuna
geldik diye diişünürken içimizden ... 'yı alıp soymaya bcışladılar.
Gardiyanlar biryandan dövüyor biryanda da onu hareketsiz kılmaya çalışıyorlardı. O ise çaresiz bir çırpınış içindeydi.
Gardiyanların bazısı onu sıkı bir b içimde tutarken, biri de
nlakatına cop sokuyordu. Yıkılmıştık...
“Koğuşa döndüğümüzde herkes ç ilgina dönnliiş gibi ydi.
Kimimiz öfkeden başımızı duvarlara, ranzalara vuruyorduk.
Diyarbakır5 Nolu
191
BirÇay Ziyafeti
Ko%uşlara zaman zaman çayverilirdi. Yine ko%uşa böyle çay
verildiği bir gün, ben ve birkaç arkadaş mahkemeye
götürülmüştük.
O gün koğuşa her zamankinden daha yogun bir“eğitim” yaptırılmış. Mevsim yazdı. İçeri girildiğinde ise koğuşta hiç su
yok. İnsanlar susuzluktan kıvranıyor.O ara koğuşa birbidon
çay getirilir. Tutuklular için tüm o ç ile ve susuzluktan sonra
tam bir bayram... Kısa sürede çayın hepsi içiliyor. Ama çay
biter bitmez de gardiyan tuvalet yasağı koyuyor...
Akşam mahkemeden döndüğümüzde ko%uşun halini bir
acayip gördük. Yemek gelmiş ama kimse dokunmaınlştı.
İnsanların yüzü mosmor kesilmiş, kıvranır gibi bir halleri
vardı. Yatağım koğuşun ktıytu bir yerinde idi. Üzerine oturunca rslak olduğunu fark ettim. Önce su dökülmüş sandın.
190
Bayram Bozyel
havalandırmada gardiyanlar iki tutukluyu yere yatırmış ve yine
çocuk yaştaki bir tutukludan ağızlarına işemesini isteınişlerdi.
Bu tür olaylar bir dönem istisna olmaktan çıkmış, cezaevi
uygulamalarının rutin bir parçasına dönüşmüşlerdi. Cezaevinde
insanların çoğunun başı havalandırma sırasında‘lağım çukurlarına sokuldu. Sayısız insana pislik yedirildi. Yüzlerce insanın
makatına cop sokuldu.
Birçok koğuşun içine bidonlarla su doldurup tutuklular
saatlerce içinde yatırıldı.
Diyaı bakır5 Nolu
193
Bu Noktaya Nasıl Gelindi?
Elbette bu işkence sistemi, tüm bu uygulamalar bir anda
ortaya çıkmadı. Her şey çok önceden planlanıp programlanynlştı.
Çekmecede tutulan bu plan 12 Eylül darbesinden hemen
sonra uygulamaya kondu. Darbe onlara bu olanağı verdi. Ceza
evleri ve işkence sistemi, 12 Eylül rejiminin önemli biryüzii,
bir özelliği oldu.
12 Eylül öncesinde de hapishanelerde şu veya bu ölçüde,
baskı, dayak ve işkence vardı.5 No1u'ya gelinıneden önce de
zaman zaman tutuklular tek tek dövülüyor, koğuşlara baskınlar
yapılıyordu.O zaman da tutuklular koğuşlardan alınıp “soruşturma” adıaltında işkenceye götürülüyorlardı. Yemekler kalitesiz, yer dardı. Cezaevlerinde bir dizi sorun vardı. Yine deo
dönemdeki uygulamalarla, 12 Eylül sonrası arasında nitel bir
192
Bayram Bozyel
Arkadaşlar tuvalet yasağı konduğuntı söyleyince anladım.
Ancak gece geç saatlerde tuvalete gitme izni verildi. Birçokları,
köşe buca%a sakladıkları sidik dolu naylon torbaları çıkartıp
tuvalete döktüJer.
Son dönemde babalar günii vesilesi ile açık görüş yapılmaya
başlandı. Bu giinlerden biri normal görüş gürıü ile çakışmlştı.
Kimimiz normal göriişe giderken, kimisi de içeriye alınan çocuk
ve kardeşleri ile görüştürülüyordu. Bizim ko%uştan da bir
arkadaşın küçiik kardeşi içeriye alınmıştı.
Cezaevinde olup bitenler nedeniyle yükselen şikayetler, özellikle de dış kamuoyunda yer alan eleştiriler nedeniyle, faşist
rejim, bu tür gunleri bir propaganda aracı olarak kullanmaya
çalışır, bu iş için böylesi günlerden yararlanırdı. Diyarbakır5
Nolu Cezaevi'nde buna uygun az senaryo yazılmadı. Yakınları
ile baş başa göriişen birkaç tutuklunun resimleri basına dağıtılır,
bu resimler gazetelerin ilk sayfalarlnda papuç biiyiiklüğünde
basılırdı.
Böylece rejimin “bu azgın katillere”, “iflah olmaz vatan hainlerine” karşı bile ne kadar merhametli, adil ve şefkatli olduğu
kanltlanmış oluyordu...
İşteo görüş günlerinden birinde, görüş kabinlerine uzanan koridorda bekliyorduk. Yüziimüz duvara döniik, başlarımız eğik,
gözlerimiz kapalıydı. Kardeşi içeriye alınan arkadaşı çağırdılar.
Ardından gidip dışarıdan gelen çocu%u bulundu%umuz yere
getirdiler. Biz orda taştan heykeller gibi dururken, arkadaşımız
az ötede kardeşiyle konuşuyor, ona sarılıyor, hasret gideriyordu.
Durumumuz çocuğun ilgisini çekmiş olmalı ki abisine sormuş:
“Bu amcalar neden ayakta uyuyorlar?” Abisi ise: “Sen onlara
karışma,” demişti, “onlar hep öyledirler zaten!”
Diyarbakır5 Nolu
195
diyerek zorladılar. Derken, birgün, havalandırnıaya çıkıp eğitim
yapmamırf istedf“ler. Karşı çıktık. Bunun üzerine bizi dövmeye
başladılar. Kendimizi korumaya çalıştık, Ama mümkün olmadı.
Dışarfdan komandolar getirilmişti. Bizi havalandırnsadayatırıp
dövdüler. Her birimize iki-üç komando düşüyordu.
“Artık dayak resmen başlamıştı. Programın uygulannsasında
adfm adım ilerlfyorlardı. Giderek işkenceyf günlük yaşamın bir
parçası halfne getirdiler.
“Artık görüşe gfdiş gelişte sürekli dövüli'yorduk. Dönüşte
gardfyanlar sırtınllZa biniyordu; bazen iki kişi birden.
“Koğuşları sırayla bastılar. Televizyon, radyo, ffinıcf ne varsa
alıp gittiler. KitaplarınslZf tOplayıp götürdüler. Saz ve diğer
müzik araçlarını koğuştan aldılar.”
Şunlar da V.Y'ın anlatımları.
“Bizi havalandırmaya çıkartıp eğitim yaptırmak istediklerfnde
kabul etmedik. Bunu sonu gelmez dayaklar izledi. Dayağa rağmen yürüyüşe çılcmayınca bizi hiicreye koydular. Her hücrede 50
kişi vardı. Zor nefes alıyorduk. Kimse oturamıyordu. Oturmak
şurda kalsın, kıpırdamak için bile boşluk yoktu. Her gün dışarı
çıkarıp dövüyorlardı. Yemek ve su verilnıiyordu. Açlıktanb itkin
düşnlüştük. Hem hücrenin koşulları, hem de işkenceler dayanılfr
gibf değildi. Sürekli olarak kurallara uymannzı istiyorlardı.
Bunu yaparsak koğuşa geri götüreceklerini, bize karışmayacaklarını ve artık rahat edeceğimizi söylüyorlardı.
”Koşullara ve ağır işkencelere dayanamadfkları için her gün
b irkaç kişi b izden kopup gidiyordu. Her gidenle direnme
gücümüz biraz daha kırflıyordu. Sonunda bizde kurallara uyacağımızı söyledik ve koğuşa getirildik.
“İlk yürüyüşler başladığında dizler bugünkünün yarısf kadar
bile çekilnliyordu. Sadece uygun adımla yürünüyordu,o kadar.
Marş, yürüyüş kararı, sıra açılma diye birşe
y yoktu. Ancak
dayak boldu. Dayakla iyice sindirilen insana istediklerinf yapabileceklerini biliyorlardı.
194
Bayram Bozyel
fark vardır. Aradaki fark, Türkiye'nin 12 Eylül öncesi sistemi
ile sonrası arasındaki kadar derindi. 12 Eylül, terör olarak en
gaddar biçimiyle cezaevlerinde sergilendi. Çünkü faşist rejimin
kendisine hedef aldı%ı, düşman saydı%ı toplumsal güçlerin kayma%ı, en canlı ve direngen kesimi toplanıp buraya konınuştu. Bu
nedenle silahın sivri ucu buraya yöneldi.
Faşist yönetim, geçmişteki zengin deney birikimine dayanarak,
planını bir süreç içinde, adım adım hayata geçirdi.
12 Eylül öncesi dönemde tutuklanmış ve hala yatmakta olan bir
arkadaş anlatmıştı:
“12 Eylül sabahı televizyondan Evren'in konuşmasını dinleyince
hem en anladık. Dış dünyayla doğru dürüst diyalogumuz
olmadığı halde, değişikliğin adını hemen koyduk, gelenfaşist bir
diktatörlüktü. İktidara eJ koyanların bizi rahat bırakmayacaklarını dahao anda biliyorduk. Mutlaka üzerimize geleceklerdi.
Bunun için ilk günlerin geçmesi, ayaklarfnın yere iyice basnlası
gerekiyordu. Harekete geçnseleri birkaç gün önce ya da sonra
olabilirdi. Ansa kesinlikle bugünkü programı uygıılayacaklardı.
Bütün bunların bilincindeydik, kendimizi moral olarak buna
hazırladık; bu nedenle de gafil avlannladık.”
Bu noktaya nasıl ge1indi%ine ilişkin olarak ise M.T. şöyle
anlatıyordu:
“1980 yılı kasım ayında idik. Önce gelip, ”görüşe giderken iki
kol halinde yürüyiin, böyle daha düzenli gfdip gelirsiniz’ diye
dayattılar.
“Önemli değil deyip iki kol halinde görüşe gidfp gelmeye
başladık. Ardından, sıralanırken 'kollarınızı uzatın’ dediler.
Önce yapmadık, anla sonra, önemli değil düşüncesiyle bunu da
kabul ettik. İsteklerinin ardı arkası gelnliyordu. Bu kere, sayım
sırasında ’5fz kendi kendinizi sayın, böylece sayınslar daha kolay
olur...’ demeye başladılar.
“Birgün de gelip İstiklal Marşı'nı okumamızı istediler. ’O hepimizin ulusal nlarşıdır; dışarıda her yerde okunuyor muyuz?’
Diyarbakır5 Nolu
197
basılması ve yeni sistemi işkence zoruyla tutuklulara benimsetmekle geçmişti.
1981 yılı mayıs ayında işkenceciler cezaevinin tümünü
avuçlarına almışlardı. Ondan sonra işkencenin dozu yavaş yavaş
arttırıldı. 1982 başında artık uygulanmadık işkence biçimi
kalmamıştı. Yeni keşifler hariç! İşkence bütün vahşetiyle uygulanıyor, insanlara soluk aldırılmıyordu. İşkence uykudan kalkar
kalkmaz başlıyordu, tekrar yatağa girinceye kadar. Ama yatakta
da sona ermiyordu; tutuklunun uykusunda bile sürüyordu o.
Zaman zaman, ben kendim de bu koşullardaki insanların nasıl
toptan çıldırmadığına, nasıl hayatta kalmayı başardıklarına
şaşmışımdır. Bu iş bana bile bir mucize gibi görünmüştür.
Bu koşullarda yaşayan insanlar artık dış dünyayı, yakınlarını,
yaşamın güzelliklerini düşünemez olmuşlardı. Tutuklu kişi için
bir kurtuluş yolu olan tahliye bile kimsenin aklına gelmiyordu.
İnsanların bütün beklediği bir lokma ekmek, bir bardak su ve
ölmeden akşamı getirmekti. Bazen, aynı ranzada yattığırnız
kişiyle bile günlerce bir şey konuşamazdık. Bunun için fırsat
olmazdı. Birisinden -varsa- bir i%ne almak günler alırdı. Zaten
koca koğuşta bir tek iğne vardı. Bir buçuk yıl boyunca tırnaklarımızı kör jiletlerle kesmek zorunda kaldık. Düşünmek için
bile zaman kalmıyordu. Yatakta uzun süre kalmamıza rağmen,
gündüzleri çektiğimiz ağır işkence ve yorgunluktan, açlık yüzündeı, gece nöbetlerindeki sık tekmiller ve dayaklardan 1984 ortalarlna kadar hep güzel bir uykunun lıasretini çektik.
Halk dilinde, cezaevinde geçen günler ve yıllar için yatmak
deyimi kullanılır. Şu kadar yıl hapiste yattım, denir. Normal
koşullarda bu do%a1; hapiste zaman bol, yapacak iş ise azdır. Biz
ise bu deyişi hatırlar, bazen birbirimize takılırdık: “Yarın çıktığımızda, cezaevinde doyasıya yatmadık desek kim inanır?”
5. Nolu'da bize yapılan akıl almaz işkenceler için de aynı şeyi
düşünürdük. “Çıkınca anlattıklarımıza acaba insanlar inanırlar
mı?” derdik. Bir arkadaş bir keresinde bununla ilgili olarak şunu
196
Bayram Bozyel
“O zamanlar havalandırmadan koğu5a gelince serbest
sayılırdık. Koğuşta kimse bize karışmıyordu. Yataklarımıza
sırtüstü uzanıp dinlenebiliyorduk. Dayak başladığı halde yemek
eksilmemişti. Karnımız doyuyordu. Ne çekiyorsak havalandırmada çekiyorduk. Dayak, aynı zamanda görüşe gidip gelirken de
vardı.
“Bir gün 'Andımız'ı getirdiler. Ardından 'Gençliğe Hitabe'
geldi. Bir de baktık, bir marş getirmişler, yürüyüşte okunacak
diyorlar. Okuduk. Arkasından başka marşlar geldi. Dizlerin
yeterince çekilmediğini, bö yle yürüyüş yapılantayacağfnI
söylüyorlardı.
“Etrafınsızdaki çember giderek daralıyordu. Sonra koğuşta
eğitim yaptırmaya başladılar. Önceleri havalandırmada bile
yapılan eğitim süreliydi, sonra dinleniyorduk. Sonrao dinlenmeler kalktı. Koğuşta yapılan eğitim sırasında ise gardiyan,
zaman zaman oturma ve sigara içme izni veriyordu.
“Derken sayımlar sertleşti, tekmiller 'daha canlı' istenir oldu.
Giderek 'eğitim' adı verilen işkence ve dayak günün 24 saatini
d'oldurn1aya başladı.
“Yemekler yavaş yavaş azaltılarak insanın yaşaması, daha
doğrusu açlıktan ölmemesi için gerekli olan en asgari düzeye
düşürüldü. Sigara içimi ki.sıtlandı. Yasaklar, koğuşlararası ilişkilerin kesilmesinden aynı koğuştaki insanların birbiriyle konuşmasını önleme noktas.'•:o getirildi. Görüşte Kiirtçe konuşmak
yasaklandı. Normal kotuşma süresi bazen hiç konuşmama
düzeyine indirildi. Daha önce mahkemelere giderken ya iki
kişinin ellerib irbirine kelepçelenir ya da tek kişinin elleri önden
kelepçelenirdi. Daha sonra kelepçe yerine, tutuklularb irbirine
zincirle bağlanır oldular. Mahkemelere gidiş sırasında tutuklular için mont türü bir elbisenin giyilmesi kur.cıl haline getirildi.”
12 Ey1ül'ün hemen sonrasında, kasım ayında tıygulanmasına
başlanan program, 1981 yılı mayıs ayına gelindiğinde bütün
cezaevine uygulanır olmuştu. Bu 6-7 aylık süre, koğuşların
198
Bayram Bozyel
anlatmıştı:
“Bizim koğuşta biri vardı ki kendisi yakalanmadan öııce
kardeşi birsürg burada kalmış ve tahliye olmtfş. Cezaevf” ile ilgili
öyle şeyler anlatmış ki seninki inanmamış, abartma sanmış, ’bu
kadarı olmaz!’ demiş. Oys“a kendisi de burayı gördükten sonra,
kardeşinın, buradaki uygulamaları yeterfnce anlatann7dığı
kanısında idi.”
“Fultaym” işkenceye geçilen 1982 başından itibaren, zaten
doygunluk düzeyine varıldığı için, bir yıl süre ile işkence
e%risinde ancak hafif bir yükseliş oldu. 1982'nin son ayları ve
1983 yılının ilk iki ayında ise işkence eğrisi aniden fırlayarak
doruk noktasına ulaştı.* Bu dönemde işkenceler çığırından çıkmıştı. Daha önceki vahşetle kıyaslandığında bu dönemde
yapılanlara yeni birisim bulmak gerekiyordu herhalde. İşkenceciler artık hiç bir sınır, hiç bir ölçü tanımıyorlardı. İşkence, kurbanlarının dayanma gücünü zorluyordu. İnsanlar, kendilerine
yapılan bunca aşağılayıcı daVTdR1şl&f karşısında yaşamaya değip
değmediğini düşünmeye başladılar. İşkenceciler ise var güçleriyle yeni işkence biçimleri bulmaya çalışıyorlardı. Genel
işkence uygulamalarınırı dışında, özgün biçimler bulmakta birbirleriyle adeta yarışa girişmişlerdi.
'
'
°•’Bu donem,°tam der ‘19 2! nay ası'nn sözde halk!oyl m°asından geçtiği ve Türkiye'de “demokrasiye geçilmekte olduğu
demagojisinin yükseldiği dönemdir. Generallerin anayasası 7
Kasım'da süngü gücüyle halka kabul ettirildi. Buna rağmen
Kürdistan'da, Türkiye ortalamasına göre hem katılım düşük oldu
hem de red oylartnın oranı birhayli yüksekti. Bu, faşist generalleri öfkelendirdi. Bunu izleyen dönemde Kürt halkına karşı terör
yükseldi. Cezaevlerinde işkence dalgasınfn yükselmesinde bunun
payı vardır. Bu çaba nedensiz değildi. İşkencede son sınıra
vartlmıştı. Onu bu düzeyde tutmak uzun süre mümkün olmayacaktı. İç ve dış koşullar nedeniyle belli bir hafıfiemeye gitmek
Diyarbakır5 Nolu
201
gardiyanların keyfine bağlıydı. Gardiyan istediğinde, koğuşta
eğitim yaptırıyor, marş söyletiyordu. Yalnızca akşam için değil,
günlerce sigara yasağı koyuyordu. Dayak ve işkence tüm yoğunluğuyla devam ediyordu. Diledikleri zaman koğuşu havalandırmada süründürüyor, oturma izni vermeyebiliyordu. Örneğin biz
koğuşta oturup sessizce kitap okurken diğer bazı koğuşlara
içerde marş söyletiyorlardı. Yeni tutuklanıp getirilenlere marşlar
öğretiliyor, içerde de eğitim yaptırılıyordu.
Eğitim saatlerinin belirlenmesi bu dönemde başladı. Sabah,
belli bir saatte başlayan kitap okuma saat l2'de kesiliyor, öğlen
sonrası 13.30'da başlayan eğitim ise 17.30'da son buluyordu. Bu
saatten akşam yemeğine kadar serbest kalıyorduk. Cezaevinde
ilk kez dişlerimizi fırçalama, zaman zaman ayaklarımızı yıkama
olanağı bulmuştuk.
Tüm bu gevşemeye ra%men bu dönemde de insanlara çirkefçe
işkenceler devam etti. Hücreler doluydu. Dayak ve işkence günlük yaşamın bir parçası olmaya devam ediyordu. Yine de durum,
1981, 1982 yılları ile 1983 yılının ilk aylarına oranla iyi
sayılırdl!
Görüldüğü gibi, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından uygulanmasına başlanan program, genelde hep aynl politikanın ürünü
olarak kendi içinde dönemlere ayrılıyor. Her dönemde işkence,
farklı doz ve düzeyde, farklı hedefler için kullanıldı. Her biri
kendine özgü yonlar taşısa da, onlar bir bütünün parçası idiler.
Program adım adım uygulandı, baskı derece derece artırıldl.
Sonra var güçleriyle kullandılar cezaevine. Tutukluların sesini
solu%unu kestiler. İstedikleri duruma getirdikleri insanlara yaptlklarıyla tarihin tanık olmadığı vahşet örneklerini sergilediler.
Bu programı uzun süre uygulayıp belli sonuçlar elde etikten
sonra ise iç ve dış kamuoyunun tepkilerini göz önüne alarak
işkencenin dozunu derece derece azalttılar. Ama işkenceyi asla
tümden bırakmadılar. Düzen ondan el edemezdi. Gerileme yalnızca koşulların dayattığı ölçüde oldu.
200
Bayram Bozyel
Ağırdan İnen Eğri
Yıllardan sonra ilk kez 1983 yılının mart ayında cezaevi idaresi tüm koğuş sorumlularını toplayarak onlarla konuştu. Bunu
izleyen günlerde programın derece derece hafifleyen bölümüne
geçildi; tutuklular bir parça soluk almaya başladı.
Önce koğuşta, yerinde saymadan marş söyleme biçimine geçitdi. Bir süre sonra, akşamları sigaraya konmuş genel yasak
kaldırıldı. Yat saati 9'a alındı. Yemekler azar azar arttırıldı. İki
buçuk yıldan sonra ilk kez mektup yazma izni çıktı. Oldukça
kısıtlı ve bir dizi engele rağmen, bu önemli bir olaydı. 18
Mart'tan itibaren koğuşta eğitim yapma vemarş söyleme tümden
kaldırıldı, bunun yerine oturarak sessizce kitap okuma uygulamasına geçildi. Daha sonra, havalandırmadaki eğitim saatlerinde
de 15 dakikalık oturma izni çıktı.
Ancak bütün bunların uygulanlp uygulanmaması yine de
D‘yarbakır5 Nolu
203
Kanlı Ocak
Ne varki tutuklular için nisbi olarak bu rahat dönem fazla
sürmedi.
Öncelikle cezaevi yönetimi, subaylar, gardiyanlar bu değişimi
içlerine sindiremediler. Onlar, bizi fizik ve moral olarak yoketmek için bunca yıl boşuna mı çaba harcamışlardı? Üstelik bu yıllar içinde onların kişili%i bir işkenceci olarak biçimlenmişti.
Daha düne kadar bizim karşımızda olağanüstü güce sahipti
onlar. Biz ise ezilmesi, aşağılanması, yok edilmesi. gereken
“zararlı nesneler” idik. Onlar, buraya gelmeden önce, sivil
yaşamda öğrenci, öğretmen, işçi, doktor, mühendis olarak saygın
bir yerleri bulunan, üstelik bilinçli ve mücadeleci bu insanlar
üzerinde böylesirıe bir “üstünlük” elde etmiş olmaktan çok mutluydular! Yüreklerinin ta derinliğindeki aşağılık kompleksini
bastırmak, kendilerini göstermek için gün do%muş ve onlar bunu
202
Bayram Bozyel
İşkence bu şekilde 1983 yılının eylül ayına kadar siirdü. ^
5 Ey1ü1 1983 günü cezaevi yaşamında birdönüm noktası oldu.
Yıllardır işkence altında ezilen, sesi boğazına takılan insanlar
patladı. İşkencelerin yarattığı birikim ve öfke eyleme dönüştii.
İnsanlar artık işkenceye fiatlanamayacaklarını haykırdı.
Cezaevinde herkes tek bir dalga halinde, umulmadık biçimde
ayağa kalktı.
İşkenceciler böyle bir olay karşısında hem şaşırdılar hem de
büyük öfkeye kapıldılar. Ne var ki bu isteği bastırmak için
kamuoyu deste%i bulacak durumda değillerdi. En azından bunun
için zamana ve belli hazırlıklara gerek vardı. Bir ölçüde baskıya
başvurdularsa da gerek tutukluların direnci gerek cezaevi dışındaki kamuoyu desteği karşısında fazla ileri gidemediler.
İstemeye istemeye tutukluların haklı taleplerine boyun e%di1er.
İnsanlar korkunç birrüyadan uyanmış gibiydiler. Yaşadıklarına
adeta inanmıyorlardı. Büyük bircoşku içindeydiler.
Diyarbakır5 Nolu
205
Bütün bunlar ta tepedekilerin gözünden!:açmadı. Faşist generaller,
“demokrasiye geçiş dedikse, bu kadar da de%il!” diye homurdandılar. “Yoksa ipler elimizden kaçıyor mu?” diye endişelenmeye başladılar. “Biz yıllardır bunları sindirmeye, ezmeye, fizik
ve moral olarak çökertmeye çalıştık, vardı%ımız sonuç bu mu ?”
diye düşünüp kahroldular. Özal hükümeti ise zaten, ‘yalnızca
ekonomik işlerle görevli” ve Cunta'nın elinde bir kukladan
başkası değildi. Faşist terör, asker kanadın işine yaradığı kadar,
onların da işine geliyordu. “Zincirlerini koparmış asileri” tekrar
zincire vurmak için yeşil Işık yakıldı.
Ayrıca tam dao dönemde, cezaevlerinde tutuklulara tek tip
elbise giydirme uygulaması başlatılmıştı. Buna tepki gösterileceğini biliyorlardı. Bunun için de yeni bir baskı ve terör dalgasına ihtiyaçları vardı.
Bu nedenle tekrar üstümüze geldiler. İşkencecilerin eski
koşulları geri getirme çabası tutukluların kararlı direncine
çarpınca, bizimle onlar arasında kanlı bir bo%uşma çıktı.
Göreceli rahat ortam ancak üç ay devam edebilmişti.
1984 yılının ocak ayında, işkenceciler tezgahlarını yeniden
kurup araçlarının başına geçtiler.
Buna karşılık tutuklular da var güçleriyle direnmeye karar
verdiler.
Tutuklular yaklaşan tehlikeyi fark etmişlerdi. Onlar, yıllar
suren işkenceden sonra yaratılan bu ortamı doyasıya yaşamak
istiyorlardı. Ama endişeli ve gerilim içindeydiler. Bu gerilim,
onların işkencesiz geçen bu günlerde de havayı rahat solumasını
önlüyordu.
Beklenen saldırı nedeniyle tutuklular cephesinde de bir hazırlık
vardı. Eskiye dönüşü önlemek için neler yapıllp yapılamayacağı
üzerine kafa yoruluyor, düşünceler üretiliyordu. İnsan bedenlerinde açılan işkence yaralarının izleri henüz tazeydi. Çoğu
insan işkencelerin şokundan heniiz kurtulmamıştı bile; ço%u kez
düşle gerçeği birbirine karıştırıyordu. Hala, geçmişin etkisinden
204
Bayram Bozyel
fazlasıyla göstermişlerdi. Bir emirle yüzlerceınizi yerde
süründürüyor, başlarımızı pisli%e sokuyorlardı. Anamıza,
avradlmıza küfrettiklerinde “emredersiniz komutanım” demek
zorundaydık. Bir gardiyan Allahtan daha büyük değil miydi?O
dilediğinde kafasındaki her alçaElığı, her puştluğu bize yapmıyor muydu? Oysa şimdi durum de%işmiş, işkencecinin
dünyası birbakıma yıkılınıştı. Düne kadar birsinek kadar değeri
olmayan insanlar şimdi başı dik yürüyordu. İnsan olduğunu
söylüyor, kendisine insan gibi davranılmasını istiyordu.
Gardiyana “komutanım!” bile demiyordu artık. Yolda elini kolunu
sallayarak yürüyor, normal bir insan gibi davranıyor. Gözlerini
kapamıyor, çevresinde olup bitenlere bakıyor. İzin almadan
konuşuyor, düşüncelerini söylüyor...
İşte bu değişim, işkencecilerin yüreğini derinden yarallyor,
onları kalırediyordu. Eski günlere geri dönmeyi öylesine istiyor,
bunun için fırsat kolluyorlardı. Bize dişlerini biliyor, “size gösteririz” anlamında baş sallıyorlardı. İnsanların davranışlarını
yeni bir hesaplaşınada kullanllmak üzere not ediyorlardı.
İdarenin bir saldırı için hazırlandığı, subay ve gardiyanların her
halinden belli oluyordu. Ama, nasıl gevşeme onlarin isteği ve
iradesi ile olmadıysa, bunu, onları çok aşan iç ve dış koşullar
yarattıysa, terör ortamını yeniden geri getirmek de salt onların
özlem ve isteğine bağlı değildi. Bunun için “yukardan” onay ya
da emir gelmesi gerekiyordu.
Sonunda da geldi bu onay.
Tutukluların cezaevinde sağladıkları nisbi serbestlik
mahkemelere de birölçüde yansııuıştı. Özellikle dış kamu9yunun ilgisi, ta Diyarbakır'a kadar gelip cezaevi hakkında bilgi
alan, duruşmaları izleyen heyetlerin de etkisiyle, mahkemelerde
estirilen terör de biraz yumuşamıştı. Duruşmalara çıkanlar
zaman zaman söz alıp kendilerine yapılan işkenceleri dile
getirdiler, dosyadaki ifadelerin işkence altında imzalatı1dı%ını
söylediler, ağır suçlamalara karşı savunma yapmaya çalıştılar.
Diyarbakır5 Nolu
207
-Görüşe ve mahkemeye nizami yürüyüş halinde gidilip
gelinecektir.
-Geceleri nöbet tutulacak, gelen gardiyanlara tekmil verilecektir.
-Sayım için gelen subay ve gardiyanlara “dikkat” çekilecek,
tekmil verilecektir.
—Tek tip elbiseyi herkes giyecektir.
-Yukarda belirtilen emirlere uymayanlara inzibati tedbirler
uygulanacaktır.
Sözkonusu kurallar, her yönüyle işkenceli dönemin geri
getirilmesinden başka birşey değildi. Bu talimat idarenin
niyetini açıkça ortaya koymuştu.
Talimat tutuklulara daha sıkt bir direnişe yöneltti. Bunun üzerine
idare taktik değiştirdi. Askerlerin koğuşlara yönelik saldırısı
durdu; buna karşın idare tüm koğuşlarla alış-verişi kesti.
Ko%uş1ara yemek ve suverilmedi, hastalar revire ve duruşması
olanlar mahkemeye götürülmedi. Sayım bile yapılmaz oldu.
İdarenin amacı tutuklulara fizik ve moral olarak çökertmekti.
Açlık ve susuzluğun yanısıra, gerilimli bekleyişin tutuklular
üzerinde yıkıcı bir etki yapacağını hesaplamışlardı.
Koğuşların kimisinde daha önce kantinden alınmış olan yiyecekler de birkaç gün içinde tükendi. Suyu akmayan koğuşlarda
su kalmadı. Açlık ve susuzluk tutukluları bitap düşürmüştü.
Üstelik bunun ne zamana kadar devam edeceği belirsizdi ve en
kötü olanı da buydu. Böylesi birbekleyiş içinde karamsarlık ve
korku boy atıyor, insanlar kararsızlığa düşüyordu. Aylar ve yıllar
boyu işkenceyle yaşamış olan insanlar üzerinde bu daha kötü
etki yapıyordu. Bu bekleyişin ardından yine bitmez tükenmez
işkencelerin geleceği korkusu insanların ruhunu karartıyordu.
Bütün bunlar işkenceye karşı savunma güdüsünü uç noktaya
çıkartıyordu.
Açlık, soğuk ve işkence bekleyişi tüm insanların yüzüne yansımış. Tenler morarmış, göz çukurları geriye kaymış. Birkaç gün
önceki canlılık ve dinamizmin yemini bitkinlik ve endişeli bir
206
Bayram Bozyel
kurtulamayıp gardiyanlara gayri iradi bir şekilde “komutanım”
diye sesleneriler vardı.
2 Ocak günü bir grup insan mahkemeye gitmişti. Akşam
dönüşte, onların o gün mahkemeye gidiş ve dönüşte dayak
yediklerini öğrendik. Bu, gelen saldırının ilk işareti oldu.
3 Ocak'ta işkenceciler genel saldırıya geçtiler.
Onlar ne denli kudurgan idiyse, tutuklular da o denli
dirençliydiler.
Tutukluların önlerindeki seçenekler belliydi. Boyun eğişin
onlari nereye kadar götürebileceğini yıllardır deneyip görmüşlerdi. Hiç biri eski günlere dönmeyi istemiyordu. Onlar, eski
işkence günlerine dönmektense, herşeye hazırdılar. Bunu dacanlarını ortaya koyarak gösterdiler.
İşte bu durum Ocak'taki kavgayı kanlı bir boğuşmaya
dönüştürdü. 5 Nolu cezaevi, Türkiye ve Kürdistan' da, belki
şimdiye kadar hiç bircezaevinin yaşamadığı biçimde çalkalandı,
altüst oldu. Burada kopan kavganın sesleri çevre seıntlere, kente
uzandı, aştı...
Besbelli bu kavgada silahlar gülünç derecede eşitsizdi. Daha
doğrusu birtaraf güçlü, gerçek silahlarla donanmıştı, manevra
alanı genişti; öteki taraf ise demir kapılar ve duvarlar arkasına
kilitliydi, çıplak bedeninden, inancından ve yüreğinden başka bir
savunma amacına sahip değildi.
İdare saldırıya geçince, tutuklular koğuş kapılarını içerden
kapattılar, ranzalara ve öteberiyi arkasına yı%arak savunmaya
geçtiler. Bu barikatların arkasında oturup beklemeye başladılar.
Cezaevi komutanı Binbaşı,4 Ocak günü hoparlörlerle tutuklulara şunları seslendi:
-Kolordu'dan tutukluların uyması gereken yeni bir talimat
gelmiştir. Buna göre:
-Emir komuta gardiyanlara verilmiştir. Gardiyanlara “komutanım” denilecek, her dedikleri emir sayılacak.
-Havalandırma saatlerinde eğitim yapılacak, marşlar söylenecek.
Diyarbakır5 Nolu
209
betonda yatamıyorduk. Hücrenin içinde volta atarak ısınmaya
çalışıyorduk. İkinci günden sonra bizde volta atacak hal
kalmamıştı. Bazen yorgunluktan betonda biraz uzanıyorduk;
ama betonun keskin Soguk dayanılmaz gibiydi.’ hemen tekrar
kalkıyorduk. Açlık ve soğuk bizi bitkin düşiirnıüştü. Bir d e
uykusuzluk. Zaman zaman çökerek omuzlarımızı birbirimize
dayıyor ısınmaya ve dinlenmeye çalışıyorduk. Ama ,nafile.
Gözlerimizi kapamamızla açmannz biroluyordu. Tir tir titriyorduk. Sigaramız da yoktu.”
Hücrelerle kıyaslanınca ko%uşlar oldukça avantajll sayılırdı.
Ne var ki saldırının ilk hedefleri koğuşlarda. Bu nedenle
koğuşlardaki psikolojik gerilim hücredekinden kat kat fazlaydı.
Koğuşlarda kimse bir şeyle u%raşmıyor, uğraşma iste%i duymuyordu. Ayrıca açlık ve susuzluktan kimseyi uyku tutmuyordu.
Koğuşta bulunan soğanlar elma gibi yenmişti. Varolan birmiktarçay şekerinden iki kez şerbet yapılıp içilmişti. Gerisi saldırıyı
ve işkenceleri beklemekle gelecekti.
Bu arada işkenceciler saldırı için hazirlıklarını tamamlamlşlardı.
Kolordudan gelen albay rütbesindeki subaylar koğuşların
kapısına gelerek, tutukluların yeni cezaevi talimatına uymalarını
söylüyor, aksi halde başlarına gelecekleri hatırlatarak tehdit
ediyorlardı. 8 Ocak'ta fiili saldırıya geçildi. Önce koğuşların
işlerine yönelik hoparlörlerden kulakları sa%ır eden bir
gürültüyle marşlar başladı. Aynı anda cezaevinin çevresindeki
kariyerler tam gazla çalıştırılıyor, bunların çıkardığı büyük
gürültüye yüzlerce askerin söyledikleri marş sesleri ekleniyordu. Bundan amaç, saldırı ve işkence sırasında olup bitenlerin,
yakın çevredeki semt halkı ve görüş amacıyla cezaevi önünde
toplanmış tutuklu yakınları tarafından duyulmasını engellemekti. Koğuşumuz üstte olduğundan, cezaevi önüne toplanmış binlerce tutuklu ailesini görebiliyorduk. Bu gürültüler, aynı zamanda, koğuşlardan birine yapılan baskını diğerlerinin duymasını
208
Bayram Bozyel
bekleyiş almış. İnsanlar içten içe derin bir hesaplaşmanın içindeler. Bir yandân direniş bakımından koşulları, di%er yandan teslim olmanın getireceklerini, duygu ve inançlarını teraziye koyup
tartıyorlar. Bu içteki hesaplaşma dışarı vurulmuyor. Başkaları
tarafından yadırganma duygusu, içteki baskı ve ”korkuyu açığa
vurmayı engelliyor. Öyle olunca da içtekiler onu içten içe daha
çok kemiriyor.
Bu koşullar altındaki insanların manzarası bile korkunç ve
umut kırıcı. Diğer yandan bunca iç ve diş baskılar altında insanlar omuz omuza vermiş direniyorlar. İçlerinde korku ve
kararsızlıkla cebelleşirken, dışarıya bir şey yansıtmamaya ve
direnişe en aktif biçimde katılmaya çabalıyorlar. Tüm bu ağır
koşullar ve çelişkiler içerisinde insanlar gözlerini geleceğe dikmiş, ileriye doğru yol alıyorlar.
Tam beş gün süreyle hiçbir koğuşa yiyecek ve su verilmedi.
Direnişin daha ilk gününden itibaren cezaevi yönetimi birkenara
itildi. Kolordudan gelen albay ve yarbaylardan kurulu bir ekip
tüm yetkileri ve ilişkileri elinde toplamıştı. Şimdiye dek uzaktan
kumanda ettikleri işkenceye bizzat kendileri soyunmuştu. Bir
katliamın mimarı olma onurunu kendileri taşımak istiyorlardı
anlaşılan.
Bu ilk beş günlük hücredeki durumu H. şöyle anlatmıştı:
“3 Ocak'ta mahkememiz vardı. Gidiş yerinde toplanmıştık.
Hemen orda bizi dövmeye başladılar. Kan ı koyduk.
Koğuşlardaki insanlar da sloganlar atarak bizi destekledi. Bu
tepki üzerine tümümüzü hiicrelere kapattılar. De ğişik
koğuşlardan insanlardık. Hücreler çıplaktı. Battaniye filan
yoktu. Yanımızda fazladan giyeb ileceğimiz, üzerinde oturup
yatabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Kapılar kilitlendikten sonra
kimse bize uğramaz oldu. Hücrede çıt çıkmıyordu. Cezaevinin
hiçbir yerinden tek ses gelmiyordu. korkutucu bir sessizlik
kaplamıştı ortalığı. İlk günkü açlık fazla etkilemedi. İkinci
günde zorlanmaya başladık. Hücreler çok soğuktu. Çıplak
Diyarbakır5 Nolu
211
Yerde yatanlardan her biri dayaktan bitkin ve baygın düşünce
ikinci bir düdük sesiyle dayak kesiliyor, yerde kanlar içinde
serilmiş tutuklular ayağa kaldırılıyor ve kurallara uyup uymayacakları tekrar soruluyordu. Bu arada bazı insanlar, güçlerinin
sonuna geldiklerine inanarak kafileden ayrllıyorlardı. Her
ayrılan diğerinin morali üstünde olumsuz bir etkide bulunuyor,
yeni ayrılmalara neden oluyordu. Çok keskin tavırlı ve sivri
çıkışlar yapan insanların herkesten önce kurallara uyması birçok
ko%uşta görülen genel bir durumdu. Bu tür davranışlar birçok
insanı hayal kırıklığına uğratıyor, moral zaylflatıyor ve sonuç
olarak kurallara uymayı kabul edenlerin sayısını yükseltiyordu.
Bu taramadan geriye kalan tutukluları ise yeni bir işkence aşaması bekliyordu.
Onları bu kez de lıamama götürüyor, orada çok daha ağır bir
işkence evresinden geçiriyorlardı. Buradaki işkenceleri çoğunlukla,E Blok subayı olan bir üste%men yönetiyordu. Ona, 1983
başlarına kadar cezaevinde iç emniyet amirliği yapmış olan
üsteğmen Osman yardımcı oluyordu. Buradaki işkenceler de
doktorların kontrolü altında yapılırdı. Ölecek duruma gelenleri
hastaneye sevk ediyor, di%er1erine işkence yapmaya devam
ediyorlardı. Sonunda yaraları tedavi bile edilmeden, insanlar,
çoğu baygın halde, gardiyanlar tarafından sürüklenerek
hücrelere ya da koğuşlara blrakılıyordu. E%er hala kurallara
uymayı kabul etmeyenler varsa, bunlar ertesi gün tekrar alınıp
işkenceye götürülüyordu.
Koğuşlar her gün sırayla bu işlemden geçirilip ayıklanıyordu.
Kulakları sağır eden dehşet verici “fon müzi%i”nin eşliğinde bir
koğuşa saldırı başladığında, tuttıkluların yapabildikleri tek şey
sloganlarla protesto etmekti. Bu sesler en yakındaki ko%uşa
ulaşıyor, ordan da yükselen slogan sesleri koğuştan koğuşa
yankılanıp gidiyordu.
“Kahrolsun işkence!”
“İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!”
210
Bayram Bozyel
önlemeyi amaçlıyordu. Ve herhalde, tutuklulara dehşet saçıiiak
gibi bir amacı vardı.
Ne var ki kendi elleriyle yarattlkları bu dehşet verici gürültüyle,
cezaevinde o1a%anüstü günler yaşandı%ını görüşe gelen insanlara
ve tüm kent halkına kendileri‘ duyurmuş olduİar. Dışardaki
insanlar sonradan bunu; “bu sesleri duyunca içerde kötü şeyler
olduğunu anladık ve size yapılanlar gözlerimizin önünde canlandı” diye anlatacaktı.
Kendimiz de bu marş ve araba seslerinden başka koğuşların
basılmakta olduğunu, işkence şarkının çalıştığını anlıyorduk.
Hasan Mut1ucan'ın mide bulandırıcı bir tarzda söyledi%i “Tuna
Nehri Akmam Diyor” ve “Ceddin Dede, h'es1in Baba” adlı
marşlar bizde işkenceyi ça%rıştırıcı, ürkünlü verici bir etki
yaratıyordu.
Koğuşlara sırayla basmaya başladılar. 40-50 kişilik bir koğuşa
yapılan baskına yüzlerce gardiyan ve komando katılıyordu.
Önce koguşların camları kırılarak içeriye basınçlı su sıkılıyor,
içeri suya batıyordu. Sonra kapıları zorlaytp içeri dalıyorlardı.
İçeri girer girmez, ayaküstü, tutuklulara kurallara uyup uymayacaklarını soruyor, genellikle köğuşlardan olumsuz yanıt a1ındı%ı
için de hemen o anda tek tek ellerini arkadan kelepçeliyor,
tekme, tokat ve cop darbeleri altında sinema salonuna götürüyorlardı. Tutuklular orada, elleri kelepçeli olarak yere yatırılıyor ve
çalınan düdükle birlikte yüzlerce gardiyan, komando ve subay
işkencelere başhyordu. İşkenceciler, elerindeki sopa ve coplarla
onları saatlerce rasgele dövüyorlardı. Bu işkencelere, bir elinde
enjektör, bir elinde cop ile cezaevi doktoru da katılıyordu. Her
tutukluya düşen işkenceci sayısı üçü geçiyordu. Sopa, cop, tokat
ve yuınrukla vurmaktan yorulanlar tekme ile işi sürdürüyordu.
Baygınlık geçirenleri doktor iğne yaparak ayıltıyor, ayılır ayılmaz da işkence devam ediyordu. İşkence sesleri ve işkence
görenlerin çığlık ve iniltileri, yüksek tavanlı sinema salonunda
yankılanarak en uzaktaki koğuşlara kadar gidiyordu.
Diyarbakır5 Nolu
ra kadar
halinde,
:aevinin
2
onun a%ır
ı "birçok
‘gün 12.
sırasında
ediyordu.
cenderee devam
Hastalara ilaçları verilmiyordu. Yakınlarımızla ve avukatla gör
tümden kalkmıştı. Kimse mahkemeye götürülmüyordu.
Bu koşullarda insanlar kimi konularda inanılmaz yaratıcı
gösteriyorlar. Bir keresinde, aramızda koca bir havalandırl
bulunan karşı koğuştan sabun almayı becerdik. Yine, direni!
25. gününde bize birkaç sigara ulaştırınayı başardılar. Yirmi gf
den beri sigaramız tükendiği için, bu birkaç sigara, her şeye ra
men koğuşta birbayram havasl yarattı. Onları sırayla tüttürdü
Direniş uzadıkça uzuyordu.
Koğuşları bastlklarında, tutukluların direnmesini kırmak içi
basınçlı suyla birlikte gaz bombası da kullanıyorlardı. Bu, kü
bir öksürüğe yol açıyordu. Sinema salonunda ve harnamda gi
boyu yapılan işkencelerden sonra da pes etmeyenleri, direnme
te ısrar edenleri hücrelere koyuyorlardı. Böylece, hiç de%il
koğuşlara ayıklamış olmayl hesaplıyorlardl. Ne var ki işker.'
sırasında kurallara uyacaklarını söyleyenlerin çt /.u koğu,
dönüşte yeniden direnişe geçiyordu. Öyle kiartık hücrelere vej
koğuşlara götürmenin farkı kalmadı. Bunca işken -eye rağm‹
birbütün halinde direnebilen koğuşları ise topluc.' yine koğU!
kapatlyorlardı.
Kurallara uymadığı halde, ötekilerin koğuşunda tutulan b
arkadaş, kaldı%ı koğuşuno dönemdeki ruh halini şöyle anla
mıştı:
“Getirilen yemek boğazımızdan aşağı inmiyordu. İştahınl!
tümden kesifnıiŞ/f. Büyük birsıkıntı içinde kıvranıyorduk. Koğu
gözetleme deliklerinden karşıdaki hücrelere bakıyor, oraa
insanlara yapılan işkenceleri gördükçe eziklik duyuyordum
Hücredekilerle birlikte olmayf ne kadar çok istiyorduk”.
ılığından
ırmaktan
;iin sular
Şu hikaye de Mahmut'a ait:
“6. Koğuş'taydık. Yemek üzerindeyken kapf niaz alt açıldı, ’bi
komando yüzbaşısı hazırlanmamızı istedi. Hemen kalkıa hazır
;ımızdaSesleri
ediyor,
onra ise
doğuştan
ise dipko%uştan
ko%uşun
diyalog
ğru yanişkencere gebe
212
Bayram Bozyel
Bu sesler koğuştan koğuşa yayılarak en uzaktaki blokJaı
ulaşıyor, cezaevinin tümünü içine alıyor, gür bir dalga
zaman zaman dehşet müzi%inin çemberini delerek cep
çevresine, yakın semtlere ulaşıyordu.
O günlerde havalar koyu bir sisle kaplıydı. Öyle kikar;
ki koğuşlar bile görünmüyordu. Ulaşan yalnızca seslerdi
kısılıncaya kadar insanlar baskı ve işkenceleri protesto
sonra sesler yavaş yavaş hafifleyip kısılıyor, bir süres
duyulmaz oluyordu.
O karanlık günlerden birgün...
Acaba hangi koğuş basılaeak?
Hoparlörlerin gürültüsünden yirmi adım ötedeki birI
söylenenleri anlamak güç. Uzak bloklardan gelen sesler
siz bir kuyudan gelen iniltileri andırıyor. Yine de haberÎ
koğuşa ulaşıyor, bize kadar geliyor ve o gün hangi
basıldığını anlıyoruz.
Bu iç karartıcı puslu havada, marş giirültüleri içinde,
kopukluğu ve gerilimli bekleyiş ortamında, her gün, do
fiş, bir sürii acı haber ulaşıyordu bize. Gelen her haber
cilerin vahşetinin nereye vardığını, gelece%in ne le
o1du%ıınu gösteriyor.
Bir gün, 39. Ko%uş'un yandı%ı, birçok kişinin durumu
oldu%u haberi yayılıyordu. Ertesi gün, 35. Koğuş't.
kişirıin kendilerini yaktığı söyleniyordu. Başka bir
Ko%uş'ta üç kişinin yandı%ı duyuluyordu. İşkenceler
hastaneye kaldırılan birçok kişinin öldüğü haberi g
Bütün bu hengame ve belirsizlik içinde insanlar işkence
sine bir daha dönmemek için dişlerini sıkıp direnmek
ediyorlardı.
Açlık bitkin düşürmüştü. İki-üç günde bir kapı ar:
ver len yemeqklep çokqazdC veya açlıg mız daha day azd
Diyarbakır5 Nolu
21
.•i bırake düdük
a vurdu'e clevaW
Itıyordu.
’uk çalındediler.
elbiseler
: İşkence
ler. Bizi
diyanlar
-i başları
?lb ise ve
battaniye
Yi%itler Ölüyor Şimdi
Direnişin 15. gününde 10. Ko%uş basıldı. Bunu diğerlerind
olduğu gibi, ko%uşa su sıkma, sinema salonuna götürülüş v‹
izliyor. Gün boyu işkence sonunda tutuklulara tek tip elbise giy
dirilip sırılsıklam tekrar koğuşa bırakılıyorlar. Yataklar, elbiseler
her şey suya batmış. Burada nasıl oturulacak, nerede yatılacak‘
Her şey bir süre sonra küflerıecek, ortalığı ağır bir küf kokusı
saracak.
Ko%uştakiler kendi aralarında direnişin koşullarını, başarı şan
sını tartışıyorlar.
Direnişin başından beri, hattao başlamadan sürekli kafa yoru
lan bir konudur bu. Saldırıya hangi araçlarla, hangi yöntemlerlı
karşı çıkılacak? Her şey ilk bakışta çok zor ve çözümsüi
214
Bayram Bozyel
sinema salonuna gö türdüler. Oraya kadar da birbirimi:
madık. Ayrılmamızı istediler yapmadık. Bunun üzerin
çalındı. Askerler saldırıya geçtiler. Ellerindeki sopalarl!
lar. Her birimiz bir tarafa savrulduk. Dövme i5i yerdeâ
etti. Doktor aramızdan dolaşar"ak‘ iğne yapıp ayı
Bitkindik. Sağ kalacağımıza inanmıyorduk. Bir ara düd!
ca dayDğı kestiler. ’Kurallara uyacaklar öne çıksın!’
Bazıları bizden ayrıldı. Onlara yeni getirilen tek tip
verdiler. Onlar elbiseleri giydi. Bize ise zorla giydirdileı
sürüyordu. Birkaç arkadaşımızı hamama götürdü.
hücrelere kapattılar. Hamama götürülenleri de gaı
getirfp hücrenin kapısına bıraktılar. Baygındılar. Üstleı
kan içindeydi. Pijama benzeri ince elbiselerle idik. 1
ayakkabılarımız verilmedi bize. Ayaklarımın çıplaktı.
yoktu. Çıplak beton üzerindeydik.”
Diyarbakır5 Nolu
217
ortarnının sağlanması fçif2 kendimifeda ediyorum...”
İdare, direnişi daha çabuk kırabilmek için, tutuklular içinde
etkin, en dirençli ve öncü bir rol oynayanlar üzerinde özellikle
duruyordu. Gardiyanlar böylelerini daha direniş öncesinde
gözetlemiş, kara deftere yazmışlardı. Koğuş baskınlarında öncelikle onları bir tarafa ayırıyor ve işkence sırasında onlarla özel
biçimde ilgileniyorlardı.
Bu direniş sırasında verilen şehitlerden Neemettin Büyükkaya
24.Koğuş'ta kalıyordu. Koğuşun basıldığı gün, sinema salonundaki işkencelerden sonra hamama götürülenler arasındao da
vardır. Eski iç emniyet amiri üsteğınen Osman, daha koğuşa
baskın sırasında, Necmettin'i öldüreceğine yemin ettiğini söyler.
“Kel” lakabıyla bilinen bir üsteğmenle E Blok subayı Sarı
Üsteğmen Necmettin'e yapılan işkenceyi bizzat yönetirler.
Akşam koğuşa dönenler içinde Necmettin yoktu. Ertesi gün,
Necmettin'in ölüm haberi tüm koğuşlara yayıldı. Bu arada, yine
24. Koğuş!tan Remzi Aytürk kendini astı. Böylece işkenceciler,
daha şimdiden üç can almış oldular.
Çok yakından, kulağımızın dibinden kıyamet koparcasına
sesler yükseliyor, haykırışlar duyuluyor. Gürültü öyle aniden
patlıyor ki kendi koğuşumuzun baskına uğramış olmasından
daha çok etkileniyoruz. İşkencecilere karşı yapılan protesto sesleri, sloganlar bize ulaşıyor. Arkadaşlar hemen pencerelere tırmanıyorlar. Pencereler iki insan boyundan daha yüksek oldu%u
için oraya birinin omzuna çıkılarak ulaşılabiliyor ancak.
Pencereye yetişenler “27, 27!” diye lıaykırıyorlar. 27. Ko%uş
tam karşımızda. Pencereye ulaşanlar orada ne olup bittiğini
rahatlıkla görüyorlar ve yapılan karşısında çaresiz bir çarpmış
içine giriyorlar. Onların bu durumu bizi de olayın içine çekiyor.
Hep bir ağızdan haykırıyoruz:
“Kahrolsun faşizm! İşkenceye hayır!”
27. Koğuş cezaevinin en büyük koğuşlarından biri. Orada
100'ün üzerinde tutuklu kalıyor. Her biri karşı uçta iki kapısl var.
216
Bayram Bozyel
baskı ve destek yok denecek kadar az. Bütün bunlar 5. Nolu'daki
insanların kafasinı sürekli kurcalıyor. insanlar hep bir çözüm
yolu arıyorlar.
18 Ocak akşamı da 10. Koğuştakiler, hep birlikte, böylesi bir
arayış içindeler. Kimse açık, somut biröneri yaparmor. Somut
öneri, o koğuşta bulunan genç yoldaşlmız Yılmaz Demir'den
geliyor. Yılmaz, bu saldırının durması ve işkencelerin önlenmesi
icin birkaç kişinin kendini feda etmesi gerektiğini söylüyor.
Koşulların dayattığı bir hesaptır bu.. Kimse bu öneriye ilişkin
olarak görüş bildirmiyor. Bunun yolu yöntemi nedir, başarı şansı
var mı, tartışılmıyor. Konu kapanıyor.
10. Koğuştakiler bu fikre fazla kafa yormazlar. Yılmaz ise bu
konuda başkalarını ikna için ısrarcı değilse de kendisi ona yürekten inanmaktadır; düşündüğü gibi davranmak için içten içe bir
hesaplaşma içindedir. O, kararını netleştirir ve eyleme
dönüştürür.
19 Ocak günü diğer günler gibi puslu ve soğuk idi. Sabah
erkenden marş sesleri protesto seslerine karışmıştl. Bu arada,
karmakarışık biçimde koğuşlar arası haber trafiği kuruldu. 12.
Ko%uş'un basıldığı haberi geldi. Bunu 14.Koğuş'a yönelik
saldırı haberi izledi. 14'e girilemediği söyleniyor. Bu dağdağa
içinde uzak koğuşlardan bir ses iki bloku aşarak önce karşı
ko%uşa, oradan da bize ulaşıyor:
“10. Koğuş'ta Konya'lı Yılmaz Demir, bugün sabah yaşamana
son vermiş”!
Haber beni derinden sarsıyor. Yoldaşım Yı1maz'1n acısl gelmiş
bütün acıları geride bırakıyor.
Yılmaz, Kanlı Ocak'ın ilk şehididir. İşkenceciler böylece ilk
kurbanlarını aldılar.
19 Ocak sabahı gelen savcıya, koğuştaki arkadaşları, Yılmaz
Demir'in eyleminin amacını açıklayan kendi el yazısıyla bıraktığı
notu gösterirler. Notta şöyle deniyor:
“Cezaevindeki işkencelerin durdurulması ve insanca biryaşam
Diyarbakır5 Nolu
219
Sanki bir Roma filminde, efendilerin kılıç ve mızrak darbelerinden kurtulmak için koşuşup çırpınan çaresiz köleleri
seyrediyorduk. Cezaevinde çığlıklar duyuldu%u sürece kimseyi
uyku tutmazdı. Ortalığı sessizlik kapladığında ise bir canavarın
pençesinderı, geçici de olsa kurtulmanın rahatlığını duyar, ama
onun peşimizde olduğunu bilmenin endişesiy le uyumaya
çalışırdık. 20. Koğuş basıldı. 21 basıldı. 24, 25, 27, 28, 29...
Hepsinin de pencereleri karşımızda idi. Onlara yapılanları görüp
yaşadık.
22 Ocak. Karşımızda ve yanımızda el değmemiş ko%uş
kalmıyor.
Şimdi sıra bizde. Baskın gören 30'a yakın koğuş, katledilen üç
insan, hastaneyi tıka basa dolduran yüzlerce yaralı ve sakat...
Bütün bunlardan sonra sıra bize geldiğinde işkenceciler, ilk
hızlarını bir hayli yitirmiş, enerjilerinin sona kalan kısmını bize
ayırmak zorunda kalmışlardı.
Pencerelerden, koğuşa yönelmiş su hortumlarıyla bekleyen
aracı heyecanla izliyoruz. Arabanın koğuşa yönelik en küçük bir
hareketi, ya da hortumları tutanların durumundaki en hafifkıpırdanma dikkatle izleniyor. İşkencecilerin soluklarını artık
ensemizde duyuyoruz. Hortumların koğuşa yönelik duruş
açılarındaki ufak birdeğişme koğuşta dalgalarımalara yol açıyor.
Kısacık aralar uzuyor, zaman geçmek bilmiyor adeta.
Heyecanın, tedirgin1i%in, korkunun, endişenin ve işkencelere
karşı beslenen nefretin harman olup içiçe geçtiği gergin bir bekleyiş dönemi...
Haber geliyor, “hortumlar toplandı”, bu bir ferahlamaya yol
açıyor. Tam bir gevşemeye geçildiği sırada, su hortumları tekrar
çlkartılıp ko%uşa doğru uzatılıyor. İşkenceciler, yalnızca tutuklulara alaya aldıkları, ya da bu işten hoşlandıkları için değil, aynı
zamanda tunıkluları psikolojik olarak çökertmek için bu tür
oyunlara başvuruyorlar. İşkence bekleyişinin doruğa çıktığı
böyle anlarda, tedirginlik ve korku kimi insanlarda yılgınlığa
218
Bayram Bozyel
Saldırganlar önce kapının birine yüklenmişler, tutuklular orda
yoğunlaşınca bu kez öteki kapıdan ko%uşa girilmiş. Ellerindeki
kalaslarla önlerine gelene vuruyorlar. Tutuklular direniyor, karşı
koyuyorlar. Olay tam bir meydan kavgasına dönüşüyor.
Penceredekiler bir anda “2J yanıyor!” diye haykırıyor ve
elleriyle demir parmaklıkları dövmeye başlıyorlar.
Dayanamayıp, arkadaşların omzuna çıkarak ben de pencereye
tırmanıyorum. Bir de ne göreyim! 27'nin pencerelerinden oluk
oluk alevler fışkırıyor. Duman gökyüzüne yükseliyor. 100'den
fazla tutuklunun bulunduğu koğuş cayır cayır yanıyor. Hem
böylesine korkunç bir manzarayı seyretmek, hem de eli kolu
bağlı kalmak insanı kahrediyor. Hırsımızdan demir parmaklıkları, duvarları pençeleyip tırmalıyoruz. Böyle durumlarda insan,
peneerelerden kendini aşağıya atacak insanlar bekler; ama demir
parmaklıklar buna engel...
Yangın söndürme ekibi az sonra alevleri kontrol altına alıyor;
yangın söndürülüyor. Koğuştakileri döverek karga tulumba
götürüyorlar. Tutukluların gösterdikleri tepki işkencecileri
kudurtuyor; sinema salonundaki ve hamamdaki işkenceler daha
da vahşi bir boyuta ulaşıyor.
Tutukluların bir bölümü akşam koguşa geri getirildi. Ötekilerin
ne olduğunu sorduğumuzda, ağır işkencelerden dolayı ço%unun
hastarıeye kaldırıldığını söylediler. Gerçekten de yangında a%ır
yaralanan veya azgınca işkencelerden geçirilen bu insanlar,
ancak aylar sonra hastaneden dönebildiler.
Koğuş baskınları ve işkenceler devam ediyordu. Koğuşların
tümü bu çarkın içinden öğütülerek geçiriliyordu.
Bu dönemde, bazen tam gece yarısında, biraz uykuya dalmaya
çalışırken iç parçalayıcı çığlıklarla yerimizden fırlıyorduk.
Mevsim kıştır; hava ya yağmurlu, ya da her yer sisle kaph!
Pencerelere tırmanır, hangi koğuşun basıldığını öğrenmeye
çalışırdık. Eğer koğuş bizden görünüyorsa, yataklarmdan fırlatıp sağa sola koşuşan insanları trajik durumunu seyrederdik.
Diyarbakır5 Nolu
221
duygularla iki-üç gün geçirdik. Koğuş geniş, upuzun bir köy
odasını andırıyordu.
Beklediğimiz an gelip dayandı. 28 Ocak'ta tüm eşyalarımızı
alıp ko%uşu boşaltmamız istendi. Yüzlerce gardiyan ve komandonun arasında koğuştan çıktık. Bir meydan savaşında a1dı%ı
esirlerle böbürlenen general edasıyla bir yüzbaşı, koğuşu boşattı%ımız'sırada resimleriınizi çekerek bu galibiyeti belgeliyordu.
Askerlerin oluşturduğu bir koridordan geçerek sinema salonuna geldik. Orada yere çökmemizi istediler. Bir hayli zaman
geçti.
Derken çevremizdeki askerler içimizden birkaç kişiyi rasgele
çekip, sürükleyerek götürmeye başladılar. Bizden ayırır ayırmaz
da götürdüklerini dövüyorlardı. Salondan çıkıp merdivenlere
varıldığında tutukluların feryatları yükseliyordu. Götürülenlerin
sayısı amıkça işkence alanından gelen sesler ço%a1ıyordu.
Anlaşılan, işkenceler bu kez sinema salonunun çıkış yerinde, ana
koridorun ortasında yapılıyordu. Arkadaşlarımızın dövülmesine
tepki gösterdiğimiz için bulundu%umuz yerde bize de vurmaya
başladılar.
Sinema salonunun hemen gerisinde kadınlar koğuşu var.
Onlar bu salonda yapılan tüm işkencelerin tanı%ıydı. Her gün
birkaç koğuş basılıp insanların sinema salonunda işkenceye
yatırıldığı düşünülürse, tutuklu kadınların yirmi dört saati işkence
inilti ve feıyatlarını duymakla geçiyor ve aynı işkenceleri onlar da
yaşamış oluyor.O gün de bizim sesimiz duyulur duyulmaz, kadınlar koğuşundan bizi destekleyen tiz ve derin protesto sesleri gelmeye başladı. Duvarların gerisinde yükselen sesler yankllanarak
bütünleşti.
Dövülerek sinema salonundan çıkamaz tutuklulara, ana koridorda, dört-beş asker tarafından dayakla tek tip elbiseler giydiriliyordu. Çıkartllan elbiseler ise rasgele bir tarafa atılıyor, çoğu zaman
tutukluların ayakkabılannı giymelerine fırsat verilmiyor. Elleri
arkadan kelepçelenen tutuklular biraz ötedeki eski kantinin (yeni
220
Bayram Bozyel
dönüşüyor. Bu bekleyiş başlı başına bir işkence.
İki gün böyle geçti. Sonunda basınçlı su sıkılmaya başlandı.
Suyun sıkılmasıyla birlikte dikkatler kapıya çevriliyor, koğuş ha
basıldı, ha basılacak... Ne var ki kapıda hiçbiri hareket yok.
Suyun sıkılmasl bu şekilde saatlerce devam ediyor. Basınçlı su
pencere camlarını parçalayıp koğuşa saçıyor, içeri su doluyor.
İnsanlar, yataklar, tüm eşyalar sırılsıklam oluyor.
Yalnızca bir köşeye topladığımız ve önüne siper olduğumuz bir
yatak ve elbiseler kurtuluyor.O gün koğuş basılmıyor.
Koğuşa 25 Oeak'ta girdiler. Ancak hiçkimseye dokunınadılar.
Eşyalarımızı toplamamızl istediler ve bizi sinema salonuna
götürdüler. Sıkı bir aramadan sonra tek tek sorgudan geçirilerek
kurallara uymamız istendi. Birkaç kişinin dışında, 100'e yakın
insan, sürekli işkence anlamına gelen bu kurallara uymayacaklarını söylediler. Bunun üzerine direnen bu insanları getirip cezaevinin alt ana koridorunda çöktürdüler.
Orada işkence bekleyişi başladı. Hiç kimse işkencesiz kurtulacağımıza ihtimal vermiyordu. Daha sonra nereye götürüleceğimiz ise ayrı bir merak konusuydu.
Saatler süren bir bekleyişten sonra beşer beşer alıp götürmeye
başladılar. Herkes, ayrılanların işkenceye götürüldüğune inanarak kendi sırasını bekliyor, kulaklarını dört açarak gelecek
işkence seslerini duymaya çalışıyor. Ama bir türlü böyle bir ses
gelmiyor. Benim de içinde bu1undu%um grubu aldıklarında artık
kendimi işkencenin içinde bulmaya hazırlamıştım. Ama do%ruca
ko%uş kapısına getirildik. Bu kez, koğuşu bir işkencehaneye
çevirmişler diye düşündüm. Ancak içerde bizi güler yüzle
karşılayan arkadaşlar hiç de işkence görmüşe benzemiyorlardı.
Evet,o gün işkence görmedik.
Ama tüm ranzalar sökülüp götü7ülmüş, koğuş birspor salonuna
dönüşmüştü.
Bizi böyle rahat bırakacaklarını sanmıyor, bize de sıra nasıl
olsa gelir diye düşünüyorduk. Yere yataklarımızı serdik ve bu
Diyarbakır5 Nolu
223
Birarakesilen lıoparlörler sonuna kadar açılarak marş çalınmaya
başlandı. Kapalı spor salonunu andıran hücre alanına açılan hoparlörlerden çıkan ses insanı çlldırtacak dozajda. İki kulağıınızdan
demir şişler sokulınuşçasına beynilniz zonkluyor. Ayni anda hiicre
avlusundaki yaşlı hastaları gözlerimiz önünde dövmeye başlıyorlar. Üzerimize kilitlenen hücrelerin demir parrnaklıkları arkasında
çırpınarak işkencecileri lanetliyoruz.
Dayak devam ederken yangında kullanılan su hortumlarlnı
üzerimize çeviriyorlar. Hem bize hem de hücre dışındakilere
iki saate yakın su sıkıyor, sonra çekip gidiyorlar.
Biz içerde, son getirilenler dışarıda üstümüzdekileri çıkarıp
sıkmaya başlıyoruz. Yerlerde su birikmiş, her taraf ıslak.
Hücrede battaniye falan yok, olsa da zaten bu durumda bir işe
yaramaz. Kendi halimizden çok hücre avlusundaki yaşlı ve
hastaları düşünüyoruz.
Gece bastırıyor. Herkes soğuktan tir tir titriyor. Yerimizde
zıplayarak ısınmaya çalışıyoruz. Hücre kapıları kilitli olduklarından avludakiler tuvalet ihtiyaçlarını giderecek yer
bulamıyor, ister istemez avlunun bir köşesini bu iş için kullanıyorlar. Bu köşe bulundu%umuz hücrenin hemen karşısında.
Gece boyunca ayakta durmak zorunda kaldık. Zaman zaman
dışarıdakilerle sohbet ettik, onların avluda volta atışlarını
seyrettik.
Üstümüzdeki elbiselerin kuruınası birkaç gün aldı. Bu nedenle yatmak mümkün değildi. Bazen takatsizlikten beton üzerine
uzanırdık. Ancak betona gelen tarafnnız birkaç dakikada buz
kesilirdi.O zaman diğer tarafımıza dönerdik.O tarafa da ayni
şey olurdu. Uyku yoktu.
Avludakilerin de durumu farklı değildi. Üstelik onlar fiziki
olarak daha da zayıf ve dayanaksızdılar. İlaçları verilmiyordu
kendilerine. Sonunda onları da 35. Koğuş denen hücrelere
kapattılar.
Bu dönemde de gardiyanlar olmadık hakaretler savuruyor,
222
Bayram Bozyel
idarenin) önünde yüzüstü yere yatırılıyorlar. Burada hazır
bekleyen gardiyan ve komandolar cop, kalas ve tekmelerle
onlara girişiyor, potinleriyle üstlerine çıkıp zıplıyorlar.
Az ilerde ise yüze yakın insan, eli arkada bağlı, yüzüstü
yatırılmış, yan yana dizilmiş menazeyi andırıydr. Hepsinin
üstünde tek tip mavi elbiseler var.
Beni de aynı işlemden geçirip onların yanına götürdüler.
Yerde yatan insanları daha yakından görünce daha çok irkildim. Çoğunun ağzından burnundan kanlar akmış, kanlar yerleri boyaınış. Gözleri kapalı, ölüler gibi sessizce duruyorlar.
Gördü%üm manzara beni daha da kötü etkiliyor.
Beni de yüzüstü yatırdılar ve ötekilere yapılanları bana da yaptılar. Kıpırdayacak hal kalmayınca dayağa son verip gittiler.
Koğuşun tümünü yaklaşık bir saat süreyle öylece bıraktılar.
Bu arada hastaneye kaldırılanlar olmuş. Baygın arkadaşlar
kendilerine gelince hepimizin kollarından tutup kaldırdılar.
Önce nereye götürülmemiz gerektiğini biraz tartıştılar, sonra
koğuşu oldu%u gibi hücrelere koymaya karar verdiler.
Hiicrelere götürülürken de hep dövüldük. Yol boyu yan yana
dizilmiş gardiyan ve subaylardan her biri tekme ve coplarla
saldırıyor, küfıirler ya%dırıyor. Sonunda bizi zaten tıklım tıkmm olan hücrelere zorla tıkıştırdılar.
Bütün bunlara rağmen, bize yapılanlar di%er koğuşlara
yapılanların yanında hafif kaldı. Bizden sonra geriye kalan son
koğuş işkenceye alınıyor, böylece tiim cezaevi elderı geçiritiniş oluyor.
Biz hücreye konduktan birsüre sonra, ço%unlu%u yaşlılar ve
hastalardan oluşan ko%uştaki tutuklulara da bize yapılanların
aynısı ana koridorda yapıldı. Ardından onları da getirip bulunduğumuz hücreye (buraya 36. Koğuş deniliyor) sokmak istiyorlar. Hücrede zaten ayakta yer kalmadlğı için buna tepki
olarak bütün hücre kilitlerini tıkadık. Bunun üzerine işkenceciler yeni bir operasyon başlatıyor.
Diyarbakır5 Nolu
225
elbisesi altında
Bazen tutuklulardan birinin, gardiyanın asker
te
bernm kaZ£t“iş
yakası görünen boğazlı kazağı göstererek,
ğım!” dediğini sıkça duyardlk.
224
Bayram Bozyel
istediklerini hücreden çıkartıp dövüyorlardı. 15-20 kişiye ortalama günde ancak birkepçe yemek verilirdi. Kimi gün ise hiç
verilmezdi. Birinci katın dışındaki hücrelerde su akmadı%ı
için, onların su ihtiyacı gardiyanların keyfine kalmıştı.
S ıkışıklıktan kimi hücrelerde oturacak yer ‘bile yoktu.
Sigaramız yoktu. Sonuna kadar açılan hoparlör sesi çıldırtacak
gibiydi. Her gün birkaç arkadaş hasta düşüyor ya da kanama
ve kriz geçiriyordu. Kir ve bitlerden bo%uluyorduk. Her gün,
daha önce elden geçirilmiş ko%uş1ardan hücrelere yenileri
getiriliyordu. Her yeni getirilene işkence yapılıyordu.
Avukatlarla görüş yasaktı. Mahkemelere araverilmişti. Tek
tiik mahkemeye götürülenler için ise gidiş geliş ayrı bir
işkenceye dönüşmüştü. Mahkemeye götürdüklerini daha hücre
çıkışında dövmeye başlıyor, kimi zaman bununla yetinmeyip
tutuklulara sinema salonunda falakaya yatırıyorlardı. Dayak
yolboyunca arabada da devam ediyordu. Bu pervasızlık öyle
bir noktaya ulaşmıştı ki tutuklulara kan revan içinde mahkemeye çıkartmakta bir sakınca görmüyorlardı. Mahkeme heyetleri bu tür durumlara alışıktı, olan biteni biliyor, herhangi bir
tepki göstermiyorlardı. Çünkü bu sindirme mekanizması
onların bilgisi ve onayı olmadan işleyemezdi.
Yargıçlar cezaevindeki gelişmelere paralel olarak daha da
sertleşmişlerdi. Kimseye cezaevindeki koşullar ve işkence ile
ilgili olarak söz hakkı tanımıyorlar, konuşmakta ısrar edenleri
salondan çıkartıyorlardı. Bazen de işkencecilerin a%zıyla
konuşuyor, “siz hala uslanmadınız mı?” diyor, cezaevinde
yapılanları savunuyorlardl.
Bu dönemde tutuklulara maddi olarak da büyük zararlar verildi.
Pek çok kişinin saati, ayakkabısı, elbiseleri kayboldu, paraları çalındı. Tutukluların pek çok eşyası yırtıldı, ezildi,
ıslatılarak kiifJendirildi. Gardiyanlar işe yarar şeyleri resmen
yağma ettiler.
Tutukluların ayakkabılarıyla dolaşan çok gardiyan gördük.
Diyarbakır5 Nolu
227
insanlar hesap yapıyor: “Bugün ölüm orucunun 30.günü. Bugün
36.gün. Ölüm orucu 41. gününde... 50. güne girdiler!”
Şubat ayının son günleri. Ölüm orucundakiler ölümün eşi%inde.
Önce fiziksel işleyiş yavaşlıyor. Duyu organları fonksiyonlarını
yitiriyor. Göz kararıyor. Işıklar sönüyor. Kuruyan hayat kaynakları, çırpınan son canlılık belirtileri...
İnsanlık onuru adına Orhan Keskin ölüyor. Cemal Arat ölüyor.
Kanlı Ocak1 i'vIart'ta bitiyor...
Yıllarca süren baskı, işkence ve zulmün, yıllarca süren planlı
bir soykırımın son büyük atağı oluyor Kanlı Ocak.3 Ocak'ta
başlayıp1 Mart'ta biten toplam 58 gün süren bu kanlı terör dalgası,5 No1u'daki toplu katliamda birdönüm noktası oluyor.
Hasat: Binlerce yaralı, yüzlerce sakat, hasta; beş can; yanmış,
talan edilmiş koğuşlar...
5 Nolu, “1 Mart öncesi” ve “sonrası” olmak üzere ikiye ayrılmalı.1 Mart'ta,5 Nolu'nun tarihinde bir sayfa -tümden olmasa
bile- kapanır, yeni bir sayfa açılır.
Bugün bir bütün olarak 5 Nolu, kendi destanını yazacak
Homeros'ları bekliyor...
Ölüm orucu ve eylem bittiği halde hücreler da%ıtı1ınadı. Sağda
solda kalan bir kısım eşyalarımız verildi. Yemek birmiktar
artırıldı. Kaba işkenceye ara verildi. Marş ve yürüyüşten -sözdeVazgeçildi.S igara serbest bırakıldı.
Hücrede yer darlığı, kir, hastalıklar oldu%u gibi sürüyordu.
Geceleri hastaların çığlıklarıyla uyanıyorduk. Kimse tedavi için
revire ya da hastaneye götürülmüyordu. Gündüzleri, hücreler
bölümünde yüzlerce insanın içtiği sigara dumanlndan nefes
almak güçleşiyordu. Mahkemeye çıkanlar savunmalarını yazamıyor, görüş süresi çok kısa tutuluyordu.
21 Mart'ta hücredekilerin bir kısmı koğuşlara dağltıldı. 25 kişilik koğuşlara 60 kişi kondu. Böylece ko%uş1arın da hücreden pek
farkı kalmamıştı. Koğuşlarda adım atmak gtiçleşmişti. Ancak
yanüstü yatarak herkese yatma yeri sa%lanabi1iyordu.
226
Bayram Bozyel
İnsanlık Onuru Adına
Ko%uş1arda oldu%u gibi hücrelerde de tek haber kaynağı hastahaneden geri getirilen tutuklulardı. Baskın ve işkenceler sırasında
yanmış veya yaralanmışlardı. Hastaneler, bu türden yüzlerce
insanla dolduğu için, elden geldiğince onları başlarından savıyorlardı. Bir kısmı da ölüm orucuna girip belli bir aşamadan sonra
orucu bırakanlardı.
Hastaneden dönenlere en başta sorulan, ölüm orucundaki
insanların durumuydu. Gazete haberlerinden, fısıltı gazetesinden, ailelerin girişimlerinden, kamuoytındaki tepkilere ilişkin
haberler geliyordu.
Oruçla gelen ölüm zor bir ölümdü. Her gün, her saat kişiyi
ölüme biraz daha yaklaştırlr. Yaşanan her an ölümün hesabına
yazılar.
Oruçlıılar, tüm cezaevi, onların yakınları, dışarıdaki duyarlı
Diyat bakır5 Nolu
1984 Ağustos'undan Sonra
1984 Ağustos başından itibaren, dü-.enli olmasa da tiiın
ko%uş1ar havalandırmaya çlkarılmaya başlandı. Bu arada çok
kalabalık olan koğuşlardan birkısım tutuklular başka koğuşlara
aktarılarak sıkışıklık hafifletildi. Yemek birölçüde artırıldı. Yine
son derece sistemsiz ve gardiyanların keyfıne ba%lı kalsa da,
koğuşlara gazete verildi. Eskiden varolan ama el konmuş, tutuklulara ait televizyonlar ko%uşlara da%ıt11dı.
Ama cezaevinde hiçbir zaman gerçek anlamda asgari insani
koşullar yaratılmadı. Bundan böyle de kaba dayağın yanısıra,
birçok baskı ve sindirme yöntemine sistemli olarak başvuruldu.
Tutuklular tek birgün dahi yarına kaygısız bakamadılar. İdare
tutuklularla ilişkilerinde sürekli bir gerilim politikası uyguladı.
Okumaya ve diğer ciddi uğraşlara kendilerini vermesJnler diye
suni sorunlar yaratıldı ve bunlar tutukluların gündeminde tutuldu.
228
Bayram Bozyel
Havasızlıktan bunalıyorduk.
"
Ko%uşa gelir gelmez, bir kez daha havalandırmada yiirüyüş
yapmamız ve marş söylememiz istendi. Bunu reddedince havalandırma yasağı kondu.
Böylece yeni biçimde birişkenceqdönemi başlamışti. İnsanlar
ko%uş1arın pis havasında istiflenmişti. Gazete, televizyon yine
yasaktı. Yemek sonderece azdı. Açlık alabildiğince sürüyordu.
Hastalıklar ilerliyor, insanlar bunalıyordu. Bir banyo dönüşiinde,
tedavi edilmeyen birarkadaşımızı kendini asmış bulduk.
Havalandırmaya çıkabilmek için çabalarımız sürüyordu.
İdareyse her keresinde yürüyüş ve marşı karşımıza çıkardı. Son
derece zor ve sıkıcı bir dönem yaşadık. Ağustos ayı sonuna
kadar, beş buçuk aylık süre havalandırmaya çıkarılmadık. Ama
direniş öncesi iki aylık dönem ile direniş ve hücre dönemi de
eklenince toplam süre 10 aya ulaşıyordu.
Ağustos ayının son günlerinde havalandırmaya çıkarıldık ve
böylece bu engeli de aştık.
*
Diyarbakır5 Nolu
2 1
unuttuğu saat kayboldu. İlk söy1endi%inde kimsenin saati
görmedi%i ileri sürüldü. Bunun üzerine idareye haber verdik ve
bu işin peşini bırakmayaca%ımızı söyledik. Bir süre sonra
gardiyanlar saati getirip geri verdiler.) Arkadaşların elişi, resim
ve benzer çalışmalarını tahrip ediyorlardı. Bu konuyu idareye
defalarca götürdü%üınüz halde, bir turlii önil alınamadı.
Günlük gazeteler ya bir gün gecikmeyle gelir, ya da hiç
gelmezdi. Başta Cumhuriyet olmak üzere, birçok gazete,
içerdikleri haberlere göre alınmazdı. Dışarıda serbestçe alınıp
satılan dergilerin hiçbiri getirilmezdi. Roman ve diğer yayınlar
için sonsuz derecede uzun bir yasak yayınlar listesi oluşturulmuştu. En sıradan, kendi halinde hikaye ve romanlar bile bu
yasak listesine takılırdı. Ama çoğu kez,o listede yazılı olup
o1madı%ına bakmadan gönderilen yayını geri çevirir, daha
doğrusu depoya atarlardı. Tutukluların çalışmak istedikleri okul
ders kitapları bile bu yasak barajına takılıp kalırdı.
Havalandırmaya aynı anda çıkan farkli ko%uştan insanların birbiriyle konuşmaları, hatta bakışmaları yasaktı. Bu yüzden insanlar siirekli gerilimli anlar yaşarlardı. Görüşe veya mahkemeye
giderken yan yana düşen veya karşılaşan ayrı ko%ılşlardan iısaıların birbirleriyle konuşmasına hatta selamlaşmasına izin
verilmezdi. Buna uymayanlara hakaret edilir, hatta dayak
atılırdt. Tutukluları birbirinden tecrit etme politikası sistemli
biçimde uygulalııyordu.
İdareye verilen dilekçelerin ço%u işleme konmuyor, yanıtsız
bırakılıyordu. En basit işJemlere bile son derece ilgisiz
kalınıyordu.
Yerel mahkemeye, ya da Yargıtay gönderilen dilekçeler çoğunlukla yerine ulaşamazdı. İdare bu tür dilekçeleri kendi ölçülerine
göre değerlendirir, göndermeye uygun oltıp olmadığına kendisi
karar verirdi. Birçok dilekçeye “içinde suç unsuru var” deyip el
konuyor, böylece tutuklunun yargılanma sürecine keyfi miidahaleler yapılıyordu.
2 0
Bayram Bozyel
Eski işkenceli günlerin geri gelebileceği duygusu, tutukluların
başında “Demokİesin Kılıcı” gibi sallandırıldı. Ama diğer yandan, başta tutuklu aileleri olmak üzere, kamuoyunu yanıltmak
için olmadık yollara başvuruldu, tutukluların “içerdeki mutlu
yaşamına” ilişkin senaryolar düzenlendi.
İdarenin her tutumunda eski dönemden kalma izler görülüyordu.
Normalde koğuşların her keresinde kırk dakika olmak üzere
günde iki kez havalandırmaya çıkarılması gerekiyordu. Oysa bu
bilinçli olarak aksatılıyor, mahkeme, görüş günleri, personel
yetersizliği gibi sudan gerekçelerle bazen haftalar boyu havalandırmaya çıkarılmadığımız oluyordu. Tatil günleri ve bayramlarda havalandırma otomatikman kalkardı. Daha önceki
dönemde, cezaevi mevcudu iki kat daha fazla iken, tutuklulara
işkence etmek için onları 6-8 saat havalandırmaya çıkarmak için
zaman ve personel bulabilen idarenin, şimdi ileri sürdiiğü
gerekçeler tümüyle gerçek dışı ve bahaneydi. O zaman
mahkemeler de daha yoğundu. Gerçek şu ki idare için havalandırrnanın hiçbir çekiciliği kalmamıştı.
Görüş esnasında Kiirtçe konuşmak yasaktı. Buna uymayanlara
görüş kabininden zorla çıkartarak türlü hakaretlerde
bulunurlardı. Birçok görüşçü, Türkçe bilmediği için, bu nedenle
tek kelime konuşmadan görüş yerini terk etmek zorunda kalırdı.
Tutuklu için de zor bir durumdu bu.
Aramalar yine onur kırıcı biçimde yapılıyor, bu yüzden
idareyle tutuklular sık sık, boğaz boğaza geliyorlardı. Haftada
bir kez tutukluların havalandırmaya çıkarıldı%ı saate, 10-15
gardiyan sözde arama için koğuşa girerdi.O zor koşullarda nice
çabalarla yıkanıp temizlenmiş yatakların üzerine ayakkabllarıyla
çıkar, onlari altüst ederlerdi. Bütün elbise ve eşyalar karıştırılır,
dağıtılırdı. Yabancı dil öğrenmek ve benzeri çalışmalar için kullanılan kağıt ve defterler toplanıp götürülür ya da yırtılırdı.
Birçok eşya ezilir, tahrip edilirdi. Değerli eşyalar çok kez
çalınırdı. (Bir arama sırasında, arkadaşlardan birinin koğuşta
Diyarbakır5 Nolu
ki koğuşu
tan insann sıcak su
Böylece
na nitelik
.in değeri
ın 12 ayl
nek, koca
'etirmeye,
,ibi, kan-
üşçülerin
da kısıtordu.
ve diğer
r inmişti.
hastaları
Jzümüne
•nhastaıdeğil”
doktora
1 hastanermekti.
ra%men
ko%uşta
vardı.
;ekmekyabancı
ırın dişışlndaki
İlaçların hastaların kendisinde, koğuşlarda bulundu
yasaktı. Bunlar, sözde sıhhiyeci bir gardiyan tarafında da{
du ve zamanında hastaya ulaşıp ulaşmaması çoğu zam‹
keyfine kalmış bir işti. Örneğin günde üç kez gözü
damlatılması gereken bir hastaya, gardiyan yalnızca birI
veriyor, hasta gözüne ilacı damlattıktan sonra şişeyia
gidiyordu.
30-40 kişilik ko%uş1arın yalnızca bir göz tuvaleti ve
lavabosu vardı. Tıraş olma, bulaşık ve çamaşır yıkama1
bu daracık koğuşlarda yapılırdı. Koğuşlar havasızdı.
Çay büyük naylon bidonlarda veriliyordu. Onu plastik
larda içiyorduk.
Eylül-Ekim aylarında daha havalar sıcakken kalc
yakılıp söndürülüyor, bu ani ısı değişiklikleri birçok
hastalanmasına yol alıyordu. Kışın buz gibi soğuğu
kaloriferler yanmıyordu.
İdare tutuklulara itirafa zorlamak için birçok yola başv
du. Her gün, değişik makamlardan, itiraflarla ilgili öz
broşür ve bildiriler getirilip dağıtılırdı.
Ağustos 1984 sonrası ortaya çıkan ve eskisiyle kıyak
oldukça farklı ve “yumuşak” sayd1%ımız bu durum, yiı
Nolu'nun yalnızca bir yüzünü oluşturuyordu. Hafifleme
“eski koğuşlarda” sinirli idi. Oysa5 Nolu kendi içinde il
cezaevi barındırıyor gibiydi. Yeni tutukluların konduğuf
koğuşlarda ise işkenceler eski günlerdeki gibi sürüp gidi
Yeni gelenler ayrı ko%uşlara konuyordu. Onları, işkı
karşı direnmiş, koşulları bir ölçüde hafıfletmeyi b
deneyimli tutuklulardan uzak tutuyorlardl. Bize eski
yapılıyorsa yeni gelenlereo yapılıyordu. Dayak ve işken‹
için günlük yaşamın birparçasıydı. İçerde ve dışarıda
marş söyletiyor, onlara eğitim yaptırıyorlardı. Görüşe,b
232
Bayram Bozyel
Banyo, aldatmacanın dışında bir şey değildi. Bazeni
birlikte banyoya götürüyor ve bu esnada, ayrı koğuşa
ların birbirleriyle konuşmasına izin verilmezdi. Örneği
çoğu zaman ya hiçakmaz, ya da gelir gelmez kesilirdi
tutuklular köpükleriyle kalır, so%uktan hastalanırdı.
Yemek eskisine göre miktar olarak biraz artmıştı, ar
olarak bir değişiklik yoktu. Yemekler kalitesiz ve be‹
düşüktü. Midelerin doldurulması esas allnıyordu. Yıl
boyunca yalnızca iki-üç çeşit yemek çıkardı. Ve her yer
bir mevsim süresince her gün verilirdi. Dışardan yemek
yakınlarımızın gönderdiği yeıneklere izin verilmediği;
tine de istenilen türde yiyecek getirilmezdi. Ayrıca gör
yatırdıkları paraya sınır konarak bu konudaki olanaklar
lanmlştı.
Cezaevinde sa%1ık ve tedavi sorunu aynen devam edij
Son dönemde, mahkumiyet süresi bitip çıkarlar
tahliye olanlarla cezaevi mevcudu azalmış, 1500'e kada
Bunca insana bir doktor bakıyordu. OnuR görevi ise
tedavi etmek de%il, idarenin bir kıslm sorunlarının ça
yardımcı olmak, işleri kitabına uydurmaktı. Revire gid
ların çoğu, doktor tarafından, “durumuıwz ciddi ve ag
gerekçesiyle geri çevriliyordu. Ancak ölmek üzere olar
çıkarılırdı. Böyleleri için ise doktorun yaptı%ı, ya onlar
eye sevk etmek ya da do%rudan öbür dünyaya gönc
Hastaneye sevk kararı verilen kimi hastaların ise buna
aylarca ko%uşlarda bekletildi%i oluyordu. Bulundu%um
doktorun sevk kararına ra%men6 ay bekletilen bir hasta
Cezaevindeki diş doktorunun yaptığı ise yalnızca diş
ten ibaretti. Diş dolgusu, tedavisi, yapımı tümüyle ona
işlerdi. Yaşanan onca işkenceler ve kötü koşullar insanl
ler$ninpdurumundaq dapsomut olarak yansıyordu. 25 y
Diyarbakır5 Nolu
: ZOfllR-
du.
bi tutut ulaştı.
‹lularla
la rağyuyor,
ırmada
'n acıyaktan
bir tür
devam
erildi.
poliima 5
genel
ı bekıcenin
rıdaki
: yante bir
tevin-
sesiz
rıyor.
anlar
ratik,
olarak 13 kurban verildi. Ancak bunlar yalnızca sözkc
eylemler sırasında verilen kurbanlar. De%işik şekillerde dı
dan ve dolaylı katledilenlerle birlikte,5 No1u'da 1980 yılı
bu yana öldürülenlerin sayısı yüzii geçiyor. Bunun onlarca
ise bedence veya kafaca sakat edildi. Sadece5 Nolu'dao
lerce insan işkence tezgâhından geçirildi. Bu insanlar işÎ
laboratuarında denek olarak kullanıldılar. Burada bir ülken
bir ulusun direrıişi ezilmek, yok edilmek istendi.
Bu, sözkonusu prizmanın birboyutudur. Diğer yanda yi%i
ve ihanetin, direnç ve teslimiyetin, kolektivizmle bireyci
kararlı bir politik tutumla maceracl ve günübirlik yaklaşım
inançla umutsuzluğun atbaşı yarıştığı bir meydanda 5
İnsanlarımız burada ve diğer cezaevlerinde, geçtiğimiz
içinde büyük bir deneyim kazandılar. Bu zengin deneyimi
cek kuşaklara aktarmak için, prizmanın tüm diğer boyutlu
yazılıp belgelendirilmeli.
Burada insanlar zulüm çemberini kırabilmek, geriyek
lara bir parça soluk aldırmak için seve seve ölüme gi
Yirmi kişi bir sigarayı paylaştı. Açlıktan bir deri birk
kalmışken, bir kaşık yemeği birbirlerine ikram ettiler
yatağı birkaç kişi paylaştı. Çıplak beton üzerinde soğı
donmamak için sırt sırta verip, birbirlerine sokularak Isin
Yalnızca farklı ve dışarıdayken birbirleriyle kıyasıya çek
politik örgütlerden insanlarla değil, aynı örgütten, p
çizgiden insanlarla da, böylesine amansız koşullarda gi
yaşamda uyum sağlamak gibi güç bir işi ö%renip becer
Umudu ve sevgiyi korumayı, besleyip büyütmeyi başaı
İnsanın yaratıcı gücü bu koşullarda bile ölmedi, alttar
taşın altından güneşe uzanan ot gibi, fırsat bulduğu hera
filizlendi. Hayal gücü işledi. Bu cehennemi koşul
Hugo'nun “93”ü üzerinde ateşli tartışmalara giriştik. Kin
234
Bayram Bozyel
karşılaştıklarındayüzlerini duvara çevirip gözlerini kapamal‹
da idiler. Bazen de koridorda ve benzeri yerlerde gözle
önünde dayak diyorlardı. Kendilerine çok az yemek veriliyo:
Yeni gelen ve eski tür uygulama ve işkencelerin tümüne ta
lan tutukluların sayısı hızla artacak eski tiıtukluların sayısını
14, 15, 20, 21, 22, 23, 28, 29, 32 ve 33. koğuşlar yeni tutû
dolduruldu.
Biz eskiler, kendimizin görece olarak “rahat” durumun
men, yeni getirilenlere yapılanlardan büyük rahatsızlık dı
acı çekiyorduk. Eskiler koğuşlarında oturur, havaland
volta atarken bir duvar ötemizde, başka insanlarımıza‹
masız işkenceler yapılıyordu. Kulaklarımızı işkence ve da
inleyenlerin çığlıkları dolduruyordu ve bu da bizim için
işkenceydi. Bu ikili uygulama 1986 yılının başına kadar
etti. Bu tarihte, bu koğuşlara yapılan işkencelere de son
Ancak eski ve yeni tutuklular: birbirinden uzak tutm‹
tikasını sürdürdüler.
1986 başında ağır, toplu fiziki işkenceler son buldu,
Nolu'daki, her biri gene de bir işkence niteliğinde olan
insanlık dışı koşullar son bulmadı. Bir tedirginlik ve kaygı
leyiş sürüp gidiyor. Kimse bugün kesilen t‹aplu fiziki işkeı
yarın yeniden başlamayacdğından emin değil. Çünkü dışı
en hafif bir gök giirlemesinin cezaevine kasırga biçimind
sıdığı bir ülkede yaşıyoruz. Eskiden Viyana veya Paris
Türk elçilik görevlisi öldürüldüğünde, bunun hlncını cez,
deki tutuklulardan alırlardı. Bugün de farklı değil.
Bugün Türkiye ve Kürdistan'da toplum, yüzeydeki tüm
görünüşüne rağmen dipten dibe dalgalanan bir denizi and
Durum, fırtına öncesi bir sessizliğe benziyor. İçerdeki in,
ise umutlarını daha çok dışarıya, dışarıdaki demok
hümaniter güçlerin çabalarına ba%lamış bulunuyorlar.
g yyqj„ oml Ro....+4.. t•
—-’-.---
- ’•-‘ "-
•
• --
Diyarbakır5 Nolu
237
İÇİNDEKİLER
Diyarbakır5 Nolu.......................................
Sunuş......................................................
5
7
I. BÖLÎİM
Gözaltına Yolculuk...................................
Soruşturma Günleri...................................
Esas Duruşta Uyku!................................
Boğuk Ses......................................................
İşkenceci İle Tartışılmaz .... .......
İşkencede Bir Kadın Sesi...........................
Diskoda Falaka Gösterisi...........................
Sana Birİfade Hazırlayacağım!.....................
Nöbetçiler Eğleniyor.................................
Umutla Umutsuzluk Arasında.......................
Sevinç Denen Şey...................................
Gözlerim Güneşi Görüyor...........................
Yine “Disko Dolmuşu”.............................
Gül Rengi Yarası Kabuk Bağlamadan.............
Tek Parmak Üzerinde..................................
“Halep'e Varmışsındır”.............................
İşkenceci.....................................................
Gözaltına Dönüş........................................
13
18
24
28
37
42
45
50
54
57
62
66
73
83
88
92
96
99
II. BÖLÜM
BuAcı
Gelecek Kuşaklara Kalacak..............
Amaç neydi?...............................................
5 Nolu Cezaevi..........................................
Karşılama ve Hücre.................................
103
108
112
114
236
Bayram Bozyel
biri diğerine fısıltıyla soruyor: “Pencere sözcüğünün önüne 'le'
mi gelir, yoksa '1a’mı?” Öteki, satrançtaki hamle için “Bu
Kasparof çıkışı oldu” diyor.
Sözün özü;
5 Nolu, bir ulusun unutulinaması gereken bir direniş
121 ^
127
14,1
144
148
151
155
163
167
169
173
175
178
180
183
191
193
200
203
215
226
229
í
2o8
Bayram Bozyel
19 kişilik Hücre............ ... ... ... ... ...............
Her Gün Gibi Bir Gün... ...... .... ..... ... ........
5 Nolu'da Yaşam...... ... ....... ... ..... .... .........
Eğitım, Marş, Yürüyüş, Kitap Okuma.............
Havalandırma....... ...... ......... .. .. :... ...........
Bir Voleybol Oyunu...... ... ... ... ... ... ..........
Sağlık, Beslenme Veya Sistemli Yok Etme......
Gazete, Sigara ve Görüş Günleri......... .........
Aramalar....................... ... ...... ... ... ... .........
Mahkemede...........................................
Çocuklar, Kadınlar, Hastalar.......................
Ispiyoncular, “İnfaz Mangaları”, Itirafçılar......
Bir Beyin Yıkama Yöntemi... ..... ... ...... .......
Gardiyan Daima Haklıdır!..... .... ... ...... ... ....
Bazı Yürüyüş ve Sürünme Türleri................
Bir Çay Ziyafeti............ ... ... ... ... ... ............
Bu noktaya Nasıl Gelindi?........................
Ağırdan İnen Eğri.............................................
Kanll Ocak............... ... ... ... ... ...... ... .........
Yiğitler Ölüyor Şimdi............ ......... ..........
İnsanlık Onuru Adına........ ... ... ... ... ... ........
1984 Ağustos'undan Sonra.. ...... ... ... ... ........