Content-Length: 550188 | pFad | https://www.academia.edu/127228658/Diyarbak%C4%B1r_5_Nolu

(PDF) Diyarbakır 5 Nolu
Academia.eduAcademia.edu

Diyarbakır 5 Nolu

Diyarbakır5 Nolu* Can Dündar 2 hisan 1984'te Genelkurmay Başkanlı%ı, Diyarbakır Cezaevi'nde 12 Ey1ül'deno güne kadar 53 kişinin öldüğünü açıkladı. 14'ü kendini asmıştı. 23'ü çeşitli hastalıklardan ölmüştü. 7'si ölüm orucunda can vermişti. 7'si ise işkencede öldürülmüştü. Peki, devletin kontrolii altındaki bir cezaevinde,3 yıl içinde 53 kişitıin ölmesiyle ilgili bir soruşturma yapıldı mı? Görevliler sorgulandı mı? Sorumlular hakkında kamu davası açıldı mı? Sonucu ne oldu? Ortada belge, bilgi, açıklama yok; iddianame de bulunmuyor. Ama ölenler adına yazılmış, iddianame sayılabilecek bir kitabı geçen gece okudum ben... Bayram Bozyel'in "Diyarbaklr5 olu" kitabl (Deng, 2007) bir vahşet romanı adeta... bazi kamplarını andıran sahnelerle dolu bir roman... Yazılanların binde biri bile doğruysa, sadece dönemin sorumlukarının yargılanmasmı değil, konuya bunca yıl duyarsız kalmış herkesin utançla başını eğmesini gerektirecek bir roman... Yazılanlart nakletmem zor: Bozyel, "Disko" denilen işkencehanede çırılçıplak Filistin Bayram Bozyel dizildi. 1987 yılında F. Welat takma adıyla Özgürlük dolu Yayınları tarafından 'Diyarbakır5 Nolu' isıniyle yurtdışında basıldı. Yirmi yıl sonra bile olsa, bu işte eme%i geçen bütün arkadaşlara, dostlara en içteırrrrinnet duygularımi iletmek istiyorum. Kitabın ikinci baskısı 'Diyarbakır Sorgu ve5 Nolu' ismi ile 1992 yılında Dilan Yayınları taTafırldan yapıldı. İkinci basıında Dilan Yayınevi sahibi olarak, emeği geçen Hasan Dağtekin arkadaşıma teşekkür borçluyum. Kitabin 3. baskısı ilk kez kendi adımla ve kuruluşunda harcım olan Deng Yaymları tarafından yapılıyor. Bu benim için ayrıca mutluluk verici. Son olarak kitabın 3. baskısında emeği geçen bütün arkadaşlarıma, özel olarak da Ahmet Bulut ve Kamer Beysü1en'e teşekkür etmek benim için görevdir. Kimi yazım hataları dışında kitabın ilk haline dokunmadım. 20 yll önce neyi nasıl hatırlamlş, hissetıniş ve anlatmlşsam, öyle kalsln istedim. B ıyr ını BOZYEL Hazir ın20077Diyıırb ıkır Bayram Bozyel Eğilin, e%ilin başınız değmesin! Tünelden geçiyorsunuz!" Gözlerimiz kapalı, her yeni gelen komuta uygun olarak hareket etmeye çalışıyoruz. Durumun gerçek yüziinü bilmediğiniz zaman gerilmemeniz elde değil. Ancak bu ve buna benzer yapılanlar hakkında daha önde bildiklerim, bana daha rahat davranma o1ana%ı veriyor. İşin aldatmaca ve moral çöküntiisü yaratmaya yönelik numaraİar o1du%unu biliyorum. Böylece, kendi çevreınizde birkaç tur gezdirildikten sonra, indirildiğimiz yerin kuzey yönünde ilerliyoruz. Ben öndekinin, arkadaki benim sırtından tutmuş, bir sıra halinde merdivenlerden çıkıyoruz. Her birimiz, bir öndekinin hareket ritmine göre kendini ayarlıyor. Öndeki hızlanınca arkadaki hızlanıyor. Öndeki durunca, arkadaki ona çarpıp duruyor. Yerden yaklaşık 8-10 basamak yükseldikten sonra bir kapıdan içeri giriyoruz. Birkaç adım sonra durduruyorlar. Düzensiz şekilde konuşan birkaç kişinin gürültfÎlii sesleri birbirine karışıyor. Bize küfür ve hakaretler ya%dırıyor1ar: "Bu orospu çocuklarının anasını... Piç vatan hainleri bunlar!" "Sizi uçağa bindirince göreceksiniz!" Diğer yandan da üstiimüz boşaltllıyor, çlkanlar tutanağa geçiriliyor. Bizde hiçbir şey bırakmıyorlar; para, saat, mendil, ne varsa alınıyor. Yüksek sesle istiklal marşını okumamız komutu veriliyor. Hep beraber yüksek sesle okuyoruz. Marş biter bitmez, boğuk birses, ismimle ça%ırarak sıradan çıkmamı söylüyor. Bir iki adım sıranın önüne çıkıyorum. Birden ' suratıma korkunç birtokat iniyor. Gözlerimde klvılclmlar çakıyor. "Sen elebaşısln, senin ananı..." diyor aynı ses. Bu boğuk ses, daha sonra da defalarca kulağımda yankılanacak. İlkbaşlarda bu ses, bende korku ve telaşa yol açacak. Sonra, gün gelecek, tanıdık bir sese dönüşecek benim için. Artık korku uyandırmak yerine, herhangi bir sesten farksız olacak. Hatta giderek, bende tepki uyandırma etkisini yitirerek sıradanlaşacak. Ba%ışıklık kazanaca%ım ben sese karşı. Bayram Bozyel yala hrdakinin hem in lediğini. fren de yerinde tepindi% ini fark ediyorum. O anda dayak sırasının bana gelmekte olduğun u unutrıyor, yan ımdakin in 3öı'iiııınez tablosunun yarattı%ı acıklı k ıvranışta bo%u1uyorrlır. S ira bana geliyor.E llerimi üst üste koymam ı söy liiyor asker ve v kırmaya başlıyor. Dişlerimi sıkıyor, vtıruşlaı'ın bir an önce bitmesini sabırsızlıkla bekl iyorum. Her vuruşta el de% iştiriyor ve bt1nun için acele ediyorum. toplarım iniş kalk ışları arasılıdak i zaman ne kadar da rızuyor! Daya%ın bitısıesin i bekleme sabırsızlığı acılı bir sancıya dtiniişüyor. Dayak bitiyor. Ş imdi dövülen diğerlerinin seslerini duynsrıYoruın bile. Dayağın bitmesinin verdi%i yorucu bir rahatlık sarıyor beni. Yaralarılndan bıçak lar çeki Imiş sanki. Bıçaklar çekilmiş, ana yaralar yerinde, yaralar can lı ›•e sapasa%1anı. Her şeye ra%1ren şu andaki acının, copların kalkip indiği andakiy le lı iç bir benzer1i%i Acı diniyor ve di%er duyularıın yeniden işlerlik kazanıyor. Dayak devam ediyor'. Kirk dolayında insanı sıra dayağından geç irıaıek kolay değil. B tr süre sonra sıra dayan ı bitiyor. Düvenler, dövırekten yorulımlş. nefes nefeseler. Küfrirler savuruyoı'laı bu kez de. Esas duruşu bozdu diye bize postal larla vrıruyorlar. Ya da rastgele kol. baş, sırt ayrırn1 yapılmaksızın cop savruluyor. İsim takına faslı başlıyor bu kez. Her tuttukluya bil' kadın artistin adı tak ılıj or ve bu ad la çağrılıyor. Sonra başka tiirden biı' ad landırına. Bu kex tutuk 1u lara çok daha çirkin isim ler tak llıyor. B irdelı bir el yakaına yapışıyor. Kalkmam ı istiyor. Ben i biraz ileri çekiyor, ayakkabı larılr 1 ç ıkarıp yüziistii ılzanmaını istiyor. Ayak taban larılr yiize çık ıyor. Daha sonra onbaşı oldu%unu ö%ıelıdi%irn kişi başl lyor vurmaya. Ellerin biı'birine kenetli olarak başım ın altında. Vurulan her ayağım ın, iradeın in dışında bana do%ru çekildiğini fark ediyorum. A%zım kapalı. ba%ırmamak için kendinii sıkıyorrur. İç iındek i sıkışıklı%ı burnumla

Bayram Bozyel DİYARBAKIR 5 NOLU DENG Yayinlari Bayram Bozyel DİYARBAKIR 5 NOLU DENG Yayinlari DENG Yayınları Birinci Baskı İkinci Baskı Üçüncü Baskı Dördüncü Baskı :79 :Temınuz 1987, Özgürluk Yolu Yayınları :Ocak 1992, Dilan Yayınları :Haziran 2007, Diyarbakır :Kasım 2007, Diyarbakır ISBN :978-975-7011-52-1 Baskı ve Cilt :Yön Matbaacıllk/İstanbul Kapak : Arif Sevinç Yayına Hazırlayan: Kamer Beysülen Evin Turizm inşaat ve Yayıncılık Tic. Ltd. Şti. Kurtismail Paşa 5. Sokak Fırat Apt. Kat:1 No: 2 OfisfDiyarbakır Tel: 0412 223 89 23 İstanbul Temsilciliği Taksimyağlıanesi Sokak No:10 Kat:1 Beyoğlufistanbul Tel: 0212 256 38 37 Diyarbakır5 Nolu* Can Dündar 2 hisan 1984'te Genelkurmay Başkanlı%ı, Diyarbakır Cezaevi'nde 12 Ey1ül'deno güne kadar 53 kişinin öldüğünü açıkladı. 14'ü kendini asmıştı. 23'ü çeşitli hastalıklardan ölmüştü. 7'si ölüm orucunda can vermişti. 7'si ise işkencede öldürülmüştü. Peki, devletin kontrolii altındaki bir cezaevinde,3 yıl içinde 53 kişitıin ölmesiyle ilgili bir soruşturma yapıldı mı? Görevliler sorgulandı mı? Sorumlular hakkında kamu davası açıldı mı? Sonucu ne oldu? Ortada belge, bilgi, açıklama yok; iddianame de bulunmuyor. Ama ölenler adına yazılmış, iddianame sayılabilecek bir kitabı geçen gece okudum ben... Bayram Bozyel'in “Diyarbaklr5 olu” kitabl (Deng, 2007) bir vahşet romanı adeta... bazi kamplarını andıran sahnelerle dolu bir roman... Yazılanların binde biri bile doğruysa, sadece dönemin sorumlukarının yargılanmasmı değil, konuya bunca yıl duyarsız kalmış herkesin utançla başını eğmesini gerektirecek bir roman... Yazılanlart nakletmem zor: Bozyel, “Disko” denilen işkencehanede çırılçıplak Filistin Sunuş 1987 yılında Özgiirliik Yolu Yayınları tarafından yapılan ilk baskısından 20 yıl sonra Diyarbakır5 Nolu adlı kitabımı, yeniden yayınlamak üzere okuduğumda oldukça dara1dı%ımı hissetim. Öyle ki birkaç kez bu işten vazgeçmeyi bile düşündum. Çünkü kitapta anlatman birçok olay inanllır gibi de%i1di. Bu nedenle olanları şaşkınlıkla okudum, biitün bu anlatılanları gerçekten yaşamış mıydım? İtiraf etmeliyim ki aradan geçen 25 yıl sonra kendi yaşadıklarını okumakta oldukça zorlandım. Öte yandan kitabı gözden geçirdi%imdeo günlerde yaşadığım kötü anıların birçoğunu unutmuş olduğumu anladım. Do%rusu, iyi ki de unutmuşum. Aksi halde, yaşanılan onca işkencenin ağırlığı ve gölgesi altında yaşamayı sürdürebilir, mücadeleye devam edebilir miydim ki? Burada unutmak kavramının belli bir rezerve ihtiyacı var. 6 Bayram Bozyel askısına asılışını, cinsel organından ve serçeparmagından elektrik verilişini, kalaslarla öldürülesiye dövüliişünii, tabanları yarılıncaya dek falakada yatırılışını ayrıntılarıyJa anlatıyor. Kış so%uğunda iizerlerine hortı}mla basınçlı so%uk su fışkırtılan mahkûmların neden zatürre olup öldü%iinü kestirmek zor de%il. Lağım çukurlaîında yüzdürülüp başları postallarla suya batırılanların, makatına cop soktılanların, Co adlı köpe%e esas duruşta tekmil verdirilenlerin, eglence için canlı kurba%a, fare dışkısı ya da kusmuk yedirilen, sidik içirilenlerin, niye intihar ettiklerini tahmin etmek de zordeğil. Falakadan sonra arkadaşını sırtına alıp durmaksızın koşması istenirken dövülenlerin, niye ölüm orucuna yattığını, sonra niye daga çektiğini düşünebilmek de zor değil. Dedim ya,bu belge kitapta anlatılanların binde birî bile doğruysa bugüne ge1ebildi%imize şükretmemiz gerekir. PKK nasıl oldu da bu kadar insafsızlaşabildi,o kadar vahşi yöntemlerle nasıl oldu da bu kadar büyuyebildi, bunca halk desteğini nasıl sağlayabildi; merak ediyorsanız, onun “Diyarbakır5 No1u”da nasıl doğunulduğunu okuyun. Ve hem insan vicdanı hem toplumsal adalet adına, devletin bu katliamı soruşturması talebine destek olun. Diyarbakır5 Nolu 9 hazımsızlık politikalarında aranmall. Tarihiyle, külturüy le, medeniyete sundu%u katkılarıyla dünyanın en renkli ve mücadeleci halklarından biri olan Kürt halkının var1ı%ını yok saymak, onun var olma hakkını, hak ve özgürlük taleplerini zorla bastırmak; yüzyıla yakın birzamandır rejimin bildi%i ve yaptığı tek şeydir. Bu da yetmiyormuş gibi, Kürt halkının hak taleplerini kendi varlı%1n1za yönelmiş bir tehdit olarak sayacak, bütün aygıt ve olanaklarırnzla toplumu bu taleplere karşı lrkçl ve şoven yargılarla besleyecek ve korkutmaya devam edeceksiniz. On yıllar içinde başkalarına karşı korku, öfke ve nefretle şekillendirilen bir toplumun, ilkel dürtiileri sürekli gıdıklanan ve canlı tutulan insanların yapamayacakları ne var? Bu tfırden insanların, bir de devlet olanakları ve güvencesi ile donatıldıklarl ve ödüllendirildikleri düşünülürse 12 EylCıl döneminde yapılan1ar1 yerli yerine oturtmak daha da kolaylaşır. Öte yandan sormak gerekir; bu kin, öfke ve düşmanlığın hedefinde sadece Kürtler mi var? Aynı rejim, kendisine dönük her türlü ilerici fikir ve hareketi yasaklamadı mı? Düzene yönelik her eleştiriyi ve muhalefeti düşmanca nitelendinredi mi? Korku ve düşmanlık üzerine kurulu rejim, işkence ve baskı çarkını kendi insanlarına karşı acımasızca kullanmadı ını? Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, Sabahattin Ali ve diğerlerinin katili kim? Bu rej im değil mi, kendi başbakaıllnı ve iki bakanım darağacına gönderen? Hangi demokratik ülke, kendisiyle barışık hangi toplum, bu türcinayetler gerçekleştirebilir? l970'1i yı!!arda Deniz Gezmiş ve gencecik arkadaşları darağacına gönderildi. beden? Türkiye'yi yönetenleriıı öc alma c!'ıygusu, demokratik fikirlerden duyulan korku ve hertiirlü farklılığı düşman olarak nitelemenin dışında, bunun için ne tür bir sebep vardı? Bu kitabın baskıya verildiği tarihten sadece birkaç gün önce, 27 Bayram Bozyel Evet, işkenceyi unutmak, onun bo%ucu gölgesinden kurtulmak önemli; ama aynı zamanda onu toplumsal hafızaınıza aktarıp unutulmazlı%a dönüştürmek daha az önemli de%i1. Toplumlar kendi hikayelerini, toplumsal serüvenlerini bir siireklilik içinde örerler. Dünün ve yarının, geçrr.işin ve geleceğin kesişme noktasında yaşadıklarımızın bir anlamı var. Geçmişimizde işkence, vahşet ve kırımlar var. Bunlari eksiksiz bir biçimde tarihimize taşımalı, kolektif bilincimizin bir parçası haline getirmeliyiz. Geçmişimiz bizim için bir fırlatma rampasıdlr. Gelece%e ne kadar fır1ayaca%ımız, tarihimizi, kökümüzü, toplumsal bilincimizi nasıl biçimlendirdiğimiz, onlara hangi anlarlar yüklediğimize bağlı. Mücadele bilincimizi, zafere olan inancımızıo belirleyecektir. Diyarbakır5 Nolu aynı zamanda tarihin ender gördüğü bir alçalmanın ve yücelmenin öyküsü, insanın vahşi ve destansı yüzlerinin karşılaşınasıdlr. Hunharca katledilen eşinin cenazesinde, 'bir çocuktan nasıl bir katil çıkar' diye feryat eden Rakel Dink'in dediğine bir de şunu eklemeli; bir insan nasıl hunhar bir işkenceciye dönüşür? Bir toplum nasil olur da kendi içinden kan emiciler, katiller, işkenceciler çıkartır? İnsanlık tarihinde kavgalar, savaşlar, toplumsal çekişmeler az de%il elbet. Ancak savaşların da kııralları, kavgaların bir raconu yok mudur? Peki, 12 Eyliil faşist rejiminin, cezaevlerinde ve işkence merkezlerinde başvurduğu insanlık dışı uygulamaların herhangi bir yasal, ahlaki ve meşru dayana%ı var mıydı? 12 Eylül rejiminin uygulayıcllarınl bu kadar i%renç hale getiren hangi güdülerdi? Bir halka, Kürt halkına, onun mücadeleci insanlarına, ilerici, demokrat ve düzen karşıtlarına karşl bunca alçalmapln ve hayvanlaşmanın nedeni neydi? Bütün bunlaı’ nedensiz değildi elbet. Bunun en başta gelen nedeni, Türkiye'nin otoriter ve militarist yapısında, özel olarak da Kürt halkına karşı izlenen inkar ve Diyarbakır5 Nolu 11 Yaşadıklarımıza gelince; bütün bu o Ayıp bitenlerden dolayı şikayet edilecek bir yan görmüyorum. Bu, kavganın kanurıudur; siz özgiir olmak için miicadele edersiniz, karşıdakiler sizi engellemek için baskı uygular, bunu yaparken de alçalıp hayvanlaşırlar. Yaptıkları sadece yürüttü%iimüz mücadelenin ne kadar haklı ve meşru oldu%untı gösteriyor. Gelecek, 12 Eylül Generallerinin copları tarafından de%i1,5 Nolu'nun karanlığını yırtıp parçalayan ’İI1S£trıIık onuru işkenceyi yenecek' şiarı do%ru1tusunda şekillenecektir. Sayın generallerimiz ve onların maşalarının toplumsa) gelişme tarafından süpürülüp biryana atılacakları giinler uzak değil. Buna karşın insanlık onurunun, insan haysiyetinin, özgürlük idealinin, yaşadı%ımız bölgede ve giderek diinyada egemen olacağına ilişkin zerre kadar kuşku yoktur. Haklı bir dava, özgiirlük, onurlu ve insanca bir yaşam için mücadele verdik. Bunun bedeli olacaktı elbet ve bunu ödemektençekinmedik. Geçmişe dönük olarak pişmanlık duyduğumuz hiçbir şey yok; kendi hesabıma, dünyaya gunırla bakıyorum. Başımız diktir. Tarihin, direnen o%ul ve kızlarına ilişkin bir yargısı olacak elbet. Geleceğe ve topluma karşı vicdanımız rahat... 1986 yılının ortalarında cezaevinden çıktıktan hemen sonra, saygıdeğer bir tanıdığımın teşvikiyle işkencede ve cezaevinde yaşadıklarımı yazmaya başladım. Daktilom yoktu, henüz bilgisayarda tanışmamıştım, bu nedenle olanları parça parça el yazısı ile yazıyor, yazdıklarını -muhafaza etmek amacıyla bir fotokopisini çektikten sonra- mektuplar halinde Danimarka'da sürgün hayatı yaşayan sevgili arkadaşım Mehmet Bozhan'a gönderiyordum. Gönderdiğim el yazılarım, oradaki -Vehmet dışında- adlarını hiçbir zaman öğrenemedi%im arkadaşlar eliyle yeniden yazıldı, 10 Bayram Bozyel disari 2007'de, seçilmiş parlamentostı ve hükümetine ‘posta atılan rejim, ayrn rejim değil mi? Biitün bunlardan Tiirk halkı ve Türkiye toplumunun övünç duyaca%ı bir şey olabilir mi? Şimdi hepimizin, ama en başta Tiirk halkı ve Türkiye toplumumm önünde dtıran bir görev var; geçmişin suç İarihi ile hesaplaşmak. 12 Eylül uygulamaları Türkiye tarihinin en biiyük utancı ve kamburudur. Aradan geçen 27 yıla rağmen hala Tiirkiye'nin 12 Eylül Anayasası ile yönetiliyor olmasını açıklamak oldukça zor. Bu, Türkiye'nin kötiiriim tablosudur. Bir toplum bu kadar aciz, takatsiz ve iradesini yitirmiş olabilir mi? Şurası çok açık; Türkiye geçmişiyle, özel olarak da 12 Eylül rejimi dönemiyle hesaplaşmadan, o dönemde yapılanların hesabını sormadan, olanları yerli yerine oturtmadan, söz konusu utançtan ve kamburdan kurtulamaz, demokratik bir gelecek kuramaz. Kürt ve Tiirk halklarının özgür, demokratik birge1ece%i birlikte kurmaları; barış ve kardeşçe yaşamaları için de bu gerekli. 5 Nolu'ntın, işkence, barbarlık ve alçaklı%ın dışında bir başka boyutu daha var: İnsanın göz kamaştırıcı direnme ve dayanma gücüdür, bu. İnsanlarımız, gencecik çocuklarımız faşist rejimin vahşi saldlrılarına karşı dudak uçııklatan bir direniş gösterdi. Onlar zulme boyun eğmedi, teslim olmaya evet demedi,o en karanlık ve boğııcu ortamda inancını yitirmedi. Zulüm ne kadar pervasız, zalimler ne kadar vahşi, koşullar ne kadar umutsuz olursa olsun, bir halkın özgürlük talebi yok edilemedi, edilemezdi; 5 Nolu bu gerçeği gösterdi. Gelinen aşamada, faşist rejim muradına ermedi, eremezdi de; beklentileri kursaklarında kaldı. Diyarbakır5 Nolu 13 I. BÖLÜM Gözaltına Yolculuk 1982 Yim Ocak ayındayız. İlk günleridir henüz bu ayın. Polis dolmuşu, gözaltına götürüleceklerle dolu. Şehri çıkıyoruz. Gözlerimiz açik, şehri görebiliyoruz şîmdilik. Herkeste kaygllı bir yüz; geleceğimizden endişeli, gidiyoruz. Nefeslerimizle bu%u1anmış camlardan dışarıyı güçlükle seyrediyonız. Yağmur silecekleri, düşen ya%mur damlalarını kovalamaya çalışıyor. Önümüzde simsiyah asfalt bir yol uzarnyor. Ya%mur daha da bir parlaklık kazandırıyo7 yOla. Önümüzdeki arabalar arka tekerlekleriyle sudan şeritler gönderiyorlar bize. Bu, irak şehirlere giden bir yol. Kaç kez, oralara do%ru hüziinle uğurlandık ve sevimli dönüşler yaşadık. Bugürı yo1cu1u%umuzo irak kentlere değil. Bu kısacık yolculukta gözlerimize seslenen dışarının koş giinü manzarası bir anda geçmişimizle bütünleşiyor, belli belirsiz. 12 Bayram Bozyel dizildi. 1987 yılında F. Welat takma adıyla Özgürlük dolu Yayınları tarafından 'Diyarbakır5 Nolu' isıniyle yurtdışında basıldı. Yirmi yıl sonra bile olsa, bu işte eme%i geçen bütün arkadaşlara, dostlara en içteırrrrinnet duygularımi iletmek istiyorum. Kitabın ikinci baskısı 'Diyarbakır Sorgu ve5 Nolu' ismi ile 1992 yılında Dilan Yayınları taTafırldan yapıldı. İkinci basıında Dilan Yayınevi sahibi olarak, emeği geçen Hasan Dağtekin arkadaşıma teşekkür borçluyum. Kitabin 3. baskısı ilk kez kendi adımla ve kuruluşunda harcım olan Deng Yaymları tarafından yapılıyor. Bu benim için ayrıca mutluluk verici. Son olarak kitabın 3. baskısında emeği geçen bütün arkadaşlarıma, özel olarak da Ahmet Bulut ve Kamer Beysü1en'e teşekkür etmek benim için görevdir. Kimi yazım hataları dışında kitabın ilk haline dokunmadım. 20 yll önce neyi nasıl hatırlamlş, hissetıniş ve anlatmlşsam, öyle kalsln istedim. B ıyr ını BOZYEL Hazir ın20077Diyıırb ıkır Diyarbakır5 Nolu 15 benzeri şeylerin sayfa araları dikkatli gözlerle süzülüyor. Kağıt paralar alt üst ediliyor. Para, mendil ve saatler geri veriliyor; ötekiler toplanıp bir başka yere götürülüyor. Bir emir daha; öndeki iki çavuş kendilerini takip etmemizi istiyorlar. Tek sıra halinde ağır ağlr ilerliyoruz. Islanınışız. Karşıda tel örgüler. Tel örgülerin arkasında on metre genişliğinde bir alan. Onun daarkasında ünlü “Gözaltı”. Önce tel örgülerin arasındaki kapıdan geçiyoruz. Sonra sola, koğuşa yöneliyoruz. Koğuş kapısının demir parmaklıkları ardııda saçları kesik, göz çukurları geriye kaymış. şakak kemikleri öne fırlamış insanlar. Hepsinin sakalı tıraşlı, benizleri soluk. Bize endişeli gözlerle bakıyorlar. Kendi yaşadıklarını bizim de pek yakında yaşayacağıınızı bilme endişesi... Koğuş kapısı büyük bir gürültiiyle açılıyor. Giriş kısmına almıyoruz. Çevremizi birkalabalık sarıyor. Hüzünlü birkarşılama yaşanıyor. Genelde güzeldir karşılamalar. Yeni yerlere varmak, orada yeni insanlarla karşılaşmak... Kimde böyle güzel buluşmaların anılarda bıraktığı bir tad yok ki? Gidilen her yer, daha sonra gidilecek yere varmak için bir basamak, birhabercidir. Ve her yeni noktada yeni buluşmalar, yeni ilişkiler başlar, yeni dostluklar kök salar. Her yeni yer, yeni güzelliklerin, yeni yaşamların, yeni hazların muştusunu verir. Ancak böyle olmayanlar da var. Gözaltı l. Ko%uştaki karşllamalar bu türdendir. Belki buradaki karşılaşma da size yeni ilişkiler, yeni dostluklar getirecek. Ama orası asıl işkencenin müjdesidir. Size açıkça söylenmeyen, ama ulaştırılan, hissettirilen bir müjde! Ve bu, karşılaştı%ınız insanların yüzleriııde okunan öyle bir mesajdır ki buluşmamn bütün güzelliğini alır götürür. Koğuşta ilk göze çarpan kasvetli bir ortamdır. Koğuş loşve soğuk. İnsanların rengi soluk. Herbiri “uzun” günlerin yorgunluk ve acısını taşıyor. Bir savaştan ya da yıklntıdan çıkmış gibi 14 Bayram Bozyel Çocuklu%uınuz, gençliğimiz, namlunurı ağzından çıkarĞasına akıp giden yaşam; sevgilerimiz, coşkularımız, lıüzünlerimiz bir anda canlanıyor gözlerimizde. Bin bir duyguyla bezenmiş gençli%imiz... Dünyayı yeni yeni kavrayışımızln ilk ışıklarlnın ekili oldu%u olgunluk yıllarımız... Her şey, hızla dönen birfilm şeridi gibi gözlerimizin önünden akıp gidiyor. Bunca yılımızl bıraktıgımız sokaklar, caddeler, boş parklar, sinemalar, belki de son kez bize görünüyor olacak. Onlara tekrar kavuşmanın umudunu kararlıca ve de gizliden gizliye döküyoruz işimize. Bu umut gerçekleşir ni dersiniz? Böylesi umutların gerçekleşme şansının azaldı%ı karanlık bir dönem yaşıyoruz. “Öne doğru eğilin, gözlerinizi kapatın” diyor bir ses. Şehri çıkıyoruz demektir bu. Dolmuş sıraları içinde bükülüp sıkışıyoruz. Dolmuş sağa yöneliyor az sonra. Önden ve arkadan başka arabalarla korunuyor. Anayoldan nizamiyeye sapıyoruz. Şimdi daha farklı bir duygu. Belki de farklı bir mekana ayak basmanın sonucu. Ve de tanıdık olmayan. İlerliyoruz. Az sonra beklenen, bilinen ve gıyaben çok yakından yaşanan biryere varacağız. Varıyoruz. Dolmuş duruyor. Başlarlmlzı kaldırıyoruz. Önce ön sıradaki görevliler iniyor. Sonra bizim de inınemiz için arka kapı açılıyor. Sırayla iniyoruz. Hala çiseleyen yağmurun kayganlaştırdı%ı kumlu biralanda tek sıraya girmemiz isteniyor. Sert tavırlar takınınaya çalışan silahlı subay ve askerler, bir anda bizleri emir salvosuna tutuyorlar. Önce kimlik kaydllnız yapılıyor. Kayıtları bir kez daha kontrol ediyorlar. Sonra üstümüzdeki her şeyi yere dökmemiz isteniyor. Ceplerimizi boşaltıyoruz. Kimliklerimiz, paralarımız, mendillerimizle birlikte her birimizin önünde öteberiden tepecikler oluşuyor. Arama başlıyor. Önce üstüınüzü didik didik arıyorlar. Sonra yerdeki eşya kümecikleri sırayla ve teker teker açılıp taranıyor. Mendiller havada bir iki kez sertçe silkeleniyor. Kimlik ve Diyarbakır5 Nolu İ7 insan ve bu nedenle yönetimin yaşadığı sıkışıklık, bu sözdeki geçerlilik payını aramıyor. Zaman kısıtlı. Öğlen yemeği zamanı geliyor, konuşmaya ara vermek zorunda kalıyoruz. Biz yeni ge lenler, bir köşede yemeğin da%ıtılmasını bekliyoruz. Ko%uş sorutnluları bizi ayrı masalara alıyorlar. Kaç günlük açlık sonucu, önümüze gelen yemekler iştahımızı kaınçılıyor. Yedi%imizden bir şey anlamadan önümiizdeki yemekler tükeniyor. Sofradan aç kalkmak, içimizdeki açlık duygusunu daha da körüklüyor. Akşam yemeğini bekleyeceğiz. 16 Bayram Bozyel görüniiyorlar. Sözle anlatılması güç bir manzara... Giriş yeririin tam karşlsında lavabo ve tuvaletler var. Tuvalet aralı%ından, geniş bir alanı görmek miimkün. Çevre zaten askeri klşla. Biraz ilerde, Dicle'yi aşıp geçen şehirlerarası bir yol görünüyor. Tuvalet yerinden dışarıyı seyretmek, kısa bir süre için de .olsa gözaltının zorlu günlerini bir yana bırakıp diiş dünyasında yolcıılu%a çıkmak için giizel bir fırsat. Girişin sağ tarafında yatakhane var. Yarı yarıya zemin düzeyinin altında kalan yatakhanenin yalnızca ön yüziinde birkaç pencere var. Pencereler yere bitişik. Bu nedenle gündüzleri zar zor aydlnlanıyor içerisi. Ko%uşun üçbiryanı iki katlı ranzalarla çevrili. Bir de ko%uşu tam ortadan bölen ranza dizisi var. Girişin sol tarafı yemekhane olarak adlandırılıyor. Ortada boyası dökülmüş bir kömür sobası var. Çevresinde eski masalar, kırık dökük sandalyeler... Hemen g iriş yerinde saç tıraşına almıyoruz. İki kişi saçlarımızı kısa sürcde kesiyor. Ardından sakal tıraşı oluyoruz. Bölük subayının sakal tıraşına çok önem verdi%i fısıldanıyor kulaklara. Yemekhane bölümüne geçiyoruz. Bize koğuştaki yaşam biçimi kısaca özetleniyor. Uyulması gereken kurallar hatırlatıllyor. Bunlar; komutanlı%ın koydu%u kurallar, bir d• tutukluların kendi kuralları olmak üzere ikiye ayrılıyor. Çevreyi merakla gözden geçiriyoruz. Tanıdık var mı diye, gözlerimiz tek tek insanlarin üzerinde dolaşıyor. Bu arada tanıdıklar çıkıyor ve hemen soruştıırmadaki durumu sormaya başlıyoruz. İşkencenin dozu nasıl? ü'e tür işkence biçimleri var? Yemek ne durumda? Son zamanlarda işkencede ölen var mı? Sorular uzayıp gidiyor. Anlatılanlara kulak kesiliyoruz. Doğru ya da yanlış, söylenen her şeyden kendimize bir sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Anlatılanları daha önceden duydtklarım ve bildiklerimle karşılaştlrıyorum. “Komutan1ı%ın emri var” deniyor, “işkencede kimse öldüYülmeyecek”. Yeni gelenler güç alıyor bu sözden. Bugüne dek işkencelerde ölen onca Diyarbakır5 Nolu 19 Geride kalanlar, bizleri, yaşadıkları acı serüvenleri yaşamaya yolcu ediyorlar. Acıları depreşiyor yeniden. İşkence çarkını bedenlerinde yeniden yaşıyorlar. Sessizce çıkıyoruz doğuştan. Ayrılırken gözlerimiz buluşuyor. Bakışlarımızla köprüler kuruluyor aramızda. Bu köprülerden moral ve cesaret aktarıyoruz birbirimize. Aktm çift yönlü işliyor ve güçlenerek çıkıyoruz bu alışverişten. Tel örgüleri aşıyoruz. Birkaç saat önce dolınuştan indiğimiz yerde, bu kez bir başka dolmuş bekliyor bizi. Orada, herkesin tanldlğı “Disko dolmuşu” var. Diz çökmemiz isteniyor. Hepimizin gözleri sert, kalın bezlerle bağlanıyor. Kollarımızdan tutarak dolınuşa bindiriyorlar. Dolmuş hareket ediyor. Dolmuşun sağa sola dönüşleri sırasında dengemizi korumak zorlaşıyor. Biz sola savrulurken dolmuşun sağa, sağa savrulurken de onun sola döndüğünü anlıyoruz. Bir süre gittikten sonra, bir noktada araba iyice yavaşlıyor. Gelip giden başka araba seslerini duyuyoruz. “Demek anayola geldik”, diyorum içimden. Ve sola savruluşumuzdan sağa döndü%ümüzü anlıyorum. Asfalt olduğu anlaşılan bu yolda birkilometre kadar gitmeden tekrar sağa dönüyoruz. Tahminen askeri mahkemelerin bulunduğu yerden geçiyoruz. 4-5 dakika geçmeden dolmuş duruyor. Korkuyla karışık heyecan doruk noktasında seyrediyor. Önce ön kapı açılıyor. Öndekiler indikten sonra arkadaki açılıyor inmemiz için. “Sırayla inin!” diyor biri. Birbirimize tutunarak iniyoruz. Yukarıda bir yerden uğultu şeklinde sesler geliyor. Bunlar bizi karşılayanlar olacak. Bir ses: “Yeni misafirlerimiz geliyor, yer ayırın çocuklar!” diyor. Buna kahkaha sesleriyle başkası karşılık veriyor: “Misafirlerimiz bizden memnun kalacaklar!” Yine birinci ses araya giriyor ve komutlarla bize yol göstermeye çalışıyor: “Sola kayın! Sa%a kayın! Sağda llendek var! Dikkat edin! Bayram Bozyel Soruşturma Günleri Koğuş bir anda hareketleniyor. Başlar kapıya dönüyor. Kapıda bir koşuşma var. Merakla bekliyoruz. Birden, ”’Disko arabası gelmiş!”* diye haykıran biri kapıdan giriyor. Durumu kavrıyoruz. Koğuş sorumlusu elinde bir listeyle beliriyor. Yüksek sesle “Disko'ya gideceklerin adlarını okuyorum, dinleyin!” diyor. Yeni gelenlerin isimleri bunlar. Herkesin acıma dolu bakışları bizim üzerimizde. Daha birkaç saat oldu gözaltına geleli. Ne çevremizi tanıdık yeterince, ne de isteğimizce bilgilendik. Soruşturmaya aynı günde gidişin hem iyi, hem kötü yanlarl var. Uzun süre bekleyiş tedirginliği arttırır. Bu da yıpratmayı getirir beraberinde. Soruşturma hakkında yeterince bilgi edinmeden gitmek ise gafil avlanmaya yol açabilir. !!*!!D“ısko.! Işken!c°e°h!a!neye °verilen isfm ÇİN.) Diyarbakır5 Nolu 21 Bu ilk karşılama, geleceğin benim için nasıl olacağının işareti. Geldiğim yerin konumunu iyi biliyorum. Buna rağmen daha ilk dakikalarda böylesi özel tanışmaya bir yanıt bulmakta güçlük çekiyorum. Şimşek çakarcasına aklımdan bir düşiince geçiyor. “Anladlm” diyorum kendi kendime: “Dün akşam buraya getirilenler arasında beni tanıyan birkaç kişi vardı.” Tekrar yerime dönüyorum. “İçeri alınsınlar!” emri üzerine öndekilerde hareket başlıyor. Hareket bize de kayıyor. Öndekileri izliyoruz. Bir süre sonra durduruyor, oturmamızı emrediyorlar. Oturduğumuz yerin uzun, tek parça bir tahta olduğunu sonradan el yordamıyla öğreniyoruz. Bu sözde oturma ve dinlenme yerinde başımızda duranların er olduğunu çok geçmeden anlıyoruz. Bir çavuş, bir onbaşı, 4-5 de er. Bunlar Disko'nun demirbaşları ve sürekli işkencenin vasıfsız uygulayıcıları. Askerler sayım yapıyorlar ve anlıyoruz ki bizden ayrı olarak, daha önce oraya, işkence yapılmak üzere getirilıniş otuz kişi daha var içerde. Ve akşam şöleni başlıyor. Kuralların anlatımı dayakla atbaşı gidiyor. “Ayaklar, dizler yapışık olacak. Eller dizlerin üzerinde tutulacak. Başlar dik olacak, sa%a sola çevrilmeyecek. Kimse yerinden kıpırdamayacak. İzin almadan esnemek, taşınmak, sinek kovalamak, konuşmak yasak.” Kuralların sonu yok. “Gözbağlarıyla oynanmayacak; oynayan ya da açan olursa, vay haline! Buradaki tutukluların dışında, herkes 'komutanım!' diye çağrılacak. Verilen her emre karşılık 'emredersiniz komutanım' şeklinde cevap verilecek”. Bu uyarıları sıra dayağı izliyor. Dövme işine beş altı kişi birden katılıyor. Diğer uçtan başlayan dayak sesinin giderek bana yaklaştığını fark ediyorum. Copların çıkardığı sesler birbirine karışıyor. Cop seslerine dövülenlerin inletneleri ekleniyor. Şimdi sağımdaki dövülüyor. Vuruşları sayıyorum. Her vuruşta 20 ' Bayram Bozyel Eğilin, e%ilin başınız değmesin! Tünelden geçiyorsunuz!” Gözlerimiz kapalı, her yeni gelen komuta uygun olarak hareket etmeye çalışıyoruz. Durumun gerçek yüziinü bilmediğiniz zaman gerilmemeniz elde değil. Ancak bu ve buna benzer yapılanlar hakkında daha önde bildiklerim, bana daha rahat davranma o1ana%ı veriyor. İşin aldatmaca ve moral çöküntiisü yaratmaya yönelik numaraİar o1du%unu biliyorum. Böylece, kendi çevreınizde birkaç tur gezdirildikten sonra, indirildiğimiz yerin kuzey yönünde ilerliyoruz. Ben öndekinin, arkadaki benim sırtından tutmuş, bir sıra halinde merdivenlerden çıkıyoruz. Her birimiz, bir öndekinin hareket ritmine göre kendini ayarlıyor. Öndeki hızlanınca arkadaki hızlanıyor. Öndeki durunca, arkadaki ona çarpıp duruyor. Yerden yaklaşık 8-10 basamak yükseldikten sonra bir kapıdan içeri giriyoruz. Birkaç adım sonra durduruyorlar. Düzensiz şekilde konuşan birkaç kişinin gürültfÎlii sesleri birbirine karışıyor. Bize küfür ve hakaretler ya%dırıyor1ar: “Bu orospu çocuklarının anasını... Piç vatan hainleri bunlar!” “Sizi uçağa bindirince göreceksiniz!” Diğer yandan da üstiimüz boşaltllıyor, çlkanlar tutanağa geçiriliyor. Bizde hiçbir şey bırakmıyorlar; para, saat, mendil, ne varsa alınıyor. Yüksek sesle istiklal marşını okumamız komutu veriliyor. Hep beraber yüksek sesle okuyoruz. Marş biter bitmez, boğuk birses, ismimle ça%ırarak sıradan çıkmamı söylüyor. Bir iki adım sıranın önüne çıkıyorum. Birden suratıma korkunç birtokat iniyor. Gözlerimde klvılclmlar çakıyor. “Sen elebaşısln, senin ananı...” diyor aynı ses. Bu boğuk ses, daha sonra da defalarca kulağımda yankılanacak. İlkbaşlarda bu ses, bende korku ve telaşa yol açacak. Sonra, gün gelecek, tanıdık bir sese dönüşecek benim için. Artık korku uyandırmak yerine, herhangi bir sesten farksız olacak. Hatta giderek, bende tepki uyandırma etkisini yitirerek sıradanlaşacak. Ba%ışıklık kazanaca%ım ben sese karşı. Diyarbakır5 Nolu 2 solumaya çalışıyorum. Ve bir anda, tabanlarıma de%en coplarla soluyuşlarım arasında bir harmoni oluşuyor. Her cop darbesinin ardından bir nefes alıp veriyor ve bekliyorum. Bu uyum sona kadar sürüp gidiyor. Dövme olayında sızının ağırlık merkezi, ilk anda bedenınizin vurulan yeridir. Ancak hemen ardından içinizden bazı şeylerin uyarıldığını fark edersiniz. Sanki tonlarca yükün ağırlığı dövülen noktalarda birikir. Ayrıca bir el, içinize dalıp bir şeyler tutarak çekmeye çalışır. Bir yandan, örneğin tabanlarınıza düşen vuruşların dinmesini beklerken, diğer yandan da içinizdekini vermemek için çabalarsınız. Bu çaba, tanımı güç bir sızıdır içinizde. İki merkezlidir dövülen yer. İki uçlu. Bir ucu vurulan yerdir, bir ucu içinizde bir yerler. Bir yere kadar vuruşların bitmesini beklersiniz. Ondan sonra beklenemez. Çünkü zaman işlemez. Gözlerinizi yumarsınızo zaman. Duyularınızı işlemez kalmaya çalışırsınız. Belki de insanın kendi kendisini unutmaya ya da inkar etmeye çalışmasıdır bu uğraş. Her şeye rağmen insanın kendi üzerinde işlenen bir işkence olayına karşı duyarsızlaşması mümkün değil. Yapılan sadece zamanın peşine düşmeden akışı çok küçük dilimlere bölmek ve sadece dilimin içindeki akışla baş başa kalmak. Yani anlık yaşamak, yalnızca anı duymak. Bitkin bir halde yerden doğruluyorum. Yerimde zıplamam için emir veriliyor. Zıplamaya başlıyorum. Ayaklarımın dibinde dikenden bir tabaka var sanki. Giderek ayaklarım hafifliyor. Sizi, yerini garip bir okşayışa bırakıyor. Az sonra ayakkabılarımı önüme fırlatıyorlar. Onları giyip tekrar yerime dönüyorum. Akşamdan başlayan şölen, bu şekilde, gece geç saatlere kadar sürüyor. Bayların enerjileri bitmiş olsa gerek. Şölene son veriyorlar. Uyuma vakti gelmiş olmalı. Uyuma işi nasıl olacak, merak ediyoruz. 22 Bayram Bozyel yala hrdakinin hem in lediğini. fren de yerinde tepindi% ini fark ediyorum. O anda dayak sırasının bana gelmekte olduğunu unutrıyor, yan ımdakin in 3öı’iiııınez tablosunun yarattı%ı acıklı k ıvranışta bo%u1uyorrlır. S ira bana geliyor.E llerimi üst üste koymamı söyliiyor asker ve v kırmaya başlıyor. Dişlerimi sıkıyor, vtıruşlaı'ın bir an önce bitmesini sabırsızlıkla bekl iyorum. Her vuruşta el de% iştiriyor ve bt1nun için acele ediyorum. toplarım iniş kalk ışları arasılıdak i zaman ne kadar da rızuyor! Daya%ın bitısıesini bekleme sabırsızlığı acılı bir sancıya dtiniişüyor. Dayak bitiyor. Ş imdi dövülen diğerlerinin seslerini duynsrıYoruın bile. Dayağın bitmesinin verdi%i yorucu bir rahatlık sarıyor beni. Yaralarılndan bıçak lar çeki Imiş sanki. Bıçaklar çekilmiş, ana yaralar yerinde, yaralar can lı ›•e sapasa%1anı. Her şeye ra%1ren şu andaki acının, copların kalkip indiği andakiy le lı iç bir benzer1i%i Acı diniyor ve di%er duyularıın yeniden işlerlik kazanıyor. Dayak devam ediyor‘. Kirk dolayında insanı sıra dayağından geç irıaıek kolay değil. B tr süre sonra sıra dayanı bitiyor. Düvenler, dövırekten yorulımlş. nefes nefeseler. Küfrirler savuruyoı'laı bu kez de. Esas duruşu bozdu diye bize postal larla vrıruyorlar. Ya da rastgele kol. baş, sırt ayrırn1 yapılmaksızın cop savruluyor. İsim takına faslı başlıyor bu kez. Her tuttukluya bil’ kadın artistin adı tak ılıj or ve bu ad la çağrılıyor. Sonra başka tiirden biı’ ad landırına. Bu kex tutuk1u lara çok daha çirkin isim ler tak llıyor. B irdelı bir el yakaına yapışıyor. Kalkmamı istiyor. Ben i biraz ileri çekiyor, ayakkabı larılr1 ç ıkarıp yüziistii ılzanmaını istiyor. Ayak taban larılr yiize çık ıyor. Daha sonra onbaşı oldu%unu ö%ıelıdi%irn kişi başl lyor vurmaya. Ellerin biı'birine kenetli olarak başım ın altında. Vurulan her ayağım ın, iradeın in dışında bana do%ru çekildiğini fark ediyorum. A%zım kapalı. ba%ırmamak için kendinii sıkıyorrur. İç iındeki sıkışıklı%ı burnumla Diyarbakır5 Nolu 25 birkaçış, bir uzaklaşmadır bu. Gözleri kapayıp hiç bir şeyi duymamak. Geçici de olsa, bir yokluğa karışmak soruşturmada. Ne güzel! Ama seninkiler de bu işin farkında! Sabaha kadar kaç kez ya kendin dövülerek uyandırılır ya da başkası dövülürken tıyanırsın. Derin uykudayken “esas duruşunu bozdun!” diye baca%ında şaklayan cop, seni yerinden sıçratır ve dünyanın en çok nefret üreten insanı yapar. Nefret ve öfkeni, gözbağlarının ötesinde ayakta duran eli sopalı adama yöneltirsin. Ondan hıncını almak için,o anda olmadık intikam planları kurarsın. Uykudan başkalarının çığlıklarıyla uyanmak da bundan farksız. Acıma, öfke, nefret ve sıkıntıdan oluşan bir duygular cümbüşü sarar seni. İşkencede, en “selametli“ zaman olarak bilinen gece uykusu böyle geçer. Sabah erkenden uyandırılıyoruz. Uykuya hasret, yine eski yerimize oturuyoruz. Gözbağlarımız birkez daha denetleniyor. Esas duruşta bekliyoruz. Tuvalete gitmek için e1 kaldırıp izin istiyoruz. İzin yok. Buz gibi betonun da etkisiyle ağırlaşan sidik torbası taşınır gibi değil. Sidik torbası de%il de kaynayan bir kazan sanki. Dayanılması güç. Değişen nöbetçilerin yerine gelenler bizi sırayla götürüyorlar. Nöbetçi, beşe kadar sayacağım söylüyor ve bu siirede işimizi bitirmemizi istiyor. Tuvalete girer girmez de başlıyor saymaya: “Bir... iki... Üç...” Biriken bunca yükii bu kadar kısa sürede nasıl boşaltacağız? Biran önce rahatlamak için kendimi sıkıyorum. “Beş biraz geç gelse...” Bütün bu telaş içinde düşünceler ardarda hızla akın ediyor. Derken, “çıkın!” diyor görevli asker. İşimizi bitirmemiş olsak da zorunlu çıkıyoruz. Kısa bir süre sonra, nöbetçi erlerden biri *ayağa kalk” diye sesleniyor. Yemek duası yapılacak.O söylüyor, biz tekrarllyoruz: -Allahımıza lıamd olsun! -Ordu, millet varolsun! 24 Bayram Bozyel Esas Duruşta Uyku! İki nöbetçinin dışındakiler ayrılıyorlar. Bizi yatırmaları gerek! “Herkes ayağa kalksın ve bir buçuk adım ileri çıksın!” emri geliyor. İstedikleri yapılıyor. Bir emir daha: “Herkes yerinde uzansın!” L'zanıyoruz. Başlar, demin oturduğumuz tahtalara geliyor. Biz yeni gelenler ne yapacağımızı bilmiyoruz. “Komutanlar” başlarımlzı talıtalıın altlna koymamızı istiyorlar. “Başlar tahtaların altında! Sırtüstü! Ayaklar birbirine bitişik, eller kanun üstünde kenetlenmiş, kıpırdanmadan uyunacak.” Çıplak betonun üstündeyiz. Ocak ayının so%u%u ttım kesiciliğiyle süriip gidiyor. Ama nerede ve nasıl olursa olsun, bunca yıpratlcı “iş” ten sonra, uykuya duyulan hasret bir başkadlr. Yeter ki kimse dokunmasın size. Belki de dinlenmeden çok, işkenceden Diyarbakır5 Nolu 27 Zeytinlerin çekirdeğini yavaşça masaya bırakıyorum. Sabah kahvaltısını böylece yapmış oluyoruz. Gözbağlarımızın alt kısmını tekrar kapatıyoruz. Sağa dönüyor, birbirimize tutunarak yine geldiğimiz yere dönüyoruz. Midelerimizde açlığın ağır boşluğunu daha bir ağırlaşmış ve uyanmış hissederek, oturuyoruz yerimize. 26 Bayram Bozyel -Vatan hainleri kahrolsun! -Afiyet olsun! -Sa%o1! Bizi iki grup halinde yeme%e götüriiyorlar. Önce öteki grup gidiyor. Gidişe küfür ve dayak eşlik ediyor. Biz sıramızı bekliyoruz. Yemekte ne var acaba? Doyabilecek miyiz? Biz böyle duşüniirken gidenler geri geliyor. Ne oldu? Yemek yemeden mi döndüler? Yoksa yeme%e götürme adına dalga mı geçiyorlar? Bu defa biz kalkıyoruz. “Sola dön!” emrine uygun olarak döniiyoruz. Her birimiz bir öndekinin sırtından tutunuyor. Sıra hareket ediyor. Sağa sola sürtünerek bir kapıdan geçiyoruz. “Kafalarınızı e%in, tünelden geçiyorsunuz!” diye haykırıyorlar. Eğiliyoruz. Bir kapıdan daha geçiyoruz. Sonra bir masanın çevresinde bir çember oluşturuyoruz. Gözba%larımızın alt kısmını, önümüzü görebilecek şekilde açmamız isteniyor. Açıyoruz. Önümüzdeki aydlnlığı görüyoruz. Bu arada bazıları fazla açtı diye başlarından ve sırtlarından cop yiyorlar. “Beşe kadar sayınca herkes yemeğini yemiş olacak! Kimse sağma soluna bakmayacak! Hadi başlayın orospu çocukları!” diyor biri.O saymaya başlıyor, biz yemeğe... Masada, önceki akşam içinde yemek yenip yıkanmadan bırakılmış birkaç tabağın dibinde birer bardak kadar çay var. İki tabakta da taş gibi 10-15 tane zeytin. Masada, lokmalar halinde toplam olarak yarım ekmek kadar ekmek ve bizden öncekilerin kullandığı 7-8 kadar da kaşık var. Bizim gnıp yirmi dolayında. Kimse kimsenin yüzünii görmüyor. Masanın yüzeyini görebiliyoruz ancak. “Başla!” komutuyla eller önce kaşıklara uzanıyor. Kaşıklar kapıldıktan sonra boş kalan eller ekmek parçalarına davranıyor. Ekmekler de kapıldığı halde hala boş kalan eller var. Eli boş kalanlardan biri de benim. Kaşıksız çay içemeyece%ime göre, elimi zeytin taba%ına uzatıyorum. A%zıma bir zeytin atıyorum. Bir tane daha. Sayı barajına ulaşıyoruz. “Yemeği bırak!” komutu geliyor. Diyarbakır5 Nolu 29 uğraşmanın gereksiz o1du%una inanmış olmalılar ki duraksamadan harekete geçiyorlar. Uzun birşeyi; ağaçtan olduğunu anlıyorum sonradan, omuzlarıma koyuyorlar. İki yanımdan birer kişi, kollarımı kaldırıp a%aca paralel biçimde, koltuk altlarından ellerime doğru sıkıca bağlıyorlar. Ayaklarım yerde; İsa'vari bir haç oluşturuyorum şimdi. İplerin kollarımdan geçtiğl yerler şimdiden sızlamaya başlıyor. Ağacı her iki yanından kaldırıp, sonradan demir dolaplar olduğunu anladığım yüksekte biryere oturtuyorlar. Şimdi ayaklarırri boşlukta, iki Yolumdan asılı, sallanıyorum havada. Bedenimin bütün a%ırlığı iki koluma yükleniyor. Özellikle kollarımın omuzlarıma bitiştiği noktalar kör bir bıçakla kesiliyor gibi. Beden bakımından cüsseli oluşum işimi zorlaştırıyor, kollarıma binen yük daha da artıyor. Sıkıntıdan sa%a sola kıvranıyor, her kıvranışta bir tarafıma soluk aldırmaya çalışıyorum. Ancak beni aşağı doğru çeken gövde ve bacaklar hareket olanaklarımı daraltıyor. Ayaklarımı dizlerden kendime doğru çekerek, irademin dışında, kollarıma binili yüku azaltmak istiyorum. Ancak, ister aşağı sarkmış, ister yukarıya doğru bükülü olsun, sonuçta onlar gövdeye bağlı. Kollardaki ağrının şiddeti giderek artıyor. Sizi dayanılmaz bir noktaya ulaşıyor. Zaten gözbağlarıyla bağlı gözlerimi daha da sıkıyor, bağırmamak için son gücümü harcıyorum. Nefes alış verişiın a%ır1aşmış, her yanımdan terler akıyor. Akan terlerin bir kısmı ağzıma sızıyor. Havada, sağa sola çırpınmak için harcadığım çaba son noktaya ulaşlyor. Ağzımdan iniltiler çıkmaya başlıyor.Ç ırpınmalar ağırlaşırken iniltiler artıyor. İnlemekle inlememek arasında takatim tükeniyor. Kollarıma kızgın demir şişler geçirilmiş, durmadan sağa sola çevriliyor, ya da, diplerinden kör bir testereyle ağır ağır kesiliyor, gibi. Birisi pantolonumun düğmelerini çözüyor. Pantolonumla birlikte külotum da aşağı kaydırılıyor. Onca şiddetli acılar içinde bir utanma duygusu sarıyor beni. i 28 Bayram Bozyel Boğuk Ses Nöbetçilerin kiiliir ve dayaklarıyla geçiyor bir süre. Ardından, dün akşam işittiğim boğuk sesde içinde olmak üzere, bazı sesler bize gittikçe yaklaşıyor. Bulunduğumuz yere giriyorlar. Birkaç saniyelik bir sessizlik... Kolumdan tutup sertçe kaldırlyor. “Ulan o%lum, bugün ananı s ...” diyor ve çekiyor peşinden beni. Arkasından sürünürcesine yürüyorum. Diğerleri arkamdan geliyorlar. İki kapıya sürtünüp geçtikten kısa bir süre sonra duruyoruz. Boğuk ses: “Söyle yavrum, her şeyi efendice anlatacak mısın, yoksa başlayayım ml?” diyor. Bir şey bilmedi%iıni söylüyorum. “Peki, gösteririz biz sana” diyor, bir başkası. Daha önce hakkımda edindikleri bilgilerden, benimle bu şekilde Diyarbakır5 Nolu o1 Daha önceleri de duymuştum, işkencecinin “her şeyi bi1me” hikayesini. Sık başvurdukları klasik bir yöntemdir bu.O her şeyi bilir, size de onaylamak düşer yalnızca! Devam ediyor işkeneeci: “Benim görevim seni konuşturmak, senin görevin konuşmamak; diren yavrum!” Elektriğin verdiği acı kollarımdakini bastırıyor, hatta neredeyse unutturuyor. Bu bir bakıma da iyi. Ama akımın etkisi, ötekine nasıl benzemiyorsa,o kadar da kendine özgü. Manyetonun kolu her döndü%ünde bedenimin dört bir yanına şiddetli bir çarpma dağılıyor. Giden dalgalar en küçük zerreciklere kadar ulaşıyor. Ağrı, yoğun olarak da, kablo uçlarının bağlandığı bölgelerde yaşanıyor. İşkenceci akımı kesik kesik veriyor. Tekdüze verilen akım hem tehlikeli oluyor, hem de istenilen etkiyi yapmıyormuş. Manyeto kolu çevrilir çevrilmez kocaman bir cisim her yanuııza birden çarpmış gibi oluyor. Ani çarpma beklenmedik bir ses çıkartıyor. Çaba gösterdiğim halde, her akım verilişte bu sesirı çıkmasına engel olamıyorum. Ba%ırmaya benzer, ama bağırma de%il. İnilti de de%i1. Elektrik çarpmasına bedenin kendi1i%inden verdi%i bir ses, bir tepkidir bu. Ağrının en şiddetlisi, çevrilen manyeto kolunun lıızının yavaşlatılması anında yaşanıyor.O zaman ağrl daha ağır, daha canlı ve daha dayanılmaz bir hal alıyor. Vücudumun heryerine saplanmış kancalar, içimi boşaltmak için geri çekiliyor, sanki. İşkenceci bunu bildiği için kolu çevirip durduruyor, çevirip durduruyor. Her saniye bir çağ kadar uzuyor. Zaman geçmek bilmiyor. Birisi elini bedenimin alt kısmında gezdiriyor. Sonra kaba etlerime dokunuyor. “Şu mala bak!” diyor. Nefretiın tiksinıne ve iğrenmeye dönüşüyor. İşkenceci sormaya devam ediyor: “Örgütünü ve örgüt içindeki yerini söyle. Yoksa geberinceye kadar orda kalacaksın.” Hem konuşuyor, hem akımı kesik kesik gönderiyor. Akım 0 Bayram Bozyel Önce cinsel organıma su dökülüyor. Hafiften ürperiyorum. Sonra da sol elime.C insel organıma bir şeyler bağlanıyor. Bu elektrik kablosudur. Ardından, sol elimin serçe parma%ına takılıyor. Aniden cinsel organıından- ve parmağımdan tüm bedenime korkunç bir acı ve titreme akıyor. Ağrının uğramadığı hiçbir yanım kalmıyor. Manyetonun başında oturan adama işkenceci derler. İnsanlara işkence yapıyor. Kullandığı araç manyeto. Elektrik akımı yolluyor kablo bağlı bedenlere. İşkenceci aracının kolunu yavaş yavaş çeviriyor. Hızlı çevirdiğinde daha çok akım geliyor, yavaşlayınca akım da azalıyor. Elektrik, insanoğlunun binlerce yıl süren emeğinin, soylu araştırmasının parlak bir ürünü. Edison'un ehlileştirerek insanlara sunduğu değerli bir armağan. Karanlığa, yokluğa, geriliğe, köhne yaşantıya son verebilecek bir güç. Üretmenin, yaratmanın, bereketin kaynağı. Elektrik; şimdi senden nefret ediyorum! İşkenceci, bunca değerli bir nesneyi insanlara eziyet etmek, acı vermek için kullanıyor. Elektriğe duyduğum nefret, ona ulaşıyor; işkenceciden nefret ediyorum! İşkenceci bir yandan manyetonun kolunu çeviriyor, diğer yandan konuşuyor, sorular soruyor. Sorduğu sorulara gösterdiğim tepkiye göre yeni ruh lıallerine giriyor. Buna uygun olarak kolu çevirmeye hız veriyor ya da yavaşlatıyor. İşkencecinin ruhsal durumu, bendeki tepki ve çevrilen manyeto kolu arasında tam bir kombinezon oluşuyor. Değişen sadece uyumun ritmi; üç parça arasındaki iletişim bazen hlzlanıyor, bazen ağırlaşıyor. “Söyle yavrum!” diyor işkenceci, “Kürdistan Sosyalist Partisi'nden olduğunu kabul ediyor musun? Örgütteki yerin nedir? Kimlerle çalışıyordun? Biz her şeyi biliyoruz. “Seni öldürece%im! Ben işkenceciyim! Türkiye'de işkence o1madı%ını söyleyenin anasını .. !” Diyarbakır5 Nolu zo ettirmemenin derin huzurunu duyuyorum içimde. Onurunun ezdirtmemenin, devrimci mirasa tozkondurtmamanın anlatılınaz erincini... Yaklaşık birsaat sonra su istiyorum nöbetçiden. Bir tasın içinde uzatıyor. Bir solukta kafama dikiyor, tekrar istiyorum. Nöbetçinin yanıtı sert bir tekme oluyor, isteğime karşılık. Şımardığımı söylüyor. Öğleden sonra kimse dokunmuyor bana. İlgilenilecek başkaları var çünkü. İşkencecilerin onlarla da görülecek hesapları var. Başkalarını götürüyorlar aramızdan. Geliş gidişlerden, dokunmalardan bunu anlıyorum. Ve kesik kesik sesler geliyor. Bu bir tanıdığımın sesi, çok sevdiğim biryoldaşımın. Sabahleyin benim bedenime bağlanan kablolar şimdi onunkine ba%lanmış. Akım veriliyor. Dünyanın en utanılası, en iğrenç suçu işleniyor. Kurban ve onu çevreleyen kurt sürüsü işkenceciler. İşkencedeki arkadaşımın ulumaya benzer sesi beni çökertiyor. Dayanılacak gibi değil bu haykırışlar. Duymak istemiyorum bu sesleri. Zulmün ve işkencenin bende bu denli ürperti yarattı%ını ilk kez yaşıyorum. Bana yapılamaz, böylesine derinden etkilememişti beni. Ben işkencede kendi acılarımla bo%uştıyordum. Sıcağı sıcağına bir boğuşma. Oysa şimdi dostum işkencede ve ondan çıkan çı%1ıklar ruhumun en ücra köşelerini sızlatıyor. Ruhuma yayılan sizi fiziki bir yazmaya dönüşüyor. Dayan Ferdi diyorum, yüre%im seninle...O işkencede, bert yerimde kıvranıyorum. İşkenceci çifte vuruyor, böylelikle. Uzun yılların deneyimleri uygulanıyor üzerimizde. İşkence edilen kurbandan çıkan seslerino anda fiziki işkencenin dışında olanlar üzerinde bıraktığı çökertici etki çok iyi biliniyor. Bu nedenle işkence eylemi, diğer tutukluların bulıınduğu yerin bir kaç adım ötesinde gerçekleşiyor. Daha ilerde şunu anlayacağım ki ço%u kez işkence yapılan odanın kapısı açık bırakıllyor ve o anda, tutuklulara sürekli eziyet eden nöbetçiler, işlerine ara 32 Bayram Bozyel gelince yıldırım çarpmış gibi bağırıyor, kesilince ses çıkarıamaya çalışiyorum. Önceleri işkencecinin sorularına kayıtsız kalmayı deniyorum. Ama bu onu çileden çıkartıyor. Daha da hırçınlaşıyor. Böyle davranmanln daha tehlikeli oldu%unu görüp vazgeçiyorum. Sürekli somlan aynı sorulara arada bir cevap yetiştirmeye çalışıyorum. “Örgüt üyesi de%i1im.” Bir yerde sorulan sorulara cevap yetiştirmekten bıkar gibi oluyorum. Ne var ki işkenceci soru sormaktan bıknnyor.O işinin ustası. Sormaya devam ettikçe ben de kendimi toparlamaya çalışıyorum. İşkencenin bu aşamasında, istenen şeylerden herhangi birini şu veya bu şekilde söylemek aklımdan geçmiyor bile. Bu konuda herhangi bir kararsızlık veya iki cikli%in en küçük sıkıntısı yok bende. Ağzımdan çıkan yanıtların uygunluğundan en ufak bir kuşkum yok; rahatım bu yönde. Beni ilgilendiren tek şey, akımln amansız çarpmalarıdır. Onun biran önce kesilmesinden başka şey gelmiyor aklıma. Bir ara kesilen akım bir daha gönderiliyor. İşkenceci öfkeli konuşuyor: “Daha yeni geldi oruspu çocuğu, direncini yitirınemiş heniiz! İndirelim, biraz sonra tekrar getiririz.” İndiriyorlar. Ayaklarım yere değiyor. Ne büyük birrahatlama! Kollarlmı ba%lı oldukları a%açtan çöziiyorlar. Kollarım cansız. Kan dolaşımı durmuş olmalı. Pantolonumu çekmeni istiyor biri. Elimi uzatmak istiyorum, ama elimde hareket yok. İşkenceci kendisi çekiyor pantolonumu yukarı, düğmelerimi kapatıyor. Birisi kolumdan çekerek götürüyor. Arkasından güçliikle yürüyorum. Beni biryere oturtuyor. Soluk alışverişim son derece hızlanmış, kalbimin atışları da öyle. Beni getiren, nöbetçilere “buna birsaate kadar su vermeyin” deyip gidiyor. Büyük bir savaş sonrası dinlenmesindeyim. Bu biyolojik rahatlığa psikolojik bir rahatlık katılıyor. İşkencecileri rahat Diyarbakır5 Nolu 35 nöbetçi askerlerin kendi başlarına uyguladıkları keyfi muameleler gibi görülebilir bunlar. Oysa tutuklular nicel olarak en çok onlardan eziyet çeker. Profesyonel işkencecilerin sizinle işi bittikten sonra, zamanın geri kalanında gözleriniz bağlı olarak “nizami” bir şekilde oturur, nöbetçi askerlerle baş başa kalırsınız. İşkence seansları arasında dokunulmadan kalabilmek, sizi fizik ve moral açıdan dinlendirebilir. Bu işkencecilerin arzuladığı bir şey değil. Tersine, işkenceye aldıkları kişinin “işini” kısa sürede bitirmek isterler. Onlardan istenen de budur. Oysa karştlarına, az da olsa dinlenmiş, giiç toplamış olarak çıkan tutuklusun, onun işini zorlaştıracağı ortada. Öyleyse ne yapmalı? Bunun cevabı, nöbetçi askerlerin tutuklulara yaptığı eziyetlerde yatmakta. Nöbetçi askerler günün büyük birbölümünde tutuklulara döver, süründürür, fizik ve moral olarak çökertir. İşkencecinin, fizik ve moral açıdan çökmüş olan kişiyi daha kolay çözeceği açıktır. Nöbetçi askerlerden hiçbiri, istisna hariç, kendi başına en küçük biT davranışta bulunmaz. Yaptıkları her şey, genel işkence uygulamaları çerçevesinde önceden programlanmış ve nöbetçilerden bunlart uygulamaları istenmiştir. Zaman zaman bu programa ekler yapılarak güçlendirilir. Bu ekler, işkencecilerin karşısına çıkacaklarm nîteliklerine göre değişir. Eğer bilinen genel işkence yöntemleri, kurbanda istenen etkiyi yaratmakta yetersiz kalıyorsa, ek programlar devreye sokulur. Özel durumlar dışında, nöbetçiler genelde tutuklulara ölmeyecekleri kadar yemek verir. Tuvalete götürüllne son derece sınırlıdlr. En çok günde bir kere. Her götürülüşte de beşe kadar sayma yöntemi uygulanır. Tutuklular sabahları saat 5, 5.30'da kaldırılır. Gündüzleri sıra dayağı çekilir hiç yoktan. Yerinde kıpırdamış olmak, dövülmek için bir gerekçedir. Ya da uyduruk bir soruya istenilen türden bir 4 Bayram Bozyel veriyorlar. Mutlak bir sessizlik sağlanıyor. Böylece, işkence sıralarını bekleyen tutukluların, işkence gören kurbandan çıkan çığlık ve inlemeleri dolaysız ve çarpıcı duymalarına olanak sağlanıyor. Bu kere de öyle oluyor. Bu süre içindeki zaman kesitleri katlanarak uzuyor. UzBn bir cehennem azabından sonra sesler diniyor. Ertesi gün biri gelip beni kaldırıyor. Bir tokat indiriyor, yanımdakinin üstüne yıkılıyoruın. Tekrar kaldırıyor. Bir küfür savuruyor. “Sen herşeyi biliyorsun, birazdan seni götürece%im” diyor. Sıkıntılı bir bekleyiş dönemi başlıyor. Dün yaşadıklarlln gözlerimin önünden geçiyor bir bir. Bu kez, düne oranla kendimi daha yıpranmlş ve zayıf hissediyorum. İşkenceyi bekleme, daha önce yaşadı%ım sıkıntıların hiçbirine benzemiyor. Müthiş, anlatılması imkansız bir duygudur, işkenceyi beklemek. Saatlerin bir hayli ilerlemiş olduğunu biliyorum. “Zaman erken geçse de benimle uğraşma olanağı bulmasalar” diyorum içimden. Saatler geçiyor, kimse gelmiyor. Yemek duası için kaldlrıyorlar. Rahatlıyorum. Demek bugün bir şey yok. Akşam yemeğine bir sürü dayak yiyerek gidiyor, büyiik bir öfkeyle, açlık duygumuz azmış olarak dönüyoruz. Yeme%in ucu gösterilecek, ama yenilmeyecek. Ya da ölmeyecek kadar yenecek. İşkencecilere yaşayan kurban gerek. Canlı, konuşan, onun istediklerini verebilir kurbanlar. İşkenceci eğer yukardan yok etme emri almamışsa, işkence edilen sağ kalmalıdır. Onlar, işkenceyle insanları ölümün kıyısına kadar götürüp getirmenin en ince tekniklerilli biliyor ve uyguluyorlar. Tutuklulara bir iki lokma yemek yedirtmek, işte bu bilinçli sa% bırakma programının bir parçası. Soruşturınada işkencenin en önemli, hatta en yıpratlcı olanı, tutukluların sürekli başında bulunan nöbetçi askerlerin yaptığı eziyetlerdir. İlk bakışta pek göze batmayan ve sisteınli işkencenin dışında, Diyarbakır5 Nolu 37 İşkenceci ile Tartışılmaz Dün, kolumdan tutup beni götüreceğini söyleyen kişi, bu sabah alıp beni kurt sürüsünün içine götürüyor. Öfkeyle savrulan küllirler eşliğinde kollarım, daha önce olduğu gibi, ağaca sıkıca bağlanıyor. Birden lıavalandırılıp boşlukta asılı bırakmıyorum. Daha önce olduğu gibi, uzun birsüre dokunulmadan bekletileceğimi düşünürken, biranda pantolonumun çözülüp aşa%ı kaydırıldıgını görüyorum. Kablonun uçları cinsel organıma ve paimağtma bağlanıyor. Birisi kalçalarıına sertçe birkaç cop indirip, “Bugün bülbül gibi öteceksin oğlum. Ya konuşacaksın, ya da ölünceye kadar seni indirmeyeceğiz ordan.” diyor. Ve elektrik dalgaları sarsmaya başlıyor vücudumu. Manyeto kolu her çevrildiğinde, süratlı bir kamyon tarafından çarpılmışçasına savru[uyorum. 36 Bayram Bozyel cevap vermeyişiniz, istedikleri aşağılatıcı bir şeyi yapmamanız, kaşınmak için elinizi bir yerinize götürmeniz, yüzünüzdeki sineği kovmaya kalkmanız, bazen su istemeniz veya tuvalete gitme isteğiniz, dayak yemeniz için yeterli nedenlerdir. Eğer mutlaka dövülmeniz gerekiyorsa ki bunun gerekçelerini bulmak onlar için sorun değildir, tuvalete götürülür ve yemek yerken bile bir yerlerinize copun inmesi işten değil. Sürekli kalman bölümde tutuklular bazen teker teker, bazen de üst uste bindirilerek süründürülür. Olmadık hakaretler yapılır onlara, çirkin sözler söylenir. Hem de onlar, aynı şeyi birbirlerine yapmaya zorlanır. Bütün bunlar geceleri de devam eder. Uykudayken “esas duruşu” bozmuş olmak dayak için yeterlidir. Zaten olanaksız olan, uykudayken esas duruşu bozmamaktır. Böyle olunca da, çoğu zaman ya kendin bizzat dayak yer ya da başkalarının çığlıklarıyla yerinden sıçrarsın. Diyarbakır5 Nolu 39 alamıyorum. Tüm sabrina rağmen işkenceci zaman zaman kı:durma derecesinde öfkelenmekte. Kendisini frenleyemiyor ve bazen de bilinçli olarak öfkelenmiş gibi davranıyor. Arada birbedenime akım vermeyi kesiyor. Karşısında oturmuş birini sorgular gibi konuşuyor. Çaprazlama sorular soruyor. Bazen, sorudan uzaklaşarak hiç ilgisi olmayan konulara çekmeye çalışıyor beni, sonra, ansızın aynı konuya dönerek sorulara devam ediyor. İşkenceci ile tartışılmaz. Onunla mantık yürütmeye gelmez. Hele onu tartlşmayla alt etme veya kandırma babasının, insanı daha çok ele vermekten başka getirece%i bir sonuç yoktur. Sorgulama teknik ve deneyimi bakımından işkenceci ile yarışılamaz. Ayrıca savaş eşit koşullarda gerçekleşmiyor. İşkenceciyi tahrik etmeyecek biçimde ve zorunlu durumlarda en az sözcükle az konuşmak, en iyisi. Önce akım kesiliyor, sonra vücuduma ba%lı kablolar çözülüyor. İndiriliyorum. Kollarım ııyuşmuş, hareketsiz. Biri kollarımı sallıyor, uyuşmanın geçmesi için. Pantolonumu yukarı çekip zorlukla düğmelerini ilikliyorum. Yattı%ım yerde birkaç tekme savurup küliirler ediyor, bo%uk ses sahibi. Sürükleyerek arkadaşların kaldı%ı yere götürüyor. O gün öğle sonrasına kadar, yaklaşık iki-üç saat süreyle öyle bırakılıyorum. Bu arada işkence işlemi aralıksız devam ediyor. Birileri daha götürülüp getiriliyor. “Bugün artık kimse uğramasa, iyi” diyonım kendi kendime. Ancak akşama daha çok varve bu süreyi belasız atlatmak güç. Güçlük kendisini kısa sürede gösteriyor. Gizli bir iş yaparcasına sürüden kopartıp götürüyor boğuk ses. Bu kez başka ses yok çevrende. Başbaşayız onunla. Nedense bu durum bana güç veriyor. Kimbilir, belki de “teke tek” geleneğinden geliyor bu duygu. “Soyun,”diyor karşımdaki. Nefesi yüzümu yalıyor. 38 Bayram Bozyel Ve her çarpmada, daha önce işitilmemiş garip sesler içimden çıkıyor. Verilen akım, sorulan sorularla atbaşı gidiyor. İşkenceci, sorularla karışık sorgusunu sürdiirüyor. “Arkadaşların seninle ilgilı her şeyi an1att›lar. Söyle o%lum, konuşmayacak mısın?” İçinde bulunduğum kötü duruma rağmen, bu beylik söze gülümsemek geliyor içimden. Yüzyıllar boyunca dünyanın birçok iilkesinde işkenceciler bu sözü söyleye gelmişlerdir. Onlar bu beylik sözü, yeni yakalanan her kişiye söyler ve kısmen de sonuç alırlar. Hele ellerindeki ufak tefek bilgileri de arkadaşlardan alınmış gibi isabetle kullanırlarsa... “Mademki arkadaşlar çözülüp her şeyi anlatmış,o halde benim direnmeme ne gerek var?” sorusu binlerce insanın kafasını kurcalar ve kimi zaman da felaketlere yol açar. İşkenceci, böylesi zayıf durumunda, kurbanda kuşkular yaratarak onda moral çöküntüsüne yol açmak ve zaten arkadaşların anlattığı şeyleri saklamaya çalışmanın yararsız olaca%ı fikrini empoze etmek ister. Oysa ne arkadaşlar her şeyi anlatmıştır ne de -her olasılığa karşı- arkadaşların konuşması konuşmanız için bir nedendir. Tecrübeleri, bir kişinin söylediklerini ikinci ya da üçüncii kişinin redde bildiğini göstermiştir. Bu, işkencecinin, birinci kişinin söylediklerine dayalı senaryosunu bozabilir, bu do%rultuda sonuç alma kararlılığını kırabilir. İşkenceci; bu kez babacan tavsiyelerle beni yönlendirmeye çalışıyor. ‘Nice militanlar senin gibi direndiler, sonra bülbül gibi konuştular.” Sesinin tonunu biraz daha yumuşatıyor: “Konuş oğlum! Yoksa bu genç yaşında ölüp gidersin; yazık olur sana!” Verdi%im cevaplar genel olarak kısa, bir iki cümleyi geçmiyor. “Birşey bilmiyorum; benimle boşuna uğraşmayın” diyorum. Ve yararsızlığını bile bile, “beni indirin,” demekten kendimi Diyarbakır5 Nolu 41 “Nasıl oğlum, direnmeye devam edecek misin?” diyor. Ama benden cevap bekleıneksizin işine devam ediyor bu şekilde, sonra su kesiliyor. Beni alıp geri götürüyor. Soyundu%uın yere gelmiş olmalıyız. Göz ba%1arımın alt kısmını hafifçe gevşetiyor ve giyinlnemi istiyor. Giyindikten sonra ıslanmlş gözbağlarıını bir yenisiyle değiştiriyor, beni götürüp biryere oturtuyor. Arkamda yanan bir kalorifer peteği var. Sırtımı ona dayamamı istiyor. İşkenceci bugün insaflı mı davranıyor? Hayır, onun istediği benim yaşamamdır. Onun şuanda yaşamama ihtiyaci var. Bir süre böyle tutulduktan sonra bekleme yerine götürülüyorum. Az sonra işkenceye alınan birinin çığlıkları duyulmaya başlıyor. Her kimse, bedenine akım veriliyor olmalı. Ama gelen sesler daha önceki hiçbir sese benzemiyor. 40 Bayram Bozyel Ceketimi çıkarıp bekliyorum. “Diğerlerini’ de!” diye bağırıyor. Kaza%ımı, gömleğimi çıkararak merakla bekliyorum. Acaba bu kezne oluyor? İşkenceci bütün hlrçınlığlyl6 bir tokat indirerek ekliyor: “Hepsini oglum!” Mümkün oldu%u kadar ağırdan alarak üstümdekilerin hepsini çlkarlyorum: Kilotu bırakıyorum yalnızca. Onu da çıkarmama istiyor işkenceci. Sıkılarak onu da çıkarıyorum. Gözlerim örtülü şimdi. Sıkıntıdan bir kasılına tutuyor beni. Bütün direnmeme rağmen büzülmekten alamıyorum kendimi; bir yerlerimi kapamak zorundaymışım duygusuna kapılıyorum. Kolumdan tutup çekiyor arkasından. Kış so%uğu olanca varlığıyla kendini hissettiriyor. Geldiğimiz yer önceki yerlere göre daha da soğuk. Çökmemi istiyor, getiren. Merak, tedirginlige dönüşüyor. Bu şekilde bir iki dakika geçiyor. Birden su şırıltısını duyuyorum. Ve işkenceci soğuk suyla bedenimi kamçılamaya koyuluyor. Suyun bedenimi taradıgl bölgeler ürperiyor, sonra ürperti bütün bedene yayılıyor. Basınçlı soguk su ile çarptlmanın yol açtığı irkilmeyi anlatamam. Suyun degdigi yerleri kendime doğru çekiyor, içe doğru büzülüyorum. Suyun tazyik noktası başka bölgeye kayıyor. Bu kez koruma çabası oraya yöneliyor. Oysa beden çırılçıplak ortada ve onu içine koyup saklayacak bir yer bulunmuyor. Şurayı burayl çekip büzülme refleksleri, bedenin kendi kendini savunma mekanizması olsa gerek. Bütün olumsuz etkisine ra%men, so%uk suyla duş, elektrik ve askl kadar dayanılmaz değil. Ancak açlık, zayıflık ve gözlerin kapalı oluşu, insanın başkasınca böylesine bir “duşa” zorlanması, olumsuz etkiyi almıyor ve insanı büyük ölçüde rahatsız ediyor. Basınçlı soğuk suya karşı gösterdiğim tepkiler, hareket ve çı%lıklar, işkenceciyi keyifiendiriyor olmalı ki adaın kahkahalar atıyor. Diyarbakır5 Nolu 4 önce de yaşamıştım: Ancak bir kadının işkencedeki sesinin yıkıcılı%ı yaşamım boyunca içimi da%layıp duracak. İşkence sesleri, hemen hemen daha önceki safhalarda görülen sürelerle devam ediyor. Ama farklı olarak daha derinden geliyor. Yeni yetme, körpe bir bebeğinki kadar saf ve acıma duygusu uyandırıyor. İnsana büyük birfelaketi haber veren birisinin iç karartıcı ça%rısına benziyor. Bu çığlıklarda insanlık can çekiliyor. Nihayet biryerde kesiliyor sesler. Ama içine düştüğum çöküntüden bir şey eksilmiyor.O gün, yatıncaya kadar, korkulu bir düşün etkisinde gibi, siirekli kıvranıyor, depresyon geçiriyorum. Ertesi gün, bir önceki sabah yaşadıklanma aldırmaz biçimde uyanıyorum. Artık ne yaparlarsa yapsınlar umurumda değil, diyorum. Herhalde hiçbir şey, önceki akşam bize yaptıkları işkenceyi alamayacak. Bugün, işkencedeki dördüncü gün. Yıllar öncesi yaşanan bir olay kafamda canlanıyor. Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sırasında bir Fransız devrimcisinin işkence kampındaki öyküsüdür bu. Henri Alleg anlatıyor, Sorgu adlı kitabında. Yaşadığı işkencenin daha ilk günleridir. Konuşmaz, direnir Alleg. Bunun üzerine işkencecilerden biri, kendileri için acı bir itirafta bulunur: “Bu kadar süre içinde konuşmamakla arkadaşlarına iiç-dört günlük kaçış olanağı sağladı. Bu bile onun için yeter!” Alleg, yaşadıklarını böyle anlatıyor ve böylece bize destansı öyküsünden birresim sunuyor. Bir başka işkence olayl ile ilgili olarak da şunları anlatıyor: İşkenceciler istediklerini elde edememekten adeta kıtdurmuşlardır. Kullandıkları tüm yöntemlere ra%men başarıya ulaşamayan işkencecilerden bıri, çaresiziiliğini şöyle açığa vurur: “Nasıl konuşturabiliriz ki? Beş yıl, on yıl, onbeş yılsüreyle kafalarııta okunan hep aynt şey. Yakalanırsanız konuşmayın.” Biz mi şanslıyız, Henri Alleg mi? Kuşkusuz biz. Çünkü nice Al1eg'lerın mirasçıları olarak 42 Bayram Bozyel İşkencede bir Kadın Sesi , Ses, tiz ve ince, kırılır gibi. Yürek parçalayıcı bir ses. Bir kadın sesi bu. Ya da genç bir kızın. Bu ses hepimizin analarının, karılarının, kız kardeşlerinin, kızlarının, gelinlerinin sesi. Doğu7ganlığın, sevginin, çalışkanlığın, yaşamın ve de güzelliğin sembolü kadın, bütün görkemiyle askıda asılı; sallanıyor. Kadın bedeninde insanlığın en güzel değerlerine, geleceğe ve geleceğin temsilcisi daha doğmamış bebeklere elektrik veriliyor. Kadın işkence görüyor. Y.’dir bu, işkence gören. Bir tanıdık, bir dost. O gece duyduğum çığlıklar aylarca kulaklarımda yankılanıp durdu. Yankısı sonsuza kadar da devam edecek.O çığlıklar insan trajedisinin çan sesleri. Zorbaların insanoğluna bahşettiği utanç abidesi... İşkencedeki birbaşkasının sesini duymanın yıkıcı etkisini daha Diyarbakır5 Nolu 45 Diskoda Falaka Gösterisi Bugün diskoda falaka gösterileri olacak. Aralıksız, akşama dek. Falakanın tadınl doyasıya tadarken, aynı zamanda çok da hareketli bir gün yaşayaca%ız. Tam da Disko'nun şanına uygun. Bir kişi gerek kendilerine, acilen. İşkenceciler bu kişinin kimliğini ve yerini istiyorlar. Bugünkii programlarıo kişiyi ortaya çıkarma üzerine kurulu. İşe sabahtan girişiyorlar. Sabah erkenden beni alıyorlar. İstenen Hasan'dır. Ayaküstü, Hasan'ı tanıyıp tanımadığını ve nerede bulunduğunu söylememi istiyorlar. Onu tanıdı%ıma ve yerini bildi%ime kesin olarak inandıklarını belirtmekten de geri kalmıyorlar. Verdi%im olumsuz cevap üzerine fazla beklemeden harekete geçiyorlar. Ayakkabı ve çoraplarımı çıkarttlrıyorlar. Sırtüstü yatırılıyorum. 44 Bayram Bozyel onlardan kalan birikime, nice zengin deneyime sahibiz. (Bize işkence yapanlarm da A1leg'e işkence yapanlardan daha çok birikim ve deneyime sahip o1du%unu unutmamalı elbet.) Bizden önceki devrimcilerin geleneğine bir şeyler katar@ gelecektekilere bırakmak varken, onların da9ranışını olduğu gibi tekrarlamak, şimdiki işkencecilerin bunca ileri teknik ve deneylerinin yanında geride kalmak olmaz mı? Arkadaşların kaçışı için 3-4 gün yerine 10-15 gün sağlamak daha iyi olmaz mı? Ya süresiz bir zaman? Yapılacakların en iyisi bu değil mi? Diyarbakır5 Nolu 47 Bedenin ağırlığı şişen ayaklara binince ağrı yeniden şiddetleniyor. Zıplamamı istiyorlar. Zıplama a%rıyı eski düzeyine çıkartıyor ve ardından hafif iniş başlıyor. Ağrı giderek yerini acılı bir okşayışa bırakıyor. Ağrı tümden dinmeden ayakkabılarımı giymeye zorlanıyor ve yerime geri götürülüyorum. Ben oturur oturmaz Ferdi götürülüyor.O falakaya yatırılıyor, bu kez. Gelen seslerden birinin falakada mı, yoksa askl veya elektrik işkencesinde mi olduğu, orada birsüre kalınca hemen anlaşılıyor. Benim kaldığım süre kadar kalıyor ve geri getiriliyor. Bu kez Nusret götürülüyor.O da aynı sereınoniyi yaşıyor ve geri getiriliyor. Yine götürülüyorum. Ve soru yine aynı: “Hasan'1 tanıyor musun, nerede kalıyor?” Yanıt eskisi gibi. İşkenceciler büyük bir kin ve öfkeyle saldırıya geçiyorlar. Biraz önce yaşadıklarımın tekrarı. Ama bu kez, ayaklar hamura dönüştüğü için, daha ilk vuruşlardan itibaren dayanılmaz oluyor ağrının şiddeti. Artık bağırmaınak için kendimi tutmayı düşünmüyorum. Düşündüğüm tekşey, ayaklarlma inen vuruşlarln bir an önce son bulması. Arada birsorulan, “söyle, tanıyor musun?” sorusuna yanıtım ,kısa oluyor. İstenilen yanıt alınamayınca da işleme devam ediliyor. Uzun biruğraştan sonra vuruşlar duruyor, ayaklarım çözülüyor. Yerimde koşma ve zıplama devresinden sonra tekrar yerime götürülüyorum. Ardından Ferdi götürülüyor ve tekrar Niusret. Bu şekilde gidiş gelişler üçü buluyor. Falaka şöleni böylece sabahtan akşama kadar tüm günü kaplıyor. Soruşturmadan gözaltına döndüğümüzde, bir gün Ferdi, bu falaka zinciri olayını şöyle anlatacaktı: “Seni götürdüklerinde sonucu merakla beklemeye başlamıştım. Seni getirip beni götürdüklerinde 'sot unun' varlığının devam ettiğini anladım ve 'soruna' dokunmansaya karar verdim. Birinci tur bitip seni tekrar götürdüklerinde, bu kez 46 /' Bayram Bozyel Ayaklarımı kayış ya da ipten bir şeylerle sıkıca bir ağaca bdğlıyor, sonra da iki kişi, ayaklarını bağlı olduğu a%aç1a iki taraftan kaldırıyorlar. Şimdi ayaklarım, üzerine inecekler için uygun durumda, bir metre havada bekliyor. İki kişi birden vuruyor. Konuşmalardan, birkaç kişinirı daha bekledik3erini anlıyorum. Her ayağın başında bir kişi. Ayni anda vurulan coplar tek bir ses çıkarıyor. Sonra, tek ses yavaş yavaş bozuluyor ve ardarda iki patlamaya dönüşüyor. Cop şaklaınaları arasındaki süre belirginleşiyor. Bir süre eşit aralıklarla ve uyumlu birtempoda iniyor coplar. Derken, uyum tekrar bozuluyor, eşit aralıklarla inen coplar, tekrar, çift patlamanın çıkardığı düzensiz seslere bırakıyor yerini. Copların ilk birkaçı fazla bir şey değil. Sonra sizi giderek yükselen bir çizgi oluşturuyor. Bir süre sonra, vurulan coplar bedenin sağlam bir bölgesi yerine, açılan bir yaraya dtışer gibi oluyor. Her vurulan darbe yarayı derinleştirip acıyı arttırıyor. Vuranlar yoruluyor. Yoruldukları, soluk soluğa kalmalarından belli. Onların yerine başkaları geçiyor. Bu kere ayağıma farklı bir şey iniyor. Daha sert ve kaba. Bu yeni cisim kemiğime işliyor. Acıyı kemiğe taşırıyor. Kalas gibi bir şey. Ba%ınnamak için a%zHnı sıkı sıkıya kapatıyor, burnumdan soluk alıp vermeye çalışıyorum. Bağırmamak için sarfettiğim babanın yarattığı baskl, soluk allşverişlerimi alışılmadık bir duruma sokuyor. Her vurulan ayak kendili%inden geri çekiliyor, kaslarımdaki gerginlik had safhaya ulaşıyor. Ba%ınnadığımı gören biri, ayağıyla a%zımın üzerine basarak beni bağırmaya zorluyor. Dudaklarım dişlerime geçiyor, ağzıma dolan kan bo%azımdan aşağı doğru iniyor. Kendimi bırakıyorum bu kez. Bağırma acıyl azaltmıyor, sadece ba%ırmamak için harcanan babanın sıkıntısını lıafifletiyor. Derken, darbelerin inişi son buluyor. Ayaklarımı yere indirip ağaçtan çözüyorlar. Yerden doğrulmaya çalışıyorum. Tabanlarım vurulmaktan kabarmlş, hafiften dokunsan çatlayacak gibi. Diyarbakır5 Nolu 49 bölümlere açılıyor. Sistemi işkence anlarının dışında tutuklular bu bekleme odasında tutulurlar. Açlıktan iyice güçten düşmüş kişilerin tahta banklarda gunlerce, kimi zaman aylarca esas duruşta bekletilmeleri, kaba etlerinin kabuk ba%lamasına ve zamanla yaralar açılmasına yol açar. Bu ağrıların yanında bir de kaşıntı tebelleş olur insana. Göz ba%1arının geçtiği burnun üst kısmı ve göz kenarlarında kabarcıklar oluşur. Sıkılan et su tutmaya başlar. Kesilmeyen saçve sakal uzar. El yüz yıkanmaz. Bu nedenle her tarafa bit dolar. Biti arayıp temizlemek ise yasak. İşkence ve gıdasızlıktan iyice zayıf düşen kişi, geceleri çıplak betonda yatırılır. Bu nedenle, öncelikle idrar yolları bozulur, daha önce belirtisi olan veya olmayan lJaStallklar uç .verir ve azar. Bedenin değişik yerlerinde sancılar baş gösterir. Soğuktan dolayı (mevsimin kış olduğunu unutmamalı) artan tuvalet ihtiyacı karşılanmadığından, sıkıntı iyice artar. Gelecek endişesi kişinin içini kaplar. Onırarak ve gözler kapali olarak geçmesi beklenen zaman iyice dura%an1aşır. Bitişikten götüriilen insanın işkence sesleri ve ona ilişkin duyulan endişe farkli bir acıya yol açar. Her an işkenceye göüırülme korkı:su ensenizden ayrılmaz. Nöbetçi askerlerin hiç yoktan dayak ve eziyetleri insani iyice bunaltır. 48 Bayram Bozyel cidden endişelenmeye başladım ve yeni bir bekleyişe geçtim. Seni geri getirip bıraktılar. Beısi götiirJüklerinde bir de ne göreyim? Yine ayet soru sorulmasın mı? Tamam dedim, kendi kendime, demek daha birşe y elde edememişler. Bu durum bana büyük güç veriyordu. Benden‘önce götürülen ‘biri bir şey anlatmamışsa ben de anlatmamalıydım. Ü'çüncü kere de aynı şey oldu. Yine aynı soru sorulmuştu. Sorıya yanıtım benden öncekilerin yanıtından farklı olamazdı.” O gün salt fiziksel anlamda hareketli bir gün yaşanmadı. Fiziksel hareket1ili%e eşlik eden bir de psikolojik gerilim sözkonusuydu. İşkenceye her gidiş, başlı başına tedirginlik ve stres demek. Aksine moral yüklü oluyor gelişler. Karşılaşmayı kazanmış olmanın mağrur duygusu kaplıyor insanı. Ardından başkası -hele tanıdık biri- götürüliince yine duyguları bir bulanıklık perdesi örtiiyor. Bir “ne olacak?” sıkıntısı kemirir insanın içini. İkinci kişinin gelişi ve üçüncü kişinin gidişinin yaratt1%ı duygu çiftedir. Bir yandan ikincinin firesiz gelişi, diğer yandan iiçüncü kişide işlerin nasıl olacağı endişesi... Bütiin bunlar hızlı bir film şeridindeki renk cümbüşüne dönüşüyor. Bir duygu geliyor ve daha berraklaşmadan birdiğeri karışıyor ona. Ona da bir di%eri. Derken, tüm bunların karlşlmı, kendine özgü birduygıı kokteyli oluşuyor. Bu hareketli günü daha durağan ve sıkıcı, duygu yönünden de o kadar renksiz bir kaç gün izledi. Arada birbunaltıcı sorgulamalar yapıldı ve bunlara kaba işkence eşlik etti. Geriye kalan zaman ise bekleme yerinde geçti. Bekleme yeri, ortalama üç metre genişliğinde ve yedi sekiz metre uzunluğunda, bir dikdörtgen biçiminde. Bu dikdörtgenin tam ortasında karşıİıkh iki kapı yer alıyor. Kapıların her iki yanında, oturma yeri olarak kullanılan tahtalardan birbirlerine dönük ikiU yapılmış. Bu kapılardan biri hemen yandaki iki odaya açılıyor. Odalardan biri işkence yeri, di%eri ise yemekhane olarak kullanılıyor. Di%er kapı tuvalete, sorgulama ve idari Diyarbakır5 Nolu 51 Bundan sonra da fiziki işkenceler her gün yaşamımızı doldurmaya devam edecek. Fiziki işkenceyle ulaşılmayan izler usandırıcı sözlü sorgularda aranacak. Bu tür yöntemler fiziki işkencelere boyun eğmeyen birçok insanı çökertecek kadar sinsi ve tehlikeli. Bu gün esaslı bir sorgulamaya götürülüyorum. Çevremi, seslerinden üç dört kişi olduğunu sandığım bir grup sarıyor. Esas mulıatabım olan kişinin, Boğuk Ses'in karşısında bir sandalyeye oturtuyorlar beni. İşe yumuşak başlıyorlar. Sigara ikram ediliyor. Kullandığım halde, içmediğimi belirterek almıyorum. Çay isteyip istemedi%imi soruyorlar. Onu da istemiyorum. Düşündüğüm şu: İpleri daha baştan gevşetmemeliyiıu. Sigara ya da çay ıçmem, aramızda, işkencecilerin istekleri doğrultusunda bir diyalogun ilk basamağı olabilir. En azından - hiç bir sakıncası olmasa bileişe, işkencecinin isteğini yerine getirmekle başlamak hoşuma gitmiyor. Karşıdaki ağır ağır konuşmaya başlıyor: -Bak oğlum, devrimci onuruna düşkün oldu%unu biliyoruz. İşkenceyle çözüllneyeceğini de. Onun içtn sana işkence yapmaktan vazgeçiyoruz. Bize dostça her şeyi anlat! Hiçbirini senin ifade tutanağına geçirmeyeceğiz. Arkadaşların senin konuştuğunu bilmeyecek. Sana öyle bir ifade lıazırlayacağız ki adli müşavirlikten hemen blrakılacaksın. Dışarı çıkınca da bize yardımcı olursun... İşkenceci, buna benzer umut verici şeyler anlattıktalı sonra, bütün bunları yerine getirmenin güvencesi olarak da namus ve şerefini gösteriyor! Ama istediği cevabı bulamayınca, üstündeki kuzu postunu atıyor, sesinin tonunu yükseltiyor, sertleşiyor, yeniden sindirme yöntemlerine el atıyor. -Yukardan, konuşmadı%ın takdirde öldürülünceye kadar işkence yapma emri geldi. Gerekirse birçok olayı boynuna yükleyip üınür boyu cezaevinde bıraktırırız seni. 50 Bayram Bozyel Sana Birİfade Hazırlayacağız! Bu ara gür sesli, bilgiçlik tasladığı anlaşılan biri, günün belirli saatlerinde gelip bazı konularda nutuk çekmekte. Değindiği konular genelde siyasal ve kuramsal. Konulara hakim olduğu imajını vermeye çalışıyor ve bu arada, bazi araştırmalar yaptığını belirtiyor.B izimle teorik tartışmaya girmiş havasını vermeye çalışıyor. Babacan birkişilik sergilemeye özeniyor. Oysa ortaya serdiği düşünce sistemi eklektik bir fikir kargaşası. Zaman zaman kuramlardan uzaklaşarak Avrupa'da lüks yaşam sürdürenlere ve bizim nasıl kullanıldığımlza sözü getiriyor. Bütün bunları niçin yumurtladığını anlıyorum. Kafamızda başka yoldaşlara karşı kuşkular yaratmaya, moralimizi sarsmaya çalışıyor. Bu bayın yumuşak nutukları da bizim için ayrl bir işkence. Adam birsüre sonra ortalıktan kayboluyor. Anlaşılan onu da bu iş için e%itmişler. Diyarbakır5 Nolu 5s İşkencecilerin öfkesinden zaman zaman işe karışan dayakla birlikte, sorgulama, yüksek gerilimli atmosferinin sonuna yaklaşıyor. Oh, bugün sorgulama bitiyor! Dünyanın bütün yükünden kurtulmuş gibi lıafifım sanki. Bekleme yerine götürülüyorum. Nereden bileyim, orada yepyeni işkence türünün beni beklediğini? 52 Bayram Bozyel İşkenceci tehditler savuruyor. Giderek, aramizdaki sfimimi havaya son verdiğini ima ediyor. Bir süre böyle geçtikten sonra asil sorgulama masasina geçiyoruz. Sorgucu durmadan soruyor. Bazen ayni soruyu birkaç kez üst üste soruyor. Bazen ters çevirip soruyor. Bazèñ birkaç kişi birden soruyörlar. Ben hangisine yanit vereyim diye düşünürken, hepsi birden yanit istiyor. Bu hem güç, hem de buna yeltenip işleri kariştirmak istemiyorum. Sorular üst üste gełiyor. Cevap vermemek, ya da cevap vermek için düşünmek işkencecileri hirçinlaştiriyor. Az önce sorulan bir som, araya başka sorular sikiştirildiktan sonra birkez daha soruluyor. Ayni soruya verilen cevaplar iyi düşünülmeden söylenmiş ve aralarinda bir çelişki varsa, işkenceci bunu kullanip yeni bir soruya dönüştürüyor. Aldiği cevaplari not ediyor ve en küçük bir uyumsuzluğu kaçirmiyor. Sorgulama son derece teknik ve tuzaklarla dolu, bezdiriyor lnsani. Can sikici ve tehlikeli. Bir noktadan sonra bikkinliğa yol açiyor. Sorgulamadan bir an önce kurtulma isteği tek umuda dönüşüyor. Umut da tehlikeye. Çünkü onlar sorgulamadan vazgeçecek gibi değiller. Öyleyse umudun gerçekleşmesi için bir yol var: Sorgucunun istediğini vermek... Bu ise bir kurtuluş yolu değil, umutsuzluk ve felaketin ta kendisi. Sorgucu tutuklunun her tepkisini yakindan izliyor. Soluk alișverişleri bile sorgucunun denetimi altinda. O, en küçük bir boşlu%u kaçirmiyor. Kararsizlik belirtileri gördü%ünde hemen avin üstüne atiliyor. Panik durumunda ise tümden bastiriyor. Onun en büyük amaci, tutukluyu kendi minderinde güreşmeye zorlamak. Tutuklunun işi zor ama aşilmaz değil. Dikkatli olmak, kendi içinde tutarli bir ifade vermek, paniğe kapilmadan, esnek bir tunimla manevra alanini geniş tutmak, sorgucunun tehdit ve blöflerine kararlica karşi koymak tutuklunun boynunun borcu. Ne güne durur evrenin harikalar harikasi beynin üstün yaraticiliği. Diyarbakır5 Nolu 55 Onlar bakınca ya da dayak atmaktan bitap diişünceye kadar bu oyun devam ediyor. Bu erler sivil yaşamda ne yaparlar diye düşünmüyor de%ilim. U%runa bir işkence aletine dönüştiikleri bu sistemin bir süre sonra onları bir paçavra gibi kenara atacağına kuşku yok Oysa bizonlar için de ölüyorduk, ama haberleri yoktu aptalların. Soruşturmadaki insanlar için bir gün daha belirsizlik içinde başlıyor. Sabah kahvaltısında yine akşamın bulaşık kaplarına konmuş birkaç bardak çay kaşıklanacak. Kaşık bulamayan eller, varsa bir lokma ekmeğe veya getirilmişse bir zeytin tanesine uzanacak. Açlık duygusu iyice azdırdığı için, kahvaltıdan pişmanlıkla dönülecek. Bunu, bugün kimlerin başına neler gelecek endişesi izleyecek. Ya işkenceye bizzat gidilecek ya da işkence görenlerin çığlıkları dinlenecek. İşkenceye mola verilip öğle yemeğine az bir zaman kala umutsuz birbeklenti başlayacak. Belki bu kez biraz daha doyarız... Oysa bu beklenti çaresizlikten kaynakll. Olsun, umut umuttur yine de. Ö%le sonrasıdır şimdı. Genelde mesaiye başlama vakti. Biri kolumdan usulca ttıtup çekiyor. İşkence odasına geçiyoruz. İki, kişi kollarım ı, omuzlarıma oturtulan ağaca bağlamaya çalışıyor. Birisi bağırıyor: -Bugün senin son şansın. Ya konuşacaksın ya da ananı... -Seni gebertece%iz! Havalanıyorum. Soruşturma literatüriinde askıya alınmak, tıça%a binmek diye adlandırılır. Havada çakılıp kalıyorum. Bütiin a%ırlık Yollarda. Acı erken işlemeye başlıyor. -Nasıl, duvarlara afiş asar mısınız? diye bağırıyor işkenceci. -Roce Valat mıdır, velet midir, ne boktur ulan (Kiirtçe ve Türkçe çıkan Roja Welat gazetesinin afişlerini kast ediyor). Kürt devleti kurarsınız, ha? Tabi tabi, kurarsınız! Nah kurarsınlz! Ulan biz Ermenilerin kökünii getirdik, sizinkini de getiririz! Kahraman olmak istiyorsun, oruspu çocuğu! İşkenceci, kudurmuş gibi küliirler savurma%a, savurdukça da 54 Bayram Bozyel Nöbetçiler Eğleniyor İki nöbetçi kendileri için yeni bir e%lence icat etmiş. Her biri, emir komutanın kendisinde oldu%unu ve kendi komutlarına uyulması gerekti%ini belirtiyor. Güya kendi aralarında zıtlaşan nöbetçiler hlnçlarını bizden çıkartıyorlar. Gerçekte bir oyun oynuyorlar. Biri, “ayaklarınızı uzatın!” diye komut veriyor. Uzatıyoruz. Hemen ardından diğeri, “ayaklarınlzı toparlayın” diye farklı telden çalıyor. Bu kere kendimize doğru çekiyoruz ayaklarımlzı. Uzatma emrini veren, emre itaat etmedi%imizi söyleyerek bizi dövmeye başlıyor ve ayaklarımızı uzatmamızı istiyor. Ardından, öteki nöbetçi emrini bozduğumuz için sıra dayağından geçiriyor bizi. Bir süre böyle devam ettikten sonra, bu kez emirlerin konusu değişiyor. Biri “kalk!” diğeri “otur!” diye emir veriyor. Her iki durumda da emirlerden birini çiğniyor ve gerekli karşılığı alıyoruz! Diyarbakfr5 Nolu " 57 Umutla Umutsuzluk Arasında İşkeneedeki insan, iki tür boğuşmanın, çatışmarıın içinde hisseder kendisini. Birisi insanım kendi iç çatışmasıdır. Diğeri ise işkenceci ile olanı. Bu iki çatışma birbirlerinin sonuçlarını yakından etkiler. Ama belirleyici olan içtekidir. İç çatışma inançla inançsızlık, umutla umutsuzluk, aydınlıkla karanlık, dirençle tesliıniyet duyguları arasındadır. İnsanın en küçük olumlu ya da olumsuz duygusunun su yüzüne çıkıp berraklaştığı ve biitün zıt duyguların karşılıklı olarak çatıştığı böyle bir durum ancak işkencede olmalı. Oradaki iç çatışma ve hesaplaşma kadar gerçekçi, objektif ve dürüst bir iç hesaplaşma olamaz. Devrimci kişilik ve bilincinize göre ayrı kutuplardaki birçok güç üzerinizde denetim kurmaya çalışır. Kimi daha gür, kimi daha cılız çıkar. Gür olan üste, cılız olan alttadır. Ancak ne denli cılız ve altta da olsa, varolan bir duygu içinizi sürekli 56 Bayram Bozyel öfkelenmeye devam ediyor. Bu son çırpınışlarl olmalı. Bu son darbede de birşeyler elde edememe düşüncesi çıldırtıyor onları. Bütün hünerlerini gösterecekler bu seansta. Keskin acıkollarımda iyice yoğunlaşıyor. A%rı kollarını neşter gibi kesiyor. Bedenim bu acryı hafifletmek için bütün gücüyle kıvranıyor. İşkenceciye karşl duyduğum tiksinti ve kin içimde öfke patlamalarına yol açıyor. Patlamalar da dışa yansımadı%ı için sıkıntıya dönüşüyor. Sıkıntı bedeni zorluyor. Her yanımdan terler akıyor. Kollarımdan birini dinlendirme çabasıyla sa%a sola e%i1erek ağırlığını bir yandan öbür yana kaydırmayı deniyorum. Kendiliğinden, içgüdüsel biçimde oluyor bu. Ama nafıle. Her iki koldan da ba%lı beden, böylesine bir esnekli%e sahip değil. İşkenceciler, kendime do%ru çektiğim ayaklarımı sarkltmam için copluyorlar. Askının verdi%i acıya ek olarak, sırtıma ve bedenimin diğer yerlerine vurarak beni bir an önce konuşmaya zorluyorlar. Amansız acıdan kollarımdan bazı liflerin koptuğunu sanıyorum. Kollar kökten kopsun da yere basabileyim istiyorum, bir an. Diyarbakır5 Nolu 59 karşıya gelen iki dünyadır. Iki dünya görüşü, iki politik yaklaşım, bir kavganın iki tarafı. Her zaman ezenlerin ve ezilenlerin oluşturduğu iki taraf vardır işkence olayında. Devrimci sadece kendisini de%il, insanlık tarihinde zulme ve işkenceye karşı direnişin onurlu mirasını temsil ediyor. İşkence çağlardan beri yaşanıyor ve her işkence olayı devrimcinin deney hazinesine bir yenisini ekliyor. O, tüm bu birikim ve deney zenginliğinin mirasçısı olarak işkenceeinin karşısına çıkıyor. Bu kavganın sonucu ise devrimcinin, bunca deney birikimini, bu zengin mirası ne ölçüde başarıyla direnişe çevirdiğine ba%lı. Ya işkenceci?O da tek başına birkişi de%il. Onun da arkasında, binlerce yıldır sömürü ve zulum düzenlerini sürdüren zorbaların, işkencecilerin tarihi var. O, bu iğrenç mirasın sahibidir. Yöntemlerini kuşaktan kuşağa aktarmış, geliştirmiştir. O, başka ülkelerdeki deneylerden ve teknikten de yararlanıyor. İşkence tekni%i çağımızda, sömürü ve zorbalık dünyasında uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Perde arkasındaki güçler ise işkence olayında en geniş boyutu oluşturuyor. Bu kavgada zayıf ama gelişen ile güçlü olduğu halde çürümeye yüz tutmuş olan karşı karşıyadır. Ezilenle ezenin, özgürlük ile zuLnün, haklı ile haksızın, hümanizm ile vahşetin kavgasıdır bu. Bütün bunlara bakarak, işkence olayında savaşan taraflardan hangisinin daha giiçlii olduğu sorusuna vermemiz gereken yanıt ne olabilir? Genel olarak işkenceci acemi ya da mesle%inde niteliksiz biri de%il. Tersine, bu işte uzmanlaşmış, zulurn tarihinin kendisine sağ1adı%ı biitün olanaklarla donatılmıştır. O, fizik olanaklar bakımından her zaman üstün durumdadır. İşkence araçları en biiyük güç kaynağıdır. Ve o hep bu araçlarla sonuca ulaşmaya çalışır. Fizik güç bakımından devrimci zayıftlr, savunmasızdır. Onun salt çıplak bir bedeni vardır. Bu beden ise işkencecinin, savaşın 58 Bayram Bozyel kemirir, miicâdeleyi bırakmaz; iiste çıkmak için sürekli fırsat kollar. Ama en tehlikeli durum, duygıısal güçlerin eş ağırlıkta oldu%u anlardın. Böyle bir dunımdu tehlikenin gerçekleşmesi, hafif bir denge kaybına ba%lıdır. En ufakfiir duraksama ya ‹İa kararsızlık, dengeyi bir anda bozabilir. Bir devrimci için en güç olanı, işkence altında, teslimiyet duygusu direnç duygusu ile böylesine denk, onunla dişe diş mücadele ederken, ona yol vermemek, daha gerilere itebilmektir. Ancak bundan da zorolanı, teslimiyet duygularımı a%ır basmasının ardından, bir noktada onları durdurabilmek ve yenebilmek... Çünkü insan bir şey konuşmaya başladı mı, artık her şeyin bittiğine ve geriye savunulacak birşey kalmadı%ına inanır veya inandırılır. Bir şey söyledikten sonra, geriye kalanları söylememenin bir anlamı kalmadı%ı düşünülür. Oysa böyle bir düşünce oldukça kötü ve yanlış. Felaketin neresinde olunursa oltınsun, her zaman bir döniiş olanağı vardır ve ne kadar yakın bir mesafeden dönülürse, dönüşo kadar kolay ve sancısız olur. işkenceci belli bir zayıflık gösteren kurbanının işini tümden bitirmek ister ve ona artık her şeyin yitirildiği duygusunu aşılamaya çalışır. de var ki direnme duygusu aleyhine bozulan dengeyi kurmak, çok güç, ama olmayacak biriş değildir. Bir kere başladım, her şey bitti duygusu ile inatla boğuşmak, gerçek direnişin ta kendisidir. İkincisi ise işkenceci ile olan çatışmadır. İşkencecinin çabaları, içteki çatışmanın değişmesine yol açabilir. Ama belirleyici olan asıl insanın iç çatışmasının aldığı biçimdir. Ve genellikle buradaki hakim e%i1im, işkenceciyle olan savaşın kaderini de belirler. Peki, işkence sahnesinde kimler var? Yalnızca işkence gören ile işkenceci mi? İşkence olayı yalnızca iki kişinin karşılaşmasından oluşan bir ilişki mi? O, sadist bir kişinin kendini gerçekleştirme olanağı bulduğu bir arena mı? Bir yönüyle evet. Ama bu yalnızca görünüşte böyle. Gerçekte, işkenceci ile işkence edilenin kişiliğinde karşı Diyarbakır5 Nolu 61 zincirine yeni birhalka olarak katılıyor susuzluk. Dayanamayıp bir kez daha istiyorum. Gururu incinmiş komutan hışımla suratıma iki tokat indiriyor. Her keresinde yanımdakinin üstüne yıkılıyor, tekrar do%ru1uyorum. Başım davul gibi şişiyor. Yerimde bile duracak halim yok. O gün akşam için, zaten yenmeyen yemek tumden yasaklanıyor. Yasak uç kişiye uygulanıyor: Ferdi, Nusret ve bana. Okunan yemek duasına katılıyoruz yine de. Di%er bölümden kaşıkların çıkardığı sesler geliyor. Açlık iyice bastırıyor. İnsan, sanki çektiğimiz tüm açlığın sebebi bu akşamki yasakmış gibi bir öfkeye kapılıyor. Biraz sonra, yemeği görmüş ama yiyememiş arkadaşlarımızın dönüşte içlerinden geçenleri düşünemiyonızo anda. Oksürüklerle varlığımızı duyuruyoruz birbirimize. Her öksürüğün, “işte ben de buradayım” gibi bir mesajı var. Bekleme yerinde kalan üçümüz, birbirimizi daha yakından hisseder gibiyiz, şu anda. Yemeğe götürulenlerin ise gidişiyle dönılşü bir oluyor. Bizim ve onların öfkesi birleşiyor böylece. Belki de onlar da dönüşte, bizim yanımızda kalmış olmayı istemişlerdir. Duygular karmakarışık. Duygular bin bir çeşit. Çok bilinmeyenli bir denklem... Derken bize su da%ıtılıyor. Günün bizi en çok sevindiren işi bu oluyor. Suda yeni bir can buluyoruz. Yaşamak için her şeyimizi yitirmediğimiz inancı güçleniyor. 60 Bayram Bozyel sonucunu kendinden yana çevirmek için, üzerinde acı veren bin bir deney yaptı%ı bir alan olarak devrimci için bir yüktür. Bu beden, bu yönüyle birdezavantajdır. Ne var ki o, inanç ve düşünce bakımından işkeneeciye üstündür. Devrimciye insanlik ‘tarihinin nice soylu değerleri miras kalmlşttr. İşkenceci, zulüm rejiminin sahipleri, efendileri tarafından tüm insani değerlerden koparılınış, hayvanlaştırılmış, saldırganlaştırılmış, bir işkence aracı, hatta falaka ya da manyeto haline getirilmiştir. Eli kolu bağlı insanlara işkence ederken ne kadar güçlülüğü ile övünse, atıp tutsa da bunun biryiğitlik olmadığının, yaptığı pis işin alttan alta farkındadır. O, kurbanı karşısında, onun direnci, uğruna yaşamı göze aldığı inanç ve değerler karşısında bir aşa%ılık duygusunu içten içe sürekli olarak yaşar. Karşısındaki eli kolu ba%lı adam güzel birgelecek için, özgürlük için savaşırken,o köhnemiş zulüm ve sömürü rejimini ayakta tutmak için çırpınmaktadır. İşkenceci, bir ırma%ı, akışının ters yönünde yüzmeye çalışan biri gibidir. Bu onun zayıf, devrimcinin ise celladlar karşısındaki üstün yanıdlr. Kayganın sonucunu belirleyen de işte budur. Bu durumdur ki direnişçiye, bunca eşitsiz koşullarda bin bir engeli alın akıyla aşmaya, işkenceciye güç yitirmeye olanak saglar. Ben acıdan kendimi yiyip bitiriyorum, işkenceciler ise bir şey elde edememekten. Başka seçenekleri kalmıyor. Öldürme sııırıla varmamak için işkenceye ara veriyorlar. Elektrik akımı kesiliyor. Vücudumdaki kızgın şişler sanki birden çekiliyor. Hafifliyor, rahatlıyorum. Rahatlama göreceli elbet. Biraz daha böyle kalsam, bu kez kollarımdaki ağrı yüze vuracak. Beni askıdan indiriyorlar. Ayaklarım üzerinde duramayıp düşüyorum. İki kişi kollarımdan tutup kaldırıyor. Pantolonum yukarıya çekiliyor. Öfkeli olduğu soluk alışverişlerinden belli biri beni çekip götürüyor. Tekrar kafilenin arasına katılıyorum. Susuzluktan içim yanıyor. “Komutanım!” diye seslenerek nöbetçi erden su istiyorum. “Yasak!” diye cevap veriyor. İşkence Diyarbakır5 Nolu 63 Derken, “komutanım” diyor, “bugün ifademi aldılar, gönderecekler beni”. Bunları diyen Ferdi'dir. Bir sevinç gütlesi patlıyor içimizde. Gözlerinden öpmem gerek bu uyanıklığından dolayı Ferdi'nin, diyorum kendi kendime. İfade konusuyla ilgili olan herkesi yeni birheyecan kaplıyor. Bu kez yeni bir bekleyiş dönemi başlıyor. Zaman olarak asla işlemiyor gibi gelen bir dönem. Kişiyi öncelikle, kendi ifadesinin biran önce alınması isteğinin dayanılmaz sıkıntısı basıyor. Ancak bununla da iş bitmiyor. Gözaltına gidebilmek için, birbirleriyle ilişkili görülen tüm kişilerin ifadeleri alınmış olmalı. İfade alma işlemleri bir türlü bitmek bilmiyor. Günlerce süren işkenceler sonrası gelen bu sessizlikte daktilo tuşlarının sesi kulaklarda yankılanıyor. Ve bu içimizdeki başka seslere karışıyor. Sabrın, sıkıntının, sevincin, utancın, acılı günlerin sonu, ya da uzun sürecek zorlu bir hapishane döneminin, gardiyanların, malıkemelerin sesine... İkinci gün de ifadelerin alınma işlemi devam etti. Geriye birkaç kişi kalıyoruz. Derken sıra bana geliyor. Ben ifadesi alınan sonuncu kişi oluyorum. Biri kolumdan tutup kaldırıyor, onu izliyorum, bir sandalyeye oturtuyor beni. En zor dönemleri geride bırakmanın ralıatlığı, şimdi başlayan sıkıntılı dakikaların baskısını lıafifletiyor. Seslerinden, birinin tam karşımda, di%er ikisinin ise sağımda ve solumda oturduklarını anlıyorum. Benimle diyalogu asıl yürüten, baştan beri mesai paylaştığım işkenceci Boğuk Ses'in kendisi. ki onu sonradan çok daha yakından tanıyacaktım ve aramızdaki bütün perdeler kalkacaktı. Hatta beni askıya aldığında, gözbağlarımı açık tutup, işkencedeki tüm malıaretini gözlerimle görme olana%ını sağlayacaktı. Baştan beri sorulan sorular tekrar tekrar soruluyor. Onların burdan bıkmalarını beklerken kendim bakıyorum. Zaman zaman da, tartışma havasında bilgi almaya çalışıyorlar. Aldıkları cevapları, 62 Bayram Bozyel Sevinç Denen Şey Ertesi sabah, bir başka olacak bizim için. Umutlu bekleyişlerin sürgülerini göreceğiz. Sevinç denen şeyi nicedir ilk kez tadacağız. Son ifadelerimiz alınacak. Bu sabah farklı başlıyor. İşkencedekilerin iniltileriyle değil, daktilo tuşlarlnın çıkardığı seslerle. İfadeler alınıyor. Ancak kimlerinki, biletniyoruz. Her bir kaç günde böylesi bir olay yaşanır. Daktilo sesleriyle başlayan sabahları, herkes kendine yorar. Ama sonuçta bu herkesten biri ya da birkaçı uınduğunu bulur, diğerleri ise “feleğin çemberi”nde dönmeye devam ederler. Birkaç kişi gidip geliyor. Ama kimler oldu%unu anlayamıyorum. Merakımız gittikçe kabarıyor. Bir kişi öaha gidiyor. Uzun bir bekleyişten sonra geliyor. Merak duygumuzu iyi anlıyor gelen. B ize ınüjdeyi vermek için uygun zamanı kolluyor. Nöbetçilerin zayıf ya da yumuşak biranını bulmak gerek. Diyarbakır5 Nolu 65 birtaksim bile yapıyor: “Şunlar şuradan olsun diyor, 5unlar da öteki örgütten.” Gözbağlarımın alt kısmını hafifçe aralıyor, imzalamam gereken yeri gösteriyorlar. İfade ka%ıdının boş kalan alt kısmında iki üç kadar imza yerinin yanında benim de imzam için yer açılmış. Kısa birbocalamadan sonra ifadeyi imzalıyorum. Tekrar bekleme yerine getıriyorlar. Bulduğum ilk fırsatta, ifademin a1ındı%ını arkadaşlara iletiyorum. Oturanlar, sevinç ifadesi mırıltılarla tepkilerini sergiliyorlar. Herkesi, gitme sevinci sarıyor. Gelen gidenlere kulak kesiliyoruz. Her içeri girenin, “hadi kalkın, gidiyorsunuz,” demesini bekliyoruz. Bu gecikme sabrımızı giderek taşırıyor. O gün ve geceyi yine Disko'da geçiriyoruz. Olmayan yemekleri yiyor, betonda nizami şekilde yatıyoruz. İşkenceler bir biçimde gece boyunca devam ediyor. Cop sesleri aralıksız bozuyor, gecenin derin sessizliğini. 64 Bayram Bozyel belli bir diizene soktuktan sonra tutana%a geçiriyorlar. hala yeni bir şeyler elde etme umudunu tiiketmemişler. Yıllar süren deneyimlerden, birinsanın son anda bile açık verebi1ece%ini çok iyi biliyorlar. Zorlu işkenceleri atlatıp basit gibi görünen birifade olayında ya da sorgulatnada işkencecinin tuzağa düşürdü%ü insan sayısı az değil. İfade verme sırasında en ufak bir açık, sorgulamanın kaderini değiştirebilir. İşe sil baştan başlanabiÎir. Bana sonsorularını soruyorlar: -Diyarbakır'da ki sorum1u1u%un? -Hayır. -Semt'teki sorumluluğun neydi? -Ya okuldaki sorumluluğun? -Yok. Örgüt iiyesi de%i1im. -Bölüm sorumlu1u%un da mı yoktu? -Yok. Akla gelebilir: “Hayır” ya da “yok” demek bu kadar basitse, “Disko”nun özelliği ne? Sorun, ifade alınırken sorulan sorulara verilen cevaplar de%il. Önemli olan işkenceler boyunca verilen sınavdır. Bu sorular ve cevaplaro zaman şekillenmiştir. Şimdi yapılan ise onlara son biçimini vermek oluyor. E%er şimdi bir soruya kolaylıkla hayır diyebiliyorsam, ona, tüm işkenceler boyunca hayır diyebildi%im içindir. Her şeye ra%men, işkenceci sonuçtan memnungörünmüyor. İfadelerime kendisi de mutlaka biraz katkıda bulunmak istiyor. İfadeleri daktilo edene talimat veriyor: -Tumden sorumsuzluk olur mu? İfadesine Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Bölümü sorumlu yardımcısı diye yaz. İtiraz ediyorum, dinlemiyor beni. Yazıcı aynen yazıyor: -E%itim Fakültesi, Sosyal B ilgiler B ölümü sorumlusu yardımcısıydım. Son olarak da tanımadığımı söylediğim birkaç kişinin adlarını, tanıyormuşum biçiminde yazdırıyor. Kendine göre Diyarbakır5 Nolu 67 dayandırllıyor. Dolmuş hareket ediyor. Geldiğimiz yolu izliyoruz. Hareket noktasından kısa bir süre sonra, sola saparak anayola giriyoruz. Bu şehir merkezine giden yoldur. Sonra tekrar sola saparak anayoldan ayrılıyor, askeri alana giriyoruz. Çok geçmeden dolmuş duruyor. İndiğimiz yerde gözbağlarımızı alıyorlar. Yirmi günden sonra ilk kez gözlerim güneşi görüyor. Gözler parlak güneşte kamaşıyor, bir süre hiç bir şeye bakamıyor, hiç bir şey göremiyorum. Herkes gözlerini ovuyor. Gözbebekleri yavaş yavaş ışığa alışıyor. Herkes sersem bakışlarla birbirine, yere, gökyüzüne bakıyor. Yüzler ne kadar da değişmiş! Yirmi gün önce kanlı canlı yiizlerdi bunlar; şimdi birderi bir kemik kalmışlar. Göz çukurları derinlere kaçmış. Sakallar, saçlara inat uzamış. Göz bağlarının geçti%i burun keıniğinin üstü ve göz kenarları yaralar bağlamış. Yaralar su tutmuş, pıhtıcıklar patlamış. Orada devir teslim yapılıyor. Bizi teslim alanlar, yirmi gün önce bir kaç saatliğine konakladığımız gözaltı 1. Koğuşuna götürüyorlar. Koğuş kapısı açılıyor. Kapıda, yüzlerce göz üzerimize dikili, bizi karşılıyor. İşkenceden kurtulma sevinciınizi paylaşan bu gözlerdeki duyguları okumak güç olmuyor. Karşılıklı sevinçlerden görkemli bir tablo oluşuyor. Kapıdakiler bizi kucaklamak için sıraya giriyor, itişiyorlar. “Hayata gözlerini açma” deyimi, Disko'dan dönenlerin duygularını ifade etmek için söylenmiş sanki. Tam o slrada gidenler var. Bazıları adli müşavirlikten serbest blrakllmış; aralarında tanıdıklarım da var. Böylece sevinçler kattanıyor. Onlar tümden gitmenin, bizler ise vahşetin pençesinden kurtulmanın sevincini yaşıyoruz. Karşılama ve vedalaşmalar içiçe geçiyor. Fırsatı değerlendirmek gerekiyor. Bir dostla dışaHya selam yolluyorum. Biz yarım saat geciksek ya da onlar yarım saat önce gitmiş olsalar, dışarıya haber yollama fırsatı kaçmış olacaktı. 66 Bayram Bozyel Gözlerim Güneşi Görüyor Ertesi gün öğleden sonra, “kalkın!” sesi geliyor nlhayet. Tekme tokat eşliğinde, eşyalarımlzın ilk alındığı yere geliyoruz. Ağır aksak bir işleyişle eşyalar sahiplerine veriliyor ve bizi sıraya diziyorlar. Sıranın başında duranın yüzü duvara dönük. Ötekiler onun arkasında bir kuyruk oluşturuyoruz. O anda, teslim edildiğimiz erlerden ikisi, postallarıyla kuyruğun en arkasındakinin sırtına bastırıyor, kuyruğu öne doğru sıkıştırıyorlar. Yaptıkları işten keyiflenip kahkahalar atıyorlar. Sonra, verilen komutla hareket başlıyor. Herkes önündekine tutunarak yürümeye çalışıyor. Buraya geldiğimiz günkü numaralar aynen tekrarlanıyor: “Başınızı eğin, tünelden geçiyorsunuz! Sağa dikkat edin, çukura düşeceksiniz”. Dolmuşa, birbirimize tutunarak biniyoruz. Herkes öne doğru eğiliyor. Gözler bağlı, başlar öndeki koltuğun arkasına Diyarbakır5 Nolu 69 düşündüren; işkence altında geçecek soruşturma idi. Oysa şimdi sorunlar daha değişik, çok yönlü ve karmaşık. Hem soruşturma döneminin birmuhasebesini yapıyor, hem de önümüzdeki sürece ilişkin sorulara cevaplar arıyoruz. Mahkemeye çıkınca neler olacak? Serbest bırakılacak mıyız? Tutuklanırsak cezaevinde uzun süre kalır mıyız? Orada durumlar nasıl? Tüm bu soru ve güçlükler karşısında moral olarak hazırlıklıyız. En büyük dayanağımız inancıınız ve soruşturmada verdiğiniz sınav. İnancımız, her zamanki sermayemiz ve belirleyici gücümüz oldu. Soruşturmadaki süreç ise u%runa mücadele verdiğimiz soylu dava için parlak bir sınavdı. Bu inanç ve dava bilinci birçok badireyi aşmak için yeter ve artar bile. Bu ara gözaltı bir hayli kalabalık. İki kişiye ancak biryatak düşüyor. Yataklar bir kişiye bile yetmeyecek küçüklükte ve yetersiz. Her taraf kir içinde. Kış soğugunda buz gibi suyla banyo yapmayı göze alan az kişi var. Çamaşır ve bulaşıklar için verilen su da hem az hem de soğuk. Her taraf bitlerle dolu. 5060 kişiye bile yetmeyen yemek 120-130 kişiye dağıtılıyor. Burada da insanlar sofradan aç kalkıyorlar. Soruşturmada iğne ipliğe dönen insanlar için bu yemek, onu ayakta tutmaya yetebiliyor ancak. Beslemek için geriye kantin denilen yerde alınan yiyecekler kalıyor. Bu da kolay değil. Dışarıdan alınabilen para son derece sınırlı. Ayrıca, hem kantinde bulundurulan yiyecekler bu kadar kişiyi beslemeye yeterli değil, hem de son derece bayat ve pahalı. Kantini çalıştıran subay ve askerler burayı bir vurgun yerine çevirmişler. Sattıkları şeylere diledikleri astronomik fiyatları koyuyorlar. Nasıl olsa insanlar bir şeyler satın almak zorunda. Böyle olunca da, ço%u kez, bir hayli para ödeyerek ancak birkaç bisküvi alabiliyoruz. Bu koşullarda sağlıktan söz etmek komik kaçar. Çoğu insan, zaten soruşturmadan sakat ya da hasta olarak gözaltına gelmiştir. İnsanlar çeşitli hastalıklara karşı dirençsiz bir haldedir. Gözaltında sa%1aın insandan söz edilemez. Bütün bunların 68 Bayram Bozyel Onlar gittikten sonra çevremiz tekrar sarılıyor. Bir yandan tıraşımız yapılıyor. Yıkanmamız için so%uk da olsa, su hazırlanıyor. Yıkandıktan sonra arkadaşlar ellerindeki temiz çamaşır ve elbiselerden veriyorlar. Yiyeceklerden ne varsa ikram ediliyor. Bir yandan da bizi, işkencedeki durum üzerine soru ya%muruna tutuyorlar. Orada kalanlardan haber somyor, sağlık durumumuzla ilgili bilgi alıyorlar. Bu insanların ço%u, daha önce yaşadıklarımızın aynısını yaşamışlar. Birçoğunu tanımıyoruz bile. Onların böylesine candan ilgisi, dostluğu, işkencelerin yol açtığı yaralara merhem gibi geliyor. Burada böylesine sıcak ilgi ve dostluk, kuşkusuz, yaşanılan ortak koşullardan kaynaklı. Zulüm, insanları ezip yaralarken, aynı zamanda onların yakınlaşıp bütünleşmelerine de yol açıyor. Ortak yaralar ortak duygulara dönüşüyor. O zamanlar, gözaltı, hala yaşamlır özel1i%ini bir parça koruyordı. Hele soruşnırmadan dönenler için, yaşama dönüş yolunda bir durak gibi bir şeydi. Bir soluk alma yeri... Soruşturmadan sonra tunıklanma ihtimali olmayan biri için gözaltı, bunca ağır işkencelerden sonra, serbest bırakılmanın eşiği sayllırdı. Tutuklanacaklar içinse, belli ve süreli bir işkenceden, sınırsız ve belirsiz cezaevi işkencesine geçiş aralığı idi. İki muharebe arasında verilen bir mola. Başka bir deyişle, gözaltı, işkenceler için adam devşirir ve işkence yerleri arasında, soluk alınan bir konaklama yeri görevi yapar. ü'e var ki kısacık gözaltı siiresinde, böylesine kısıtlı olanaklarla, ne açılan yaraları tiimiiyle onarmak mümkündur, ne de açılacak yeni yaralara hazır hale gelmek için yeterince güç depolamak olanaklı. Yine de bu koşullarda bu kısa durak insanlar için önemli. Onlar kendilerini bir ölçüde toparlıyorlar. A%ır soruşturma günlerinin muhasebesini yapıyor, geleceğe hazırlanıyorlar. Dışarı ile belli diyaloglar kuruluyor burada. Soruşturmaya gitmeden önce bizi bekleyen sorunlar ve arayışlar farklıydı şimdikinden. O zaman, bizi en çok Öiyarbakır5 Nolu 71 Bu arada sigara içilir ve eğer varsa, çok pahalı da olsa çay getirilir. Sağda solda kendiliğinden sohbe*.ler kurulur. Gidilecek cezaevinin koşullarına uyum sağlamak için şimdiden, Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı'nın on kıtası ve diğer bir kısım marşlar ezberlenîr. Okuma yazma bilmeyenlere yardımcı olunur. Koğuşun boş kısımlarında volta atılır. Ö%lene doğru havalandırmaya çıkılarak bir erin rehberliğinde yürüyüş yapılır, marş okunur, koşulur, biraz da kültürfizik hareketleri yapılır. Ardından serbest dinlenmeye geçilir. Bu süre içinde kantinden alışveriş yapılır, ciğerler temiz hava alır, volta atılır. Öğlen yemeğine başlamadan önce, her öğünde yapıldığı gibi yemek duası okunur. Bu duanın, soruşturmada okunan yemek duasından küçük birfarkı var: bunda, “vatan hainleri kahrolsun!” cümlesi okunmaz. Sonra, büyük bir iştahla yemeğe başlanır. Ama, yemekten aç kalkılır çoğunlukla. Yemek yenilen kaplar kısa sürede soğuk suyla yıkanır. Saat üç ya da dörtte havalandırmaya çekilir. Yarım saat ya da 45 dakika süren havalandırma boyunca yürüyüş yapılır, sigara içilir, konuşulur veya kantinden alışveriş yapmak için kuyruğa girilir. Ö%1en sonu havalandırmasında eğitim yoktur. Havalandırma döriüşü, akşam yemeğine kadar koğuş serbest bırakılır. Akşam yemeğinden sonra tekrar içtima var. Düzenli sıralar halinde, sabahki gibi, Andımız, Gençliğe Hitabe ve İstiklal Marşı okunur. Daha sonra, yerinde sayarak diğer marşların okunmasına geçilir. Gelen görevliler sayım yaptıktan sonra, dışardan gönderilen para ve gidecekler sahiplerine dağıtılır. Saat 10 yatma vaktidir, kendi içimizden seçilen koğuş nöbetçilerinden başka herkes yatmak zorundadır. Akşamdan sabaha kadar, her saat başı, sırayla ikişer kişi nöbet tutar. Nöbetçi tutuklular, devriye gezen erlere tekmil vermek zorundadırlar: “1 .Koğuş saat ... nöbetçisiyim, nöbetimde vukuatım yoktur 70 Bayram Bozyel yanında sa%lıkla, hatta ölümcül derecede hasta olarılarla ilgilenen yok. Zaten, insanları bilinçli olarak bu duruma getirenlerin, onların sağlığı için endişelenmelerini ya da tedbirler almalarına diişünmek gülünç olur. Buna karşın bedenlerinin dîş yüzünde yara bulunan insanlarla iki nedenle ilgileniyorlar. Bunların, söz konusu açık yaralarla dışarıya veya mahkeme karşısına çıkmasını sakıncalı buluyorlar. Burada, soruşturma yerinde oldu%u türden sürekli ve sistemli bir işkenceden söz edilemez. Zaman zaman kaba dayak atılır ve dayak korkusu sürekli canlı tutulur. Özellikle yeni yakalanan ya da doğrudan soruşturmaya götürülüp oradan gözaltına getirilen kişiler tokat ve cop dayağından geçirilir, yerde süründürülür, çeşitli aşağılayıcı davranışlarJa yüz yüze bırakılır. İnsanlar sık sık gözaltındaki kurallara uymadıkları gerekçesiyle dövülür veya çeşitli cezalara çarptırılır. Yönetim, gözaltına kendi adamlarını sokarak ya da bazı zayıf unsurları elde ederek burada olup bitenlerden sürekli bilgilenmeye çalışır. Gözaltında güm do%madan yataktan kalkıllr. Karanlıkta kahvaltı yapılır. Herkes, zorunlu olarak sakal tıraşı olur. Sonra, beşerli sıralardan oluşan içtima düzenine geçilir. Bu şekilde, yerinde sayarak ko%uş sorumlusunun eşliğinde marşlar söylenir. Andımız, Gençliğe Hitabe ve İstiklal Marşı okunur. Bu iş her sabah 1.5,2 saat kadar devam eder. Ardından, birastsubay ve iki erden oluşan bir ekiple sayım yapılır. Sayım ekibi ko%uşa girerken, ko%uş sorumlusu tutuklulara “hazırol” komutuve ardından uzun bir“dikkat” çeker. Sonra tekmil verir: “1.Ko%uş; ... mevcutla, vukuatsız olarak emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” Astsubay ve erler, mağrur biredayla hazıroldaki insanların önünden geçer, onları bir de kendileri sayarlar. Ayrıca herkes tıraş kontTolünden geçirilir. Daha sonra sayım ekibi, yine koguş sorumlusunun çektiği “dikkat” komutuyla çekip gider. Ko%uş serbest bırakılır. Diyarbakır5 Nolu 73 Yine “Disko Dolmuşu” Gözaltında varolaıl sorunlar içinde bizi en çok meşgul eden, soruşturınadan gelirken geride bn'aktığnrız birkaç dostuınuzdu. Sortışturmadaki insanlar genel olarak bizim için bir kaygı nedeni. Atna tanıdıkların varlığı bizim için doğrudan birendişe oluşturuyor. Onların ordan biran önce dtinmesini ne çok istiyoruz! Bu arada “Disko* dolınuşunını geldi%i haber veriliyor. Hepimiz kapıya hücum ediyoruz. Arabadan göz1eı'i ba%1ı indirilenler var. Onları seçmeye çalışıyoruz, ama uzaktan kim oldukları alılaşılanııyor. Yelıi gelenler az sonra ko%uşa getiriliyor. Evet, aralarında tanıdıklar var, ama tiiınii değil; iiç kişi eksik. Yeni gelenler bütün ilgilerin ve soruların hedefi oluyorlar bir anda. Tıraş, temizlik, giyim ilk yapılanlar arasında. Ardınd°!*• günlerdir yemeğe hasret ınideleri için küçük çaplı girişimler oluyor. Fazla bekleyemeden, geride kalanların durumu hakkındaki 72 Bayram Bozyel komutanım!” Nöbetleri sırasında tutukluların ko%uşta dolaşması, oturması ya da konuşmasına rastlanan nöbetçiler, sabahleyin askerler tarafından dövülerek cezalandırılır. Diyarbakır5 Nolu 75 Koğuştan birkaç arkadaş, kaygılı bir şekilde el sallıyorlar bana. Mehmet Çavuş, beni bekleyen dolmuşun kapısında çökmemi istiyor. Bir gözba%ı ile gözlerimi hafifçe ba%lıyor. Eğer gözba%ı sıkıysa, gevşetebileceğini belirtiyor. İsteğim üzerine biraz daha gevşetiyor. Sonra “merak etme, bir şey olmaz” diye fıslldıyor, kulaklarıma. Bu sözler bana büyük birgüven veriyor. İçimdeki sıkışıklığın bir anda hafiflediğini hissediyorum. Beklenmeyen yerden gelen bu destek, beklenmedik gidişi dengeliyor biryerde. Dolmuşa bindiriliyorum. Önde iki görevli var. Arka sırada, tek başımayım ben..Dolmuş hareket ediyor. Öndeki görevlilerden biri, uzanmam için sesleniyor. Olduğum yerde sırtüstü uzanıyorum. Zaten iyice gevşek olan gözbağımın altından, geçtiğim yolun kenarında bulunan çıplak a%açları, binaların üst katlarını ya da çatılarını görebiliyorum. Uzun süre ışığa ve dünyaya kapalı kalacak gözlerimin, bir süre için de olsa doyuma ulaşması için, dolmuşun arka koltuğu hizasına düşen yolun sa% tarafındaki manzaraya dalıyorum. Arka planda dağınık akbulutlar ve onların arasında parçala, parlak gök mavisi. O sonsuzluk içinde işkencenin sınırlılığını ve ona mutlaka direnmek gerektiğini diişünüyorum. Gök mavisi işkencenin karanlığına iistün gelmeli. Bu defaki işkence daha uzun -30 gün- sürecek, daha karmaşık ve zorlu olacaktı. Bu zorlu günler boyunca, zaman zaman, bir olayı tekrar yaşamanın rahatlığl içinde, bir kır gezintisine çıkar gibi davranacağım. Bazen de umutsuzluk ve yıkıntının kıyılarında dolaşacağım. Direncim tükenmeye yüz tutup teslimiyetin bir kabus gibi üzerime çöreklenmeye kalkıştığı sırada, ellerim ateşe dokunmuş gibi silkeleneceğim. Coşku ve güven verici duygular, direnme sevinci ile kararsızlık, bocalama, korku, bir zincirin halkaları gibi uzayıp gidecek. Halkalar durmadan çeşitlenecek, bir mozai%e, duygu panayırına döniişecek. İşkenceci ile her boğuşmadan sonra, ona işine yarar birşey söylememenin, teslim olmamanın mutluluğu, bu soylu duygu, direnmenin eşsiz tadı yaşamım boyunca damaklarımda kalacak. İşkenceciye, bu 74 ' Bayram Bozyel merakımız patlıyor. Gelenler, onların şimdiye kadar direndiklerini ve direnmeye devam ettiklerini söylüyorlar. Bu sözler bizi derin bir rahatlığa kavuşturuyor. Onlar adına, gururumuzun okşandı%ını hissediyoruz. Ama onlar orada kaldıkça, tümden rahatlama olanağımız yok. Soruşturmada birsaat fazla kalmak bile, endişe duymamız için yeterli neden. Çünkü işkenceciler son ana kadar bir şeyler elde etme umudunu bırakmaz, insanları çözmek için sıkıştırırlar. Gözaltına gelişimizin yedinci günündeyiz. Serbest olduğumuz bir öğlen sonunda bazı dostlarla toplanmış sohbet ediyoruz. Gözaltında geçirdiğimiz süreyi göz önünde tutarak yakında mahkemeye çıkarılabileceğimizi düşünüyoruz. Yakın gelecekte bizi bekleyenlerin bir tahminini yapmaya çalışıyoruz. Sohbetimiz koyulaşıyor. Çevremizde benzeri konuşmaların yarattığı uğultuyu duymuyoruz bile. Tam bu sırada kapıdan bir ses geliyor, bütün başlar oraya dönüyor. Bir isim okunuyor. Kulak kesiliyoruz. Evet, okunan benim ismim. “Bayram Bozyel Disko'ya hazırlansın!” Ko%uşu derin bir sessizlik kaplıyor. Herkese beklenmedik bir felaketin uğursuz haberi gibi geliyor bu. Herkes bana bakıyor. Gözlerde, benim için bir şeyler yapmak isteyip de yapamamanın üzüntüsü okunuyor. Ani şaşkınlık ve üzüntü yerini hemen bilinçli bir ilgiye bırakıyor. Çevreden, moral aşılayıcı destekler ge.!•eye başlıyor. Giymem için kalın elbiseler getiriyorlar. Uzüntü, teÎaş, ilgi, içiçe geçiyor. İçime bir a%ırlık çökuyor. Bir an kalbimin sıkıştı%mı hissediyorum. Yalnızca beni götürmeleri, kafamda karmaşık duygulara yol açıyor. Ancak kısa sürede toparlıyorum kendimi. Yo%un birilgi ve karışıklık içinde, getirilen elbiseleri giyiyorum. Saatimi ve benzeri eşyalarımı koğuşa bırakıyorum. Bir kaç dostla kucaklaştıktan sonra büıtun koğuşa “Hoşçakalın!” diyorum. Arkamdan, güç ve moral verici seslerden bir uğultu yükseliyor. Görevli çavuşla birlikte giderken, havalandırmada bulunan 2. Diyarbakır5 Nolu 77 Ne korkunç şey! Hayatımda beni bu denli yıkan birolay yaşamamıştım. Dizlerimin bağının çözüldüğiinü sandım o an.O böyle konuştuktan sonra, artık uğrunda direnilmesi, söylenmemesi gereken bir şey kalmış mıydı? Benim başka türlü davranmamın bir yararı var mıydı? Sorular peş peşe kafama akın etmeye başladı. “İşte”, diyor işkenceci, “hala itiraz edecek misin? Geçen defa ucuz kurtuldun. Bu defa her şeyi anlatacaksın, Bayram.” Kafam paramparça. Düşüncelerim karmakarışık. Bu olumsuz duruma ra%men kendimi tümden bırakmıyorum. Ayakta kalan bir şeyler var içimde. Onlara yaslanıyorum. Kararsızlığa son veriyorum: “Bir şey bilmiyorum.” Hemen beni geniş bir arallğa çıkarıyorlar. İşkenceci, ellerimi üst üste koymamı istiyor. Elindeki balta sapı kalınlı%ındaki bir kalasla vurmaya başlıyor. Her vu.ruştan sonra el değiştiriyorum. İlk birkaç vuruşta yiiz şeklini bozmamaya çalışıyorum. Sekiz on vuruştan sonra acı içime çörekleniyor. Fiziksel direncim azalıyor, yüzüm buruşuyor. Acı bütün bedenimi kaplıyor. Normal soluk alışverişim, yerini vuruşlara uyumlu bir iç çekişe bırakıyor. Ezilen parmaklar kendiliğinden avuç içine do%ru büziiliiyor. İşkenceci, şişip büzülmekten bir yumru haline gelen ellerime vurmaya devam ediyor. Her vuruşta dizlerimden hafifçe çökuyor, eğiliyorum. Dirseklerimde kalan güçle ellerimi havada tutmaya çalışıyorum. İşkenceci yorulduğu için dayağa son veriyor. İçeri götürerek orada birine teslim ediyor beni.O da ellerimi masarnn üstüne koyarak, ince bir ağaçla yufka açarcasına bastırıyor. Büyük bir sizi duyuyorum. Sızıdan kurtulmak için ellerimi çekiyorum, ancak işkenceci bırakmıyor. Daha bir bastırarak işini sürdürüyor. O devam ettikçe sizi da artıyor. Bu şekilde işine 4-5 dakika devam ediyor. Ellerim serbest bırakılınca derin bir nefes alıyorum. Ellerime bir şey olmamış gibi rahatlıyorum. 76 Bayram Bozyel dünyanın en aşağılık yarattığına karşl direnmek, insanoglu için iyi ve güzel olan her şeyi koruma kavgasına dönüşecek. Arabadan indirilip, korku salan bir sessizlik içinde işkence binasına götürülüyorum. İçeride bir yerde, yüzüm duvara dönük olarak beklemeye alınıyorJın. Çevremdeki ayak seslerinden gelip gidenlerin varlığını fark ediyoruırı. Bir ara biri yaklaşıp soruyor: “Sen bir hafta önce buradan gitmedin mi?” “Evet”, diyorum. Soruyu soran, işkencedeki görevli onbaşıdlr. Buraya ilk getirilişiınde, geceleyin beni falakaya yatıran onbaşı. Orada, biraz sonraki davranışından da anlaşılacağı gibi, henüz her şeyini yitirmemiş. Sivil yaşamda otobüs muavinliği yaptıgını söyleyen ve şivesinden Kayseri'li ya da o yörelerden oldu%u anlaşılan bu kişi, bir korku kompleksine kapılmış. Kaç kez, bizden korklnadığını söylemek ve dışarıda karşılaşırsak kendisine ne yapacağımızı sormak gere%ini duydu. Bir gün bana yönelttiği bu soruya şöyle yanıt verdim: “Sana bir kötülük yapmayı düşünmüyorum desem, bunu korkudan söylediğimi sanacaksın. Kötülük yapmayı düşünsem de içinde bu lundugum durum nedeniyle söy leyemem. Do%rusu şu: Sana nasıl davranacagımı karşı1aştıgımız zaman göreceksin.” Bunun üzerine sessiz kaldı ve bir daha da ayni soruyu sormadı. Evet, adamım geldi nihayet. Beni, bulunduğun duvar dibilıden alarak bir odaya götürdü. Gözbağlarıını açtı. Karşımda, bir sandalyede oturmuş, uzun işkencelerden sonra iyice yıpı'anmış, gözleri iyice kaymış, derisi kemiklerine yap ışıniş bir yoldaş vardt. Ezik birifade ile konuşmaya, daha doğrusu konuşturulınaya başladı: -Her şey bitti. her şey ortaya çıktı. Artık direnmenin anlamı yok, bildi%ini söyle. Diyarbakır5 Nolu 79 Bu, açık bir yaraya bıçağı tekrar tekrar batırıp çıkarmaya benziyor. Yara sulanıp iyice cıvıklaşıyor. Tırnaklarımın altından kan sızmaya başlıyor. Kısa sürede ellerim yamuklaşıyor, daha da şişiyor. İşkenceci kudurmuş bir hayvan gibi vuruyor ve ellerimi koparacağına yemin ediyor. Vuran durup dinleniyor biraz. Başkası geliyor. Gözbağımın altından görüyorum. Elinde ince, yaş bir çubuk var. Ellerimi açmam için zorluyor ve bu değnekle bu kez o, kopar gibi olan ellerime vurmaya devam ediyor. Bana tattırdığı aclnın farkında, bundan pek hoşlanmış görünüyor.O vururken ben ağzımdan çıkan avazlara engel olamıyorum birtürlü. Bu seans bittikten sonra bir kez daha yere yatırılıyorum. Ayaklarımı kendi gücümle havada tutmam mümkün değil. Falaka aracına sıkıca bağlayıp vurma pozisyona getirilmek için iki taraftan kaldırıyorlar. İrin bağlamış, patlamak üzere olan bir yarayı andırıyorlar. Bir kan torbası gibi. İşkenceci vurmaya başlıyor. İlk seansta, dokuzuncu, onuncu vuruşa kadar kılım kıpırdamamıştı bile. Oysa bu kez daha ilk vuruş, önlenmesi mümkün olmayan birçığlığa sebep oluyor. İçten gelen bu bağırışların sonu dayak bitineeye kadar gelmiyor. Bağırmaktan sesim kesiliyor zaman zalnan, boğazım kuruyup tıkanıyor. İçim sıkışıyor. Boğazınıdaki ses bir hırıltıya dönüşüp kesilir gibi olduğunda, biri ayağlyla ağzıma basıp ba%ırmamı istiyor ikide bir. Sesimin tümden kesilmesinden çekiniyor olmalılar. Ne kadar olduğunu kestiremediğim bir zaman sonra dayak kesiliyor. Kalkmaml istiyorlar. Kalkmaya yelteniyorum, ama takatim tükenmiş. Sağa sola kıvrılarak kalkmak için ellerime dayanmak istiyorum, ama bir yaran yok. Kollarımdan tutarak kalkmam için destek oluyorlar. Ayakta bir süre zıplıyorum. Her yere değişinde ayaklarımdaki sizi yükseliyor. Zıplamak yerine bu kez birini kaldırıp diğerini indirmekle yetiniyorum. Yerimde 78 Bayram Bozyel İşkenceci, ara vermeden beni tekrar geniş aralığa götürüyor Ayakkabılarımı çıkarttırıyor. Sırtüstü uzatıyor beni ve ayaklarımı kaldırmamı istiyor. Bu kere ayaklarımı ba%1ama gereğini duymuyor. Ellerime vurdugu ağaçla ayaklarıma vurmaya başlıyor. Vuruyor, vuruyor. Ağrılar aras+nda bir seçim yapamıyor insan. Ellerime vurulurken, bir bitse diyordum. Şimdi aynı şeyi ayaklarım için istiyorum. Korkunç sizi sabırsız1ı%ı son haddine vardırıyor. Havada tuttuğum ayaklar yavaş yavaş aşağı kayıyor. Tüm direncime rağmen onları havada tutamıyorum. İşkenceci yine de vurmaya devam ediyor. Sağ yanıma ylğılıyorum. Ayaklar bükük, yerde. İşkenceci yerde vurmaya devam ediyor. Bir süre sonra duruyor. Sırtımdaki elbiselerden tutarak beni ayağa kaldırıyor. Ayaklar üç katına çıkmış şişmekten. Bir şeyler bağlanmış gibi ağırlaşmışlar. Acıdan sürekli ayak degiştiriyorum. İşkenceci, yanımızda duran onbaşının sırtıma binmesini istiyor. Onbaşı işkenceciye yalvarırcasına, “Yapamam komutanım, binemem!” diyor. İşkenceeinin kendisi sırtıma biniyor. Gözlerim bağll olarak beni dolaştırmaya çalışıyor. Dirençsizlikten yere düşerek bir daha kalkamıyorum. İşkenceci sırtından inerek beni yerde tekmeliyor. Şimdi herkese sorulan soru “komiteler”dir. Komiteler kimlerden oluşuyor? İşkenceci beni yerd•n kaldırarak tekrar soruyor: -Sen biliyorsun oğlum. Söyle, nerelerde komite var? Kimler bulunuyor bu komitelerde? Devam ediyor: -Artık bize yutturamazsın. Ananı s.., ya komiteleri söyleyeceksin, ya da ölünü anana göndereceğiz. -Hayır diyorum ısrarla, komitelerden filan haberim yok. -Aç ellerini! diyor işkenceci hınçla, seni geberteceğim! Ellerimi üst üste koyup uzatıyorum. İşkenceci vurmaya başlıyor. Bu defaki sizi daha farklı. Dayanılır gibi değil. Kan dolan ellerim çatlayacak gibi. Derileri incelmiş, yırtılacak bir kağıt sanki. Diyarbakır5 Nolu 81 geçmeme izin vermiyor. Kendimi bo%ulur gibi hissediyorum. Bağırmaya çalışıyorum, ama sesim bir türJii çıkmıyor. Bağırma girişimim birkaç kez tekrarlanıyor. Sonunda yüksek bir sesle ba%ırabilmeyi başarıyor ve uyanıyorum. Uyanmakla sanki kurtuluyor, derin bir soluk alıyorum. Beni bo%acakmış gibi iistiime çöken bir kabustan kurtulup soluk almak, işkencede de olsa, gerçek dünyaya dönmek bana çok güzel görüniiyor. Bu durum sabaha kadar birkaç kez tekrarlamyor. Sabahleyin, korkuyla geçen bir geceden kurtulmanın sevinci ile işkenceyle dolu yenı bir giine başlamanın tedirgirı1i%i birbirine karışıyor. Bu yeni giin, yapılacak işkenceler açısından oldukça yo%uıı geçiyor. DefaJarca falakaya yatırılacağım. Bunu ellerinin uzatılması izleyecek. Onu da tekrar falaka işlemi. Bazen de omuzum, sırtım ve bacaklarım boydan boya vuruşların hedefi olacak. Genelde en keskin acıo anda yaşanan acıdır. En gaddar işkence o anda yapılan işkencedir. Oysa işin bir boyutu daha var. Beden güç yitirdikçe yapılan işkencenin etkisi artar. Aynı dozda yapılan işkence tıst üste iki kez tekrarlandı%ında, ikincisi birincisinden daha ylpratıcı ve ağır gelir. Aynı noktaya vurulan ikinci darbe, birincisinden daha çok acı verir. Diin, kısmen sağlam olan bedenime işkence yapıldı. Bugün ise dünden kalan yaraların ve izlerin üstiinde sürdürulüyor. Bugünkii acı, dünkiinü çok geride bırakıyor. Akşama do%ru, sözde bu günlük işkenceye son veriliyor. Beni, lavabo ile tuvaletler arasında kalan yere götüriiyorlar. Burada beton zemine tuzlu su dökülmtiş. “Adamım” beni buraya getirtip gözba%larırnı açıyor. Çoraplarımı çıkartarak tuzlu suda dolaşmaya zorluyor. Tuz, yer yer çatlayan ayak tabanlarıma hemen sızıyor, büyük bir acı veriyor. Sonra ellerimi ttızlu suya sokmaır için baskı yapıyor. Tuz ellerimi cam parçaları gibi kesiyor. Tırnak diplerinde açılan yarıklara kaçıyor. Başımda dııran, ellerini tuzJu suya sokmaktaki çekingenliğiıni görünce, ellerime ayaklarıyla basıyor ve evire çevire eziyor. Böylece ellerin ttızla teması daha 80 Bayram Bozyel daha hızlı zıplamam için işkencecilerin yaptı%ı zorlamanın hJbir etkisi olmuyor. Beni birduvarın öniine getirip şişen ellerimi duvara vurmamı istiyorlar. Onları büyük biracı içinde duvara umuyorum. Bir nöbetçi eri, vurmaya aravermemem için yanım‹ia bekletiyorlar. Ara sıra acıdan durduğumda, nöbetçi er tiife%inin dipçiğiyle sırtıma vuruyor. Duvara el vuruşum ve şişen ayaklar üzerinde zıplayışlar ayrı bir işkence oluyor. Birisinin uyarısı üzerine bu işe son veriliyor. Giymem için ayakkabılarımı önüme fırlatıyor, götürüp bekleme yerine otırtıyorlar. Gecenin geç saatleri olacak. Disko'ya geldiğimde hava zaten kararmıştı. Akşamdan bu yana işkenceyle cebelleşmekten 5-6 saat geçti. Bu gecelik işkenceye son veriyorlar. BİR nöbetçi er yanıma gelerek neden kıpırdayıp mırıldandı%ımı soruyor. Oysa benim hiçbir şeyden haberim yok. Yarı baygın bir durumda olmalıyım. Erin sordtığu soruya bir anlam veremiyorum, bir şey yapmadığımı söyluyorum. Bunun iizerine, durumımtın farkında olan bir başka tutuklu, yaraların verdi%i acıyla kıvranıp inlediğimi açıklıyor. Nöbetçi erin insaf damarı tutuyor, bir şeyy iyip yemedi%imi soruyor. Gidip birparça etmekle bir tassu getiriyor. Ekmeği elime tutıışturııyor, ama onu tutacak el yok. Ekme%i tufinaya çalışmak bile korkunç bir acı veriyor. Ekmeği, iki bile%imle tutarak bir anda bitiriyorum. Ardından bir solrıkta suyu içiyorum. Ekmek ve stı bana göreeeli bir giiç kazandırıyor. O gece sabaha kadar defalarca uykudan sayıklayarak uyanıyorum. Her uyarnşlmı nöbetçi erlerin viicudumda patlattıkları cop sesleri izliyor. Ağır yorgıınluk nedeniyle uyanır uyanmaz tekrar dalıyortıır. Uyku, kabuslarla dolu boğuşmaya dönüşüyor. Kendimi de%işik bir yerde buluyonım. Çevre bana do%nı daralıyor. Gökyiizii yere doğru alçalıyor. A%açlar, dört bir yandan beni sıkıştırıyor. Bu sıkışık yerde giderek soltı%ıım kesiliyor. Kaçıp kurtullna yollarım tıkanıyor. Yöneldi%im boşluk ve yarıklar Diyarbakır5 Nolu Gül Rengi Yarası Kabuk Bağlamadan İkinci soruşturma döneminin dördüncü günü. Getit ilenler içinde, yeni yakalananların dışında biri daha var. Yakalandıgı zaman yaralı olduğu için hastanede ve gözaltında bir süre tutulan Yılmaz Demir. Bugün O'da Disko'ya getirilmiş. Geldiği gibi de hemen askıya alınmış. Bedenindeki kurşun yarasıyla İsa'ca sallanıyor orada. Gü[ rengi yarası kabuk ba%lamada belki de. Yılınaz yirmi yaşında. Bizim kuşa%ın üretken ve yi%it bir savaşçısı. İnancın, direncin, gözüpekli%in bir simgesi. O, üç yıl sonra bir yıldız gibi süzülüp aramızdan ayrılacak. O işkence odasında ve ben burada gözü ba%1ı oturuyorum. Ama olan biteni ayrıntılarıyla görür gibiyim. Yılıraz'ın bedenine kablolar bağlamışlar. İşkenceci manyetonun başlna geçip oturmuş. Manyetonun kolunu çevirmeye başlıyor. Yandaki odadan Yılmaz'ın çığlıkları yankılanıyor. Çığlıkların kesik kesik 82 Bayram Bozyel da artmış oluyor. Ve sızı da artıyor tabii. Bir saat kadar devam ediyor bu işkence. El ve ayaklarda dokunulacak durum kalmamış. İşkencecilere ölü değil de sa% bir beden gerekli olduğundan, bir süre kendi halime bırakılıyorum. Bu arada. beden kısmen toparlanacak ve işkenceci yeniden işe başlayacak. Disko'da işkence süreklidir. Fiziki işkence bir süre için kesilse bile, onun yerine başka şeyler konur. Bu bir iki gün içinde başka olumsuz gelişmeler yaşandı. Yeni insanlar yakalanıp getirildi. Birisi tutuklandığında işkenceci hemen gelip “müjdeyi” ulaştırmayı kaçırmıyor. Önceleri bu tür haberlerin, bizde psikolojik yıkıntıya yol açmak için uydurulmuş yalanlar olduğunu düşündüm, blöf yapıyorlar sandım. Ama bir süre sonra bu kişiler gerçekten yanımıza getirildiler. de zaman yeni yakalanmış bir tanıdığın sesini duysam, dünya başıma yıkılır. Gelecek kara lekelere bürünür. İşler iyice giriftleşir. Yeni yakalanmaların bende ve işkencedeki diğer insanlarda yarattığı etki, yalnızca işimiz daha da zorlaşacağı için değil; aynı zamanda davaya vereceği zarar ve rejime verdiği moral için de can sıkıcı. Bize yapılan işkencelerin bu kez onlara yapılaca%ını bilmek tiksinti verici. Diyarbakır5 Nolu 85 olmuş, sevdi%im, saygı duyduğum birdostun şimdi nerede olduğunu söylememi ve yerini göstermemi istiyor. Amacının hiç de o kişiyi yakalamak olmadığını seziyoruın. Çünkü kısa süre önce tahliye olan birkişi, muhtemelen kendi evindedir, istenirse alınıp getirilebilir. Eğer evinden ve adresinden ayrılmışsa da, yerini zaten ben bilemem. Anlaşılan işkenceci, aslında bildiği, üstelik belki bir işine de yaramayacak birtakım bilgileri benden almaya çalışırken, amacı beni yoldaşlarımın karşısında “konuşan”, “bilgi veren” biri durumuna düşünmek. Onu atlatmak için, aranan kişinin cezaevinde oldu%unu söylüyor ve bunda ısrar ediyorum. Sonunda işkenceci bu işin peşini bırakıyor. İşkence sırasında iyi bir direniş denince akla, işkenceciye hiçbir bilgi vermemek geliyor. Ne var ki bu eşitsiz ve zorlu savaşta bunu başarabilen azdır ve bunların birço%u, bunu, bazen yaşamları pahasına başarıyorlar. Bu süreci az bir fire ile atlatmak da küçümsenmemeli. İşkencede koşullar bazen insanın önüne, ZaTar11 olanı yararllya dönüştürme durumunu çıkartıyor. Bu, işkence kurbanının konumu ve yeteneği ile birlikte sorgu1andı%ı diğer kişilerin durumuna yakından bağll. Böyle durumlarda işkencedeki direnme kişisel olmaktan çıklp kolektif bir karakter kazanıyor. İnsan, başkalarınuı zarar vermeye açık kimi tutıılarını önleyip etkisiz kalarak, yitirilmekte olanı bir kazanıma çevirebilir. Kolektif savunma ile kimi gedikler onarılabilir. İşkence süresinin ayları bulan uzunlu%u ve birlikte sorgılandığlm insanların sorgusunuo karınaşıklığı, benim için birçok değişikli%i birlikte getiriyor. Artık bilinen işkence yöntemleri, direnç kırma özelliklerini yitiriyor. Çoğu kez, fiziki acı dışında bana birşey hissettirmiyor. Direneyim ni, direnmeyeyim mi düşüncesi yerini acının sona ermesini sablrla beklemeye bırakıyor. Hatta bazı işkenceler, öme%in elektrik akımı, eski fiziki acıyı da, o ölçüde vermiyor artık. Di%er yandan, yo%un işkence uygulamaları ve celladla kurulan zorunlu diyaloglar, çok önemli saydıkları göz bağlama kuralım işlemez hale getiriyor. “ › 84 Bayram Bozyel gelişinden, bedenine verilen elektriğin ritmini anlıyorum. Akım, kabuk ba%lamaya yüz tutan yaranın içinde ince, küçiik çizikler oluşturuyor önce. Sonra bu çizikler genişleyip uzuyor, çatlaklara, yarıklara döniişiiyor. Yarıklar dibe kayıyor, taze, sıcak ete ulaşıyor. Yaradan kan akmaya. başlıyor. Aylardır doktorun ve dokunun birlikte onardı%ı yarayı işkenceci tekrar deşiyor. İşkencecinin sesi bize kadar uzanıyor. “Gözaltında beslenmekten nasıl da şişmanlamış o... çocuğu.” Yeni getirilen ötekiler de sırayla işkenceye alınıyorlar. İlk darbede çökertilmek istendikleri açık. İşkenceci kısa zamanda sonuç almaya, onları işkencenin yarattığı ilk şok içinde çözmeye çalışıyor. Bu ilk şok atlatılırsa, onu izleyen işkence sürecine dayanmak daha kolaylaşır. Doruğa çıkarılan terör, bir süre sonra beni de içine alıyor. İşkenceci hepimize birden vurmaya başlıyor. Herhangi birimizde açılacak gediğin bir çözülmeye yol açaca%ı umuduyla üzerimize yükleniyor. Şu anda işkencecinin istedi%i belli bir şey yoktur.O her şeyi istiyor: “Bize hepsini getireceksiniz; silah, kitap, bildiri, daktilo, fotokopi makinesi, para... Nereden getirirseniz getirin! Gerekirse bunların bir kısmından vazgeçeriz... Ama mutlaka silah ve dökümarı getireceksiniz!” İşkenceci en ufak bir şeyin bile peşinde. Yeter ki ilk adım atılsın. İşkenceci kurbanının ilk paniğinden yararlanarak onu kolaylıkla dağıtabilece%ini düşünüyor. Kime gidiyorsa herkesin onun üzerinde ifade verdiğini, her şeyin onda olduğunu ve her şeyi onun bildi%ini söylüyor. Bir sabah, daha gün doğmadan kaldırılıp götürülüyorum. Gözba%larım açılıyor. Karşımda iri yapılı, esmer, palabıyıklı biri oturuyor. Kulakları rahatsız eden bir sesle konuşmaya başlıyor. Topladı%ı bazı bilgileri onaylamamı ve bu bilgiler ışı%ında kendilerine yardımcı olmamı istiyor. Bunu yapmazsam işkencelerin süreceğini söylüyor. Bir ay kadar önce tahliye Diyarbakır5 Nolu 87 ruhsal sıkışıklık, yerini bir rahatlık ve güven duygusuna bırakmış. İşkence acı vermekten giderek uzaklaşıyor. Kendi silahları işlemez duruma gelen işkenceci kuduruyor. Şaşkınlık ve bozgun geçiriyor. Sorgulamanın niteliği işkence yöntemlerine de yansıyor. Tek tek sorgulama yerine, birçok insan aynı anda sorgulama ve işkenceye alınıyor. Bazen, bir grup, belli bir süreyle bir odaya konup istenilen bazı bilgileri vermeleri için anlaşmaları isteniyor. Sözde bizi baş başa bırakıyorlar! Bu odalarda dinleme araçları bulunduğu ve aynı zamanda bizim kendi aramızda konuşup tartışırken boş bulunacağımızın hesaplandığı açık. Kimi zaman da belli kişiler hedef seçiliyor, di%erleri tarafından konuşmaya zorlanıyor. Kendilerine, “sizin işkenceden kurtulmanız ve gözaltına dönmeniz şu şu kişilerin konuşmasına bağlı. Onları biran önce konuşmaya zorlayın!” şeklinde telkinlerde bulunuyor. Bu yöntem kimi zayıf insanları zamanla etkilemiyor da değil. Onların baskılarına karşı koymak, onları bu olumsuz durumdan kurtarmak için çaba göstermek de direnişin bir parçası. ,ı 86 Bayram Bozyel İşkenceci, gözlerim açık olarak beni falakaya yatırıyor. Bazen dört beş kişiye aynı anda işkence ediyorlar. Başka bir giinün öğleden sonrasındayız Ö%1en öncesi işkenceleriıı yorgunluğundanq sJyrılmaya çalışırken beni alıp götürüyorlar. Bir odaya alındıktan sonra gözba%larım açılıyor. Askıda Paşa var. Sırada da üç kişi. Silah isteniyor kendilerinden. Bir süre askıda sallananı seyretmek zorunda bırakılıyorum. Silah konusu beni de kapsıyor. Kendilerine silah getirmem isteniyor. Silahım olmadı%ını söylüyorum. Bunun üzerine alelacele Paşa'yı askıdan indirip beni yerine geçirdiler. Sonra cinsel organıma elektrik akımı vermeye bağlandı. İşkenceci, çok acil işi varmış gibi davranıyor. Akım dalga dalga bedenimi sarslyor. İzliyorum. İşkenceci, odada bekleyen arkadaşları, beni konuşmaya teşvik etmeleri için zorluyor. Bir süre sonra beni indiriyorlar. Pantolonumu giymeme fırsat vermeden bekleme yerine getiriyorlar. Nöbetçi er bana ne yaptıklarını soruyor. Bir yandan ona cevap yetiştirmeye diğer yandan giyinip yerime oturmaya çalışırken, bir kez daha kolumdan tutup götürüyorlar. Yine telaş ve aceleyle askıya almıyorum. İşkenceci tekrar manyetonun başına geçip kolu öfke ve hınçla çevirmeye başlıyor. Akım bana sıradan bir işkence gibi geliyor. İşkenceeinin soruları bana yönelmiyor gibi. Askıya alınır alınmaz akım verilmesini, kollarımın acısını bana tattırma fırsatı vermediği için, bir şans sayıyorum. Böylece dayanılmaz kol ağrısı ikinci plana düşüyor. İşkenceci büyiik bir hırsla manyeto koluna yükleniyor. Öfkesi bedenime elektrik akımı biçiminde boşanıyor. Birçok kişiyi yakalayıp getirmişler, ama elde var sıfır. Bu onurlarına dokunuyor! Efendileri onlardan biran önce somut, işe yarar sonuçlar bekliyor. Uzunluğunu kestiremediğim bir süre sonra beni indiriyorlar. Fizik etkinin dışında işkencenin bir zorluğunu duymuyorum artık. İşkencenin, direnme çözülme karşıtlı%ını alevlendirdi%i Diyarbakır5 Nolu 89 böyle devam edip gidiyor. Saatlerce sürdürülen bu uygulamaya bazen kısa bir ara veriliyor ve sonra tekrar başlanıyor. Özetle işkence devam ediyor, yalnızca sahnede manzaralar değişiyor. Tek ayaküstünde durdurma uygulamasından sonra bu kez başka yöntemlere geçildi. Duvardan 1,5 metre kadar uzakta sıraya diziliyoruz. Duvara doğru eğilerek tek elin işaret parmağı üzerinde durınamız isteniyor. Vücut, p•ergin ayak parmakları üzerinde duruyor ve bedenin ağırlığının büyük bölümü elin tek parma%ına yüklü durumda. Parmak dışa doğru büküldükçe bükülüyor, kan dolaşımı duruyor, parmak uyuşuyor, direncini yitirerek kökünden bükülüyor. Bu kez bedenin tüm ağırlığı elden duvara bağlı tek kola yükleniyor. Parmağın bükülmesiyle sırta, kollara, diz kemiklerine tüfek dipçikleri ile postalların ucundaki çelikler inmeye başlıyor. Ama tüm bunlar, uyuşan parmağı canlandırıp doğrultmaya yetmiyor. Sonra yavaş yavaş kol da uyuşuyor. Direncini yitirerek bedeni taşıyaınaz hale geliyor. Derken kol, oınuzlardan itibaren canllllğıııı yitiriyor, göğüsle duvar arasında sıkışıp kalıyor. Göğüsten duvara yapışıyoruz. Nöbetçiler yine vurmaya başlıyorlar. Dayağın birişe yaramadığlnı gören “vasıfsız işkenceciler”, uyuşan kolların ovulup silkelenınesine izin veriyorlar. Kol caılanınca işleme yeniden başlanıyor. Ama bu kez parma%ın ve kolun uyuşması çok daha hızlı oluyor ve dayak dao kadar erken geliyor. Bu işkence devam ederken zaman zaman aramızdan bir ya da iki kişi alınıp götürülüyor. Sonra onlar getirilip başkası altnıyor. Bu işkence çoğu kez geceleri de sürüyor. İşkenceye sorgulaınalar eşJik ediyor. Bir gün, her zamanki muhatabıından başka biri beni bir odaya alarak “dostça” konuşmaya başladı. İşkenceyle elde edemediğini anlaşılan tatlı dille koparmayı deniyor. Çeşitli konularda sorular sorup dikkatimi dağıtlrken aniden başka yöne kayıyor. “Bak Bayram Bozyel Tek Parmak Üzerinde . Klasik yöntemler işleıneyince, bu kez yeni işkence biçimlerine geçıliyor. S, P, A, S, R,H ve beni tek ayaküstünde uzun süre durmaya zorluyorlar. Bu uygulama, belli aralıklarla günlerce siiriiyor. Bu işlem bekleme yerinde yapılıyor ve nöbetçi erler buna nezaret ediyorlar. fiöbetçilerin gözleri devamlı üzerimizde. Tek ayak üzerinde, dayanma giicümüziin son noktasına kadar durduruluyoruz. Nöbetçi, aya%ı yere inen kişiyi tekme, tokat ve dipçikle döviiyor. Belli bir süre sonra havadaki ayaklar yere diişüyor. ü'öbetçi dayak işini, ayağı yere inen herkese uyguluyor. Dayak sonucu kaldırılan ayaklar anında tekrar yere basıyor. Bizi, hem bu olanaksız işi yapmaya zorlayarak işkence ediyorlar, hem de bunu bir dayak atma gerekçesi yapıyorlar. Örneğin sol ayaklar, daya%a ra%men havada tutulaınayınca, bu kez ayak de%iştirmeyi emrediyorlar. Bir süre sonra tekrar aynı durum. Bu Diyarbakır5 Nolu 91 bir blöfolduğunu da seziyorum. Blöfolmasa da paniğe kapılmamak gerek. İşkenceci, bu şekilde birkaç kez, ekibi yoldan çevirmek için beni konuşmaya zorladıysa da durum degişmedi. Ayrıca ekip neo zaman; ne de daha sonra dönmedi. 90 ' , Bayram Bozyel yavrum” diyor, “seninle, arkadaşların ve örgütünle ilgi bilgi istemekten vazgeçiyoruz. Sen bize PKK hakkinda bilgi vereceksin. Üstelik onlarla aranızın iyi olmadığını biliyoruz. Bize yardım et onları çökertelim!” Bazı isimler söylüyor, bunların gerçek kimliklerini, belirli yerlerde kifRlerin bulunduğunu, çalışmalarıyla ilgili bildiklerimi soruyor. Bu kişileri tanımadığımı söylüyorum. Bir daha üsteliyor, umduğunu bulamayınca tatlı dili sertleşiyor, gerçek yüzü beliriyor. Beni yumruklamaya başlıyor. Sonra daha da çılgınlaşıp soruyor: -Kız kardeşin var mı? -Yok, diyorum. -Gelinin yok mu? -Yok. -Annen kaç yaşında? -Elli. -Öyleyse işimize yarar, diyor işkenceci. -Hemen onu getirtelim... Anneni çırılçıplak işkenceye alınca görürsün sen! Sonra evimin adresini alıp çıkıyor. Bitişikteki bölmeden, sesini bana duyuracak şekilde, sözüm ona adresi ekibe verip onları annemi almaya göndertiyor. Sonra içeri girip, bir an önce karar vermemi haykırıyor. -Hadi o%lum, çabuk konuş! Ekip evinize varmadan telsizle yoldan çevirelim. Yoksa biraz sonra annen gözlerinin önünde askıda olacak, çırılçıplak... Bir şey bilmediğimi, annemi getirmelerinin durumu değiştirmeyeceğini, onun bu işle bir ilgisi olmadığını söylüyorum. İşkencecilerin, insanlarımızm ahlaki ve sosyal değer yargılarından yola çıkarak, onların onur ve şereflerini incitmek için ellerini, kız kardeşlerini, annelerini, yengelerini getirterek ve onlara da gözleri önünde işkence yaparak kurbanları çözmeye çalıştıklarını biliyorum. Bu dönemde onlar bu tür alçaklığın, iğrençliğin nice ömeklerini verdiler. Ancak bana yaptıklarının Diyarbakır5 Nolu 9 Bekleme salonu boyunca, dar birkuşak üzerinde gidip döniiyorurn. Sürekli yürüyorum. Ayağımın önünü biraz görecek şekilde gözba%larım gevşetilmiş. Sabah akşam, gece giindiiz yürümek zorundayım. Uykusuz y(ırüyor, yiirütüliiyorum. Aynı zamanda yemek ve su yasağı var. Yatmayacak ve oturmayaca%ım. Her nöbetçi kendisinden sonrakilere, benimle ilgili bu yasakları ve işlemi devrediyor. Yiirüyüş tam birhafta siirüyor. Bu bir hafta içinde üç-dört eş de%iştiriyorum. İlk iki gün Ali Tekdal* ile yürüyorum. Sonra Hanifi arkadaşlık ediyor bana. Daha sonra ise M. ile yürüyorum birsiire. Kimi nöbetçiler hızlı yürümem için‘ beni dipçikliyor, kimileri ise nöbetlerinde beni kendi halimde bırakıyorlar. Bu bir haftalık yürüyüş sırasında toplam olarak ancak 4-5 saat oturmama ve yatmama izin verildi. Bir iki kez de çok az miktarda yemek getirildi. Diğer tüm zamanım yürüyüşle geçti. Haftanın sonuna doğru hesap yapan nöbetçiler, bu süre içinde “Halep”e ulaştı%ımı söyleyerek dalga geçiyorlar. Yürümekten bitkin düşüyorum. Ayaklara kan hücum ediyor; şişiyorlar. Diz kapaklarından aşağısı, yukarısı gibi kalınlaşıyor. Bacaklar soba borusu biçimine bürünüyor. Açlık midemi kemiriyor. Karnım geriye doğru çekilip adeta sırtıma yapışıyor. Uyktısuzluktan kafam çat1ıyor; ağırlaşıyor, taşınması güçleşiyor. Takatim tiikeniyor. Karşılıklı iki dizi halirıde esas duruşta oturanların arasından gidip gelirken gözbağımın altırıdan gördüğüm ayakkabılardan sahiplerini çıkarmaya çalışıyorum. İşkence edilenlerin çı%lıklarını duyuyorum. Yemek saatlerinde ötekilerin gidiş gelişleri midemi kışkırtıyor. Geceleri nizami şekilde uyuyanların hırıltıları, sayıklamaları, inen copların ardından çıkan çı%1ıklar arasında yürüyonım. Her giindo%umunu yürüyerek karşılıyorum. Bir ö%1e vakti. Çavuş, diğer tutuklular yemekten döndükten 92 Bayram Bozyel “Ha1ep'e Varmışsındır” Bir gün işkencecilerin hakkımdaki yarı gizli konuşmalarına tanık oldum. İşkence odasırnn kuytu bir köşesinde, birinin sorduklarılıı öteki cevaplıyor: -Elektrik verdiniz mi? -Evet. -Falakaya yatırdlnlz mı? -Yatırdlk. -Duş yaptırdınız mı? -Yaptık. -Ne yapalımo zaman? Yemek vesuvermeden şunu biryürütelim. Belki böyle çöker. Başarısızlık işkencecileri yeni arayışlara yöneltiyor. O güne kadar işkencede uygulanmaıuış, başlatıldıktan sonra ise süreklilik kazanan yürütme işkencesi icat ediliyor. Diyarbakır5 Nolu 95 Bana, başlarda direnip sonra “bülbül gibi öten militanlarımızın” isim ve hikayelerini anlatıyor. İşi bir yerde, bizi “kandırarak zevk ve sefa içinde yaşayanlara” getirerek içindekileri kusuyor. Açllk, susuzluk, uykusıızluk, yorgunluk üst üste biniyor, yürümek için gücüm tükeniyor. Son günlerde hızlı yiirümem için sırtıma ve başıma vurulan sopalar artık işlemiyor bile. Dayakla da olsa bedeni daha fazla zorlamak olanaksız. Nesnenin doğasına aykırl bu. Yürüyüşün yedinci günündeyim. Bendeki bedensel döküntü, işkencecileri tedbirler almaya itiyor. Doktora çıkarılıyorum. Doktor beni evirip çevirerek muayene ediyor. Sonuçtan memnun değil. İşin ucunun kaçırılmak iizere oldu%unu belirtiyor. Yürüyüş ve onunla birlikte yürütülen işkence paketi kaldırılıyor. İki gün dokunulmuyor bana ve birkaç öğün olduğundan biraz fazla yemek veriliyor. Uzun yürüyüşten sonra ara verilen işkenceye çok geçmeden tekrar başlandı. Yine Boğuk Ses uğraşıyor benimle. Böyle bir günde Diyarbakır Emniyet Müdürü ve şimdiye kadar hiç gönııediğimiz bazı polisler ve sivil giyimli kişiler “Disko”ya gelmişlerdi. Sırayla konuşmam için ikna etmeye çalışıp telkinlerde bulundular. Bu şekilde birkaç kişi degişti. Sonra iş tekrar boğuk sesliye kaldı. Boğuk Ses, birkaç kez sigarasını ensemde söndürdü. Bu, korkunç çığlıklar atınama yolaçtl. Emniyet Müdürü karşıda, duvar dibinde olanları seyrediyor. Sonucu bekliyor belki de. Boğuk Ses, adeta boynu bükük bir şekilde, müdüre anlatmaya koyuldu. Acındırıcı bir ses tonuyla; “Amirim,” diyor, “bana kalırsa bunda silah da yok, belgeler de. Bu konu tekrar gözden geçirilse iyi olur.” işkence kesiliyor. Sızllarımla baş başa bırakılıyorum. ! 94 Bayram Bozyel sonra beni yemekhaneye götürüyor. Masada yemek dolu tabaklar duruyoro gün. Uzun zainandir yemek görmeyen gözlerim, mideme sinyal veriyor aninda. Çavuş elime bir kaşik tutuşturuyor. Bunca açliktan sonra yemek dolu tabaklar iștahimi kabartiyor. Şimdiye kadar masada böylesi bol ÿeTnek görülmüş degildi. Ne var ki Çavuş'un komutlarina göre yemem gerek. Çavuş, “sağdaki tabaktan bir kaşik al” diyor; aliyorum. Bu kez de “Soldaki tabaktan bir kaşik al” diyor; aliyorum. Sonra tekrar sağdakinden ve sonra soldakinden, derken, “kaşik birak!” komutu geliyor. Yemek dolu iki tabaktan toplam dört kaşik aldiktan sonra yerime geri getiriliyorum. O gece birsüreli%ine diğer tutuklularin arasinda oturtuluyorum. Uykusuzluktan kafam davul gibi. Başim dönüyor. Bir türlü dengemi tutturamiyorum. Üzerinde oturduğum tahta yana dogru eğiliyor gibi. Derken yan tarafa düşüyorum. Yanimdakinin üzerine düşinüşüm, hemen uyaniyorum. Çok geçmeden, bu kez di%er yana do%ru eğiliyor ve diğer yandaki arkadaşin üzerine düşüyorum. Uyumamak için gösterdiğim tüm çabaya rağmen, sağa sola yuvartanmaktan kurtulainiyoruin bir türlü. Birkaç gece üst üste, akşam saat6 ile 12 arasinda esiner, orta boylu biri başima bela olinaya başladi. Her akşam gelip beni yemek yenilen yere götürüyor. Orda, bir yandan uzun yürüyüşüine devam ederken, diğer yandan, kaba dayak eşliğinde beni sorguluyor. Bazen “tatli” vaatlerle beni yola getirmeye çalişiyor, bazen liizini alamayip elindeki sopayla girișiyor. Dayak atarak kendini bir sñre tatinin ettikten sonra, yürümeye devam etmemi söylüyor. Zaman zaman elindeki yeterince sağlam olmayan sopa kirilip işlemez hale geldiğinde, bu kez yerdeki sandalye ile girişiyor. Akşainlari bu pis yaratiktan kurtulmayi ne çok istiyorum. Benden, birçok şeyin yani sira özellikle silah istiyor. “U1an oğluin, bir iki silah verrnekle örgütün yikilmaz ki! Bir iki silahin ne önemi var?” diyor. ’“ Diyarbakır5 Nolu 97 bu türden dengesiz, hastalıklı kişilerin işidir. Ama her işkenceci için anadan do%ma hasta ruhlu ya da böyle bir mesleğe uygun yaratılmlştır denemez.O temelde “memur”dur, birgörevli... İşi, işkence yapmak olan bir görevli. Zulüm düzeninin ayakta kalması için oluşturulan çarkın bir parçası, vidasıdır işkenceci. Bir kere işe başladıktan sonra, her meslekte olduğu gibi bunda da başarı, ona iyi biçimde konsantre olmaya ba%lı. Ve bu iş, onu ruhsal anlamda yoksullaştırır, alçaltır, hayvanlaştırır. Filmin son bölümü çekilecek. Oyuncular, figüranlar, dekor, hepsi hazır. Oyun içindeki değişikliklerle birlikte senaryo da hazır. Müzik ise daha çok filmin çekimi anındaki duruma göre şekillenecek. Beni üç arkadaşla birlikte askı odasına getiriyorlar. Bu, Disko'da yaşadığım son işkence. Belleğimin kayıtlarına derin biçimde kazanacak, acı tomı bağlayacak içimde. İki üç kişi beni askı ağacına bağlayıp havalandırıyorlar. Ayaklarım 70-80 santimetre kadar yerden yüksekte. Gözlerim açık. Kendi bedenimi, işkencecileri, işkence araçlarını, her şeyi olduğu gibi görüyorum. Tam karşımdaki bir sandalyede “adamım” oturuyor. Sağında solunda üç-dört kişi ayakta. Karşıda sol tarafta, hayaletleri andırarı üç yoldayım var. Beni seyretmeleri için gözbağları açılmış. İşkencedeki hasadı bölüştürüyorum. Fiziki acı bana düşüyoro sahnede. Onlara ise psikolojik acı, beni seyretmenin acısı. Her şey kollardaki sızıyla başlıyor. Bütün acı kolların bedenle buluştuğu yerde yoğunlaşıyor. Acı, yükselen bir doğrultu izliyor. Ağır bir basınç altındayım. Sıkışıyorum. Bedenim kasılıyor. Büzülüp açılıyorum. Vücudumdan ter boşanıyor, ayaklarıma doğru süzülüyor. İşkenceci dudaklarına bir fıltreli sigara alıp yakıyor. Sigarasından kesik kesik dumanlar çıkıyor. Ara slra bir şeyler söylüyor, genelde dikkati benim üzerimde. “Haydi oğlum, söyle!” diyor. “Konuşacaksan indirelim seni 96 Bayram Bozyel İşkenceci İşkencehanede Erzurum'lu olduğunu gizlemeyen birnöbetçi er vardi. Faşist gruplar icinde çalışmış olmalı. Ötekilere oranla çok daha saldırgan. Sesi tutuklularda ürküntü ve tiksinti yaratıyor. Her gün uygulanan giinlük işkence programına kendisi özel katkılarda bulunuyor. Günde iki-üç kez nöbet alıyor ve nöbetleri iki saat siirüyor. Son yirmi günde bize eski günleri aratır oldu. Her nöbetinde tutukluları birkaç kez sıra daya%ından geçiriyor, susuz bırakıyor. Doyumsuz kalan nice sadistçe fantezilerini bize uyguluyor. Her gün beraberinde bir Tercüman gazetesi getiriyor. Oradan bazı pasajlar okuyor. “Bakalım bugiin oruspu Nazlı* ne yazmış!” diyor. Son günlerde bu kişi, işkencede a%ırlıklı bir yer işgal etmeye başladı. İşkenceci tipi genellikle hasta ruhlu, mazoşist, sadist bir kişi olarak diişiiniilür. Ge(çekten de bir ınsana işkence yapabilmek, ’Gazeteci Na-lı Ilıcak kastediliyor. Diyarbakır5 Nolu 99 Gözaltına Dönüş Ertesi gün ifadelerin alınmasına geçildi. İfadeleri alınan birçok kişi gözaltına gönderildi. Biz altı kişi yine orada bırakıldık. Gerekçe olarak, komutanlıktan emir geldiği, bu emre göre, beş adet silah verinceye kadar da orada kalmamız gerektiği belirtildi. İstenen silahların sayısı her gün birer tane indirilerek en son ikide takılıp kaldı. Bu süre içinde bize dokunulmadı. Nöbetçilerin yaptıkları hariç elbet. Anlaşılan işkencecilerle son uzatmaları oynuyorduk. İkinci soruşturmanın otuzuncu günündeyiz. Sabah saat 9-10 arasında, bir ara benimle akşamları uğraşan kişi bekleme yerine gelip “hala getirmediniz mi?” diye bağırdı. Sonra bana, “kalk yürü!” diye gürledi. Kalkıp yürümeye başladım. Elindeki balta sapı kalınlığındaki sopayla sırtıma bütün hıncıyla birkaç tane indirdi, küfürler savurdu. Tam o sırada başkaları içeri girerek “kalkın” dediler. Beni de 98 ' " Bayram Bozyel ordan.” Sigarasmın sonunu getiriyor. Ardından çay istiyor. Çdy1 usul usul karıştırıyor ve ağzını şapırdatarak içiyor. İçindeki nefreti ve kızgınlığı, çayını keyifle içer gibi yaparak bastırmaya çalışıyor. Bedenimin acıdan çizdiği kıv+ımlar giderek silikleşiyor. Sağa sola ağırlık kaydlrma için gösterdiğim çaba nafıle. Aci doruğa ulaşıyor. Aslında acı olayında doruk diye bir nokta yok. Beden duyarlılığını yitirdiğinde, ancak acıson buluyor Evet, bu son işkence sahnesinin tam bir foto%rafını çıkarmam mümkün değil. Bellek çoğu görüntüleri silmiş kayıtlardan. İşkencecinin çayını aralıklı yudumlarla bitirdiğîni, birinin boş bardağı götürdüğünü hatırlıyorum. Sonra neler oldu, askıda ne kadar kaldım bilemiyorum. Kendime geldiğimde yerde, betonun üstündeydim. Dirilme başlı başma bir süreyi kapsıyor. Kollarıma ve bacaklarıma canlılık ve enerji kayıyor. Doğruluyorum. Diyarbakır5 Nolu 101 yaralamış olmak, gizli bir örgüte üye olmak ya da silah bulundurmak gerekmiyor. Tümüyle yasalara uygun olarak kurulmuş biröğretmen örgütü, gençlik veya kültür derneği ya da sendikaya üye olmak; solcu, ileriei ya da yurtsever olmak, suçlu, hatta “terörist” sayılmak için yeterli. Mahkeme dönüşünden sonra gözaltındaki saatlerimiz sayılı artık.5 Nolu' ya gidişin son hazırlıkları yapılıyor. Geride kalanlar, cezaevi için bize, giyecek ve benzeri işe yarar şeyler veriyorlar. Bu güç koşullarda bulabildiklerinden elbet... Öğleden sonra saat üç sıralarında, “gitmek için hazırlanın,” haberi geldi. Hazırlıklar tamam zaten. Geriye bir şey kalıyor. Şimdi halay tutuluyor. Herkes kol kola giriyor, kocaman çemberler oluşuyor. Sesin dışarıya taşmasına aldırmadan govend çekiyor, hep birlikte türküler söylüyoruz. Govendin dışında kalanlar el çırparak tempo tutuyorlar. Govend giderek kızışıyor. Hareketler canlanıp hızlanıyor. Coşku, dışardan izleyenleri de sarıyor, onlar da dilana katıltyorlar. Govend kolu uzadıkça uzuyor. Gidenler ve kalanlar görkemli birbütünlük oluşturuyor. Govend kolu, yatakhane içindeki boşluğa sığamaz kadar uzadığında duruyor. Gidenler ve kalanlar karşı karşıya uzun birer sıra oluşturup vedalaşıyorlar. Kimileri gözyaşlarım tutamıyor. 1. ve 2. Koğuşlardan çıkan toplam 38 kişi kapalı bir arabaya bindiriliyoruz. Önden ve arkadan başka silahlı araçlarla korumalı arabamız, hareket ediyor. Arabadan dışarıyı görebilecek bir-iki delik var. Böylece gittiğimiz yolu öğreniyoruz. Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin yanından aşağı iniyoruz. Öğretmen Oku1u'nun yanından geçerek sağa sapıyoruz. Her adımında yaşantımızın bir parçası saklı güzelim Diyarbakır! Cadde boyunca yürüyen tanıdık tanımadık insanlarımızı selamlamak geçiyor içimizden. Bu sokakları ve onları uzun zaman, bazılarımız ise hiçbir zaman, artik göremeyeceğiz. 100 Bayram Bozyel kaldırılanlara kattılar. Ara koridordan geçirilip eşyalarımız verildi. Gözlerimiz ba%lı, 'Disko' doknuşuyla yeniden gözaltına yöneldik. Gözaltında coşkun bir karşılama içinde bulduk kendimizi. Başta, birkaç gün önce buraya dönenler olmak‘uzere, herkesin yoğun ilgisi bizim iizerimizde. Herkes tanıdık gibi davranıyor. Bir ay önce buradan ayrılırken bıraktıklarımız içinde pek az kişi kalmış. Ötekilerin bir bölümü tahliye olmuş, bir bölümü ise cezaevine gönderilmiş. Gözaltı yeni insanlarla dolmuş. Buna ra%men hemen herkes adımızla çağırıyor bizi. İşkencede yaşadıklarımızı, bizden önce dönenlerden bütün ayrıntılarıyla öğrenmişler. Gösterdikleri saygı, gururumuzu okşuyor. Yiireğimiz bir çocuğunki gibi sevinç dolu. Gizliden yöneltilen parmakların hedefi olmanın verdiği huzur, çekilen acıların bin katına değiyor. Direnmek ile yaşamak arasındaki bağt daha iyi anlıyorum. B irinci soruşturmadan birlikte döndüğümüz arkadaşları soruyorum. “Onlar mahkemeye çıkarılıp tutuklandılar, şimdi cezaevinde,5 No1u'dalar,” deniyor. İçime birağırlık çöküyor. Burada yani gözaltında,5 Nolu cezaevi dillerde. Ondan söz edilince çoğu zaman sesler kesilir, yerini bakışların gizemli diyaloguna bırakır. Ça%lar öncesi efsanevi bir olaydan söz edilir sanki. Anlatılanlar bazen abartı gibi gelir; insan, inanıp inanmamakta güçlük çeker. Vahşet, barbarlık ve benzeri sözcükler5 No1u'yu anlatmakta yetersiz kalır çünkü. Üç dört gün kadar süren savcılık ifadelerinden sonra askeri mahkemeye çıkarıldık. Onbeş dakika gibi kısa bir süre içinde 43 kişinin “savunması alındı!”5 kişi hakkında tahliye kararı verildi, 38 kişi hakkında ise tutuklama kararı. Kendimizi daha önceden moral olarak bu sonuca hazırladığımız için şaşırmadık. Suçluluğunuz hakkında yeterince kanıt olsun ya da olmasın, tutuklanmak sürecin beklenen “doğal” birhalkasıdır. Hem “suçlu” olmak da ne? Bunun için, ille de birilerini öldürüp Diyarbakır5 Nolu 103 II. BÖLÜM BuAcı Gelecek Kuşaklara Kalacak Faşizm yüzyılımızın ilk yarısında derin izler bıraktı. Bu izler bugün de canlıdır. İspanya'da, İta1ya'da, Nazi A1manyası'nda yaşananlar üstüne nice kitaplar yazıldı, filmler yapıldı. Hala da yapılıyor. Faşizmin insanlığa yaşattığı acılar nice tabloya, müzik yapıtına, tiyatroya yansıdı. Faşizm, çıkardığı 2. Dünya Savaşı macerasında büyük bir yenilgiye uğradı, ama düşünce ve eylem olarak tümden sonbulmadı. O, savaştan sonra da şu ya da bu ülkede, sermayenin diktatörlüğünü sürdürmek, demokrasi güçlerini ezmek için emperyalizmin desteğinde boy veriyor. Arjantin'de, Şili'de, Türkiye'de olduğu gibi. Alman faşizmi, Nazi kampları ile kendisine birbarbarlık şaheseri yarattı. İnsanlık bu kamplarda olup biteni şimdi aclyla, tiksintiyle anıyor. Ama onlar tümden insanlık yaşamından 102 Bayram Bozyel Lise Caddesi'nde Atatürk Anıtı'nın çevresinden dolanıp Ofis'i ve demiryolunu aşarak Koşu Yolu'ndan devam ediyoruz. Derken 5 Nolu'nun duvarları görünüyor. İnmeden önce bu kez kendi aramızda vedalaşıyoruz. Araba keskin bir kavis .çizerek cezaevinin dış kapısından girip durÎiyor. Arabadan inmemiz için arka kapı açılıyor. İçlerinde lise 1. sınıf öğrencisi de bulunan, çoğunluğu üniversiteli 38 genç, birazdan çağın en iğrenç zindanma kilitlenecek. Ne var ki onlar, yüreğimize ve bilincimize kilit vurmayı hiçbir zaman başaramayacaklar. Diyarbakır5 Nolu 105 Osmanlıların ve Türklerin tarihinde uygulanan işkence yöntemleri uygulandı, yeni denemeler yapıldı. Buralar faşist rejim ve arkasındaki emperyalist güçler için bir laboratuar işlevi yaptılar. Cezaevlerindeki uygulamalar hiç de şu ya da bu yöneticinin, subaym ya da görevlinin keyfine ve tutumuna bağlı ve rastlantı ürünü değildi. Her şey, cezaevinden sıkıyönetim komutanlıklarına, MIT mercilerine, hükümete, faşist generallere, CIA' ya ve ABD'deki “dost ülkelef’ için işkence uzmanı yetiştiren merkezlere kadar uzanan bir ağ içinde, ince ince düşünülmüştü, sistemli idi. Programlar sosyal, siyasal, psikolojik, bilimsel veri, gözlem ve deneyimlerin ışığmda hazırlanmıştı! Sonuçları uzun sürede alınması düşünülen pasifikasyon programları idiler. Bu işkence çarklarında yüzlerce insanımtz yaşamını yitirdi ve binlercesi bedensel ve ruhsal bakımdan sakat kaldı. Toplumun cezaevlerinde yaşanan olaylardan öğreneceği çok şey var. İnsanlık ve hizmetindeki bilim dağları, cezaevlerinde olup bitenlerden tükenmez konular bulacaklar. Tarihe, genelde insanlık için utanılacak bir sayfa olarak geçseler de cezaevleri, içerdikleri deney ve konu zenginliği ve soru işaretleriyle hem bilim adamlarını, uzmanları yeni arayışlara yöneltecek, hem de onlara yeni ufuklar açacaktır. Yazarlar, sanatçılar orada zengin bir hazine bulacaklar. En başta siyasal bilimlerin konusu olmalı cezaevleri. Değişik sınıf ve tabakalaTdan gelmiş, bilinç ve eğitim düzeyi farklı nice insan ve onların cezaevindeki tavır ve tutumları, birbirleriyle ilişkileri araştırmacılar için önemli bir malzeme değil mi? İnsanları aynı zamanda eğitim, kültür, kişilik ve geldikleri çevreler baklmından sergiledikleri eğilim ve davranışları sosyal bilimler için zengin birkoleksiyon oluşturur. Kuşkusuz, cezaevlerinde olup bitenlerden en çok malzeme bulacak olan bilim dalı psikolojidir. Sanmam kihiçbir yer cezaevlerinin sunduğu psikolojik çeşitliliği ve canlılığı verebilsin. İşkencelerin çoğunun insan psikolojisini hedef aldığı 104 Bayram Bozyel silinip atılabildiler mi? İnsanlık, kendi değerlerini yıkan, aşağılayan bu vahşet sayfasını tümden kapatabildi mi? Ne yazık ki hayır! Bu barbarlık Şili'de, Arjantin'de, Peru'da, Vietnam'da, Türkiye'de ve nicesinde daha sonra da yaşandJ ve kimisinde bugün de devam ediyor. Bir, ‘12 Eylül sonrasi Türkiye ve Kürdistan'da cezaevlerinde yaşananların, Nazi kamplarından bu yana, insanlığın gördüğü işkencenin, aşağılanmanın, vahşetin en yoğun, eşine az rastlanır örnekleri olduğunu söylersek, bu bir abartma değil, belki alçak gönüllülük olur. Cezaevleri elbet, toplumda kendi başına, toplumun öteki kurumlarmdan kopuk bir olgu değil. O, sistemin genel bir ürünü. Orada olup bitenin açıklanması, toplumun genel gidişinin ve yapısının kavranmasını gerektirir. 12 Eylül darbesinin amacı işçi sınıfına, Kürt halkını ve toplumun tüm öteki demokrasi güçlerini ezmekti. Faşist darbe, tüm öteki amaçlarına ulaşmak, iç ve dış tekellerin istemlerini yaşama geçirmek için böyle bir yol izlemeye zorunluydu. 12 Eylül 1980'den bu yana, cunta ve onun izinden yürüyenler, bunun için tüm araçları ve kaynakları seferber ettiler. Toplumun tüm öncü, bilinçli kesimleri eezaevlerine sokuldu. Terör tüm ilerici örgütlere, siyasi partilere, sendikalara, gençlik ve kadın örgütlerine yöneldi. İşçi lideTleri, Kürt yurtseverleri, sosyalistler, demokrat insanlar, öğretmenler, öğrenciler, aydınlar, sanatçılar, özetle, yüzbinleri bulan toplumun düşünen ve yaratıcı kayma%ı bu terörün kurbanı oldu. Kendisi boydan boya birgeniş cezaevine dönüşen Türkiye'de, cezaevleri amansız bir işkence çarkına dönüştü ve rejimin temel bir öğesi oldu. Kürdistan'da ise bu çark çok daha amansız işledi, sömürgecilerin yüzyıllar boyu sergiledikleri nice barbarlığı, vahşeti kat kat gerilerde bıraktı. Cezaevleri 12 Eylül teröründe bir doruktur. Faşist rejim orada toplumun tüm ilerici, yurtsever güçlerini fizik ve moral olarak yok etmeye çalıştı. Cezaevlerindeki uygulama tam bir toplumsal katliama dönüştü. Tarih boyunca başka ülkelerde ve bizzat Diyarbakfr5 Nolu 107 ağabeylerinin, ablalarının, bir başka yakınının, kimi zaman da bunlardan birkadının görüşüne gide gele büyüdüler. Yüz binlerce çocuk, doğuştan ilkokula başlayana kadar geçen koca birsüreyi görüş yollarında tükettiler, yüz binlercesi cezaevi yollarında ilkokulu bitirdi. Yüz binlercesi çocukluktan ergenliğe, gençliğe adım attı. Yüz binlerce genç, yüreklerine içerdeki bir sevgilinin acısını doldurdular. Hem görüşe gidip geldiler, hem iş aradılar, evlendiler. Çokları cezaevi yollarında bilinçlenip yeni birkimlik kazandı. Yüz binlerce insan cezaevi yollarında yaşlandı, emekli oldular. Pek çokları, içerdeki yakınlarının özgürlüğe kavuştuğunu göremeden bu dünyadan göçüp gitti. Kiminin yüreği bunca acıya dayanamadı. Her gün milyonlarca insan sabah kahvaltısında, işte, kalıvede, okulda, ya da başka bir yerde cezaevleriyle ilgili bir şeyler konuştu. Ve daha onyıllar boyu, milyonlarca insan, işkencenin bıraktığı izleri yaşamında duymaya devam edecek. Ya işkencede yitirdiği bir yakınım düşürıecek ya da bizzat kendi başından geçen olayları hatırlayacaktır. Bir sakat akraba, dost ya da tanıdık, canlı bir anıt gibio günleri sık sık hatırlatacak. Kah cezaevleri ile ilgili bir film seyredilecek, kah bir roman okunacak. Kimi zamano günleri anlatan bir melodi, kimi zaman bir şiir kulaklarda yankılanacak. Makalelerin, açık oturumlarm, konferansların, bilimsel araştırmalarln konusu olacak cezaevleri. 106 Bayram Bozyel düşünüldüğünde, bunun psikoloji dalı bakımından önemi daha da anlaşılır. Yüzlerce işkence türüne karşı insan fiziğinin dayanma gücüne ne demeli? Günlerce süren susuzluğun, aylara yaran açlığın, dayanılmaz soğuk ve uykusu luğun, bozuk, kirlı ve tehlikeli yiyeeeğin, daracık ve pis yerlerde havasızlığın insan denen canlının üzerindeki tahribatı yönünden cezaevinin do%a bilimleri için son derece önem taşıdığı açık değil mi? Cezaevlerinin, daha doğru bir deyişle işkence şarkının do%al bir uzantısı haline getirilen mahkemelerde ise hukukun içine düşürüldüğü gülünç ve acınası dunım, hukuk adına incelenmeye değer! Hukuk adına işlenmiş cinayetler ve yüzkaraları yönünden bu dönem parlak örnekler sundu. 12 Eylül sonrası cezaevi yaşamı ülkemizin romanl, hikayesi, şiiri, tiyatrosu, sineması, müzi%i, resmi için zengin bir kaynak olacak; insanlarımızın bu acı öyküsü gelecek kuşaklara kalacak. Cezaevlerindeki işkence çarkı, görünürde doğrudan içerdekilere yönelikse de etkileri çok daha geniş bir çevreyi, gerçekte tiim toplumu kapsadı. Bu dönemde cezaevleri toplum yaşamında onarılması zor ve zaman alacak yaralar açtı, silinmesi güç derin izler bıraktılar. Cezaevleri sorunu ekmekten ve işten, konut ve eğitimden çok daha can alıcı bir sorun haline geldi. Bu dönem Türkiye'sinin yaşamı ve sistemi gerçek ifade ve kimliğini cezaevlerinde buldu. Bu dönemde Türkiye'de ortalama her aileden bir kişi, bu toplumsal soykırımda ya öldürüldü ya da sakat bırakıldı. Elli milyon insan, cezaevlerindeki işkencelerin etkisini kendi çocuklarının, aile bireylerinin, yakmlarının şahsında yaşadılar, yaşamaya devam ediyorlar. Toplumda açılan yara her eve, her köşe busağa işledi, insanlara acı verdi. Yüz binlerce bebek, kafaları ve yürekleri cezaevindeki yakınlarında olan annelerin çocukları olarak dünyaya geJdiler. Yüz binlerce çocuk, cezaevleri yollarında, annelerinin, babalarının, Diyarbakır5 Nolu 109 oldu, türlü hastalıklara yakalandı, fiziksel ve zihinsel olarak verimsizleşti. Onlar, cezaevinden sağ çıksalar bile, gördükleri tahribat onların ilerdeki yaşamlarını etkilemeye devam edecek ve büyük ihtimalle ömürlerini kısaltacak. Tutuklu ya da hükümlüler bu uygulamalardan sadece fizik olarak değil, zihınse1 açıdan da kötü biçimde etkilendi. Gün boyu çeşitli kez söyletilen ırkçı, militarist marşlar ve işkencecilerin “eğitim” adım taktıkları uygulamalarla insanlar aşağılandı. Bunlarla bir bellek bitirme programı uygulandı. Düşünmeye ve konuşmaya zaman bırakılmayan bu gerilim içinde kişi, zamanla ruhsal, düşünsel bakımından geriliyor. Anne, baba, kardeş, çocuk ve sevgili gibi yakınların yuz şekilleri unutuluyor, geçmiş belleklerden siliniyor. Genelde 12 Ey1ü1 uygulamaları, özelde’ ise cezaevlerindeki işkencelerin bir amacı da devrimci hareketi ve halkı psikolojik olarak sindirmekti. Birçok insanın, göz önündeki örneklere bakarak böylesi bir riski göze alamayacağı düşünüldü. “Devletin gücü” ortaya konarak böylesi bir gücün “aşılamayacağı” empoze edilmek istendi. Bir yandan dışarıda yapılan sistemli propaganda ile devrimci mücadeleye heveslenenleri nelerin beklediği fısıldandı, di%er yandan, içerden çıkanların bir kısmı bunu kendiliğinden üstlendi. Bazen, devrimcı mücadeleyle veya yurtseverlikle hiçbir ilgileri olmadığı halde, sıradan insanlar içeri alınarak toplumu oluşturan apolitik çoğunluğa gözda%ı verildi. Görüşe giden, mahkemelere gelen insanlara sunulan işkence tabloları ile sindirme programı güçlendirildi. İşkencenin amaçlarlndan biri de yargılama sürecine istenilen yönü vermekti. Politik tutukluların mahkeme salonlarını bir mücadele arenasına çevirecekleri bilinmeyen bîr şey değildi. Sistemin içyüzü ortaya serilecek, komplo ve düzmece davalar açığa kavuşturulacaktı. İşkence çarkı olmasa, bu tür davalarda savunmalar yolları alır, kitleler bilinçlenip taraf tutardı. Bu 108 Bayram Bozyel Amaç Neydi? Cezaevlerindeki bu uygulamaların en önemli amaçlarından biri bu sömürü ve zulüm rejimine karşı olan toplumun en bilinçli ve mücadeleci unsurlarını fiziki olarak yok etmek, etkisiz hale getirmekti. İşkencelerde doğrudan adam öldürmek, bu amaca varmak için kullanılan yollardan yalnızca biridir. Ama asıl izlenen yöntem, insanların uzun vadeli ve toplu yok ediImesidir. Yıllarca süren işkenceler sonucu insanlar sakat kalıyorlar. Yine yıllarca uygulanan, belli sürelerle susuz ve aç bırakma (ancak ölmeyecek derecede yemek verme), soğukta bırakma, soğuk suyun içinde saatlerce yatırma, hastaları tedavi etmeme, hastalıkların ötekilere de bulaşması için, bulaşıcı hastalıklara yakalananları koğuşlardan almama, zamana yayılmış katliam için başvurulan yöntemlerdir. Bu uygulamaların sonucu yüzlerce insan yaşamını yitirdi, onbinlerce kişi ise sağlığından Diyarbakır5 Nolu lll teslim olmadılar; aydınlığa açılan dar, karanlık ve uzun bir koridordan geçer gibi geçtiler, ordan. Onlar cezaevinde “yatmadılar”, tersine bilendiler, daha çok bilinçlenerek çıktılar. 110 ; ' ! ' ) Bayram Bozyel durumda yüzlerce sanıklı dava dosyalarını tez. zamanda bitirmek ve diledikleri gibi ceza dağıtmak güç olurdu. İşte bütün bunlara meydan vermemek için aylar, yıllar süren işkencelerle tutuklular uslandırılmalı ve hiç kimseye -avukatlar dahil- savunma hakkr verilmemeliydiî Suçlama olacak, ama savunma olmayacaktı! Kendileri sorup yine kendileri cevap vereceklerdi. “Bağımsız ve adil” mahkemeler böyle çalışacaktı... İşkence çarkı ile insanlar yaptıkları, çoğu zaman da yapmadıklarl işler konusunda “itirafa” zorlandı. Bazı istisnalar dışında, bütün “itiraflar” işkence yoluyla alınmıştır. İçerdeki insanı itirafa zorİamak bu celladlar için birçok bakımdan önem taşıyordu. Bu yoldan elde edilen bilgilerle, daha önce çözülememiş düğümler çözülecek, soruşturma döneminde ortaya çıkarılamayan örgütsel ilişkiler açığa kavuşacaktı. Soruşturma safhasındaki işkenceler bütün ağırlığına rağmen süreliydi. Bir ay, iki ay, üç ay... Oysa cezaevine adım atmakla birlikte kesintisiz bir işkence dönemi başlıyordu. Bu koşullarda işkenceci kimi zaman kolaylıkla, kimi zaman da uzun uğraşlar sonucu amacına ulaşabiliyordu. Amaç sadece yeni bilgiler elde etmek değildi elbet; bundan da önemlisi devrimci hareketi moral açıdan çökertmek, insanlar arasında güvensizlik yaymaktı. Faşist rejim bu alanda amaçlarına ne ölçüde ulaştı, bu ayrı bir konu. Kamuoyu içerdeki itirafçılara ilişkin olarak bilgi sahibidir ve faşist rejimin, “pişmanlık yasası”na rağmen umduğunu hiçde bulamadığını iyi biliyor. Geçmişte devrimciler birçok kez burjuvazinin zindanlarını bir eğitim yerine, bir okula çevirdiler. Bu kez de Nazi kamplarından aşağı kalmayan, hatta kimi hallerde daha da aşağılayıcı koşullara rağmen, aynı şey oldu. Taşa toprağa can vermesini bilen insanlarımız, faşizmin cezaevlerinde de umutlarını yitirrr.edi1er, Diyarbakır5 Nolu 11a sivrildi. Burada diğer cezaevlerinden daha şiddetli, daha katmerli bir işkence ağı oluşturuldu. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerde cezaevleri faşist güçler için bir laboratuar işlevi görüyorsa, Diyarbakır'daki5 Nolu Cezaevi'nin bu sistem içinde özel bir yeri olmalı. Cezaevi çlkışı yazdığım bu notlarla, doğrusu cezaevi gerçeğini çok yönlü ve yeterince ortaya koyabileceğim iddiasında de%i1im. İçerden, parça parça da olsa kimi görüntüleri yansıtan bu notlar, belki kamuoyunun orada olup bitenleri öğrenmesine yardımcı olur. Belki bu notlar, gelecekte konuya daha derinliğine ve bilimsel bir çerçevede eğilmek isteyenlerin işine yarar. Politik grupların içerdeki tutumları, kimi olaylara karşı tepkileri, bu grupların birbirleriyle ve cezaevi yöntemi ile ilişkileri cezaevi olgusunun önemli bir boyutunu oluşturur. Ama ben bu notlarda bu, konulara değinmeyeceğim. Bunlar, belki tümüyle ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. 112 Bayram Bozyel 5 Nolu Cezaevi Türkiye ve Türkiye Kürdistan'1nda estirilen terör ve yapılan vahşetin içinde cezaevleri bir doruksa,5 Nolu' ya özel bir yer vermek gerekir. Burada vahşetin dozu tüm ötekileri geride bıraktı. Tüm ultra işkence teorileri burada denendi. İşkencecilerin içine düştükleri iğrençliğin derecesi, diğer hiç bir yerdeki işkenceciye nasip olmadı. Bu nedenle insanlar, bu dönemde cezaevlerinde yapılanları genel olarak toplu katliam olarak nitelerken,5 Nolu'daki özel durumu belirtmekte güçlük çekiyorlar. Bu özel ve farklı uygulamaya yaratan5 Nolu'daki insanların ulusal bileşimi idi elbet. Buraya Kürdistanlı sosyalistler, yurtseverler doldurulmuştu. Faşizm tüm sola, demokrasi güçlerine, gerçekte tüm halka düşmandır. Bu düşmanlık başka halklara karşı daha da azgındlr. Bu nedenle, 5 Nolu'daki uygulama, ırkçı ve sömürgeci yanıyla Diyarbakır5 Nolu 115 tiksinti verici biçimde bize kadar ulaşıyor. Şu andan itibaren kendine özgü yasalarla işleyen bu cehennemde soluk alacağız, bedenimizin en ince dokusuna, duygu ve düşüncelerimizeo hükmedecek. Zaman zaman kötü bir düş dünyasında yaşadığımızı sanacak, algılarıınızdan kuşkuya düşecegiz. Ana koridorun hemen girişinde, koridordan demirlerle ayrılan bö1i'ınde, güneye düşen duvarın önünde tek sıra halinde diziliyoruz. Sırtımız duvara, yüzümüz karşıdaki masalarda oturan kişilere dönük. Kimlik kontrolümüz yapılıyor. Çevremizde onlarca teğmen, yüzlerce er, onbaşı, çavuş rütbesindeki gardiyanlar üzerimize çullanmak için sabırsızlıkla bekliyorlar. Sağa sola koşuşuyor, avlarlna dişlerini gösteriyorlar. Bir anda başlar koridorun uzayıp giden yönüne dönüyor. Gözleri kan çanağına dönüşmüş, uykusuzluk ve belki de uyuşturucudan göz kapakları buruşmuş, parkeli Yüzbaşı Esat geliyor. 5 Nolu'daki toplu katliamın mimarı bu ünlü işkenceci, köpeğiyle birlikte koridorun derinliklerinden, bilmem hangi koğuşu “denetlemekten” geliyor. Uyuşturucu kullandığı iyi bilinen Yiizbaşı Esat, yanımıza gelerek cızlrtılı sesi ve peltek diliyle kimler olduğumuzu soruyor. Sonra bir-iki arkadaşa, kiınliklerine ilişkin sorular yöneltiyor. Köpe%i de bu arada bacaklarımızın arasında dolaşıyor, bizleri kokluyor ve sanki bir şeyler arıyor. Gerçekte yüzbaşı kimler olduğumuzu, daha buraya gelmeden çok önce biliyor. Karşılama töreni'nin ayrıntıları bile, kendisi tarafından çok önceden hazırlanmış. Ama yine de yalnızca cezaevinin bazı idari, bürokratik işleriyle u%raşan bir yönetici imajını vermeye çalışıyor. Sonra, köpek ve yüzbaşı çekip gidiyorlar. Kimlik belirleme işlemi kısa sürede bitirildi. Belli ki böyle bir görev can sıkıcı bulunuyor. Gelen emir üzerine sola dönerek, askerlerden oluşan dar bir koridor içerisinde ilerlemeye başlıyoruz. Biz 38 kişiyiz, onlar yüzden fazla. Bir süre ilerledikten sonra, sağa dönüyoruz, Alçak bir kapıdan dar bir 114 Bayram Bozyel Karşılama ve Hücre Arabanın arkasına dayandırılan merdivenden tek sıra halinde ağır ağır iniyoruz. Çevremizi askerler sarıyor. Soğuk suratlı bir teğmen, oluşturduğumuz sıranın en başındaki arkadaşın elini sokarak “hoşgeldiniz!” diyerek sırıtıyor. Sonra öne düşüp yol gösteriyor. Cezaevi kapısından girdikten sonra ana koridorun hemen başında durduruluyoruz. Bu koridor dipsiz bir dehlize benziyor. İçinde, yitip gidecekmişiz gibi bir görünümü var. İlk göze çarpan koridorun üst ve yan taraflarını boydan boya katolayan resimler, sloganlar, yazılar. Renkler son derece çiğ, uyumsuz, tiksinti verici. Aynı anda kulağımıza koğuş ve havalandırma yönünden uğultu halinde, birbirine karışan sesler geliyor. İçerdekiler marş söylüyor olmalılar. 40 kadar koğuşta aynl anda söylenen marş sesleri, bir sürü duvarda ve koridorda yankılayıp karışarak anlaşılmaz ve Diyarbakır5 Nolu 117 Kazaklar paramparça oluyor. Mevsim kış olduğu için, 5 No1u'daki koşulları, düşünerek her birimiz bir hayli giyecekle gelmiştik. Eşyalar parçalandıkça önümüzdeki yığın giderek kabarıyor. Kimi gömlek ve kazakların kolları sökülüp atılıyor. Kimi tam ortasından bölünüyor. Her birimizin başında ortalama üç kişi bu işle uğraşıyor. Subaylar da arama işine bizzat katılıyorlar. Yerdeki elbiselerin aranması, daha doğrusu parçalanması bittikten sonra sıra üstümüzdekilere geliyor. Onlar da tek tek çıkartılıyor. Pantolonumun astarını çekip koparıyorlar. Astarı ikiye bölüp atıyorlar. Ardından palto, bel hizasında, yakadan ta aşağıya kadar ikiye ayrılıyor. Aynı şey ceketin başına da geliyor. Onun cepleri de söküldüğü için parçalarının sayısı onikiye çıkıyor. Diğer tüm elbise ve çamaşırlarımız aynı akıbete u%ruyor. Üzerimde birtek kilot kalıyor. Eşyalarımızın içinden sigara, diş fırçası, diş macunu, sabun, ilaç, atkı, kemer, çakmak, kibrit ve benzerlerini ayırıyor, alıp götürüyorlar. Ve asıl şenlik ondan sonra başlıyor. İşkencecilerin hepsi bir anda tekkomutla harekete geçiyorlar. Ellerindeki “haydar” tabir edilen sopa ve coplarla ellerimize vurmaya başlıyor ve bu işi kayan bir şerit gibi dönerli yapıyorlar. Her biri, tutuklulardan birine bir süre vurduktan sonra sola kayarak yeni birisine vurmaya başlıyor ve daha önceki yerini de bir başkasına bırakıyor, Böylece işkenceciler dizisi ağır ağır, ama sürekli hareket ediyor. Aynı anda 76 ele inen coplar ve 38 kişinin inlemeleri birbirine karışıyor. Sesler salonun tavanında yankılanıyor, 40 hücrenin kovuğuna girip çıkıyor, karışıp çoğalıyor ve öyle ki insan, kendisinin ve yanı başındaki iki kişinin sesinden başka bir şey duyamıyor. Zaman zaman, monotonluk kazanan bu sesperdesini yırtan tiz ve keskin sesler çıkıyor. Onun dışında, insana, duvarları yıkıp atacakmış gibi gelen bu güçlü uğultu sürüp gidiyor. Ellerde takat kalmayınca vuruşlar kesiliyor. Başımız hücrelere 116 Bayram Bozyel aralığa, oradan da geniş ve uzun, üstü kapalı bir alana giriyortrz. Burası hücre böliimüdiir. Sol tarafta demir kapılı ve tellerle öriilü hucreler yan yana uzanıyor. Dikey olarak dört hücre katı var ve her katta on hücre bulunuyor. Dolayısıyla burada toplam 40 hücre mevcut. Hücrelerin tam karşısında, böş alanın öbür tarafında çıplak bir duvar yukseliyor. Duvarda, her biri iki kat hücreyi gözetlemeye yarayan, üst üste iki dizi gözetleme deliği var. Bu delikler öte yandaki 5,6 ve 7. koğuşlara giden koridorlara açılıyorlar. Biz tam hücre avlusuna girdiğimiz anda çok şiddetli “dikkat” sesleri yükseliyor. Biraz ilerleyince, alt kattaki birkaç hücrede bulunan tutukluların, düzgiin sıralar halinde, sırtları hücre kapısına, yüzleri içeriye dönük şekilde hazırolda beklediklerini görüyoruz. Sonradan ö%reniyoruz ki bu bir “kural”dır. Bu kural, hiicrelere yeni insanlar geldiğinde 1. ve 2. katlardaki tutuklulara uygulanır. Hücredekiler, yeni gelenlerin “kabul ve konaklama” işlemleri tamamlanıncaya, yani onlar da hücrelere yerleştirilinceye kadar olup bitenleri göremezler, yalnızca duyarlar. Ama onlara neler yapıldığını, daha önceki kendi deneylerinden iyi bilirler. Onları görmeseler de seslerden, çığlıklardan, çoğu kez yeni gelenlerin kimler o1du%unu bile çıkarabilirler. Oluşturduğumuz sıranın ucu avlunun sonuna ulaştığında durduruluyoruz. Duvarın dibinde, yüzümüz hücrelere dönük, boydan boya tek sıra oluşturuyoruz. Eşyalarımızı önümüze koymamız isteniyor. Cezaevinin biitün subay ve gardiyanları oraya üşüşmüş. Bunlar, kimlik belirleme yerinden buraya kadar bizi bir hayli tekmeleyip tartakladılar, iğrenç kü1iirIe'r savurdular. Ama teskin olmuş değiller. Krizler geçiren bir uyuşturucu düşkününün hırsıyla üstümüze atlamak için can atıyorlar. Saldırı, elbiselerin aranmasıyla birlikte başlıyor. Kaba dayak ile arama işi bir arada yürütülüyor. Önce yerdeki eşyalarlmız didik didik ediliyor. Dikişleri, düğmeleri, astarları sökülüyor ya da diipedüz yırtılıyor. Gömleklerin yakaları yırtılıp tersyüz ediliyor. Diyarbakır5 Nolu 119 adında birarkadaş bağırarak kaçıyor ve ilk geldiğimizde kapıda bize “hoşgeldiniz” diyen teğmen, elindeki kalasla onu kovalayıp vuruyor. Bu şekilde avlunun içinde dönüp duruyorlar. İlk anda bu arkadaşın yaptı%ına şaşmıştım. Sanki kaçıp kurtulacağı bir yer mi var? Günler sonra işin içyüzünü kendisinden dinledim. Meğer bunu teğmenin kendisi istemiş, Ömer'i bir hayli dövdükten sonra, “bu böyle olmaz” demiş, “sen kaç, ben de seni kovalayarak döveyim, kaçarken de bağır” Bu zorbanın ruhsal durumu ilginç değil mi? Şimdi sıra en iğrenç işkencelerden birine gelmişti; lağım içinde banyo yaptırmaya. Birinci kattaki hücrelerden ikisinin tuvaletleri bilerek tıkatılmış. Bu nedenle üst katlardaki hücrelerin tuvaletlerinden gelen pis sular buralarda birikmiş. Bu hücreler avlu zemininden iki karış kadar alçak. Pis sular burayı doldurmuş ve avluya taşmış. Bu kez bizi, dörder beşer kişilik gruplar halinde götürüp bu pis suya yatırıyorlar. Çıplak bedenlerimizi coplayarak suya girmeye zorluyorlar. Başlar dahil tüm beden bu suya batırılıyor. Lağım suyu derin bir iğrenme yaratıyor, kişi kendini aşağılanmış hissediyor. Çekingenlik gösterenler kalaslar ve coplarla lağlm suyuna sokuluyor, başlar postallarla suya batırılıyor. Sonra bir grup sudan çıkıyor, sıra ötekine geliyor. Lağım suyu dolu hücrenin kapısında, elinde bir kürek sapı kalınlığındaki kalasla, daha önce sözünü ettiğim teğmen duruyor. O, pis sudan çıkan herkesin eğilmesini istiyor, elindeki kalasla bir hayvan gibi kaba etlerimize birkaç kez vuruyor ve böylece banyo seansı tamamlanıyor. Sıradaki yerimize dönüyoruz. Herkes bu işlemden geçtikten sonra “giyin” emri geliyor. Sağlam kalabilmiş birkaç çamaşır ve eşyayı, pis sudan çıkmış üstümüze aceleyle geçiriyoruz. Bu arada teğmen, kendisi ve öteki celladlar için eğlendirici bir şey daha yapıyor: Diş macunlarımız ve tıraş kremlerimiz ile hepimizin kaşlarını, bıyık yerlerini, -yanaklarını, çene uçlarını, 118 Bayram Bozyel doğru, yüzüstü. uzanmamız isteniyor. Yan yana uzanıyoruz. Her birimizin başında iki kişi, sopa ve coplarla kaba etlerimize vurmaya başlıyorlar. Bedenimizin ince ve hassas bir deriyle örtülü etlerine, taşa ya da çuvala vurur gibi pervazsızca vuruyorlar. Başlarımız, yerde kavuşturdugumuz kollarımızın üzerinde olduğu için, inlemeler bu kez kısık ve boğuk birşekilde çıkıyor. Bütün bu süreçte kaçırmadığım birnokta oldu hep. Hemen hemen tüm toplu işkenceler sırasında, yanımdaki insanlara yapılan işkencelere karşı ilgisiz kalmadım. Yaşamın en çirkin manzaraları olsa bile, bu izlenimleri elverdiğince belleğime kazıdım. Bizzat bana işkence yapıldığı anlarda bile, çoğu kez, yanı başımda işkence görenle işkencecinin oluşturduğu ikiliyi gözetleme, karşılıklı etkileşimlerini yakalama olana%ı buldum. İşkencecinin, yaptığı işten zevk almaya çalışan isterik, sadist, hayvansı yüzü ile işkence görenin acıyla buruşmuş, morarmış yüz hatları, tik ve titreşimleri, bedensel gerilimi kalın ve belirgin çizgilerle bugün de gözlerimin önündedir ve aradan uzun yıllar geçse de unutulacak gibi değildir. Dayak bazen kaba etlerimizden bacaklarımıza, sırtımıza, omuzlara kayıyor, sonra dönüp yine kaba etlerde yoğunlaşıyordu. Saatler süren bu işkence sırasında ilgimi çeken birşey olmuştu. Sağ tarafımda dövülen Metin Öksüz arkadaşım tüm bu süre zarfında bir kez bile bağırıp çağırmadı, inlemedi, çıt çıkarmadı. Belli ki o bütün acısını, öfkesini içine akıtıyordu. İçteki bu basıncın yoğun1u%undan olmalı ki yüzü adeta simsiyah birrenk almıştı.O da işkenceciye inat etmiş, ondan hıncını böyle alıyordu. Bu yoldaşın direnci içimdeki dayanma güdüsünü biraz daha alevlendirdi. Duydu%um acıyerini bir öfke seline bıraktı. Ayağa kalkma emri verildi, ama kimse yerinden kıpırdayacak durumda değil. Ellere dayanıp kalkmak istediğimizde belden aşa%ımız tutmuyor artık. Fiili işkence anından farklı bir ağrı duyuyoruz. Yine de kalkıyoruz sonunda. Ayakta da tokat ve yumruklarla devam ediyorlar.O sırada bir de ne göreyim, Ömer Diyarbakır5 Nolu 121 19 Kişilik Hücre Hücrelerde tekmil verme sırasında çok komik bir görünüm ortaya çıkıyor. Herhangi bir gardiyan hücre avlusuna girer girmez, katın ilk hücresi dikkat çekip tekmil veriyor.O daha tekmilini bitirmeden 2. hücre devreye giriyor. Eğer gardiyan 10. hücreye doğru yoluna devam ediyorsa, en az beş hücrede birden göründüğü için, bir anda verilen tekmiller birbirine karışıyor ve garip bir gümbürtü oluşturuyor. Bazen, daha gardiyanlar görünmeden, “Co” adını taşıyan kurt köpeği geliyor.O görünür görünmez de hücrelerde, “1. Kat ... Hücre, ... kişiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” biçimindeki tekmiller yükseliyor. Kimi arkadaşlar bu köpeğe tekmil vermekten öfkeyle karışık bir zevk duyuyorlar. Böylece köpek ile gardiyanlar arasında bir eşlik kuruyorlar. Köpeği ilk gören arkadaş, “komutan geliyor, komutan” diye haykırarak 120 Bayram Bozyel kulakları beyaza boyuyor, şekiller yapıyor. Bu şekilde hepsini tüketiyor. Bu son uygulama da bitince, gecenin oldukça geç birsaatinde, bizi l9'ar kişilik gruplar halinde, pislik dolu hücrelerin yanındaki iki hücreye sokuyorlar. • Hücreye girince, tüm olup bitenlere rağmen ortalığı derin bir rahatlık duygusu kaplıyor.5 Nolu'nun bu ilk ciddi provası geride kaldı. Önümüzdeki yolun nelerle kaplı olduğu ortada. Buna rağmen gözlerde bir direnç ve dayanışma ışığı beliriyor. Fısıltı halinde ve gelişigüzel de olsa konuşmalar başlıyor. Yeri oturmak için toparlayıp temizliyoruz. Kucağımızdaki yırtık elbise kümelerini yere bırakıyoruz. Bazı arkadaşlar giysilerini bir düzene sokmaya çalışıyor, ya da aceleyle giyilenler yeniden gözden geçiriliyor. Kısa süre sonra, hücre çavuşu ve gardiyanı olduklarını söyleyen birkaç kişi gelip ilk talimatları veriyorlar: “Her hücrenin bir sorumlusu olacak. Ortalıkta bir gardiyan ya da köpek göründüğü zaman, sorumlu önce 'dikkat!' çekecek ardından, '1. Kat, 7. hücre 19 kişiyle emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!' diyecek. Oturmak, konuşmak yasak! Burası askeri bir okuldur, siz de bu okulun öğrencilerisiniz! Cezaevi adı ağza alınmayacak! En ufak hata yapanın anasını...” diyor çavuş. Bütün askerlere “komutanım” diye seslenmeyi daha gözaltında iken öğrettikleri için bunu ayrıca hatırlatmaya gerek duymuyorlar. Aramızdan bir sorumlu seçip gidiyorlar. Diyarbakır5 Nolu 123 Seki denilen yerde beş kişi, dizlerini göğüslerine birleştirerek yan yana oturuyor. Aşağıdaki boşluğa ise on kişi, beşerli halde karşılıklı olarak aynı biçimde, kasılmış bir yumruk halinde yerleşiyorlar. Bunların içiçe geçen ayak ve dizlerini ayırdetmek son derece güç. Geri kalan dört kişiden biri, bu on kişinin arasındaki bir boşluğa sıkışıyor. Üç kişi ise tuvalet boşluğunda benzer biçimde çökerek uyku düzenine geçiyorlar. Hücrede eskimiş, incecik iki askeri battaniye var. Herkes oturmak için, çanta ve benzeri şeyleri altına koyuyor. Yer sıkışıklığı nedeniyle ayakkabılar çıkarılıyor ve bunlar, tuvalet kısmında yatacaklar için yan yana üstiiste diziliyor. Ayakkabıların üstüne de ayrıca çanta veya torbalar konuyor. İki askeri battaniyeden birini yerdeki 11 kişi, diğerini de sekideki beş kişi üstlerine örtüyorlar. Yerde, sekide ve tuvalette yatanlar her gece dönerli olarak yer değiştiriyor. Hasta ve yaşlı olanlar bu sıraya dahil değil. Soğuktan ve sıkışıklıktan gece boyunca iki saat bile uyuyamıyor insan. Lağım pisliğiyle dolu hücrelerden taşan su diğer hücrelerin önüne kadar yayılmış. Aylardan Mart, ama mevsim bu yıl, Ocak ve Şubat'taki kadar soğuk. Sözde hücrelerin havalandırılması için kullanılan ve dördüncü kattakî hücrelerin karşısına düşen pencerelerin tüm camları, cezaevi yönetimi tarafından bilinçli olarak kırılıp dökülmüş. Bu nedenle soğuk hava olduğu gibi içerde. Kendi bedenimizin sıcaklığından başka birısınma kaynağımız yok. Birbirine yapışıp sıkışan bedenlerimiz, soğuğun içerlere işlemesini bir ölçüde önlüyor. Soluğumuz ise bu daracık yerde havayı bir dereceye kadar ısıtıyor. Ama ıslak ve nemli elbiselerimiz, beton zemin, suyla dolu çevre kötü etkiliyor. Gıdasızlık ve sürüp giden işkencelerle zayıflayan bedenimizin soğuğa karşı direnci giderek azalıyor. Sekidekiler, bulundukları yere sığabilmek için ayak ve dizlerini var güçleriyle kendilerine doğru çekerek iki büklüm olmuş durumda. Yerde ve dolayısıyla önde oturanlar, başlarım ’ 12 Bayram Bozyel sorumlu arkadaşı uyarıyor. Köpek rasgele dolaşıyor, ileri geri gidiyor, bazen birhücrenin önünden birk‹ıç kez geçiyor ve her geçişinde tekmil tekrarlanıyor. Ardmdan gardiyan geliyorsa ona da tekmil veriliyor. Hücrenin içi, bir kişi için bile çok dar. Boyu 180, eni 150 cm. kadar. Hücrenin biryanı, taban yüzeyinin beşte ikisi kadar bir yer, seki şeklinde yüksekçe yapılmış. Aslında bu hücreler tek kişi için yapılmış ve sözkonusu seki de yatma yeri olarak düşünülmüş. Buraya 19 kişinin sığdırılacağı, herhalde mimarının hayalinden geçmemiştir. Hücrenin arkasına da çok dar bir tuvalet eklenmiş. 19 kişi için bu hücrede, ayakta durarak bile yer edinmek olanaksız. Bir dizi çaba ve denemeden sonra, üç kişiyi devamlı olarak tuvalet kısmında ayakta tutarak bunu başardık sonuçta. Akşamları iki kepçe dolayında sulu bir yemek getirilip hücreye bırakılıyor. Genelde akşamları ekmek verilmiyor. Ekmek günde bir kez, öğlen yemeğinde dağıtıhyor. O gün, hem gözaltından geldiğimiz, hem de ilk günün heyecan ve geriliminden olsa gerek, kimse yemeğe pek aldırmıyor. Varolan üç tahta kaşıkla, bulaşık suyunu andıran sözde çorbadan herkes bir-iki kaşık alarak “akşam yemeğini” yemiş oluyor. Her yemek dağıtımından sonra (yemek dağıtılmasa bile yemek vaktinde), bütün hücrelerde aynı anda yemek duası yapılır: -Allahımıza hamd olsun! -Ordu millet varolsun! -Ailemiz sağolsun! -Afiyet olsun! -Sağol! dedikten sonra varolanlar yeniyor. Tek kişiye göre yapılan bu hücrelerde 19 kişinin yatabilmesi -elbet adına yatma denirse- en büyük sorunu oluşturuyor. Ayakta durarak bile 19 kişinin zor sıkıştığı bu daracık yerde, bu kadar insanın uyku düzeni oluşturabilmesi bir mucize. Diyarbakır5 Nolu 125 yüzü tümden kanlar içinde kalıyor. Alt katlarda su bulunduğu için buradakiler yüzlerini yıkayabiliyorlar. Birinci katın dışındakiler içinse su, içmek için bile zor bulunuyor. Diğer katlara su bidonlarla taşınıyor ve bu da tümüyle gardiyanın keyfine bağlı. Bu nedenle diğer katlardakiler, tüm öteki sıkıntıların yanısıra bir de su derdini çekiyorlar. Tıraştan sonra ayakta bekleniyor. Gelen gardiyana ya da köpeğe büyük birkarmaşa içinde tekmil veriliyor. Sabah saat 6'da, tümümüz için kahvaltı diye iki kepçe çay ya da çorba verilir. Çoğu zaman ise hiçbir şey. Yemeği, gardiyanların denetiminde hücrelerden çıkartılan tutuklular, dağıtırlar. Kepçe bulunmadığı için yemek, bir tas yardımıyla da%ıtılır. Bu, taneli yemeklerin dağıtımında birhayli güçlüğe yol açıyor. Karavananın dibine çökmüş taneleri her hücreye verebilmek için tası dibe daldırmak gerekir. Bu da elin sıcak yeme%e batmasına ve yanmasına neden olur. Gardiyanlar özellikle de sözde eşitlik sağlama adına ellerini dibe daldırmaları için görevli tutuklulara zorlarlar. El hiç daldırılmasa bile, zaten içi sıcak yemCk dolu bakır tas yeterince ısınmıştır ve eli yakar. Ayrıca gardiyanlar, yemek dağıtımının olağanüstü bir hızla yapılmasını, dört kattaki 40 hücreye çok kısa sürede dağıtılıp bitirilmesini isterler. Dağıtıcılar hücreden hücreye koşturulur ve bu arada coplamrlar. Bu arada dayaktan hücredekiler de paylarını bolca alırlar. Böyle olunca da yemek zamanı, başlı başına, bir işkenceye dönüşüyor. Kimi zaman da karavana daha yarılanmadan götürülüp dökülür. Yemek dağltımının ardından her zamanki yemek duası tekrarlanır, sayım yapılır. Sayımı yapanlar tek tek hücreleri dolaşıp tekmil alırlar. Hücredekiler, mevcuda göre, ikişer, üçer sıra halinde dizilir. Sayım sırası geldiğinde herkes, en yüksek sesle kendini sayarak yerine çöker. Sayım bitip görevli uzaklaşınca, hücre sorumlusu “dikkat" çekip herkesin birlikte kalkmasını sağlar. 124 Bayram Bozyel sekidekilerin dizlerine yaslıyorlar. Uyku biraz çökünce yukarıdakilerin dizleri gevşiyor, ayaklar öne do%ru uzanıyor ve hemen öndekilerin başlarım aşarak boyunlarından aşağı sarkıyor. Öndekiler uyanır, üsttekileri uyarırlar. Bu duyum, periyodik biçimde sabaha kadar sürer, gider. Aynı durum yerde karşılıklı oturanlar için de geçerli. Birbirine yaslanan ya da içiçe geçen dizlerdeki bir gevşemede, onlar önce karşıdakinin göğsüne, sonra yüzüne kadar uzanıyor. En ufak bir ayak ya da dizkayması karşıdakini uyandırıyor. Birazcık kıvranmak, uyuşan bir adaleyi rahatlatmak, sağa sola dönmek için en küçük biresneme payı yok. Buna ilişkin en küçük bir hareket yandakini, karşıdakini ve onlarla birlikte birbirine yap ışık durumda olan tüm ötekileri uyandırınakla sonuçlanır. Çoğu kez karanlıkta ya da tül perdeyi andıran battaniyenin altında uzanan ayak ve bacağın, karşıdakilerden kime ait olduğunu seçmek kolay değil. Bu nedenle de gece, sabaha kadar soğuktan büzülüp titremekle, uzatılan ayakların kime ait olduğunu tespit etmek ve ayak sahibini uyarmakla geçer. Bükülmekten yorulan dizleri rahatlatmanın tek yolu, ayakları havaya doğru kaldırdıktan sonra bacağı biraz uzatmaktır. Hücrede gerçek anlamda uykudan sözedilemez. Uyku için bitmez tükenmez çırpınışlar vardır, yalnızca. Uykuya canatarcasına bir hasret, bir uzanıp rahatlamak, inanılmaz bir ısınma arzusu vardır. Sabah erkenden ilk gelen kalk komutudur. Kalk komutu ile herkes yerinde doğrulur. İlk iş alelacele tıraş olmaktır. Günlük tıraş olmak zorunlu ve oluşturulan “düzenin, disip1in'in” vazgeçilmez bir unsurudur. Hücreye verilen iki adet permatikle herkes tıraş olmak zorunda. On kişi bir permatik kullanıyor. Herkes sırayla bir diğerini tıraş ediyor. Birkaç kişi tıraş olduktan sonra jilet köreliyor doğal olarak. Geriye kalanları sakalı, bu kör ciletin yardımıyla, ama daha çok kasgücüyle kesiliyor, adeta koparılıyor. Deri kazanıyor, yer yer kesiliyor. Sona kalanların Diyarbakır5 Nolu 127 Her Gün Gibi Bir Gün Cezaevine götürülüşümüzün ikinci günü. Bütün sonraki günlerin tipik bir örneği olano gün bir türlü bitmiyordu. İşkence amansızdı. İşkenceler daha önce yaşadlklarımdan farklıydı. Soruşturma sırasında daha çok tekil olarak yapılıyordu işkence. Orada işkenceleri bana yapılırken gördüm, yaşadım. Bu nedenledir kio dönemde olanları anlatırken genellikle “ben” diye söz ettim. Soruşturmada herkes için ayrı ayrı işkenceler vardi. Kime ne tür ve ne oranda işkence yapılacağı kişiyle işkenceci arasındaki ilişkilere ve duruma göre değişiyor, sertleşiyor ya da yumuşuyordu. Soruşturmada kişiden bir şeyler istemiyordu; işkencenin dozu, niteliği de istenen şeyin öneınine, tutuklunun direncine göre değişiyordu. İşkence sofiucunda kişinin ruh halini belirleyen, celladlara karşı direncinin ölçüsüydü. İyi bir sınav vermişse, bu daha sonraki günlerde de ona güçlii bir moral 126 Bayram Bozyel Her sabah ve akşam tekrarlanan sayım sırasında hücredekilerin yarıdan çoğu mutlaka dayak yer. Ya hücre sorumlusu iyi tekmil vermemiştir, sayım cansız yapılmıştır ya da yanlış sayılmıştır... Gardiyanlar dayak atmak için türlü türlü gerekçeler yaratırlar. Dayak atma işine, baştaki subay dahil, sayımı yapanların tümü katılır. Eller, coplanmak üzere demir parmaklıklardan uzatılır. So%ukta daha da sertleşen cop, daha fazla acı verir. Kış, copun acısını arttıran bir etken. Eller mora, siyaha döner, parmaklar kasılıp bükülür; sonra avuç katlanır, el bir yumruya dönüşür. Kol dirsekten, el bileklerden kırllmışcasma demir parmaklıklardan sarkar. Ancako zaman dayak kesilir. Sayımcılar gider gitmez, dövülmeyenler, dövülenlerin vurulan ellerini ovmaya başlarlar. Ovma işi de ilk başta az acı vermiyor değil, sonra yavaş yavaş hafıflemeye başlar. Diyarbakır5 Nolu 129 toplam olarak yaklaşık 100 kişi vardı ve hücrelerin büyük çoğunluğu boş olmasına ra%men bu 100 kişi 4-5 kadar hücreye sıklştırılmıştı. Hücrelerin önündeki alan, tıkanık olan iki tuvaletten taşan lağım suyu ile kaplanmıştı. Pis suyun kalınlığı yer yer 5 cm'ye varıyordu. Hücrenin normal olarak 3-4 gardiyanl olmasına ra%men,o gün oraya 15'ten fazla gardiyan birikmişti. Hepsinde, sürekli taşıdıkları copların yanı sıra, bir metre kadar uzunluğunda birer de kalas vardı. Önce dörderli sıralar halinde dizdiler bizi. Ardından, defalarca “rahat-hazırol” komutu çektiler. Her rahat komutunda, ayaklarımızı bütün gücümüzle yere vurarak tek bir ses çıkarmamız istemiyordu. Bu komutlar sayısız kez tekrarlandı ve her keresinde, “hayır hayır, olmuyor!” denerek, ayaklarımızı daha sert vurmamız isteniyordu. Ayaklarımızı her yere vuruşta, pis su sıçrayarak tepemize kadar ıslatıyor. Bizi bu işte yetirince yorduktan sonra, bu kez, mar5 söyleterek yürüyüş yaptırmaya başladılar. Gözaltından yeni geldiğimiz için herhangi bir marşl doğru dürüst bilmiyorduk henüz. Yürüyüş biçimi daha önce hiç rastlamadı%ımız tiirdendi. Dizlerimizi karın boşluğuna kadar çektikten sonra, ayak tabanlarımızı, yerden güçlü bir ses çıkaracak şekilde öne atacaktık. Kollar hep birlikte ve aynı seviyeye kadar çıkacak, ileri geri sallanacaktı. Herkes dizlerini birlikte ve aynı derecede kaldırdıktan sonra ayaklarını aynı hizada yere vuracaktı. Yürüyüş sırasında en ufak birdüzensizlik olmayacak, bütün sıralar “çıta gibi” duracaktı. Ve bu yürüyiişe uygun olarak, “başla!” komutu ile hep birlikte ve yiiksek sesle marş söylenecekti. Alan yüz kişilik bir yiirüyiiş için çok dar, sürekli olarak çevremizde dönüp duruyor, pislik içinde çemberler çiziyoruz. Gardiyanlar belirli aralıklarla, yüzleri bize dönük şekilde dizilmiş, ellerindeki kalaslarla, yanlarından geçenlerin sırtlarlna, omuzlarına vuruyorlar. İki yanda duran 7-8 kadar gardiyan bu işi 128 Bayram Bozyel dayanak olurdu. İşkenceden yüz akıyla çıkmak, onun acılarınPda siler süpürürdü. Özetle, soruşturma safhasında işkence olayında iki aktif kutup vardı: işkence eden ve gören. Bu sürecin seyrini her iki kutbun karşılıklı etkileşimi belirliyordu. Oysa‘ cezaevine götürülüşümîizün ikinci günü ‘deonu izleyen binlerce gün, soruşturmadakinden bir hayli farklıydı. Artık her şey toplucaydı. Genç, yaşlı, militan, savaşçı, direnen, direnmeyen ayrımı yoktu. Genel birkıyım vardı. Genel işkence kalıpları vardı ve bunlar, istisnasız, herkese uygulanıyordu. Artık işkence seanslarından sonra, “herşeye rağmen istediklerini yapmadım ya, o bana yeter!” denemiyordu. Görünüşte hiçbir şey istenmiyordu. İnsanlar önceden hazırlanmış ve uzun birzaman dilimine yayılmış bir programa göre bir tezgaha, işkence tezgahına sokulmuş, işleniyordu. Hemeno anda istenen birşey yoktu. Hasat, uzun sürecek birmevsimden sonra toplanıyordu. İşkence sırasında kimseden birşey sorulmuyor, bir şey istemiyordu. İşkence süreci belli bir zaman kesitiyle sınırlı değildi. İnsan, sadece bir işkence konusu olarak kalıyor, işkencenin şekillenmesinde ona herhangi bir rol düşmez görünüyordu. Böylesine, sonsuza dek sürüp gidecekmiş gibi gelen işkence, kişinin sablr ve dayanma duvarlarını zorluyor, bazen bu sınırları tuzla buz ediyordu. İşkencecinin amacına ulaştığı an o andı işte. Uzun bir baskı ve sindirme süreci ile işkencecinin arzuladığı ortam oluşuyordu. Zaman zaman, izlenen bu genel doğrultunun dışına çıkılmıyor değildi elbet. Eğer soruşturma safhasında istenen elde edilmemişse veya daha fazlası elde edilmek isteniyorsa, soruşturmadan yeni çıkıp cezaevine gelmiş kişi ek bir soruşturmaya tabi tutulur, iş kalman noktadan daha ileriye götürülmeye çalışılırdı. Bunun içino kişinin soruşturma safhasındaki durumuna ilişkin olarak ayrıntılı bilgi cezaevine ulaştırılır. Cezaevi, soruşturma bölümü ile koordineli çalışırdı. Evet, cezaevine gidişimizin ikinci günü. Sabah sayımından sonra hücrelerdeki herkes dışarı çıkarıldı.O zaman hücrelerde Diyarbakır5 Nolu lo1 çekimi ağırlaştırılmış bir film görüntüsüne bürünüyor. Başımızdan aşağı akan terler elbiselerin emdiği pis suyla karışıyor, soluk alışverişimiz güçleşiyor, ayakta kalabilmek için son güç kırıntllarımızı harcıyoruz. İşkencenin son bulup biran önce hücreye dönme isteği çılgınca bir özleme dönüşüyor. Bu arzu ve sabırsızlıkla birlikte zaman uzuyor, işkenceler duracağına ya da hafıfleyeceğine, gittikçe katmerleşiyor. Toplu işkence, bir yanıyla işkencenin psikolojik etkisini arttırıyor. Hemen yanı başımızda, gözlerimizin önünde babamız yaşındaki kişilere, sakat ve hasta arkadaşlara yapılan acımasızca uygulamalar, yapılanları daha da çekilmez kılıyor. Bazen yaşlı biri, koşup ötekilere yetişsin diye bir uçtan öteki uca kadar dövülüyor. Yaralı veya hasta oldukları için ötekilerden geriye kalanlar işkencecilerin daha çok hışmına uğrtıyor. İşkenceciler daha da vahşileşiyorlar, şimdi. Bu kez “sürün!” komutu geliyor. Bu kez alan, pis suda sürünerek aşılacak. Üstelik yine, herkesten önce karşl duvara varmak üzere. Gardiyanlar ortada dolaşarak, omuzlara, sırta, kaba etlere rast gele vurarak sürünmeyi hızlandırmaya çalışıyor ve çekilen acıyı anlatılması güç bir düzeye çıkarıyorlar. Bunca olup bitenden sonra sürünebilmek bir mucize haline geliyor. Ama tutuklular bunu da başarıyorlar. Hem sürünülecek, hem de daha az dayak yemek için öndekiler geçilecek! Karşt duvara ilk yetişenler, başları yapışık bekliyorlar. Herkesin gelip duvara dokunması gerekti%inden, arkadan sürünüp gelenler, daha önce duvara ulaşmış olanların üzerine çıkarak ancak duvara yetişebiliyor. Böylece duvarın önünde, başları duvara bitişik, üç-dört katlı insan yı%ını oluşuyor. Bu sürünme işi de daha öncekiler gibi pek çok kez tekrarlandı. Sürünme, bir aşamadan sonra sırtüstüne çevriliyor. Hücrelerin önü bu kez de bu biçimde aşılıyor. Sürünmeye iniltiler eşlik ediyor. Fiziksel bitkinlik ve acı ruhsal gerilimle bütünleşiyor. İnsan ne denli dirençli bir varlık! Dışardan bakıldığında, diren- 130 Bayram Bozyel sürdürüyor. Tutuklular, fazla dayak yememek için, gardiyanların tam önünden geçerken dizlerini karın boşlu%una kadar geri çekmek ve sert adım atmak için inanılmaz çaba gösteriyorlar. Ama titiz çabalara rağmen açlık, işkence ve bunlar sonucu yitirilen güçten dolayl hiç kimse dizini doğru dürüst çekemiyordu. Yüriiyüşe son verdiklerinde kimsede ayakta duracak takat kalmamıştı. Açlık ve yorgunluktan gözlerimiz kararmış, başımız dönüyordu. Bu kez bizi hücre alanı uzunluğunca koşturmaya başladılar. Geride kalanları kalaslarla döverek koşuyu çıldırtıcı bir oyuna döniiştürdüler. Karşı duvara varınca, bu kez, “geri dön!” komutuyla ters yönden koşu başlıyordu. Tutuklular geride kalmamak için ve bir an önce karşı duvara ulaşmaya çalışırken, bu, itişip kakışmalara ve bazılarının yere düşmesine, ayaklar altında kalmasına neden oluyordu. Koşanlar yere düşenlerin üzerinden atlayıp geçmek zorunda kalıyordu. Elbiselerimiz, yerdeki pis sudan sırılsıklam olmuştu. Gardiyanlar tutukluların arasına aç kurtlar gibi dalmış, önlerine gelene, geride kalmlş olsun olmasın, vuruyorlardı. Koşma, sonu gelmez bir boğuşmaya dönüşmüştü. Örne%in önde koşan biri, tam karşı duvara varacakken, “dön!” komutuyla herkes bir anda geri döniiyor ve en önde olan, bu kez en arkaya düşerek saldırının baş hedefi oluyordu. Koşma işinde bir yenilik daha yapıldı; Herkesin tam hızla koştuğu bir anda “yat!” komutu gelmeye başladı. Bu durumda herkes pis suyun içine boylu boyunca uzanmak zorunda. Elbiseler, emilen pis suyu bir anda vücuda ulaştırıyor ve insan bundan korkunç bir tiksinti duyuyor, kendi bedenini iğrenç bir nesne hissediyor. “Yat!” komutunu yeniden “kalk ve koş!” komutları izliyor. Bazen da yatve kalk emirleri aralıksız bir şekilde tekrarlanıyor. Daya%a rağmen, bir süre sonra emirler işlemez hale geliyor. Emrin verilişi ile yerine getirilişi arasındaki süre giderek uzuyor. Tutukluların bütün hareketleri, koşmaları, yatmaları, kalkmaları, Diyarbakır5 Nolu ve bazen da ekmek verilecek. Bu tablo içinde hücreye allnmak oldukça rahatlık verici. Herkes iizerindeki elbiseyi biraz daha kuru elbiselerle de%iştiriyor. Elbise değiştirme sırasında hepimizin bacaklarının ve kaba etlerinin siyaha boyanmışçasına ınorardı%ını görüyoruz. Özellikle ilk geldiğimiz gün kaba etlerimize öylesine vurulmuştu ki bu bölgede sağlam bir nokta kalmamış. Ezik ve yaraların verdiği acıdan günlerce oturmakta güçlük çekiyoruz. Bu, ayakta açılmış yarayla yere basmaya benziyor. Duruınumuzu daha da zorlaştıran, geceleri uyku sırasında bile hep büzülüp otunnak zorunda olmamız. Elbet bize uygulanan programda bütün bunlar ince ince düşünülmüş olmalı Hücremize öğlen için bir tabak içinde iki kepçe yemek ve üç ekmek veriliyor. Bu yemek ve ekme%in eşit olarak aramızda da%ıtımı başlı başına bir sorun. Burada insan yaşamının sürebilmesi, herkesin, payına düşen bir ya da iki kaşık yeme%i, bir lokma ekme%i yemesine ba%l1. Bu yalnızca bir ya da iki güne özgü de%il; tutuklunun her günkü beslenme rejimi böyle. O, bununla açlıktan ölmemek için, en azından kısa bir sürede ölmemek için gerekli besinin en azını alır. Arkadaşlar ekmek veyemeği paylaştırına işini bana bırakıyorlar. Çok ağır bir yük yükleniyorum. Ne yapmalı? Üç ekmekle bir tabak yeme%i 19 kişi arasında eşit biçimde dağıtmak, bana, içinden çıkılınası güç bir sorun gibi görünüyor. Bunun için tüm el hünerini, göz inceliğini ortaya koymak gerek. Önce ekmeklerin her birini bir kaşığın sapıyla6 eşit parçaya bölüyorum, ortaya 18 parça çıkıyor. Bunların ucunda ufacık birer parça kopararak 19. payı da oluşturuyoruz. Yemek tabağını ise içindeki kaşık ile birlikte dolaştırıyorum. Herkes sırayla birer kaşık alıyor. Ben de alıyorum. Tabağın içinde hala biraz yemek kalıyor. Bu kere, ters yönden başlayarak herkesin yarım kaşık yemek almasını istiyorum. S manın sonuna ge1indi%inde taba%ın altında birşey kalmıyor. O gün ö%leden sonra, gözaltındau yeni bir grup getirildi. ' 132 Bayram Bozyel menin bu derecesi akıl alır değil, insanın bu denli direnci oldukça şaşırtıcı. Şaşkın1ı%a gerçekte kaynaklık eden iki olgu var: Bu olgular, birbirine zıt iki insan özelliğini yansıtıyorlar. Bunlardan biri, tutuklunun şahsında dlşa vuran,•insanın akılalm fiziksel ve ruhsal direnci; diğeri ise gardiyanın şahsında, kuduran hoyratlık ve vahşet e%ilimi; bu eğilimin ulaştığı boyut. İşkenceciler, artık tutukluların fiziki olarak tükendiklerini, dayağa rağmen emirlerini uygulatamayacaklarını göriiyor ve vakit de öğleye yaklaştığı için bu işe şimdilik son veriyorlar. Ama şimdilik de olsa işkence bitmiyor. Hepimizi hücre alanının kuzeyine düşen duvarın önünde topladılar. Gardiyanlar içimize girerek akıllarına eseni yapmaya başladı. İçlerinde ne kadar insanlık dışı fantazi varsa -hayvansal demiyorum; çünkü hayvanlar bu türfantazileri bilemez ve yapamazlar!- üzerimizde denediler. Rize'li o1du%unu söyleyen çavuş, kendi memleketinden bir tutukluyu aramızdan çekip alıyor. Copunun ucundaki kalın halka biçimindeki ipi arkadaşın bir kulağına geçiriyor. Copu çevirerek kulağı iyice sıkıyor. Daha sonra, öbür ucundan tuttuğu copu kendi çevresinde dolandırarak, kulağından sımsıkı bağlı arkadaşı kendi çevresinde koşturtuyor. O kadar hızlı döniiyorlar ki arkadaşın ayakları yerden kesilecek gibi. Bedenin bütün ağırlı%ını taşıyan kulak, kıpkırmızı kesiliyor, uzuyor, kopacak gibi oluyor. Aynı gardiyan bu kez de arkadaşın köpek gibi havlamasını istiyor. Bu iğrenç oyun 15-20 dakika kadar böyle devam edip gidiyor. Bu manzara karşısında derinden sarsılıyor, acı çekiyoruz. Bu arada öteki gardiyanlar, kimine marş söyletip bilmediği için dövüyorlar. Kimimiz “tipsizlikten”, kimimiz düzgün duramadığından, kimimiz yüksek sesle tekmil veremediğinden dayak yiyoruz. Artık ö%1e yeme%i vakti geldiği için içeri almıyoruz. Bu arada gardiyanlar yemek yiyecek, sonra koğtışlara yemek dağıtılacak. Bu genel yemek dağıtımı sırasında normalde hücrelere de yemek buluyor, bu onu rahatlatıyor. Kişi varolmanın, duşünmenin, konuşmanın mutluluğunu duyuyor. Yemek konusunun sohbetteki payı oldukça geniş. Burada açllk dinmeyen bir yara. Ne güçlü bir irade, ne parlak bir bilinç, ne de yıkılmaz bir inanç açlı%ın acısını dindirebiliyor. Açlık cezaevinin ve işkencenin kopmaz birparçası. Kişinin direnme gücünü yıkmak, onu sindirmek, istenen noktaya çekmek için sürekli, etkin bir araç olarak kullanılıyor. Açlığın besledi%i acı beyni sürekli uyarır. Mide açlıktan kazındıkça beyin yemeği düşünür. Beyindekiler söze dökülür. Yemeklerle ilgili sohbetler cezaevi yaşamının sürekli, ayrılmaz bir parçası olur. O akşam da söz, bir süre günlük olup bitenler üzerinde dolaştıktan sonra yemek konusuna geldi. Kimi annesinin yaptı%ı yemeklerden, onların lezzetinden söz ederken, birbaşkası lokantada yediği bilmem hangi yeme%i ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Bir başkası kendi yörelerine özgü yemek çeşidini gündeme getirdi. Bir başkası, “bu yemeğin yapılışını bilen var mı?” dedi ve özene bezene anlatmaya koyuldu. Yemek üzerine sohbet uzadıkça uzadı. Hücrede kalman zamanın büyük bir bölumü “İstiklal Marşı”nın on kıtası, “Gençliğe Hitabe” ve “Andımız” okunarak, diğer askeri ve şoven marşlar söylenip ezberlenerek geçirilirdi. Gardiyanın görevlendirdiği biri bunları yüksek sesle mısra mısra, cümle cümle söyler, ötekiler de ayakta, “esas vaziyette”, güçlerinin yetti%i en yüksek sesle tekrarlarlar. Bunların sözlerini ya da makamını bilmeyen ve yeterince ba%ırarak söylemeyen kişiler ya da hücreler sıra dayağından geçirilirdi. Hücreler çok kalabalık olduğu için, kısıtlı da olsa dinlenmenin yollarını bulmuştuk. Hücrenin ön sıralarında bulunanlar, marş söylerken aynı zamanda sürekli çevreyi gözetirlerdi. Bı: arada sırayla ikişer kişi tuvalet bölümüne çökerek dinlenirdi. Ancak gardiyanlar sık sık hücrelerin önüne gelip içeriyi gözetledikleri 134 Bayram Bozyel Onlar avluya alınırken biz hücredekiler ayakta, sırtımız avluya dönük bekletildik. Bir önceki gün bize yapılanların tumü yeni gelenlere yapıldı. Biz olup bitenleri ses düzeyinde izledik ve gözümüzün önünde canlandırdık. Belirlenen bütün karşılama kuralları uygulandıktan sonra yerri gelenler hücrelere alındılar. Hücrede en özgür zaman kesiti, akşam sayımı yapıldıktan sonra, uyku düzeninin alındığı anlar oluyor. Günün bütün azabı geride bırakılmış, a%ız dolusu gülünüp konuşuluyor. Bu saatlerde pek gelip giden yok. Ayrıca, hücreler karanlıkta kaldığından, gözetleme deliklerinden hücrelerin içi seçilemiyor. Akşam saat 7.30 dolaylarında, kimin hücrenin neresinde yatacağı sorunu birçözüme bağlanıyor. Sonra içinde elbise bulunan çantalar yere konup üzerine oturuluyor, adına battaniye denilen ince örtü, dizlerin üzerine, gelebildiği yere kadar çekiliyor. Ancak ondan sonra, insan yaşadığının farkına varabiliyor, akıl denen nesne birişlerlik kazanıyor. Gözlerin birbirini zor seçtiği karanlıkta, alçak sesle bir sohbet başlıyor. Konu, öncelikle o gün yaşadıklarımızdır. Herkesin tanık olma olanağı bulamadığı ilginç uygulamalar, sözler anlatılıyor. İşkencecilere karşı öfke ve içten kopup gelen küuirler savruluyor. İşin içine ufak tefek yorumlar karışıyor. Hücrede ne kadar kalabileceğimiz sorusu gündeme geliyor ve bu konuda daha önce başkalarından duyulanlar anlatılıyor. Sohbet konuları arasına koğuşlardaki yaşama ait bilinenler, işkenceler, marşlar, yemek, dosyalarımızın ne zaman ince1enebilece%i gibi çeşitli konular, sorular karışıyor. Sohbetin, konuşmaların esas olarak gösterdiği şey; insan oluşumuzun, yaşadığımızın farkına varmak. Sabahtan akşama dek, amansız işkence uygulaması altında, kendisi hiçbir seçim yapmadan, başkalarının istek ve iradesine göre koşturulan, süründürülen, dövülüp sövülen, aç bırakılan insan pasif bir nesneye dönüşüyor, aşa%ılanıyor, kişiliği hiçe sayılıyor. Sayım sonrasının bu nisbi “özgür” ortamında ise insan, yaşadığını hissetmek için bir fırsat Diyarbakır5 Nolu 1o7 yedirmeye devam ettiler. Her zamankine göre oldukça fazla olan yemek bir türlü bitmiyordu. Sonunda gardiyanlar bize tüm yeme%i yedirip gittiler. Herkes bir sıkıntı içindeydi ve ço%umuz kustuk. Ko%uşlara da%ıtılışımızdan aylarca sonra bile,o sabunlu yeıne%in piskokusunu ve tadını içimde hissetmeye devam ettim. Onca açlı%a rağmen, o ant lıatırladığıında tüm yemeklerden nefret ediyordun. Hücredekiler diğer tutukluların yararlandıkları görüşme hakkından yararlanaıuıyorlardı. Cezaevine getirildikten sorma, dilekçe verip tutuklama kararına itiraz etmek istedi%iınizi söyledik. “Beyefendiler dilekçe verecekmiş'” diyerek bizimle alay ettiler ve bu isteğimize sıra dayağıyla karşılık verdiler. Bir başka ilginç olay da şuydu: Yakalarnnadan önce üniversite giriş sınavlarına katılmak için başvuran tutuklu gençlerin aileleri, sıkıyönetime başvurup çocuklarının nerede ve ne zaman sınava gireceklerini içeren dilekçeler vermiş ve sınava giriş kartlarımn kendilerine verilmesini istemişler. Bunun üzerine gardiyanlar hücreye gelip kimlerin sınava girmek için başvurduklarını tespit ettiler, sonra da onlardan, sınava gitmekten vazgeçtiklerine ilişkin bir dilekçe aldılar. Kendi el yazı1aı'ıy1a allnan bu dilekçeler ailelerine gösterilerek dosyalarına konmuş. Sınav günü geldiğinde ise gardiyanlar koğuşlara gelip -o zaman biz de artık koğıışlarda idik- alaylı bir şekilde, iiniversite sınavlarına girmek isteyen olup o1ınadı%ını sorınuşlardı. Htıcrede birhafta geçirıniştik ki yeni gelenleri yerleştirmek için bizi birinci kattaki hücreden çıkarıp ikinci kattaki hücrelere soktular. Bu ve bunun üstündeki katlarda en büyuk sorun su sorunuydu. Bu katlara ancak birinci kattan su getirilebiliniyordu. Bu kattaki beş hücrede, son günlerde gelenlerle birlikte 100 kişi kadardık. Hepimize günde, ortalama 15-20 litre biiyüklii%tinde bir bidonla su getirilirdi. Baştaki hücreden başlayarak herkes bir bardak su içiyor, kollar uzanarak bidon, bitişik hücreye doğru itiliyordu. Bu şekilde hücreden hticreye itilen bidondan herkes 1 6 ' Bayram Bozyel için bu da öylesine kolay değildi. ^ Buraya getirilişimizin üçüncü günüydü. Cezaevine yeni getirilen iki kişi bizim hücreye kondu. Böylece sayısız 21'e çıktı. Yeni gelen ikisinin de saçları bir hayli uzundu. Biri mahkemeye tanık olarak-çıkmışken tunıkfanmış, cezaevi girlşinde de saçları kesilmelnişti. Gardiyanlar saçlarını bizim kesmemizi istediler. Tıraş makinesi istedik; ama vermedikleri gibi, “bunların saçını biran önce kesınezseniz ananızı... !” deyip gittiler. Elimizdeki permatikler ise kullanılmış ve körelmişti. Çaresiz onları kullandık yine. Saç tlraşını 3-4 arkadaş yürüttü ve saatlerce sürdü bu iş. Sonunda bu arkadaşlar bitkin düşerken, yer yer parlayan, yer yer kana bulanan iki kafa çıktı ortaya ve ortalık saç kırınttlarına bo%uldu. Hücredeki dördüncii ya da beşinci günü bir öğle yemeği zamanıydı. Ayaktaydık, yemeğin dağıtılmasını bekliyorduk. Yemek da%ıtan arkadaş hücremizin önüne geldiğinde ilginç bir şeyle karşılaştık. Karavana a%z1na kadar yo%urt yemeğiyle doluydu. Ne kadar çok sevinmiştik! Mideleriıniz için giin doğmuştu! Hiicrede yemek konacak ne kadar kap varsa hepsini doldurduk. Gardiyan da bu kapların doldurulmasına ses çıkarınadı. Hangı da%da kurt ölmiiştü acaba? Yoksa gardiyanların böylesine merhametli anları da mı olurdu? O, hücrenin önünden ayrıldıktan sonra iştahla yeme%i siizmeye başladık. Yeme%in tiimünün dağıtılıp yemek duasının okunmasını bekliyorduk. Yemek suyunun görünüşiinde bir tuhaflık yok de%i1di. Ama şimdi kafa karıştırmanın sırası mı? Dua okundııktan sonra hücremizin önüne iki gardiyan gelip dikilmeye başladı. Yeme%e ilk kaşıkları atmakla birlikte işin iç yüzünü anladık. Damağımıza bir acı saplandı. Yemeğe tursil doldurulmuştu. Yemekten bir kaşık alan tiksintiyle geri çekildi. Ama gardiyanlar, hepsini yememiz için bizi zorlamaya başladılar. Yavaş yavaş kaşıklıyorduk ve her kaşıktan sonra içimizi bir bulantı sarlyordu. Kimileri dayanamayıp kustular. Ama gardiyanlar onlara da tursilli yeme%i Diyarbakır5 Nolu 1o9 suyuyla dolu hücrelerin içinde saatlerce çırılçıplak tutuldu. Geceleri orada bekletildi. Bizi ko%uşlara verdikleri zaman dao hala hücrede idi. Hiicrede 20 gün kaldık. Bu süre boyunca birkez bile biiyük tuvalete gitmedim, gitme ihtiyacım duymadım. Bu bile, bize uygulanan “beslenme” politikasını anlamaya yardımcı olur sanırım. Koğuşlara dağltılacağımız gün Yiizbaşı Esat ve cezaevindeki gardiyanların çoğu hücrelerin oraya gelmişlerdi. Yüzbaşı, önce hücrelerden rasgele kişilere, İstiklal Marşı'nın belli kıtalarını, Gençliğe Hitabe'yi, Andımızı ezbere okumalarını, okuyamayanları koğuşlara göndermeyece%ini söyledi. Bu şekilde tutuklular sınandıktan sonra, hücreler tek tek titiz bir aramadan geçirildi. Ardından hepimizi hiicrelerin önündeki alana topladılar. Yüzbaşı, her zamanki uykusuz hali ve kızarmış gözleriyle bize nutuk çekti. İçinde bulundu%umuz yerin bir askeri okul, bizlerinde bu okulun öğrencileri oldu%umuzu, her koğuşun bir dershane niteliği taşıdığını belirtikten sonra, “hem koınünizmin, hem de faşizmin anasını s...” diye giirledi. En küçük birdisiplinsizlik halinde aşağıdaki lıiicrelere tekrar konacağımızı ve orada altı aydan fazla yaşayamayacağımızı ekledi. Daha sonra, elindeki listeye göre hangi ko%uşlara dağıtı1dı%ımızı açıkladı. Bir çavuş, birkaç gardiyanla birlikte, içinde bultındu%um 22 kişilik grubu alarak 6. ve 7. ko%uşların baktığı havalandırma yerine getirdi. Orada çırılçıplak soyunmamız istendi ve her şeyimiz bir kez daha didik didik aranda. Burada, bizim için yeni olan kimi şeylerle ilk kez karşılaştık. Örneğin gardiyan, “7. Koğuş!” diye haykırdığında, koro halinde, ama daha gür, daha sert ve daha kaynaşmış birbiçimde, “emret komutanım!” sesi geliyor. Bu ses ilk anda insanı ürküten biretki bırakıyor. Bu, zorbaların tutuklulara nasıl bir cendere ve kalıb içine koyduklarının bir işareti. Bizi alıp ikinci katta bulunan 7. koğuşa götürüyorlar. 138 Bayram Bozyel ancak bir bardak su içebiliyordu. El ve yüz yıkamak için su yoktu. Kapları kaşıkları, e%er varsa, kağıtla temizlerdik; yoksa öylece kalırlardı. Tuvalet için su bulunmazdı. Tıraşımızı susuz yapardık. Bu yönüyle de olsa, alt katta olmanın bazı avantajları vardı. Şimdi diğer bütün eziyefleie bir de su yokluğundan doğanlar eklenmişti. Bir akşam sayımdan sonra büyük gürültüler oldu. Bir takım insanların hücreye getirildiğini duyduk. Konuşmalardan, bir koğuşu o1du%u gibi boşaltıp getirdiklerini anladık. Sonradan sayılarının 40 olduğunu öğrendik. Saat akşam 8-9 sıralarıydı. Yeni gelenler işkenceye alındılar. Feıyatları gecenin karanlık ve sessizliğini parçaladı. İşkence‘saatlerce sürdü. Onların feryatları arasına, sık sık, işkenceyi yöneten teğmenin “demek Kürt devleti kuracaksınız haa!” biçimindeki öfkeli yırtınması ekleniyordu. Güya ko%uştaki arama sırasında içinde “bölücülük” işlenen bir mektup bulunmuş... Sonradan olayın tümüyle farklı oldu%unu ö%rendik. Gece koğuşta biri gazete okumuş. Gardiyan, gözetimden bunu fark edip haber vermiş. Bunun üzerine hemen koğuş basılmış ve gazete okuyanın ortaya çıkması istenmiş. Kimse olayı üstlenmeyince de ko%uşun tümünü boşaltıp getirmişler. Uzun süren işkencelerden sonra onları da hiicreye kapatıp gittiler. Sonradan, tüırünün de tek birhiicreye kapatıldığını ö%rendik. Biz önce 19, daha sonra da 21 kişiyle tek bir hücreye sıkışmanın ne denli olağaniistü bir iş oldu%unu yaşamıştık. 40 kişinin bir hücreye slğdlrllabileceğini bir türlü akıl erdiremiyorduk. Sonradan, 50 kişiyle bir tek hücreye tıkıştırılmış insanların öyküsünü de dinledik. Sonışturmada birlikte ka1dı%ımız oldukça dirençli bir arkadaşı, Ali Tekda1'ı cezaevine getirip hücreye kapattılar ve soruşturma aşamasında öğrenemedikleri bir konuda itirafa zorlamak için özel işkenceye aldılar. İşkence uygulamasını bizzat Yüzbaşı Esat yürüttü. Kendisine yemek ve su verilmedi. 1. Kattaki lağım Diyarbakır5 Nolu 141 5 No1u'da Yaşam 5 Nolu'da yıllar boyu aynı kurallar hiç kesintisiz ve çok kate bir biçimde uygulandı. Nöbetçi, her sabah saat 5’te koğuşu uyandırır. “Kalk!” uyarısıyla birlikte, herkes kendini biran önce tuvalete atar. 63 kişilik koğıişta kapısız, kapı yerine bez birperde çekilmiş birtek tuvalet var. Tuvaletin önünde bir anda 63 kişilik bir kuyruk oluşuyor. Geceleri tuvalete gitmek genellikle yasak olduğu için, tüm ihtiyacın giderilmesi sabah kalkışma erteleniyor. Koğuşun suyu bidonlarla alt kattan taşındı%ından su her zaman birsıkıntısı kaynağı. Bu nedenle, tuvalete gidenlere belli bir ölçü ile su veriliyor. Bu arada, gardiyan gelmeden önce tuvalet kuyruğunun erimesi için, başta koğuş sorumlusu ve yardımcısı olmak üzere, bütün tutuklularda bir tedirginlik yaşanıyor. “Acele et”uyarıları birbirine karışıyor. 140 Bayram Bozyel Koğuş kapısından sanki bambaşka bir diinyaya adım atıyoruz. İlk görünüm oldukça ürkütücü ve iç karartıcı. Tutukluların tiimü tek tip eşofınan giymiş, bir köşede dizili. Benizleri uçuk„ güneş yüzü görmemişliğin so1gun1u%u var yüzlerinde. Tıraşlı halleri, tek tip*giyinişleri ve çökmüş bedenleri ile ilk bakışta onları birbirinden ayırmak güç. Bin yıl öncesi zamanların kölelerinden hiçbir farkları yok. Koğuşun fiziki görünümüne gelince; zemin hariç, her yer resim ve yazılarla dolu. Pencere camları bile resim1•r1e kaplanmış ya da boyanmış. Gardiyanın, “sorumlu gelsin!” demesi üzerine, uzun boylu biri yerinden fırlaylp ayağını sert bir biçimde yere vurarak, hızlı ve yüksek bir sesle tekmil veriyor. Öyle ki ağzından çıkanların hiçbirini anlamak mümkün olmuyor. Onun ardından “sorumlu yarduncısı” çağrılıyor.O da aynı çeviklik ve yüksek sesle, kendini yırtarcasına tekmil veriyor. Duruşlar, giyinişler, tekmiller, hiçbir şey normal bir insanın davranlşına benzemiyor. İnsanlar robotlaştırılmış sanki. Her şey bir cenderede şekillendirilmiş, tekleştirilmiş, bir kalıba sokulmuş. DiyarbDkır5 Nolu 143 Bu işin zaman zaman iyice cıvıklaştırıldığı olur. Örneğin gardiyan, “ben ıslık çaldığım ya da başka bir ses çıkardı%Hn zaman da 'emret komutanım!' diyeceksiniz,” der. Ayrıca, kendisinin dışındaki gardiyanların çağrılarına da cevap vermemiz istenir. Böylece, sıra dayağı için sürekli nedenler bulunur. Bu uygulama zaman zaman oldukça komik durumlara yol açıyor. Örneğin bazen, uzaktaki trenin düdüğü gardiyan ıs1ı%ı sanılıp “emret komutanım!” diye haykırılır. Bazen da gardiyan gerçekten ıslık çaldığı halde, bu trenin düdüğü sanllabilir. Bir başka toplu tekmil şekli de şöyle: Gardiyan kapiyi ya da kapı mazgallnı açtığında, veya “birisi gelsin!” dediğinde koğuştaki tüm tutukluların kapıya koşup kısa künye yapmaları gerekiyor. 63 kişi aynı anda ve yüksek sesle kısa künyesini söylediği zaman kulak patlatan bir gümbürtü oluşuyor. Bu bir hindi sürüsünün panik anında koparttığı şamataya benziyor. Besbelli kimin ne dediği anlaşılmıyor. Gardiyan bazen çok sık aralıklarla kapı mazgalım açıp bir şey söylüyor. Dolayısıyla bu komik sahne peşpeşe tekrarlanıyor. Aynı durum havalandırma anında ve koridorlarda da geçerli. Burada da gardiyan “bir kişi gelsin!” dediği zaman herkes yerinden fırlayarak önünde diziliyor ve kısa künye yapıyor. 142 Bayram Bozyel Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra sıra tıraşa geliyor. Burada da her gün tıraş olmak zorunlu. 63 kişinin 1,5 metrekarelik tuvalet boşluğunda tıraş olması mümkün değil. Bu nedenle ko%uşun içine iki-üç adet plastik leğen konarak üçer dörder kişilik gruplar halinde bu le%enlerin başında tıraş olunuyor. Ko%uşta yalnızca iki küçük ayna var. Bu yüzden, ço%u kişi aynasız tıraş olmak zorunda. Dört kişiye bir permatik düşüyor ve haftada bir yenileniyor. Böylece, yenisi verilinceye kadar birjilet 28 kez kullanılmış oluyor. Daracık ko%uşta bu kadar insan sürekli itişip kakışıyor. İnsan, bir adım ileri gitmek için eliyle yer açmak zorunda. Her leğenin çevresinde üç-dört kişi tıraş olurken, onlarl geride sakallarını sabunlayıp sıralarını bekleyenlerin haftası çeviriyor. Tıraş olanlar, başka bir1e%en üzerinde, kendilerine verilen bir bardak suyla -eğer su varsa- yüzlerini yıkıyorlar. Tüm bu işlerin büyük bir hızla yapılması ve gardiyan karavanayı almaya geldiğinde herkesin eğitim düzeninde olmasi gerekiyor. Bütün koğuşun tıraşı 20 dakikayı geçmiyor. Tıraşı bitenler derhal ikişerli sıralar halinde dizilerek eğitim düzeni al¡yor1ar. Cezaevinde tutuklular, her çağrıldıkları ya da muhatap olduklarında, bir asker gibi, gardiyana künyelerini okumak zorundalar. Buna “kısa künye yapmak” deniyor. Böyle durumlarda kişi, sağ ayağını bütün gücüyle, sert bir ses çıkartacak şekilde sol aya%ının yanına vurur ve kollarını da bedenine yapıştırır, yüksek sesle künyesini okur. Verilen emirlere karşı da aynı biçimde emir tekrarı yapılır. Ayrıca gardiyan, nerede olursa olsun, koğuş ismini seslendiğinde bütün koğuş tek ses halinde “emret komutanım” demek zorunda. Verilen bir emre karşı da “emredersiniz komutanım!” diye yanıt verilir. Bu uygulama sürekli işkence gerekçelerinden biridir. İçerdeki eğitim sırasında, özellikle marş söylenirken çoğu kez dışardan gelen seslenmeler duyulınaz. Bu nedenle de ça%rıya cevap vermediği için tüm koğuş cezalandırılır. Diyarbakır5 Nolu 145 buna uygun şekilde marş söyler. Marşları makaırına uygun ve ytiksek sesle söylemek zorunlu. Makamlar da sürekli değişiyor. Gardiyan ikide bir yeni bir makam icat ediyor ve buna uygun yeni bir yerinde sayış temposuna geçiliyor. Bir marşın bitiminden sonra durmak yasak. Hemen başka bir marşa geçiliyor. Sabah kahvaltısından önce başlayan marş okuma, kahvaltı sırasında kesiliyor ve kahvaltı biter bitmez tekrar başhyor. Saat 7.30, 8.00 arasında yapılan sayım sırasında da ara veriliyor ve sayımdan sonra yine devam ediliyor. Öğle yemeğinde de birsüre ara veriliyor. Yemekten sonra akşam sayımına kadar yerinde sayarak marş söyleme işi sürüyor. Cezaevindeki 40 kadar koğuşun hepsinde birden aynı şey cereyan ediyor. Bu aylar ve yıllar boyu süren biruygulama. Her yönüyle bıkkınlık ve tiksinti veren bu iş, zaman zaman insanı çileden çıkartacak gibi oluyor. Örne%in sabahları içerdeki eğitime başlandı%ında Andımız, İstiklal Marşı'nın on kıtası ve Genç1i%e Hitabe okunuyor. Öğleden önce havalandırmaya çıkışta, havalandırma eğitiminin bitiminde, öğleleri yemek için marşlara ara verildi%inde, yemekten hemen sonra e%itime başlarken, öğleden sonra havalandlrmaya çıkışta, ko%uşa dönüşte ve akşamları e%itime son verildi%i zaman bu çıldırtıcı işlem tekrarlanıyor. Sonuçta bu ınarşlardan her biri günde sekiz kez okunmuş oluyor. Sıkıyönetim mercileri, zaman zaman, cezaevlerindeki bu vahşeti gizlemek, kamuoyunu yanıltmak için, tutukluları, “İstiklal Marşı'nı bile okumayı rededen azgın kişiler” gibi göstermeye çalışıyorlar. Gülünç değıl mi? Yürüyüşe ve yerinde saymaya daima marş eşlik eder, bunlar birbirinden ayrılmaz. Cezaevinde en ufak bir adım bile yüriiyiiş ve marş olmadan atılmıyor. Diyelim ki ikinci kattaki ko%uş kapısından çıkıp 10 basamaklı merdivenden inerek alt kattaki koğuşun kapısından bir şey almanız ve tekrar koğuşa dönmeniz gerekiyor. Bu bile uygun adım yürüyüş ve marş söylemeyi gerektiriyor. Bunun için dizlerin karın boş1u%una kadar çekilmesi ve 144 Bayram Bozyel G ! I ' Eğitim, Marş, Yürüyüş, Kitap Okuma Cezaevindeki işkence sistem inin be1kemi%ini, adına eğitim denen uygulamalar oluşturur. Bu, zaman olarak da bütün günlük yaşantıyı kaplayan uzunlukta. Kaba dayak ve işkencelerin yanısıra, insanların asıl bununla çökertildi%inı söylemek miiınkün. Bildi%im kadarıyla, işkencenin bu türii, en sistemli bir şekilde dünyada ilk kez Tiirkiye'deki faşist yönetim tarafından Kiirdistan'daki askeri cezaevlerinde, daha doğrusu toplama kamplarında uygulandı. Cezaevine konan insanlardan bir hafta, bazen de iki-üç gün içinde 60 kadar marşı ezberlemeleri istenir. Bu, yaklaşık olarak 120 sayfaiık bir kitaba eştir. Havalandırmadaki e%itim zamanlarının dışında, gün boyu içerde iki sıra halinde dizilinir. Herkes dizlerini karın boş1u%una çekip ayaklarını sert biçimde yere vurarak yerinde sayar ve ” Diyarbakır5 Nolu 147 tutuklunun tüm gününü kapsıyor. Tutuklu, eğer bir isteği varsa, koğuş’ sorumlusuna iletir. Onun dışında kimsenin birbiriyle bir alışverişi olamazdı. Konuşmak çok gizli ve kısıtlı bir oranda gerçekleşiyordu. İnsanlar konuşamamaktan, nerdeyse konuşmayı unutmuşlardı. Son derece sıkıntı verici bir uygulama da,seyrekte olsa başvurulan toplu kitap okumaydı. Bu da elbet gardiyanın isteğine bağlı. Örneğin, herkes düzgün sıralar halinde ayakta dururken, koğuş sorumlusu “Atatürk'ün Hayatı” adlı kitabı satır satır ya da cümle cümle yüksek sesle okur. Her satır ya da cümle bittikten sonra koğuşun tümü en yüksek sesle söylenenleri tekrarlar. Örneğin sorumlu okur: “Atatürk yedi yaşındayken ...” Koğuş koro halinde: “Atatürk yedi yaşındayken. ” Sorumlu: “... babasını kaybetti”. Koğuş koro halinde: “... babasını kaybetti”, diye tekrarlar. Bu böyle insanı çlldırtırcasına saatlerce sürüp gidiyor. İnsanın boğazı kuruyor, sesi kısılıyor, beyni zonkluyor. Toplu kitap okuma, cezaevindeki dayanılmaz işkencelerden biri. 146 Bayram BDzyel ayaklarin sert biçimde yere vurularak ses çikartmasi gerekli. Kantine, banyoya, görüşe, revire, koridoru yikamaya giderken, karavana getirip götürürken marş söylenir ve uygun adimda yürünür. Hatta yargilama döneminde, mahkeme salonuná gidip gelirken uygun adimla ve marş soy)eyerek yürütülürdük. Bazen de Yüzbași, hoparlörlerle komut vererek 40 koğuşu birden yerinde saydirir, onlara marş söyletirdi. Hoparlörle 40 koğuşu birden ayni anda yürütmek ve marş söyletmek... Bu uygulamanin bir benzeri dünyanin başka biryerinde görülmüş mü acaba? Yüzbaşi, hoparlörle yaptiği konuşmanin ardindan “iyi günler” dediğinde, bütün koğuşlar bir ağizdan üç kez “sa%o1!” diye cevap verir. Eğitim sirasinda ve marş söyleme süresince tuvalete gitmek, su içmek, oturmak yasakti. Bu süre boyunca ranzaya ya da duvara yaslandiği için birçok arkadaş dayak yerdi. Bazen tuvalete tek tek gitmek için izin verilirdi.O zaman da bir arkadaş, eline kağit kalem alarak tuvalete gidecekleri siraya koymayi üstlenirdi. Ama çoğunlukla bu da mümkün olmaz ve insanlar öğle vaktine kadar tuvalete gitme olana%i bulamazlardi. Aylar, yillar boyu uygulanan feci işkencelerden dolayi, kimse eğitimde “disiplinsizlik” yapmayi düşünmezdi. Hem kapi mazgali aniden açilabilir, hem de koğuşa açilan ve geri plant karanlik olan gözetleme yerlerinden her an fark edilebilirdik. Genellikle bir ya da birkaç gardiyan, gözetleme yerinde sürekli bulunurdu. Söz konusu ara koridor karanlik olduğu için, biz onlari fark edemez, bu nedenle de sürekli bir gerilim içinde olurduk. Aramizda idareye bilgi sizdiranlar yok değildi. İdare, her koğuşta kendisiyle işbirliğini kabul eden zayif unsurlar bulur ve bu şekilde koğuşu içerden denetlerdi. Hatta böylelerinin kimliklerini saklama gereği bile duyulmazdi. Bunun karşillğinda gardiyanlar yemek ve su konusunda böylelerine ayricalikli davranirlardt. E%itim sirasinda gülünmez ve konuşulmazdi. Egitim denen şey isezaten uyku, tiraş, yemek ve tuvalete ayrilan zaman dişinda, Diyarbakır5 Nolu 149 kenara çekerek başka birini çağırır. Sonunda kimi gün, marşı kusursuz okuyamayanlardan koca bir grup oluşur. Bunlar iyice bir dövülür, kendilerine küçültücü hareketler yaptırılır. Ardından yürüyüşe geçilir. Yürüyüş sırasında kollar hep birlikte ve paralel biçimde öndekinin omuz hizasına kadar kalkıp iner, dizler karın boşluğuna kadar çekilir, ileri doğru sert biçimde atılır. Sıraların düzgün olmasına dikkat edilir ve yürüyüş esnasında aralıksız biçimde yüksek sesle marş söylenir. Koğuş gardiyana ve yanlndakiler tutukluları gözetlerler. Ağızlara ve yüz hatlarına bakarak kimin marş söylemediğini veya yeterince bağırmadığını anlamaya çalışırlar. Bu süre zarfında çoğu insan şu ya da bu nedenle birkaç kez dayak yer. Yürüyüş esnasında ayrıca ırkçı ve şoven bir dizi sloganın haykırılması istenir: “Ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “her Türk asker doğar!” gibi... Tutuklular sık sık ileri geri koşturulur; onlara çöküp kalkma, şınav, sırt üstü yatıp ayakları havaya kaldırma, tek ayak üzerinde uzun süre bekleme, tek parmakla duvara yaslanma gibi işkenceler yaptırılır. Yaz güneşinin çıplak betonu yattığı zamanlarda tutuklular bu kızgın beton üzerinde çıplak vücutla yüzüstü veya sırtüstü yatırılır, süründürülür. Deri yanıp su toplar. Kışın ise aynı alanda, buz gibi soğuk havada, kar, buz üzerinde veya soğuk suda benzer hareketler yaptırılır. Tutuklular, yeterince canlı yürüyemedikleri veya yüksek sesle marş söyleyemedikleri gerekçesiyle defalarca sıra dayağına çekilir. Bazen, üzerinde e%itim yaptığımız bir su birikintisini içip bitirmemiz istenirdi. Hep beraber yere uzanır, ağzımızı kirli su birikintisine dayardık. Koğuşun tümü bu birikintiye yetişmeye çalışınca insanlar üst üste yığılır, bu da altta kalanları bunaltırdı. Suyu ağzımızda gargara yaparak içiyormuş gibi görünür, diğer yandan dirseğimizi, göğsümüzü suya batırarak elbiselerimizin suyu emip bitirmesini sağlardık. Böyle zamanlarda içimizden 148 Bayram Bozyel f• Havalandırma Cezaevinde, havalandırma saati yaklaştığı zamanki duygu karmaşasını ve yaşanan korkuyu anlatmak olanaksız. Bu, sanki dönüşü olmayan gidiş gibi bir şey. İşkencenin, dayağın, baskının, hakaretin, iğrençliğin en büyu%ü genellikle havalandlrmadaki eğitimde yapıJır. Bu nedenle dışarıdaki eğitim saatleri tutuklular için bir karabasana dönüşür. Havalandırmaya çıkaca%ı zaman koğuş, her zamanki yüksek sesle kendini sayar. Havalandırmaya çıkar çıkmaz dörderli sıralar halinde dizilir. “Kol uzat!”, “rahat!”, “hazır ol!”, gibi komutlardan sonra gardiyan, genellikle yanlış okı:yacağını tahmin etti%i tutuklulara çağırıp Andımız, İstiklal Marşı ve Gençli%e Hitabe'yi okutur. Ko%uş da söylenenleri tekrarlar. İstiklal Marşı'nın on kıtasını,o korkulu anda bile birçok insan aksaınasız okur, okumayı becerir. Gardiyan, yanlış okuyanı bir Diyarbakır5 Nolu 151 Bir Voleybol Oyunu 15günde ya da ayda bir gün, öğleden sonra sözde voleybol oynanırdı. Oyuna katılanlar, cezaevindeki yaşam esprisine uygun biçimde oynarlardı. Oyun anında hiç kimse gülmez, konuşmazdı. Herkes oyun alanında esas duruşta bekler, top tam “oyunctınun” üzerine gelip ona çarpacağı zaman oyuncu hemen topa vurup tekrar esas duruşa geçerdi. Topun peşinden koşmak, ona atılmak, zıplamak,5 Nolu'nun voleybol kurallarına aykırı ve yasaktı. Oyuna katllanlar esas durıışlarını bozdukları gerekçesiyle sık sık dayak yerlerdi. Bu nedenle kimse oynamak istemedi%i halde gardiyan istedi%ini oyuna sokardı. Cezaevindeki en büyük mizah konularından biri de işte bu voleybol oyunu idi. Bazen de oyunun tam orta yerinde, birisi hata yaptı diye gardiyan hemen a%ısöker ve bize e%itim yaptırmaya başlarda. 150 Bayram Bozyel bazılarının suyu gerçekten içtiği de olurdu. Yerde suyu birşekilde tükettikten sonra kalkmamıza izin verilirdi. Havalandırma sırasındaki bu işkencelere dayanamayan birçok arkadaş bayılır, onları, ko%uş dönüşü, e1 ve ayaklarından tutarak taşırdık. " Bir havalandırma avlusu genellikle iki ko%uş için kullanılıyordu. Her koğuş öğleden önce veya sonra olmak üzere, günde 1.52 saat bu işkencelerden geçerdi. Aynı havalandırmaya çıkan koğuşlardan birinin gardiyana mahkemeye veya başka bir yere gitmişse, di%er koğuş, içerde kalan bu koğuşun yerine de eğitim yapardı. Bazen de bilinçli olarak koğuşlardan biri havalandırmaya çıkarılmaz, böylece diğerine sabahtan akşama kadar yo%un işkence yapılırdı. Yanımızdaki bir ko%uşun altında hastalar koğuşu vardı. Hastalar eğitim yapacak durumda olmadıkları için, diğeri bütün gün havalandlrmada kalarak “eğitim” yapmak zorundaydı. 1983 yllı Eylül başında cezaevinde başlatılan direnişi bastırmak içın dışardan bir bölük komando getirilmişti. Bölük Komutanı olan yüzbaşı, bir gün koğuşlardan birini havalandırmaya çıkararak zorla yürüyüş yaptırır. Ancak ko%uş yürümeye baş1adı%ında bu komando yüzbaşısının bile ağzı açık kalır. Gördükleri karşısında şaşırır. Hemen koğuşu durdurur, bunun yüriiyiişle bir ilgisi olmadığını söyler. Yürüyüşlerini kaz yürüyüşü diye niteler. Ayaklarını biraz kaldırargak askerler gibi yürümelerini ister. “ Diyarbakır5 Nolu 153 olması için birbirini uyarır. Sayım sonrası, büyük birtehlike atlatılmışçasına ralıatlığa kavuşulur. Akşam sayımından hemen sonra ise yapılacak tek şey yemek yemek ve “kaybolmaktır”. Sayımın bitimiyle yata%a girme arasındaki süre yarım saati geçmez. Bu yarlm saat içinde iki posta halinde yemek yeniliyor, bulaşıklar ylkanıyor ve tuvalete gidiliyor. Yemek nezaman yenirse ardından hemen yatağa girilir. Yemekten sonra hala ayakta kalan kişi varsa,o saatte nöbetçi olanla birlikte cezalandırılır. Bazen herhangi birinin yaptıklarından dolayı bütün ko%uş dayaktan geçirilir. Yaz aylarında, sayımın erken yapılıp yemeğin erken yendiği bazı günlerde, güneş daha batınadan yatağa girmek zorunda kaldığımız olurdu. Bizim koğuşta toplam olarak 20 demir ranza vardı. Ranzalar çok dar oldukları için, ancak ikişer kişi yanüstü yatarak sığabiliyordu. Bu nedenle ranzalarda toplam 40 kişi yatabiliyordu ancak. Geriye kalan 23 kişi, bir yil boyunca betona serilen şilteler üzerinde yattılar. Üstümüze örtünmek için birer battaniye verilmişti. Yazın üstaçık yatıldığından, insanlar birbirine yapışık etyığınını andırırdı. Sanki koğuşta insanlardan bir örtü serilmişti. Sadece tuvalete giriş kısmında birazcık boş alan kalırdı. Koğuşta, akşam saylmından sabah kalkış saatine kadar nöbet tutulurdu. Her nöbetçi iki saat nöbet tutar. Nöbetçi esas duruşta, eleri vücuduna yapışık bir biçimde koğuşun içinde dolaşır. En küçük birhatalı lıareketinin gözetleme deliklerinden fark edileceği endişesini yaşar. Nöbeti sırasında ayakta kalan, yatınayan, konuşan olursa, “suç” işleyen bu kişiyle birlikte nöbetçi de dayak yer. Nöbetçi tutuklu, koğuş mazgalını açan gardiyanlara gidip tekmil verirdi. Nöbetinde “vukuatı” bulunan nöbetçi önce nöbetçi gardiyan taTafından dövülürdü. Ayrıca o, sabahleyin gelen ko%uş gardiyanına da tekmil vererek vukuatlı olduğunu söyler ve bir de ondan dayak yerdi. Bir nöbetçi için nöbetini sorunsuz bitirmek .’t „‘ 152 Bayram Bozyel Koğuşta saylm yapılaca%1 zamanlar, daha dakikalarca öııceden,^ başta sorunlu olmak üzere koğuşu bir korku sarar ikili sıralar halinde dizilerek sayım düzenine geçilirdi. Sorumlu koğuşun girişinde bekler. Sayım yapanlar büyük bir hızla içeri girerler, tam o anda sorumlu gür bir sesle “rahat!” ve “hazir ol!”çeker. Bu "rahat” ve “hazırol”lardano kadar sesçıkar ki ta cezaevinin öbür ucundan duyulur. Daha büyük koğuşlarda yüzlerce insanın bir anda bütün güciiyle ayakları yere vurmasından koğuşlarda çatlaklar oluştuğu için, bazı koğuşlarda bu “rahat” ve “hazırol” uygulaınasına son verilmişti. “Dikkat!” çeken sorumlu koğuşun mevcudunu bildiren tekmilini verir. Bunun ardından ön sıradakiler, baştan başlayarak büyük bir hız ve mümkün olan yüksek bir sesle kendisini ve arkadaşını çift sayı halinde sayarak çöker. Öndeki sayanla birlikte arkadaki de çöker. Sayı sayma hızla birinden ötekine geçer ve bu şekilde sayım 4-5 saniyede biter. Sayıml yapanların koğuştan çıkacağı sırada, sorumlu bir “dikkat” daha çekerek yerdekilerin yine ayaklarını sert bir şekilde yere vurarak kalkmalarını sa%lar. Saylmın hızlılık derecesi akllları durduracak niteliktedir. İnsanların kendi kendilerini sayarken bağırmaktan çıkardıkları sesler, havlamayı andırlyor. Sayıınların belasız atlatılanı oldukça nadirdir. Sayı saymaya şaşıranlarln başına bırakılmadık kalmaz. Sayımın cansız yapılması, ya da yerden yeterince ses çıkartmaıa ko%uşun sıra dayağından geçirilme nedenidir. Koğuş “ranza altı” yapılır. Herkesin ranza altına girmesi sağlanır. Giremeyenler zorla sokulur. İnsanlar daracık ranza altlarında bo%ulacak gibi olurlar. Ya da çöküp kalkma ve yatma talimleri yaptırılır. Tutuklular yere yatırılarak birbirine bindirilir. Koğuşa yeni gelenler sayımlarda ön sıralara konarak daha çok dayak yemeleri sağlanır. Bazen de sayım çalışması adı altında, saatlerce sayı saydırıllr ve “çök-kalk” yap ilir. Biitün bu vahşetten dolayıdır ki sayım yaklaşırken tutuklulara bir telaş ve korku basar. Başta sorumlu, herkes, sayımlarln canlı Diyarbakır5 Nolu 155 Sağlık, Beslenme veya Sistemli Yok Etme Bu alanda izlenen politikanın iki boyutu var. Bir yandan tutukluyu giinlük olarak yaşatmak, di%er yandan ona, uzun vadede yok edici bir rejim uygulamak. Hatta bu yok etme politikası bazen çok daha kısa sürelerde de sonuç verir. 1984 yılı ortalarına kadar tutuklular açlıkla sürekli bo%uştu. Yeterli ve düzgün beslenme şurada kalsın, insanlar hiçbir zaman sofradan doyarak kaJkmadılar. Yalnızca tutukluların açlıktan kısa sürede ve kitle halinde ölmemesine dikkat ediliyordu. Günde iki kişiye küçük boy bir ekmek ancak düşüyordu. Yemek ise iki kişiye, bazen de dört kişiye bir tabak içinde verilirdi. Birkaç kaşık alınca bitiveriyordu. Ayrıca yemekler çok kalitesizdi. Kış boyunca sıcak suda kaynatılmış lahana ya da pırasa, yazın ise yine sıcak suda haşlanmış patlıcan dışında gördü%ümüz bir şey yoktu. Açlığı bastırılmayan insanlar, yemekten sonra da, bu türden bile ! ' 154 Bayram Bozyel kolay iş de%ildi. ü'öbet siiresi olan iki saat iki yıla dönltşiir. Çünkü “vukuat” sayılacak nedenlero kadar çok ki. .. Yeter ki gardiyan istesin! Birinin uyku esnasında sayıklaması ya da inlemesi, horlaması, nöbetçinin yerinde biran durması, ellerinin vücudundan birazcık ayrılıp eIaS duruşunun bozulması, bunların tiimii vukuat sayılabilir türdendi. Nöbetçi biryandan nöbet tutar, diğer yandan dayak yer ve sabah yiyeceği ikinci dayağı diişünürdü. Elleri kapının mazgalından dışarı çıkartılarak dövülen nöbetçinin inlemeleri ve ellere inerken gecenin derin sessizliğini yırtan cop sesleri, gece boyunca tutuklulara birkaç kez uyandırlrdı. Sabahları. gece nöbetinde sözde vukuat işleyip gardiyana tekmil vermek için kapı öniinde sıraya girenler bazen uzunca birkuyruk oluştururdu. Uykudan yeni kalkıp daha midesine birşey girmemiş olan bu insanlar bir de gardiyandan bol bol dayak yerlerdi. Diyarbakır5 Nolu 1 57 dolu olarak koğuş kapısına gelirdi. Ama gardiyan çok- az miktarda ekmeği koğuşa verir, gerisini ko%uşun arkasındaki koridora yı%ardı. Orada bine yakın ekmek birikip kurudu. Sonradan onları bize taşıtıp, çöpe attırdılar. Bu da M.Ç'nin anlattığı bir olay: “Bir gün, cezaevi ile ilgili bir progrcım hazırlamak üzere bir TV ekibi geldi. Koğuşumuzdaki rmızalar demfrden oldum* 'fil, gösterişli olsun diye bizimkini seçmişler. Koğuşa bir-iki mascı ve sandalye getirilip kondu. Ayrıca bir sürü nefis yiyecekler getirmişlerdi. Koğuşun sabahki kalkı:fı ve kahvaltı saatini canlandırmamız isteniyordu. Biz de mecburen artistliğe soyunup rolyapmaya başladık. “Yatağa girdik. Bir arkadaş da nöbet tutar gibi yapıyordu. Onun, günaydın arkaclaşlar!’ denlesiyle kalkıp yüzünüzü yıkadık. Çekim sırasında yanı başınnzda olan teğmen, neşeli görünnıemiz, koDuşmaı7sfS için bizi uyarıyordu. Öyle yaptık tabii ki. Sonra getirilen bol ve çeşit çeşit yiyecekleri masaya doyarak yemeğe başladık. Bir daha elegeçmez diye öyle bir girişnlişiz ki teğmeıı, başlarım yatarak bize gerekli mesajı ıılaştırdı. Bir yandan da,kameraya çaktırmadan bize baş sallıyor, ’sonra size gösteririm!’demeye getiriyordu. Kahvaltı sahnesi bittikten sonra bir deö ğleyemeği için çekim yapıldı. “Başka bir çekimde de koğuşa getirdikleri karpuzları, çekimi ekibi koğuşu terk eder etmez-, hemen alıp geri götiirdüler.” Genellikle üç ayda bir, koğuştaki tutukluların kendi paralarıyla kantinden alışveriş yapmalarına izin verilirdi. Buna cezaevi dilinde “kantin vermek” deniyor. Bazı ko%uşIara kantinin hiç verilmediği de olurdu. Öme%in, yakınlarımızın bize gönderdi%i paralar biriktlği halde koğuş kantin alamazdı. Kantinde satılan şeyler ise bizim için gerekli olanlardan çok, bu koşullarda lüks sayılacak türden. Yönetim bunlara dilediği fiyatı koyar ve kimse hiçbiritirazda bulunamazdı. Kantine yiirüyüş ve marşla gidilip gelinir. Tutuklular gidip gelinceye kadar defalarca dayak yer, 156 Bayram BozyeJ olsa, bir sonraki öğünde verilecek yemeği sabırsızlıkla beklemeye koyulurdu. Daha akşam yemeğinden kalkmadan, acaba sabah kahvaltısında iyi bir şey çıkar mı diye düşünülürdü. Ayrıca, öyle günler vardı ki ceza olsun diye hiçbir şey verilmezdi. Bazen de tektekkişilere uyğulanırdı yemek vermeme cezası. Gardiyan, çoğu zaman getirdiği yemeğin içine tükürür, ya da çöp ve benzeri şeyler katardı. Bazen de daha verilmeden önce “Co” dedikleri köpeğin ağzıyla karavanayı kontrol ettirirlerdi! H. B. kendi koğuşunda geçen şu olayı anlatmıştı: “Birö ğle yemeği öncesiydi. Gardiyanlar içeri girerek herkesin en az 10 tane sinek yakalamasını ensrettiler. Bunun üzerine koğuşun tüm pencereleri kapatıldı. Herkes, eline havlu ya da benzeri bir şey alarak sinek avına çıktı. Ortalık bir anda ana baba gününe döndü. Herkes cezadan kurtulmak için birbiriyle yarışıyordu. Koğuşta bir tek sinek b ırakmadık, hepsini öldürdük. Buna rağmen, kimimiz kotayı taınamlayanıamıştık hala. Sonuçta ne nsi yapıldı dersiniz? Toplanan bütün sinekler getirilen yemek karavanasının içine döküldü, yemekle karıştırıldı ve bize yedirildi”. Bu ve buna benzer birçok olay yaşandı. Bir keresinde beş gün süreyle hiçbir koğuşa ve kişiye yemek veekmek dağıtılmadı. Bir başka gün ise sabah kahvaltısında bize bir karavana dolusu çorba getirilmişti. Çorbanm ge1di%i gün ve onu izleyen bir hafta boyunca gardiyan sürekli gidip geldi, “bir karavana çorba içtiniz, onun hakkını vereceksiniz!” deyip, bunu işkence ve dayak nedeni yaptı, burnumuzdan getirdi. Bu nedenle, zaman zaman, yemek geldiğinde arkadaşlar, “aman yemeyin, sonra seninki hakkını ister!” deyip birbirlerine takılırlardı. Birçok kez, yemekten önce yapılan yemek duasından sonra, “dikkat!” çekildiğinde ya da “komutanım” denildiğinde, gardiyan, “afiyet olsun!” yerine, “s ... yiyin!” der, biz de kural gereği, “sa%ol!” çekerdik. Bir dönem, öğle zamanları ekmek torbalarımlz ağzına kadar Diyarbakır5 Nolu 159 birkaç kişi, onun bıraktığı kirli suda kendi çamaşırlarını yıkamak için sıraya girerdi. Her tarafımızı bitler sarmlştı. Kirden ve bitlerden, çamaşırlarııtıızı sık sık atmak zorunda kaltyorduk. Uzun biraradan sonra birgün banyoya hazırlanmamızl istediler. Büyük bir sevinçle soyunduk. Ü'zeri1nizde yalnızca kilotlarıınız kalmıştı. Mevsimlerden kıştı. S ıraya girdik, banyoya do%ru uygun adım ve marş söyleyerek yürüdük. Tam banyo girişinde iki gardiyan, karşılıklı durarak ellerindeki hortumlarla önlerinden geçenlere so%uk su sıkmaya başladı. Herkes hortumlarla iyice bir ıslatıldıktan sonra ko%uşa gerisin geri getirildik. Daha sonraları da zaman zaman “banyo” ya götürüldüğümüz oldu. Soğuk suyla 4-5 dakika kadar yıkanmamıza izin veriliyor, ancak çoğumuz daha sabunlu iken su kes(tir)iliyordu. Koğuşa dönüşte çıplak ve ıslak halimizle “çök-kalk” yaptırıllr, yerde süründürülürdük. Çıplak bedenleri amansızca coplar, ko%uşu slra daya%ından geçirirlerdi. Cezaevinde geçirdiğimiz son iki yılda, bizi birkaç kez çaınaşırhaneye götürdüler. Genellikle 3-4 ayda bir olurdu bu. h'e var ki orada yapılan da çaınaşırlarımızı sıcak bir suya daldlrıp çıkannaktan ve bolca dayak yemekten ibaretti. Cezaevinde günün herdakikası, insanları fizik ve moral olarak çökertmek, yok etmek için üzerine kurulmuş; “sa%lık” ve “tedavi” adı altındaki uygulamalar da bu katliamın bir parçası. Dışardan cezaevine gelen her insan, burada karşılaştı%ı açlık, susuzluk, işkence ve soğuktan dolayı hızla eriyordu. Bazılarında hastalıklar daha erken belirirdi. Ölümün eşiğine gelen hasta insanlar bilinçli bir şekilde tedavi edilmez, ölüme terk edilirdi. Götürülenler ise tedavi edilmez, baştan savılırlardı. Bazen verilen ilaçların ise ne işe yaradı%ı, gerçekte yararlı mı, yoksa zararlı mı olduğu belirsizdi. Bu koşullarda cezaevindeki tutukluların bir tekinin sağlam kaldı%ırıı söylemek mümkün değil. 158 Bayram Bozyel hakaret görürler. Kantinden getirilen eşyalar ko%uş kapısında bir kez daha aranır. Gardiyan bu bahane ile örneğin üzüm sandığım koğuşun ortasına döker, ayaklarıyla içine girer, karıştırırdı. Aramalar sırasında gardiyanlar bu tür eşyaları tahrip eder, hoşlarına giden yiyecekleri yerlerdi. Su yoklu%u tutuklular için başlı başına bir işkence türüydü. Birçok insan yürüyüş ve eğitimlerden sonra yorgunluktan ve susuzluktan bitkin düşer, bayılırdı. Özellikle 2. ve 3. katlardaki koğuşlarda su yokluğu tam bir felaket halini almıştı. Gardiyanlar, bu katlara bazen günde bir-iki bidon su çıkartır, bazen de birkaç gün süreyle hiç su götürülmezdi. Susuzluktan bitkin düşüp ağzı açık kalan insanların görünümü günlük manzaralardandı. Bazen de kasıtlı olarak yemeğe fazla tuz konur, susuzluk daha da azdırılırdı. Bir ara geçici bir süre için bulunduğum birkoğuşa birkaç gün süreyle hiç su verilmedi. O ara koğuşta 100'den fazla insan vardi. Susuzluktan birkaç kişi baygınlık geçirdi. Bunun üzerine tutuklular, yeni takılmış kalorifer peteklerinden, içmek için gizliden su almaya başladılar. Kalorifer petekleri ve borularo yıl yeni takıldıkları için gelen su paslı ve kırırızımsıydı. Tutuklu bir doktor arkadaş, “ne yapıyorsunuz! İçmeyin, hepiniz zehirleneceksiniz,” dediyse de kimse aldırmadı. Aradan biraz daha zaman geçince, bunu diyen doktorun kendisi de dayanarnayıp bu sudan içmeye başladı. İki yıla yakın süre, dişlerimizi fırçalamak için gerekli suyu bulamadık. Tuvalette çoğu zaman gazete parçalarını kullanırdık. Elimizı yüzümüzü yıkadığıınız çok enderdi. Tabaklarıınızı y ıkamak için çok az su verilirdi. Su verilmedi%inde ise onları gazete parçalarıyla siler bırakırdık. Cezaevine girişimizden itibaren altı ay boyunca banyoya götürülmediğimiz gibi, koğuşta da yıkanmak için su bulunmazdı. Çamaşlrlarımızı ise birkaç ayda bir, dört kişi için verilen yarlm bidon su ile ylkardık. Birisi çamaşırlarını yıkadığında, Dfyarbakır5 Nolu 161 kişiye ve hastanın bizzat kendisine imzalatılmış.O ara bir TV ekibi çekim için ko%uşa geldiğinde, görmesinler diye, bu hastayı koğuştan çıkarıp arkadaki koridorda çıplak beton üzerine bırakmışlar. Ve hasta ertesi gün ölmüş. 1983 yılının ilk aylarıydı. Koğuşa Medet Özbadem adında birini getirdiler. Çok zayıf, cılız biri idi.O da işkence furyasına alındı. Özellikle yeni ge1di%i için gardiyan ona daha da kötü davranıyordu. Bir ay içinde M. Özbadeın'in durumu a%ırlaştı. Buna ra%men revire götürü1m(ıyordu. Tersine e%itime katılmaya ve dayak yemeye devam ediyordu. İyice erimiş, tükeıunişti. Falakaya yatırıldlğında bağırmak için bile kendinde yeterince güç bulamıyor, bir bebek gibi ince ve tiz bir sesle inliyordu. Bu ses yaşamım boyunca belleğimden hiç çıkmayacak. Nasıl olduysa bir gün revire kaldırıldı. Revir doktoru onu hastaneye havale etti. Hastaneye götürüldükten birkaç gün sonra, gardiyan ko%uşa gelerek ona ait kişiseJ eşya ve parayl aldı. M. Özbadem öl(dürül)müştü. .. Bizim ko%uştaki tutuklular arasında iki kardeş vardı. Ramazan Yayan adlı küç(ığü gittikçe eriyordu. Koğuş, bu gtıç koşullarda bulabildiği besinle, karınca kararınca onu yaşatmaya çalışıyordu. Ne var ki revirden ald1%ı ilaçları gardiyan vermiyordu kendisine. Hepimizle aynı uygulamalara tabi tutuluyordu. Revire çlkışlarından birinde hastaneye sevk edildi. Aradan bir süre geçince gardiyan onun da elbiselerini almaya geldi. Arıcak, elbiseleri bu kez hastaneye göndereceğini söyledi. Ne var ki aradan uzun süre geçti%i halde Ramazan bir türlü hastaneden dönemedi. Bir görüş gününde Raınazan'ın ağabeyi görüşe gitmiş, gelen ziyaretçilerden Ramazan'ın öldüğünü öğrenmişti. Ramazan'ın öldüğünü biz de ancako zaman öğrendik. Koğuşu derin bir sessizlik sardı. Ama işkence curcunasında olay tez unutuldu. Cezaevinde herkesin, kendisine imzalatılan bir çeşit ölüm fermani vardı. Düşman burada bizi yok etmeyi planladığı ve herkes 160 Bayram Bozyel Zamana yayılmış toplu katliam için ne gerekiyorsa yapıldı. Bulaşıcı bir hastalıga yakalananlar çoğu kez bilinçli bir şekilde koğuşlarda bırakıldı. Ayrı yemek yemelerine bile izin verilmezdi. Hastalar ve sakatlar da, diğerleri kadar olmasa da cezaevindeki yüriiyüş ve “e%itim” adı oltlndaki sistemli‘ Üşkenceden paylarını aldılar. En ağır hastalar bile revire bu “e%itim yürüyüşü” ile gider, doktora çıktığında esas duruşta tekmil verirlerdi. Bir giin, bizim ko%ııştan revire giden bir arkadaşın canlı tekmil vermedi%ini iddia eden doktor, gardiyandan, ko%uşun tümünü cezalandırmasınl istemişti. Gardiyan da tüm koğuşu sıra dayağından geçirdi. Doktorun da toplu işkenceler sırasında, bir elinde i%ne, bir elinde copla aktif rol aldlğı çok olurdu. Hipokrat yemininin5 ' Nolu'daki versiyonu bu olmalıydı. Gıdasızlığa bir de diş temiz1i%inin yapılamaması eklenince, tutukluların a%zında sa%lam diş kalmamıştı. Çürük dişlerin çekilmesi ise aylar alıyor, diş ağrı ları insanları perişan ediyordu. Çok ender de olsa, hastaların hastaneye götüru1dü%ü olurdu. Elleri arkada kelepçelenir, gözleri bağlanır,o şekilde götürüliirlerdi. Hastanede de görevli gardiyanlar 24 saat süreyle hastanın başucunda nöbet tutar, bulundukları odadan çıkmalarına, konuşmalarına izin vermezlerdi. Orada bile aç kalır, dayak yerlerdi. Sigara ve gazete yasaktı. Görüşe çıkılmazdı. Doktorlardan da kötü muamele görürler, kendilerine “vatan hainleri” muamelesi yapılırdı. Hastaneye gidenler, ço%un1uk1a sa% olarak geri dönmezlerdi. Bizim koğuşta, biz gelmeden birkaç gün önce, adı kaçakçılık olaylarına karıştığı için askerden getirilip tutuklanan biri, ağır işkencelere dayanamayarak yata%a düşmüş. Sorumlusun durumıgardiyana bildirmesine ra%men, kendisi ile ilgi1enilmedi%i gibi, bir de tutanak tutularak bu kişinin yakalanmadan önce ciddi bir hastalık taşıdığı belirtilmiş ve bu tutanak ko%uştaki birkaç Diyarbalor5 Nolu Gazete, Sigara ve Görüş Günleri 5 Nolu'da dilediğimiz türden bir gazeteyi değil okumak, görmek bile imkansızdı. Bizim, getirilecek gazete veya dergiyi belirleme, bu konuda söz söyleme hakkımız elbet yoktu. Bunu gardiyanın kendisi yapardı. O, bizim dışarıda iken hiç okumadığımız, görmediğimiz, okumayı da hiçdüşünmediğimiz türden magazin dergileri ve bu türden gazeteleri getirirdi. Bu yayınlar için herkeresinde bizden bir hayli para alınırdı. Kimi zaman da parayl aldıkları halde gazeteler gelmezdi. Onu da bırakın, cezaevinde getirilen bu yayınlara göz atmak için fırsat ve zaman mı bulunurdu? Alman gazete veya dergiler bir köşede bekletilir ve bir süre sonra yine gardiyana geri verilirdi. Onların bir bölümü de tuvalette ve bulaşık kapların temizlenmesinde kullanılırdı. Sigara, cezaevinde tutuklular üzerinde baskı kurmak için kullanılan önemli araçlardan biriydi. Yasaklamalar içinde en sık 162 Bayram Bozyel de bu koşullarda ölebileceği için, yönetim, bazı bürokratik pürözleri kolayca çözmeye hazırlıklı olmak gereğini duymuştu. Bu nedenle herkesi kapsayan belli tutanaklar yapılmıştı. Bu tutanaklara göre kişi, daha yakalanınadan önce en azından öldürücü nitelikte iki hastalık kapmıştı. Bu hastalıktardan dolayı ölmesi her an mümkün olabilirdi. Bunlar göz, diş, baş ağrısı gibi bahse değmez hastalıklar olamazdı elbet; verem, kanser, enfarktüs türünden olanlardı. Hazırlanıp getirilen bu tür tutanaklar, önce ilgili kişinin kendisine, sonra da koğuştan iki-üç kişiye tanık olarak imzalatllırdl. Böylece içerdeki ölüm sebebi ne olursa olsun, cezaevi yönetimi, işkencecileri “temize çıkaracak” tedbirleri elinin altında hazır bulunduruyordu. Bunlar gerektiğinde ölenin ailesine, bu işle ilgilenen kimi insan hakları kuruluşlarına veya basına da sunulabilirdi. Koğuşa yeni gelenler için öncelikle böyle birtutanak hazırlamak rutin bir hal almıştı. Uygulama yeni başladı%ında itiraz edenler, bir hastalığımız yok diyenler olduysa da gardiyanlar, her sorun gibi buna da dayak gücüyle kısa zamanda çözüm bulmuş, “herkes mutlaka iki uygun hastalık bulsun!” demişlerdi. Dayak ve işkence sonucu oluşan yara ve izler için de uygun bir formül bulunmuştu. Buna göre bir üst görevlinin veya resmi bir kişinin böyle biriz veya yaranın nedenini sorması halinde, “ranzadan düştüm!” denilecekti. Bazen gardiyan, kaşlarını daha yeni patlattığı kişiye sorar: “Kaşlarına ne oldu oğlum?” Ötekinin cevabı hazır: “Ranzadan düştüm komutanım.” Diyarbakır5 Nolu 165 Bu ve buna benzer uygulama hemen hemen bütün ko%uş1arda gerçekleşti. Görüş günleri işkence zincirinde çekilmez birhalkadır. Bu günler umutla değil, korkuyla beklenirdi. Başta görüşe çıkanlar olmak üzere bütün koğuş dayak sırasından geçerdi. İnsanlar kendilerine görüşmeci gelmemesini dilerlerdi, neredeyse. Görüş yerine de e%itim yürüyüşü ve marşla gidilip gelinirdi. Tutuklular kendilerini ziyarete gelen yakınlarıyla Türkçe'den başka bir dille konuşamazlar. Bununla amaçlanan, Kürtçe konuşulmasını önlemekti. Oysa ziyaretçilerin bir bölümü, özellikle köylü kadınlar, yaşlılar Türkçe bilmezler. Hem tutuklunun, hem de görüşmecinin başında birer gardiyan bulunur, aradaki el ulaşmaz dikenli tel örgüye ra%men, hem tutuklu hem de görüşmecisi, elleri arkasında kenetli olarak durur. Konuşmalar, hal hatır sormaya bile fırsat bulamadan son bulur, gardiyanın düdüğü öter ve görüşme biterdi! Tutuklularm, görüşme esnasında, yakınlarının gözleri önünde dövülüp tartaklandıkları çok olur. Kimi zaman görüşmeciler bile dayaktan, hakaretten paylarını alırlar. Tutuklu, görüş yerinden koğuşa kadar süründürülerek getirilir ve bu arada hep dayak yer, olmadık hakaretlere uğrardı. Dönüşte “vukuat” işleyenler sıraya girer. Ama genellikle bu “disiplinsizlikten” tüm koğuş sorumlu tutularak herkes dayaktan payını alırdı. Bölge insanları genellikle tarımla u%raştık1arı için, görüşme sırasında vakit bulunursa ve havadan sudan konuşurken buğdaydan, mercimekten de söz edilir. Örneğin tutuklu yanlışlıkla “Bu yıl mercimekler nasıl?” diye sorarsa vay haline! Yönetim, bu tür sorular ve cevapların tehlikeli parolalar olabileceğini düşünerek yasakladl. Tutuklular sıkı biçimde uyarıldı: “Görüşme esnasında buğdaydan, mercimekten, nohuttan söz etmek yasak!” 164 Bayram Bozyel başvurulan sigara yasa%ı idi. Öyle ki gardiyan, kafası her kızdığında, daha öiraz önce koyduğu sigara yasağını unutup aynı şeyi bir kez daha ilan ediyordu. Sigara içmek ortalama olarak on gün yasak, bir gün serbestti.O serbest olan gün de kendi içinde ek yasaklar içeriyordu. Bir ara sadece tuvalette sigara içme izni vardı.O zaman beşer beşer tuvalete gidilir ve herkes yarımşar sigara içerek çıkardı. Bu durumda insan tuvaletteki dumandan boğulur gibi olurdu. Sonra koğuşta içmeye izin verildi. Ama koğuşta en ufak bir duman bulunmayacak, aksi halde sigara içme yasa%ı hemen uygulanacaktı. Koğuşta sigara içecekler gruplara ayrılmlştı. Buna rağmen ko%uşun darlı%ından içerde duman birikiyordu. Hepimiz, belirli sürelerle havlu sallayarak dumanı dışarı çıkartmaya çalışırdık. 1983 yılının ortalarına kadar, akşam yeme%inden sonra sigara içmek yasaktı. Ancak sabah ve öğle vakitleri içilebilirdi. O da kişi başına yarım sigara. Havadar olan koğuşlarda birer sigara içmeye izin verdikleri olurdu. Sigara tiryakisi tutuklulara içmeme yasağı konarak yapılan eziyetin yanısıra, sigaranın başka biçimde bir eziyet aracı yapıldlğl da olurdu. Şu, M.G'in kendi koğuşundaki birolaya ilişkin anlatımı: “Bir gün gardiyan koğuştaki bütün sigaraları toplayıp götürdü. “Günlerce fçecek tek sigara bulamadık. Sonra, gardiyan s igaraları getirdi, koğuşun tüm pencerelerini kapattırdı. Herkesin ağzına beşer adet sigara tutıışturarak hepsini bir anda yaktırdı ve sonuna kadar içnlemizi istedi. Bir-iki nefesten sonra ortalığı koyu birsigara dumanı kapladı, göz gözü görmez oldu. Dumandan boğulacak gitti olduk. Herkes öksürmeye başladı. Başımız dönüyor, midenıiz bulanıyordu. Arkadaşlar peşpeşe bayılmaya başladılar. Gözetleme deliğinden durumu izleyen gardiyan, sigaraların bitirildiğine kanaat getirdikten sonra pencerelerin açılmasına izin verdi.” Diyarbakır5 Nolu Aramalar Cezaevinde arama rutin işlerden sayılır. Yasaklama gibi arama da cezaevi yaşantısının bir parçası. Ancak buradaki arama bilinen rutin aramalardan oldukça farklı. Arama de%il, tam bir talan ve yıkım. Arama sırasında koğuştaki bütün yataklar havalandırmaya çıkarılıp parça parça sökülür, harmanlanırdı. Döşeklerin içindeki çaputlar tek tek açılır, üstümüz başımız toza bulanırdı. Üstümüzdekileri çıkartır, elbiselerimizi tek tek ararlardı. Külotlarımızı bile indirir ve apış aramızda bir şey olup olmadıgını yoklarlardı. Bu arada koğuşta diğer gardiyanlar, çantalarda, torbalarda ne kadar eşyamız varsa tek tek çıkarıp koşu%un ortasına serperlerdi. Ranza altındaki kantin eşyasını da çıkarır elbiselerin içine atarlardı. E%er kantine kısa sure önce gidilmişse koğuşun içi tam bir 166 Bayram Bozyel Zaman zaman koğuşlara belli sürelerle tümüyle görüş yasağı konuyordu. Avukatla görüşme de bundan pek farklı değildi. Genellikle karşılıklı hal hatır sorulur, dava, deliller ve mahkeme durumu hakkında konuşulmaz ya da çok şey konuşulurdu. Avukatlar da bu yo%un baskı şarkının dışında değillerdi; onların avukat durumundan sanık durumuna geçmeleri ve kendilerini bizimle aynı koğuşta bulmaları, yönetimin öfkesini çekince an meselesiydi. Nitekim birçok avukat bu akıbete uğramaktan kumılamadı. Koridorları ve görüş yerlerini biz tutuklular yıkar, temizlerdik. Koğuştan çıkışta “süpürge omuza!” komutuyla süpürgeleri omzumuza koyar, yürüyüş nizami sayar, marş söyler yürürdük. Temizlenecek yerde düzgün sıra oluşturur, belirtilen marşa uygun olarak ve “başla!” komutuyla süpürmeye başlardık. Hem marş söyler, hem de onun temposuna uygun olarak süpürge sallardık. Yerleri köpüklü sabunla yıkardık genellikle. Köpükler dizboyu olunca içine uzanmamlz istenirdi. Gardiyanlar bizi köpükle örterek gömerlerdi. Bazen de yıkadığımız koridorun başına geçerek boydan boya sürünürdük. Sonra aynı yeri sırt üstü sürünerek kurulamış olurduk. Bir ara, yıkadığımız yerleri koğuşta kullandığımız havlularla sildirtip kurulatlrlardı. Havlular yetmeyince, bu kez üstümüzdeki elbiselerle yaptırırlardı. Ceketten başlardık. Sonra kazağa, gömleğe, iç atletine sıra gelirdi. Biz eğilmiş yerleri silip kurularken gardiyanlar da sürekli olarak kaba etlerimizi coplarlardı. Gardiyan gazinosu ve yemekhanesinin temizli%ini de tutuklular yapardı. Bunların temizliği sırasında tüm gardiyanlar başımıza üşüşür, her biri bir yandan tutuklulara dövüp alay ederek eğlenirlerdi. Gardiyanlar elbise ve iç çamaşırlarını da tutuklulara ylkatır, birçok işlerini onlara gördürürlerdi. Diyarbakır5 Nolu 169 Mahkemede Duruşma günü yaklaşınca kişiyi daha birkaç gün öncesinden büyük bir telaş sarardı. Mahkeme günü sabah erkenden hazırlıklara başlardık. Tuvalete gitmeye mecbur kalmamak için su ve çay içmekten kaçınırdık. Ko%uş kapısından çıkışta üstümüz soyunarak aranırdık. Hatta eğdirerek apış aramıza bakarlardı. Yürüyüş halinde, marş söyleyerek ve yürüyüş kararı sayarak gorüş yerine yakın bir yere getirilirdik. Önceleri tutuklular burada zincirle birbirlerine bağlanırlardı. Sonradan elleri arkadan kelepçelemekle yetinir oldular. Yerimizde, dizlerimizi karın boşluğuna kadar çekerek sayardık. Bazen da uzun süre marş söylerdik. Bu arada başlar e%ik olmalı, kimse birbirine bakmamalıydı. Yüzümüzden akan terler sudan şeritler oluştururdu. Hareket saati geldiğinde, bir kez daha kendimizi sayar, yine başımız önümüzde yürürdük. Bizi götürecek arabanın 168 Bayram Bozyel cümbüşe dönerdi. Gardiyanlar, koğuşun ortasına yı%dık1arı elbiselerin ve kantin eşyasının üzerine çıkar, üstiinde zlplar, tepinirlerdi. Reçel, yağ gibi yiyecekler elbiselerle karışır, dörtbir yana savrulan sigaralar ezilirdi. Birçok şeyin kime alt oldu%unu seçmek imkansız hale gelirdi. ” Daha da kötüsü koğuşa döndü%ümüz andı. Gardiyanlar, her şeyi düzene sokmamız için yalnızca 20 dakika zaman tanırlardı bize. Oysa tam birçöplüğe dönmüş ko%uştao kadar insanın özel eşyalarını, yiyecekleri bu kadar kısa sürede birbirinden ayırmak ve her şeyi eskisi gibi düzenlemek imkan dahilinde değildi. Yataklar alelacele yerleştirilir, kantin eşyasından (özellikle yiyecekler) harap olanlar atıllr, elbise ve çamaşırlar da kabataslak torbalara ve çantalara doldurularako berbat halleriyle bir yana konurdu. İnsanlar, eşyalarını kolay bulmak için üzerine birer işaret koydukları halde her aramadan sonra bir sürü eşya başkasınınkine karışır, kaybolur, ancak daha sonraki aramalarda sahibinin eline geçerdi. Bir de koltuk altı ve etek tıraşı kontrolü adı altında yapılan bir işkence vardı. Bunu aksatanlar fena birdayaktan geçirilirdi. Bir keresinde M.'nin zamanında etek tıraşl olmadığını fark eden bir gardiyan çakmağıyla etek kollarını tutuşturdu. Buna M.'nin çı%lık1arı karıştı. Kolları ile birlikte derisi de yanmıştı. Diyarbakır5 Nolu 171 okurduk. Hakimlere ve savcılara “komutanım!” diye hitab ederdik. Mahkemede söylediğimiz her söz ve yaptığımız her hareket gardiyanlarca dikkatle izlenir, cezaevinde hesabı sorulurdu. Mahkeme heyeti ara kararlar için salondan ayrıldığında gardiyanlar hemen üzerimize saldırıp az önceki hoşlarına gitmeyen davranışlarımızdan dolayı döverlerdi. Öğle zamanları duruşmaya araverildiğinde, ellerimiz kelepçelenerek mahkeme salonunun birköşesinde aç karnına beklerdik. Cezaevinden gelişte, gardiyanlar, mahkemede tuvalete gitmemeyi emrederlerdi. Zaten, gitmeye kalkışan olsa bile, mahkemedeki gardiyanlar çoğu kez götürmezlerdi. Akşama kadar tuvalete gitmeden beklemek, özellikle kış aylarında dayanılmaz acllara neden oluyordu. Mahkemedeki en küçük bir“hata” hemen cezalandırılırdı. Her tutuklu ayrıca, mahkemedeki durumuyla ilgili olarak kendi koğuş gardiyanına tekmil vermek zorundaydı. Akşam vakti tekrar eller kelepçelenip tutuklular arabaya bindirilir; gözler kapalı, başlar öndekinin omzuna dayalı halde hareket edilirdi.O gün sorgusu yapılanlar, “vukuat” işleyenler yolda bolca dayak yer. Cezaevi girişinde kelepçeler sökülür. Sımsıkı bağlanmış kelepçelerin bileklerde bıraktığı derin izler haftalar boyu kaybolmaz. Koğuş gardiyanına teslim edilen tutuklular, marş söyletilerek, yürüyüş ya da süründürülerek koğuşa kadar getirilir. Koğuş kapısında tekrar arama yapılır. Tutuklu gardiyana, “bugünkü mahkemede vukuatım yoktur komutanım!” bitiminde tekmil verir. Mahkemeye gidip gelirken çekilenlere kıyaslanınca, koğuş insana kendi yuvası gibi geliyor! Kişi koğuşa varınca büyük bir yükten kurtulmuşçasına rahatlıyor. Cezaevi idaresinin benimsemeyeceği yazılı savunmalar cezaevinden mahkemeye götüriilemezdi. Hazırlanan yazılı savunma önce gardiyana verilir. Gardiyan onu alıp idareye götürür. İdare ' 170 Bayram Bozyel merdiveninden güç bela çıkar, kapalı demir kutuya girerdik. Sağ ve sol yanda ayakta sıra halinde dizilirdik. Herkes gözünü kapatır, başını öniindekinin omzuna koyardı. Eğer mahkemeye gideceklerin sayısı çoksa, bir arabaya kırk kişinin sıkıştırıldığı olurdu. Gardiyan,” mahkemeye varıncaya kadar tutuklulara rasgele döver, ya da çöktürdüğü tutuklular üzerine otururdu. Bazen da tek havalandırma deliğine başını sokarak içeri hava girmesini engellerdi. Kışın soğuktan, yazın ısıdan bu demir kutunun içinde durulmazdı. Özellikle yaz güneşi altında arabanın demirleri ateş gibi yanardı. İçerdekiler terden sırılsıklam olur, elbiseleri suya batırılmış gibi ıslanırdı. Özellikle sabahları cezaevinden çıkışta, öğle vakti veya ikindi üzeri ise dönüş sırasında, yolun cezaevi arabası için açılması bek1endi%inden, saatler boyu yaz güneşinin altındaki demir kutuda kıvranırdık. Araba mahkemeye ulaştığmda, göziimüzü açıp başımızı dik tutmamız istenirdi. Ellerimiz kelepçeli halde, mahkemedeki hücreye götürülüp nizami biçimde çöktürüldük. Herkes gözünü kapar, başmı öndekinin omzuna dayayıp beklerdi. Burada beklerken ayak değiştirmek, kıpırdanmak yasaktı. Gardiyan tutukluların üzerine oturur, sigara külünü üstlerine serperdi. Yerinden kıpırdayanlann ba5ına, omzumuza copindirirlerdi. Bazen de arabadan indirilir indirilmez doğruca mahkeme salonuna götürülürdük. Kelepçelerimiz, mahkeme heyeti gelip oturduğunda açılırdı ancak. Mahkeme salonunda dizlerimiz ve ayaklarımız birbirine yapışık biçimde otururduk. Ellerimizin dizlerimizin üstünde olması istenirdi. Mahkeme heyetinin oturduğu kürsünün arkasındaki duvarda yazılı bulunan “adalet mülkün temelidir” ifadesinin tam üstündeki amblemden gözümüzü başka biryere kaydırmamalıydık. Hakime, savcıya, avukatlara bakmak yasaktı. Kıpırdanmak yasaktı. Üzerimize konan sineği kovamaz, kendimizi kaşıyamazdık. Hakimin sorularına cevap verirken, cezaevinde olduğu gibi sert bir şekilde topuk selamı verir, sonra yüksek sesle kısa künyemizi Diyarbakır5 Nolu 173 Çocuklar, Kadınlar, Hastalar Cezaevinde rıormal koğuşların yanısıra çocuk, kadın, hasta koğuşlara ve ayrıca yaşlılar koğuşu ile itirafçılar koğuşu vardı. Çocuk koğuşu belli bir yaşın altındaki çocuklar için ayrılmıştı. Çocuklara da büyükler gibi en ağır işkenceler uygulanıyordu. Burası, uzun bir süre, bir uçak kaçırma davasından yargılanan Yılmaz Yalçıner ve Ömer Yorulmaz adında iki faşist tutukluya teslim edilmişti. İdarenin çocuklara yönelik programını onlar uygı:luyordu. Kendileri de çocuk koğuşunda yatıp kalkan bu iki zorba, çocuklara eşi görülmemiş bir vahşetle davranırlardı. Onları aç bırakır, adına “eğitim” denen işkence programlarını uygularlardı. Ayrica faşist içerikli bir eğitimle de bu çocuklar şartlandırıldı. Bu şekilde onların birço%una “itiraflar” yaptırıldı. Birçoğunun kafası jrkçı, bilim dışı safsatalarla yıkandı. Ayrıca, çocukların tümüne zorunlu olarak oruç tutturulur, cemaat halinde namaz kıldırılırdı. 172 Bayram Bozyel ya uygun bulamadı%ı yerleri çıkartıp geri verir, ya da ona tümdeıel koyar. Mahkememizin birine koğuş gardiyanımız gelmişti. Bu nedenle özellikle dikkatli davranmış, bir “vukuat” işlememeye çalışmıştık. Gardiyanın gözünün hep ustümüzde olacağını biliyordum. Bu nedenle gözümü lıakimlerin üst tarafındaki amblemden ayırmamaya dikkat ediyordum. Akşam mahkemeden dönüşte koğuş kapısında gardiyan önce Metin Öksüz'e, “sen mahkemede savcıya baktın, elini aç!” dedi. Onu bi7 hayli dövdükten sonra Paşa Akdoğan'a, “sen de sağına soluna bakıyordun,” diyerek onu da dövdü. Orlıan Miroğlu için de bazı gerekçeler buldu. Sonra bana dönerek: “Sen hiçbir yere bakmadın mı?” dedi. “Hayır,” dedim. “Demek gözün hep ayni noktada kaldı?” “Evet” diye yanıtladım. Gardiyan öfkelendi: “Ulan oğlum, insan 4-5 saat aynı noktaya bakabilir mi? Mutlaka gözün biraz kaymıştır” diyerek beni de dovdü, sonra hepimizi içeri soktu. Koğuşlarda bir de ilginç bir okuma-yazma ö%retine yöntemi vardı. Koğuşlardaki öğretmenler saptanır, okuma-yazmayı, bilmeyenlere öğretmekle görevlendirilirlerdi. Öğretmene, hiç okuma-yazma ve tekkelime Türkçe bilmeyen bir ya da birkaç kişiye 3-4 gün içinde okuma-yazma ve Türkçe öğretmeleri emredilirdi. Bu süre içinde, doğal olarak hem öğretmen, hem de öğrencileri bu işi başaramadıklarl için dayak yerlerdi. Ardından yeni bir süre daha tanınır ve bu işlem tekrarlanırdı. Hiç okumayazma bilmeyen birine 10 gün içinde 60 marşın ezberletilmesi istenir, bu mümkün olmadığı için de süre bitiminde, öğretmen ve öğrencisi ile birlikte tüm koğuş cezalandırılırdı. Diyarbakır5 Nolu 175 İspiyoncular, “İnfaz Mangaları”, İtirafçılar Cezaevi yönetimi tutuklulara içerden kontrol altına almak için ispiyonculuk akımını geliştirdi. Koğuşlardaki kimi bilinç düzeyi, dayanma gücü düşük zayıf unsurları bu işte kullandı. Böylece o, tutuklular üzerindeki baskı ve işkence mekanizmasını sürekli kalıyordu. Böyleleri herkesçe tanınlyor, çoğu kez kiınlikleri gizlenmiyor, kendilerine yetki ve sorumluluk veriliyordu. İspiyonculukla paralel olarak bir de “infaz mangaları” oluşturulmuştu. Bu mangalar, gardiyanların işkence yapma yetkileri ile tam olarak donatılmıştı. Bunlar ayrıca ispiyonculuk da yapıyorlardı. İnfaz mangasındakiler, gardiyanın bulunmadığı anlarda “hata” yapan tutuklulara istedikleri şekilde cezalandırır, döverlerdi. Ya da gardiyanın isteği üzerine tutuklulara sıra daya%ından geçirirlerdi. Koğuşa gelen yemek ve kantin eşyası bunların istediği şekilde paylaştırılırdı. Bunlar, hoşlanmadıkları kişilere özel 174 Bayram Bozyel Bunu yapmak istemeyenler baskı ve işkenceyle dize getirilirdi. Sonraları cezaevinde durum biraz düzelip koğuşlar arasl diyalog imkanı doğduğunda da bu çocuklar kimseyle konuşmuyor, kendileriniıdışında herkesi dinsiz ve düşman sayıyorlardı.5 No1u'nun vahşetinden en çok etkilenenler, hiç kuşku yok, çocuklar oldular. Kadınlar koğuşunda heryaşta kadınlar ve kız çocuklar bulunurdu. Koğuşun gardiyana bir erdi. Di%er koğuşlara uygulanan tüm işkence ve hakaretler onlara da yapılıyordu. Ayrıca, kadın olmaları nedeniyle kimi işkence ve hakaretler onlar için daha da ağır ve onur kırıcı oluyordu. Faşizmin iğrenç ve vahşi yüzü burada yapılanlarla insanlarımızın anısmda daha da unutulmaz izler bıraktı. İşkencelerin yoğun biçimde sürdüğü dönemde birkaç erkek tutuklu çırılçıplak edilerek cezaevi müdürü tarafından kadınlar koğuşuna götürülmüş, içeri sokulmuşlar. Müdür, kadınlara dönerek, “işte arkadaşlarınız, işte yoldaşlarınız” demiş. Kadınlar, bu duruma çok sıkılan erkek tutuklulara moral olsun diye, “siz utanmayın, asıl utanması gereken bunlardır” deyip cezaevi müdürünü göstermişler. Hastalar koğuşunun da sadece adı farklı ötekilerden. Değişik tipte hastaların tümü aynı koğuşta tutulurdu. Revirde hiçbir ilgi gönnüyorlar, baskıları ve zorlukları bildikleri için hastaneye gitmek bile istemiyorlar. Zaten cezaevindeki doktor da kolay kolay kimseyi hastaneye sevk etmiyordu. Gidenler orada ilgi ve bakım görmüyorlar. Dışardan ilaç alınmıyor, alınanlarsa kullandırılmıyor. İdare onlara da doğru dürüst yiyecek vermiyor. Dışardan yiyecek ve giyecek getirtmeye izin yok; kantinden almak içinse yeterince para yok. Tutuklu yakınlarının gönderdiği paranın çok azı sahibine veriliyor; paranın bir bölümü veya tamamı çoğu zaman kayboluyor. Kimi zaman, hastalık yayılsın diye onları diğer koğuşlara dağıtıyorlardı. Böyle zamanlarda koğuşa yapılan işkence ve öteki uygulamaların tümüne onlar da tabi idiler. Diyarbakır5 Nolu 177 yeniden işkenceye alınıyordu. Bu arada, cezaevinde 1984 yılı Ocak ayında yer alan direniş sırasında yaşanan birolaydan sözetmek istiyorum: 39. Koğuş'ta, daha önce, çok a%ır baskılara uğramadı%ı halde itiraflarda bulunup birçok insanın ağır cezalar almasına neden olan, ama yargılama safhası sonuçlanıp işkenceler biraz kesildiğinde ise itirafınl geri a1d1%ını söyleyen biri vardır. O sırada, diger koğuşlar gibi 39. ko%uş da direniştedir. Bu eski itirafçı ise direniş sırasında ön plana çıkarak sivrilmeye çalışır. İkiyüzlü bir günah çıkarma çabası içindedir. O sırada cezaevinde, diğerlerine kıyasla daha ılımlı bir yüzbaşı iç emniyet amiriydi. Ancak işkenceler gündeme geldiğinde olaylar onu süpürüp bir yana atmış, işkenceler bizzat kolordudan yönetilir olmuştu. Bu direniş sırasında, eski itirafçının sivri çıkışlarını gören iç emniyet amiri, ko%uş kapısının mazgalından ona, şu -kulaklara küpe- sözleri söyler: “Ulan o%lum, bütün bu insanlar ne yapsalar hakları var. Çünkü onlar yıllarca işkence ve baskı gördüler. Peki ya sen, sana ne oluyor? Daha düne kadar, ’bu insanlar ancak işkenceden anlar' diyen sen değil miydin? ’İşkence yapmazsanız onlarla başa çıkamazsınız diyen sen de%il miydin? Şimdi de kalkmış direnişin başını çekiyorsun. Ben senin ...” Bu olay işkeneecilerle itirafçıların ortak yüzünü açı%a vurmak bakımından öğretici değil mi? 176 Bayram Bozyel iftiralarda bulunur, gardiyana bildirirlerdi. Hasta olan biri içirı, 'bu numara yapıyor” deyip eğitime çıkartabilirlerdi. Ya da, koğuşun tümü için, “iyi eğitim yapmıyorlar, kaytarıyorlar” diyerek toplu cezalandırmayı sa%1ayabi1irlerdi. İşkenceler sistemleşip ağırlaşttkça celladların itirafa zorlama girişimleri kolaylaşıyordu. İşkenceciler, özellikle, kimi kişilerin siyasal konumunu, özelliklerini göz önüne alarak daha çok onlar üzerinde yoğunlaşıyor, genel itirafçıllk için uygun bir psikolojik ortam yaratmak istiyorlardı. Kimi zaman da, özel olarak hedef alınmadığı halde, kimi dar ufuklu, zayıf kişiler, genel olarak süregelen işkence uygulamasından umutsuzluğa kapılıyor, gelecekten umutlarını kesiyor ve bir kurtuluş yoluymuş gibi itirafa yöneliyorlardı. Diğer koğuşlarda da tek tük bulunmalarına rağmen, itirafçıların ço%D 38.Koğuş'ta toplanmıştı. İtirafçılar, içerde tutuklu bulunan tanıdıklarıyla ilgili olarak idareyi ve polisi bilgilendirip bu insanlara karşı işkence politikasının belirlenmesine büyük katkılarda bulunuyordu. Bunlar, aynı zamanda, verdikleri bilgilerle, dışarıda polisin yeni operasyonlarına yol açıyorlardı. İtirafçılar, dahil oldukları dava dosyasına bağlı olarak yargılanmanın bir parçası, saçayağına dönüşmüşlerdi. Ne zaman bir kişi ya da grup yargılansa,o kişi veya grupla ilişkisi olan itirafçılar çağrılır. Duruşmantn başında ve sonunda, mahkeme itirafçının görüşünü sorar. Onun dedikleri, birçok durumda kararın dayandığı başlıca veya tek dayanak olurdu.O başlıca “güvenilir” kaynaktı. 1983'ün başlarında neredeyse cezaevine yeni gelen herkes itirafa zorlanmak için özel işkenceye alınıyordu. Bu dönemde, itirafa zorlananlar için özel olarak yeni bir ko%uş bile açıldı. Tutuklular hücrede ağır işkencelerden geçtikten sonra 14. Koğuş'a konuyordu. Orada onlarla, 38. Koğuş'tan getirilen daha kıdemli itirafçılar ilgilenirdi. Bu kişiler geçmişteki yakınlıklarını da kullanarak yeni gelenleri itirafa zorluyorlardı. Direnenler Diyarbakır5 Nolu ine çekilyaptırılan para verer görüş bu iş için zlarından arca para, evinde ne yan insan i. Bütün resim ve orlar, giriş rçok ırkçı 179 hiç bir tarih kitabında yer verilmeyen sözde “Türk Devletleri”nin bayrakları vardı. Her tarafta Atatürk ve Evren'ir resimleri bulunuyor, duvarları ırkçı marşlar dolduruyordu. Cezaevinin iç kesimleri en azından 10 kat boyayla kaplanmıştı. Yapılanı koğuş gardiyana beğenmeyince üstüne bir kat boya çekiliyor, sonra yeniden yapılıyordu. Biraz sonra gelen onbaşı resmin bir tarafmı beğenmemişse resmin üstüne yeni bir kal boya çekilip yeniden başlanıyordu. Ama bu kez de çavuş devreye giriyor. Onun beğendiğine de blok subayı itiraz ediyor... Derken, gardiyandan binbaşısına kadar cezaevindeki işkenceciler resim konusunda birbirlerini aşan beğeni ve eleştirilerini göstermiş oluyorlar! Hatta aynı yazı ve resim, hoşuna gitmedi%i için tek başına koğuş gardiyana tarafından bir kaç kez bozdurulup yeniden yaptırılıyor veya yazdırılıyor. Bu arada sürekli yeni resim malzemesi alınıyor, tutuklunun parası buna gidiyor. İstenen biçimde çizip yazamadlkları için tutukluların yediği dayaklar da cabası. Alttaki koğuşun ukala gardiyana birgün şöyle demişti: “Bakın, her tarafi Atatürk'ün resim ve sözleriyle doldurduk. Neden? Çünkü otururken, yürürken, tuvalette iken hatta uzanırken Atatürk hep gözünüzün önünde o/oHf/f. Bu şekilde beyinlerinizi kötü ve zararlı şeylerden temizliyoruz!” 178 Bayram Bozyel Bir Beyin Yıkama Yöntemi 1982 yılında, Cezaevi bir resim yapma salgınının iç di. Bu da cezaevi idaresi tarafından zorla tutuklulara bir işti. Bu dönemde tutuklular, resim malzemelerine mekten kantinden bir şey alamaz olmuşlardı. H gününde tutuklular için yatırılan para hemen toplanıp harcanıyordu. Böylece, tutuklu ailelerinin boğa keserek içerdeki yakınları için gönderdikleri milyonl: tonlarca boya, karton, fırça vs. için harcandı. Ceza‹ kadar resim öğretmeni ve resme eğilimi olan olma’ varsa hepsi resim yapmakla görevlendirilınişt koğuşların içi, duvarları, tavanları, camları, kapıları sloganlarla doldurulmuştu. Ara koridorlar, ana korid‹ Diyarbakır5 Nolu 181 ara, hücreler dolu olduğu için yeni gelenler oraya konuyordu. Geceleri, ya elleri arkadan kelepçeleniyor ya da zineirlerle birbirine bağlanarak yatırılıyorlardı. Burada kalanlar tuvalete götürülmüyor, ihtiyaçlarını yatıp kalktıkları bu yerde görmek zorunda bırakılıyorlardı. 700-800 kişilik kapasiteli cezaevine bir dönemde 3000 kadar insan doldurulmuştu. Ve bu mevcut iki yıl süreyle varlığını korudu. Koğuşlarda bir kişiye 70 em kare bir alan ancak düşüyordu. Hücrelerde ise zaten, çökınek için bile yer yoktu. Dışardan alınan eşyalar gardiyanlar tarafından yırtılır, paramparça edilirdi. Bunları tamir etmek uzun zaman alırdı. Bazı dini günlerde ise gecenin geç saatlerinde uyandırılır, sabaha kadar, hoparlörlerden yayınlanan dini ve ırkçı vaazları oturarak dinlemek zorunda bırakılırdık. İç emniyet amiri, “Co” adıverilen kurt köpeğini, zaman zaman tutuklulara saldıümaktan hoşlanırdı. Köpek de tutuklulara rasgele ısırır, elbiselerini ve canlarım parçalardı. Yeni gelenlere iç emniyet amirinin okudu%u iki maddelik bir talimat vardı. “Madde 1.’ Cezaevinde tııtukluyla gardiyamn ilişkisinde gardiyan her zaıilan haklıdır.” “Madde 2. Tutuklular haklı olduğu zamanlarda ise 1. madde geçerlidir.. !” Her zaman haklı sayllan bu gardiyanlar ya bilinçli faşistler arasından seçiliyorlar, ya da dünyadan habersiz, bilinçsiz insanlar arasından seçilip belli bir süre ile e%itimden geçirilerek tutuklulara karşı şartlandırılıyordu. Onlara tutukluların hepsinin katil, ırz diişınanı, vatan haini kişiler olduğu anlatılıyordu mutlaka. Gardiyanlar içinde, tutuklulara karşı en ufak bir yumuşama ya da esneklik gösterenler hemen cezaevi dışındaki bir göreve verilirdi. Gardiyanlar birbirlerine isimleri ile seslenmezler, takma isim kullanırlardı; Mayk, Horoz, Karakedi, Ekmekçiyan gibi vs. Çoğunlukla da baktıkları koğuşun numarasıyla çağrıllrlar, 5. 180 Bayram Bozyel Gardiyan Daima Haklıdır! Cezaevi, insanlarla istif edilmiş bir ambarı andırıyordu. Normalde, üstüste bulunan koğuşlardan alttakiler yemekhane, üstekiler yatakhane olarak düşünülüp yapılmış. Oysa hem yemekhane, hem yatakhane koğuşa çevrilmişti. Bununla da yetinmeyip ko%uşlara, diişüniilenin hiç katı insan doldıırulmuşnı. Bulundu%um koğuşta ranza sayısı 20 iken insan sayısı 63'tü. Sıkışık dtızen yatmaya rağmen 23 kişi bir yıl siireyle yerde yattak zorunda kalmıştı. Atölye ya da depo olarak düşünülmüş yerler de koğuş haline getirilerek insanlarla doldurulmuştu. Hiicreler zaten tıklım tıklımdı. Bir ara iki bölümden oluşan hücrelerin her birinde 450 kişi olmak üzere toplam 900 kişi bulunuyordu. Sinema salonuna da insanlar tıkılmıştı. Üstelik ranza, yatak gibi şeyler oLnaksızın. İnsanlar çıplak betonun iizerine bırakılmıştı. Bir Diyarbakır5 Nolu Bazı Yürüyüş ve Sürünme Türleri 1983 yılınm ocak ayı idi. Bölgede uzun yıllardır ilk kez bu denli sert bir kış yaşanıyordu. Havalandırmaya 40 cm kalınlığında kar yağmıştı. Havalandırmaya çıkarılıp karın üstünde eğitim yapmaya başladık. Kar ayaklarımızın altında sıkışıp sertleşti. Gece. şiddetli don yaptı ve sıkışmış kar kalın bir buz tabakasına dönüştü. Ertesi gün bu kalın buz tabakası üzerinde e%itime başladık. Sonra balyozlar, kazma ve kürekler getirildi. Kalın buz tabakasını kırıp meydanın ortasına yığdık. İnsan boyunu geçen bir yığın oluştu. Yürüyüş yaparken onun çevresinde dolanlyorduk. Bir ara yağmur yağmış, arkasından yine dondurucu soğuk gelmişti. Bu yüzden, yığındaki buz parçaları kaynaşıp koca bir buz kayasına dönüşmüştü. Bir gün yine orda eğitim yaparken, 182 Bayram Bozyel Koğuş! 9. Koğuş v.b. Cezaevinde önceleri, ciddi bir vukuat işleyen, ya da koğuşun disiplinini bozan tutuklular, cezalandlrllmak üzere hücrelere gönderilirdi. Oradaki zor koşullar ve ağır işkencylerle nıtukluların gözleri korkutulur, bu onlar için caydırıcı bir rol oynardı. Oysa zamanla koğuşlaro hale getirildi ki artık kimsenin hücreye konmasına gerek kalmadı. Hücreler caydırıcılığını yitirdi ve artık tutuklular ne yaparlarsa yapsınlar, hücrelere konmaz oldular. Diyarbakır5 Nolu 185 Ü'zerimizde iki tane kalas kırdılar. Yaralarımızdan akan kan koğuşu da kaplamıştı. Uzun uğraşılardan sonra akan kanı durdurabildik. Daha sonra diz ve dirseklerimiz sulanarak yaralar oluştu. Zamanla biraz kabuk ba%ladılar. Ancak bize sürekli yaptırılan yat-kalk talimleri nedeniyle kabuklar sık sık çatlayıp yaralar yeniden kanıyordu. Tam iki ay boyunca yaralarımız iyileşmedi. Bu dönemde neyere çökebiliyor, ne de yatabiliyorduk. Yaralarımıza sürecek en ufak bir merhem yoktu. Bugün, aradan geçen dört yıla ra%men, bu yaraların izleri hala net biçimde fark ediliyor dizlerimde. yaşanan olayla kitabım yazıldığı tar'ih crasında geçen dönem kastediliyor. B.B) 1982 yılının sonlarına doğru bir gündü. Sabah havalandırmaya çıkmış e%itim yapıyorduk. Gardiyan ikide bir içimizden birini çıkarıp dövüyor, sonra yerine gönderiyordu.O ara “kara” lakaplı bir blok çavuşuyla birkaç gardiyan e%itim yaptığımız lsavalandırmaya geldiler. Onlar da aramızdan rasgele birilerini çıkartıp dövüyorlardı. Bir ara M.Ç' yi çağırıp götürdüler. M.Ç. eğitim sorumlumuzdu. İncecik, zarif bir gençti. Kişilik olarak da dürüst, pırıl pırıl biriydi. Biz yürüyüş halindeyken gizliden gizliye bakıyor, aramızdan çıkarılanlara ne yapıldığını ö%renıneye çalışıyordum. M.Ç' yi önce bir hayli döndüler. Sonra, Kara'nın, “şimdi seni komando yapacağım” dediğini duydum. Alanda bir daire biçiminde yürüyüş yaptığımız için bazen sırtımız onlara dönüyor veo stra yapılanları görmüyorduk. Yüzümüz tekrar onlara dönünce M.Ç.'nin ön dişleri arasında bir şey tuttuğunu gördüm. Yüzü tiksinti ile buruşmuştu. Gardiyanlar ise kahkaha atıyorlardı. Koğuşa dönünce M.Ç'nin kusmaya çalıştığım gördüm. Olayı daha iyi gören arkadaşlar, Blok çavuşunun oralarda bulduğu bir kurbağayı ona zorla ve canlı canll yedirdiğini anlattılar. Olayı duyan herkes derin bir tiksinti duymuş, utanmıştı. Midemiz ağzımıza gelir gibi oluyordu. Başta M.Ç. olmak üzere 184 Bayram Bozyel blok subayı beraberinde birkaç gardiyanla çıkıp geldi. Marş vfi yürüyüşümüzii durdurdu. Getirdikleri balyozlarla koca buz kayasını bize parçalattılar. Bu iş saatler aldı. Verilen emir üzerine, bu kez, her biri 2-3 kilo ağırlı%ındaki buz parçalarını havalandırma avlusunun dörtbir yanına serdik: Ardından, bizi bir köşeye toplayıp soyunınaıcızı istediler. İlk başta, koltuk altı veya etek tıraşı içindir sandık. Üzerimizde bir tekkülot kallncaya kadar soyunduk. Bekliyorduk. Birden “yat!” emri geldi. Hepimiz, cam gibi keskin buz parçalarının üzerine uzanmak zorunda bırakıldık. Arkasından “süriin!” emri geldi. Sürünürken üzerine dayandığlmız dirsekler ve dizler bıçak gibi keskin buz parçaları tarafından kesiliyordu. Arkamızdan kandan kırmızı şeritler oluşınaya başladı. Gardiyanlar, ellerindeki coplarla çıplak bedenlerimize vurarak bizi daha hızlı sürünmeye zorlııyorlardı. Coplar çıplak kalçalara, sırta, omuzlara iniyordu. Bundan kaçınırken farkına varmadan insan hızlanıyordu.B irinin copundan kurtulmak için çabalarken öbiirünün menziline giriyordun. Böylece, buz parçaları üzerinde hızlı bir sürünme siirüp gidiyordu. Az sonra, dizlerden ve dirseklerden akan kan yerdeki buzun rengini değiştiriyor, zemin kırmızıya dönüşüyordu. Bu arada dizler ve dirsekler ise lime lime. Ancak dayak acısı ve sürünme telaşı içinde oldu%umuzdan hem kesilip ezilen etlerimizi görmiiyorduk, hem de yara henüz sıcaktı. Bu şekilde bizi bir saatten fazla dövüp süründürdüler. Artık kimsede kıpırdayacak hal kalınayınca ve coplar da para etmeyince bu işe son verildi. Kötii durumumuzu ayağa kalktıktan sonra daha iyi kavradık. Dizlerimiz ve dirseklerimiz parçalanmış, deri tümden sıyrılıp kalkmış, ortaya çıkan kırmızı etimiz ezilmişti. Oradan aşa%1ya doğru kan süzülüyor. Aynı anda bastlran korkunç bir acı. Blok subayı başımızda durmuş, sırıtıyor. Yerde bulunan elbiselerimizi kolnıklarlmızın altına sıkıştırıp koğuşa götürüldtık. Orada da toplu bir sıra daya%ından geçirildik. Diyarbakır5 Nolu 187 bunu aşan bir yük, hem dizleri karına kadar çekerek canlı yürüme çabası, hem de gür bir sesle marş söyleme gere%i... Zaten bitkin ve nefes nefese olan insanlar için bu olanaksız gibi bir şey. Bu nedenle her ağızdan ses bir türlü çıkıyor, birbirine karışıyor, curcunaya dönüşüyordu. Sıralar bozuluyor, kimisi omzundakiyle birlikte yere yığllıyordu. Düşenlerin üzerine gardiyanlar üşiişüyor, dövüyor, kaldırıp yeniden yürütüyorlardı. Yalniz alttakiler için degil, üstekiler için de zor, sıkıntılı bir yürüyüştü bu! Alttakinin sarsıntı ve tökezlemesine uygun olarak denge kurma çabası, her an onunla birlikte ylkılıp düşme endişesi, onun yürümek için gösterdiği aşırı çabayı, çektiği acıyı bilmenin verdiği bir gerilim... Omzuna bindi%im arkadaş daha fazla dayanamadı ve yıkıldı. Bu benim için bir fırsattı. Hemen inip onu omuzlayarak yürümeye başladım. Bütün güçlüğüne ra%men, onun omzunda olduğumdan daha rahat gibiydim. Bu arada hem yürüyor hem marş söylemeye çalışıyorduk. Marşa katılmaları için omzumuzdakileri çimdikliyorduk. Böylece marş biraz daha marşa benzeyecekti. Bir sür sonra alttakileri omuzdakilerle yer değiştirdiler. Aylar sonra, cezaevindeki bir direniş nedeniyle koğuşumuzdan dağıtılıp başka koğuşlardan insanlarla bir araya geldi%imizde, 7. Koğuşun alt katında olan ve aynı havalandırmaya bakan 6. koğuştan biri,o gün yaşadıklarımıza ilişkin izlenimlerini şöyle anlatmıştı: “Normal koşullarda bizim koğuştan havalandırmada eğitim yapanları görmezdik. Sadece seslerden size neler yapıldığını anlamaya çafışfrdrk. Bir gün (sözünü ettiğim yürüyüşün yapıldığı günü kastederek B.B) pencereden yürüyüş yapanların başlarım görünce şaşırdık. Bu kadar uzun boylu insanları nereden bulup getirmişler diye düşündük... Ayak sesleri pek duyulmuyordu. Marşlar iseo güne kadar alıfık olmadfğfZflız biçimde cansız, düzensiz ve ilginç bir makamda idi... Pencereden görebildiğimiz yüzlerinpek gerilinlli, ilginç bir halleri vardı. Bugüne 186 Bayram Bozyel koğuşun tümü günlerce zor yemek yiyebildi. ^ 1983 Şubatında bir başka gün. İşkencelerin yo%un oldu%u bir dönem. “Eğitim” adıaltında sürunme, ayakları havada tutma, tek ayaküstunde durma, tek parmakla duvara yaslanma, falaka ve benzeri işkence türleri gırla gidiyor. “ Yine böyle bir havalandırma saatinde yiirüyüş yapıyorduk. Birdenbire yürüyüşü durdurdular. “Çök” emri verildi. Hepimiz olduğumuz yerde çöktük. Bu defa çift sıradakilerin (2,4,6 ..) kalkması istendi. Çift numara sıralar aya%ı kalktı. Ayaktakilerin, kendi önlerinde çökmüş olanların omzuna binmeleri istendi. Ayaktakiler, çökük durumdaki arkadaşlarının boynundan bacaklarını geçirerek ayaklarını yere bastılar ve onlara yük olmamaya çalıştılar. Gardiyan kalk emri verdi. Bazılarımız (ben de ayaktakiler arasındaydım) arkadaşlarımızın omuzlarından indik. Gardiyanlar bizi dönmeye başladılar ve “kalk” emrinin alttakiler için oldu%unu söylediler. Tekrar önümüzdekilerin omuzlarına bindik. Ve yeniden kalk emri geldi. Çökük durumdakiler omuzlarındakileri de yüklenerek ayağa kalktılar. Sıraların düzgünlü%ü denetlerdi ve “hazırol” çekildi. Ardından yürüyüş başladı. Her zaman olduğu gibi, herkesin dizlerini karnına kadar çekmesi ve sıraları bozmadan yürümesi emredildi. Zaten güçsüz takatsiz olan insanların hiçbiri, sırtında bir başkasını taşıyacak durumda değildi. Bazıları ise omuzlarına binmiş olanlardan çok daha zayıftllar. Örneğin, benim omzuna bindiğim arkadaş çok zayıf, güçsüz bir öğretmendi. Yürürken titriyor ayakları birbirine dolanıyor, sendeliyordu. Ha düştü ha düşecekti. Ama böylesi bir yürüyüşü de işkencecilere beğendirmek güçtü. Onlar düzenli, canlı bir yürüyüş istiyorlardı! Bu nedenle coplar, tekmeler işe karışıyordu. Az sonra yürüyenlere marş da söyletmeye başladılar. Hem omuzda kendi bedenin kadar, bazen Diyarbakır5 Nolu 189 Kriz geçirenler oldu. Bağırıp çağınyordıık. Bundan daha kötüsü olamazdı. “İç Emniyet Amiri bu durumdan hcıberJar oldu. Herhalde bir isyana yol açacağından ürktüler. O olaydan sonra 4-5 giin süreyle kimse dokunmadı bize.” Bir keresinde de koğuşumuzdan bir grup arkadaşı banyoyu temizlemeye götürmüşlerdi. Banyo pencerelerinin cam kenarları süpürülürken, gardiyan cam kenarında fare dışkısını fark etmiş. Arkadaşlardan S.'yi ça%ırıp zorla yedirtmiş.O olaydan sonra S. giinlerce yemek yiyemez oldu. Cezaevinde geçirdiğimiz son dönem idi. 15 giinde bir hoparlörden dini vaazlar veriliyor, insanlar itirafa ve ah1aksızlı%a davet edilerek din kisvesi altında alçakça birpropaganda yürütiiliiyordu. Ko%uşta oturmuş, zorunlu olarak bu vaazlardan birini dinliyorduk. Ko%uş kapısının mazgalı açıldı. Z.E.'yi ça%1rdı1ar, kapiyi açıp koğuştan çıkardılar. Z. koğuşun yeme%ini da%ıtan son derece fedakar birarkadaştı. Çok zayıflamış, bir deri bir kemik kalmıştı. Sonradan cezası bitti%i halde onu biryıl da fazladan yatırdllar. Z. götiiriildükten az sonra, gardiyan kapıya gelerek sorumludan birbardak istedi. Sonra çocuk yaşta bir tutukluyu ça%ırdı, barda%a işemesini istedi. Tutuklu söyleneni yaptı. Sonra gardiyan, yanlna birkaç tutukluyu da alarak bardağı alıp götürdü. Az sonra Z.’nin ba%ırma sesleri gelmeye başladı. İşkeııceciler alçaklıklarına yeni bir halka eklediklerinde, hoparlörden vaizin din, devlet, adalet üstüne şatafatlı sözleri koğuşta yankılanıyordu. Kimimiz kulaklarımızı tıkayarak bu sesi duymamaya çalışıyorduk. Kimisi ise vaize küfürler yağdırıyordu. Gardiyanlar Z.’nin kollarından kıskıvrak tutarak ona zorla bardaktaki sidiği içirmiş, götürülen diğer tutuklulara da seyrettirmişlerdi. Z. kıvrandıkça sidi%in bir böliimü yüzüne ve iistüne serpilmişti. Buna benzer olaylar daha önce de yaşanmıştı. Bir keresinde 188 Bayram Bozyel kadar der olayın sırrını çözemenliştik.” Yine aynı dönem birbaşka havalandırma saati. Artıh yürüyüş, marş filan yok; havalandırma tümüyle en ağır, çirkef işkencelerle geçiyor. Havalandırma çıkışında saatlerce s‘üründürü1dük, dayak yedik. Yerdeki su birikintisini içmeye zorladllar bizi. Kimi içerek, kimi içer gibi yapıp elbiselerine emdirtereko suyu bitirdik. Kimsede ayakta kalacak güç kalmamıştı. Takatsizlikten başımız dönüyordu. Bir arkadaş dayanamayıp kustu. Gardiyan kusan tutukluyu bir kenara çekti. Sonra hepinizi tek sıraya dizdi, yerdeki kusmuğun başına getirdi. Herkeşin eğilip sırayla yerdeki kusmuktan bir parça yemesini istedi. Sıradakiler teker teker çöküyor, kararsızlık geçiriyor, sonra e%i1ip diliyle kusmuktan birparça alarak kalkıyor, başında duran gardiyana a%zındakini gösteriyor, yuttuktan ya da yutar gibi yaptıktan sonra yerini bir başkasına bırakıyordu. Yerdeki kusmuk bitinceye dek... Ko%uşa dönünce birçokları kendini tutaınadı, tuvalete koşup kustu. Kimileri de parmaklarını bo%az1arına sokarak kusmaya çalıştılar. Olay hepimizi derinden sarstı. Günlerce bo%azıınızdan bir şey inmedi. Kimileri de öfkelerini yanlış hedefe, kusan arkadaşa yönelttiler, “o kusmasaydl böyle olmayacaktı!” dediler. 29. Koğuştan F.B. yaşadığı bir olayı anlatmıştı: “HavalandlFlTlDda bultınuyorduk. İşkeılcecfler her gün karşınıza yeni bir vahşetle çıkıyor, yeni işkence yöntemleri deniyorlardı. Bitkin düşnlüştük. Artıko gün işkencenin sonuna geldik diye diişünürken içimizden ... 'yı alıp soymaya bcışladılar. Gardiyanlar biryandan dövüyor biryanda da onu hareketsiz kılmaya çalışıyorlardı. O ise çaresiz bir çırpınış içindeydi. Gardiyanların bazısı onu sıkı bir b içimde tutarken, biri de nlakatına cop sokuyordu. Yıkılmıştık... “Koğuşa döndüğümüzde herkes ç ilgina dönnliiş gibi ydi. Kimimiz öfkeden başımızı duvarlara, ranzalara vuruyorduk. Diyarbakır5 Nolu 191 BirÇay Ziyafeti Ko%uşlara zaman zaman çayverilirdi. Yine ko%uşa böyle çay verildiği bir gün, ben ve birkaç arkadaş mahkemeye götürülmüştük. O gün koğuşa her zamankinden daha yogun bir“eğitim” yaptırılmış. Mevsim yazdı. İçeri girildiğinde ise koğuşta hiç su yok. İnsanlar susuzluktan kıvranıyor.O ara koğuşa birbidon çay getirilir. Tutuklular için tüm o ç ile ve susuzluktan sonra tam bir bayram... Kısa sürede çayın hepsi içiliyor. Ama çay biter bitmez de gardiyan tuvalet yasağı koyuyor... Akşam mahkemeden döndüğümüzde ko%uşun halini bir acayip gördük. Yemek gelmiş ama kimse dokunmaınlştı. İnsanların yüzü mosmor kesilmiş, kıvranır gibi bir halleri vardı. Yatağım koğuşun ktıytu bir yerinde idi. Üzerine oturunca rslak olduğunu fark ettim. Önce su dökülmüş sandın. 190 Bayram Bozyel havalandırmada gardiyanlar iki tutukluyu yere yatırmış ve yine çocuk yaştaki bir tutukludan ağızlarına işemesini isteınişlerdi. Bu tür olaylar bir dönem istisna olmaktan çıkmış, cezaevi uygulamalarının rutin bir parçasına dönüşmüşlerdi. Cezaevinde insanların çoğunun başı havalandırma sırasında‘lağım çukurlarına sokuldu. Sayısız insana pislik yedirildi. Yüzlerce insanın makatına cop sokuldu. Birçok koğuşun içine bidonlarla su doldurup tutuklular saatlerce içinde yatırıldı. Diyaı bakır5 Nolu 193 Bu Noktaya Nasıl Gelindi? Elbette bu işkence sistemi, tüm bu uygulamalar bir anda ortaya çıkmadı. Her şey çok önceden planlanıp programlanynlştı. Çekmecede tutulan bu plan 12 Eylül darbesinden hemen sonra uygulamaya kondu. Darbe onlara bu olanağı verdi. Ceza evleri ve işkence sistemi, 12 Eylül rejiminin önemli biryüzii, bir özelliği oldu. 12 Eylül öncesinde de hapishanelerde şu veya bu ölçüde, baskı, dayak ve işkence vardı.5 No1u'ya gelinıneden önce de zaman zaman tutuklular tek tek dövülüyor, koğuşlara baskınlar yapılıyordu.O zaman da tutuklular koğuşlardan alınıp “soruşturma” adıaltında işkenceye götürülüyorlardı. Yemekler kalitesiz, yer dardı. Cezaevlerinde bir dizi sorun vardı. Yine deo dönemdeki uygulamalarla, 12 Eylül sonrası arasında nitel bir 192 Bayram Bozyel Arkadaşlar tuvalet yasağı konduğuntı söyleyince anladım. Ancak gece geç saatlerde tuvalete gitme izni verildi. Birçokları, köşe buca%a sakladıkları sidik dolu naylon torbaları çıkartıp tuvalete döktüJer. Son dönemde babalar günii vesilesi ile açık görüş yapılmaya başlandı. Bu giinlerden biri normal görüş gürıü ile çakışmlştı. Kimimiz normal göriişe giderken, kimisi de içeriye alınan çocuk ve kardeşleri ile görüştürülüyordu. Bizim ko%uştan da bir arkadaşın küçiik kardeşi içeriye alınmıştı. Cezaevinde olup bitenler nedeniyle yükselen şikayetler, özellikle de dış kamuoyunda yer alan eleştiriler nedeniyle, faşist rejim, bu tür gunleri bir propaganda aracı olarak kullanmaya çalışır, bu iş için böylesi günlerden yararlanırdı. Diyarbakır5 Nolu Cezaevi'nde buna uygun az senaryo yazılmadı. Yakınları ile baş başa göriişen birkaç tutuklunun resimleri basına dağıtılır, bu resimler gazetelerin ilk sayfalarlnda papuç biiyiiklüğünde basılırdı. Böylece rejimin “bu azgın katillere”, “iflah olmaz vatan hainlerine” karşı bile ne kadar merhametli, adil ve şefkatli olduğu kanltlanmış oluyordu... İşteo görüş günlerinden birinde, görüş kabinlerine uzanan koridorda bekliyorduk. Yüziimüz duvara döniik, başlarımız eğik, gözlerimiz kapalıydı. Kardeşi içeriye alınan arkadaşı çağırdılar. Ardından gidip dışarıdan gelen çocu%u bulundu%umuz yere getirdiler. Biz orda taştan heykeller gibi dururken, arkadaşımız az ötede kardeşiyle konuşuyor, ona sarılıyor, hasret gideriyordu. Durumumuz çocuğun ilgisini çekmiş olmalı ki abisine sormuş: “Bu amcalar neden ayakta uyuyorlar?” Abisi ise: “Sen onlara karışma,” demişti, “onlar hep öyledirler zaten!” Diyarbakır5 Nolu 195 diyerek zorladılar. Derken, birgün, havalandırnıaya çıkıp eğitim yapmamırf istedf“ler. Karşı çıktık. Bunun üzerine bizi dövmeye başladılar. Kendimizi korumaya çalıştık, Ama mümkün olmadı. Dışarfdan komandolar getirilmişti. Bizi havalandırnsadayatırıp dövdüler. Her birimize iki-üç komando düşüyordu. “Artık dayak resmen başlamıştı. Programın uygulannsasında adfm adım ilerlfyorlardı. Giderek işkenceyf günlük yaşamın bir parçası halfne getirdiler. “Artık görüşe gfdiş gelişte sürekli dövüli'yorduk. Dönüşte gardfyanlar sırtınllZa biniyordu; bazen iki kişi birden. “Koğuşları sırayla bastılar. Televizyon, radyo, ffinıcf ne varsa alıp gittiler. KitaplarınslZf tOplayıp götürdüler. Saz ve diğer müzik araçlarını koğuştan aldılar.” Şunlar da V.Y'ın anlatımları. “Bizi havalandırmaya çıkartıp eğitim yaptırmak istediklerfnde kabul etmedik. Bunu sonu gelmez dayaklar izledi. Dayağa rağmen yürüyüşe çılcmayınca bizi hiicreye koydular. Her hücrede 50 kişi vardı. Zor nefes alıyorduk. Kimse oturamıyordu. Oturmak şurda kalsın, kıpırdamak için bile boşluk yoktu. Her gün dışarı çıkarıp dövüyorlardı. Yemek ve su verilnıiyordu. Açlıktanb itkin düşnlüştük. Hem hücrenin koşulları, hem de işkenceler dayanılfr gibf değildi. Sürekli olarak kurallara uymannzı istiyorlardı. Bunu yaparsak koğuşa geri götüreceklerini, bize karışmayacaklarını ve artık rahat edeceğimizi söylüyorlardı. ”Koşullara ve ağır işkencelere dayanamadfkları için her gün b irkaç kişi b izden kopup gidiyordu. Her gidenle direnme gücümüz biraz daha kırflıyordu. Sonunda bizde kurallara uyacağımızı söyledik ve koğuşa getirildik. “İlk yürüyüşler başladığında dizler bugünkünün yarısf kadar bile çekilnliyordu. Sadece uygun adımla yürünüyordu,o kadar. Marş, yürüyüş kararı, sıra açılma diye birşe y yoktu. Ancak dayak boldu. Dayakla iyice sindirilen insana istediklerinf yapabileceklerini biliyorlardı. 194 Bayram Bozyel fark vardır. Aradaki fark, Türkiye'nin 12 Eylül öncesi sistemi ile sonrası arasındaki kadar derindi. 12 Eylül, terör olarak en gaddar biçimiyle cezaevlerinde sergilendi. Çünkü faşist rejimin kendisine hedef aldı%ı, düşman saydı%ı toplumsal güçlerin kayma%ı, en canlı ve direngen kesimi toplanıp buraya konınuştu. Bu nedenle silahın sivri ucu buraya yöneldi. Faşist yönetim, geçmişteki zengin deney birikimine dayanarak, planını bir süreç içinde, adım adım hayata geçirdi. 12 Eylül öncesi dönemde tutuklanmış ve hala yatmakta olan bir arkadaş anlatmıştı: “12 Eylül sabahı televizyondan Evren'in konuşmasını dinleyince hem en anladık. Dış dünyayla doğru dürüst diyalogumuz olmadığı halde, değişikliğin adını hemen koyduk, gelenfaşist bir diktatörlüktü. İktidara eJ koyanların bizi rahat bırakmayacaklarını dahao anda biliyorduk. Mutlaka üzerimize geleceklerdi. Bunun için ilk günlerin geçmesi, ayaklarfnın yere iyice basnlası gerekiyordu. Harekete geçnseleri birkaç gün önce ya da sonra olabilirdi. Ansa kesinlikle bugünkü programı uygıılayacaklardı. Bütün bunların bilincindeydik, kendimizi moral olarak buna hazırladık; bu nedenle de gafil avlannladık.” Bu noktaya nasıl ge1indi%ine ilişkin olarak ise M.T. şöyle anlatıyordu: “1980 yılı kasım ayında idik. Önce gelip, ”görüşe giderken iki kol halinde yürüyiin, böyle daha düzenli gfdip gelirsiniz’ diye dayattılar. “Önemli değil deyip iki kol halinde görüşe gidfp gelmeye başladık. Ardından, sıralanırken 'kollarınızı uzatın’ dediler. Önce yapmadık, anla sonra, önemli değil düşüncesiyle bunu da kabul ettik. İsteklerinin ardı arkası gelnliyordu. Bu kere, sayım sırasında ’5fz kendi kendinizi sayın, böylece sayınslar daha kolay olur...’ demeye başladılar. “Birgün de gelip İstiklal Marşı'nı okumamızı istediler. ’O hepimizin ulusal nlarşıdır; dışarıda her yerde okunuyor muyuz?’ Diyarbakır5 Nolu 197 basılması ve yeni sistemi işkence zoruyla tutuklulara benimsetmekle geçmişti. 1981 yılı mayıs ayında işkenceciler cezaevinin tümünü avuçlarına almışlardı. Ondan sonra işkencenin dozu yavaş yavaş arttırıldı. 1982 başında artık uygulanmadık işkence biçimi kalmamıştı. Yeni keşifler hariç! İşkence bütün vahşetiyle uygulanıyor, insanlara soluk aldırılmıyordu. İşkence uykudan kalkar kalkmaz başlıyordu, tekrar yatağa girinceye kadar. Ama yatakta da sona ermiyordu; tutuklunun uykusunda bile sürüyordu o. Zaman zaman, ben kendim de bu koşullardaki insanların nasıl toptan çıldırmadığına, nasıl hayatta kalmayı başardıklarına şaşmışımdır. Bu iş bana bile bir mucize gibi görünmüştür. Bu koşullarda yaşayan insanlar artık dış dünyayı, yakınlarını, yaşamın güzelliklerini düşünemez olmuşlardı. Tutuklu kişi için bir kurtuluş yolu olan tahliye bile kimsenin aklına gelmiyordu. İnsanların bütün beklediği bir lokma ekmek, bir bardak su ve ölmeden akşamı getirmekti. Bazen, aynı ranzada yattığırnız kişiyle bile günlerce bir şey konuşamazdık. Bunun için fırsat olmazdı. Birisinden -varsa- bir i%ne almak günler alırdı. Zaten koca koğuşta bir tek iğne vardı. Bir buçuk yıl boyunca tırnaklarımızı kör jiletlerle kesmek zorunda kaldık. Düşünmek için bile zaman kalmıyordu. Yatakta uzun süre kalmamıza rağmen, gündüzleri çektiğimiz ağır işkence ve yorgunluktan, açlık yüzündeı, gece nöbetlerindeki sık tekmiller ve dayaklardan 1984 ortalarlna kadar hep güzel bir uykunun lıasretini çektik. Halk dilinde, cezaevinde geçen günler ve yıllar için yatmak deyimi kullanılır. Şu kadar yıl hapiste yattım, denir. Normal koşullarda bu do%a1; hapiste zaman bol, yapacak iş ise azdır. Biz ise bu deyişi hatırlar, bazen birbirimize takılırdık: “Yarın çıktığımızda, cezaevinde doyasıya yatmadık desek kim inanır?” 5. Nolu'da bize yapılan akıl almaz işkenceler için de aynı şeyi düşünürdük. “Çıkınca anlattıklarımıza acaba insanlar inanırlar mı?” derdik. Bir arkadaş bir keresinde bununla ilgili olarak şunu 196 Bayram Bozyel “O zamanlar havalandırmadan koğu5a gelince serbest sayılırdık. Koğuşta kimse bize karışmıyordu. Yataklarımıza sırtüstü uzanıp dinlenebiliyorduk. Dayak başladığı halde yemek eksilmemişti. Karnımız doyuyordu. Ne çekiyorsak havalandırmada çekiyorduk. Dayak, aynı zamanda görüşe gidip gelirken de vardı. “Bir gün 'Andımız'ı getirdiler. Ardından 'Gençliğe Hitabe' geldi. Bir de baktık, bir marş getirmişler, yürüyüşte okunacak diyorlar. Okuduk. Arkasından başka marşlar geldi. Dizlerin yeterince çekilmediğini, bö yle yürüyüş yapılantayacağfnI söylüyorlardı. “Etrafınsızdaki çember giderek daralıyordu. Sonra koğuşta eğitim yaptırmaya başladılar. Önceleri havalandırmada bile yapılan eğitim süreliydi, sonra dinleniyorduk. Sonrao dinlenmeler kalktı. Koğuşta yapılan eğitim sırasında ise gardiyan, zaman zaman oturma ve sigara içme izni veriyordu. “Derken sayımlar sertleşti, tekmiller 'daha canlı' istenir oldu. Giderek 'eğitim' adı verilen işkence ve dayak günün 24 saatini d'oldurn1aya başladı. “Yemekler yavaş yavaş azaltılarak insanın yaşaması, daha doğrusu açlıktan ölmemesi için gerekli olan en asgari düzeye düşürüldü. Sigara içimi ki.sıtlandı. Yasaklar, koğuşlararası ilişkilerin kesilmesinden aynı koğuştaki insanların birbiriyle konuşmasını önleme noktas.'•:o getirildi. Görüşte Kiirtçe konuşmak yasaklandı. Normal kotuşma süresi bazen hiç konuşmama düzeyine indirildi. Daha önce mahkemelere giderken ya iki kişinin ellerib irbirine kelepçelenir ya da tek kişinin elleri önden kelepçelenirdi. Daha sonra kelepçe yerine, tutuklularb irbirine zincirle bağlanır oldular. Mahkemelere gidiş sırasında tutuklular için mont türü bir elbisenin giyilmesi kur.cıl haline getirildi.” 12 Ey1ül'ün hemen sonrasında, kasım ayında tıygulanmasına başlanan program, 1981 yılı mayıs ayına gelindiğinde bütün cezaevine uygulanır olmuştu. Bu 6-7 aylık süre, koğuşların 198 Bayram Bozyel anlatmıştı: “Bizim koğuşta biri vardı ki kendisi yakalanmadan öııce kardeşi birsürg burada kalmış ve tahliye olmtfş. Cezaevf” ile ilgili öyle şeyler anlatmış ki seninki inanmamış, abartma sanmış, ’bu kadarı olmaz!’ demiş. Oys“a kendisi de burayı gördükten sonra, kardeşinın, buradaki uygulamaları yeterfnce anlatann7dığı kanısında idi.” “Fultaym” işkenceye geçilen 1982 başından itibaren, zaten doygunluk düzeyine varıldığı için, bir yıl süre ile işkence e%risinde ancak hafif bir yükseliş oldu. 1982'nin son ayları ve 1983 yılının ilk iki ayında ise işkence eğrisi aniden fırlayarak doruk noktasına ulaştı.* Bu dönemde işkenceler çığırından çıkmıştı. Daha önceki vahşetle kıyaslandığında bu dönemde yapılanlara yeni birisim bulmak gerekiyordu herhalde. İşkenceciler artık hiç bir sınır, hiç bir ölçü tanımıyorlardı. İşkence, kurbanlarının dayanma gücünü zorluyordu. İnsanlar, kendilerine yapılan bunca aşağılayıcı daVTdR1şl&f karşısında yaşamaya değip değmediğini düşünmeye başladılar. İşkenceciler ise var güçleriyle yeni işkence biçimleri bulmaya çalışıyorlardı. Genel işkence uygulamalarınırı dışında, özgün biçimler bulmakta birbirleriyle adeta yarışa girişmişlerdi. ' ' °•’Bu donem,°tam der ‘19 2! nay ası'nn sözde halk!oyl m°asından geçtiği ve Türkiye'de “demokrasiye geçilmekte olduğu demagojisinin yükseldiği dönemdir. Generallerin anayasası 7 Kasım'da süngü gücüyle halka kabul ettirildi. Buna rağmen Kürdistan'da, Türkiye ortalamasına göre hem katılım düşük oldu hem de red oylartnın oranı birhayli yüksekti. Bu, faşist generalleri öfkelendirdi. Bunu izleyen dönemde Kürt halkına karşı terör yükseldi. Cezaevlerinde işkence dalgasınfn yükselmesinde bunun payı vardır. Bu çaba nedensiz değildi. İşkencede son sınıra vartlmıştı. Onu bu düzeyde tutmak uzun süre mümkün olmayacaktı. İç ve dış koşullar nedeniyle belli bir hafıfiemeye gitmek Diyarbakır5 Nolu 201 gardiyanların keyfine bağlıydı. Gardiyan istediğinde, koğuşta eğitim yaptırıyor, marş söyletiyordu. Yalnızca akşam için değil, günlerce sigara yasağı koyuyordu. Dayak ve işkence tüm yoğunluğuyla devam ediyordu. Diledikleri zaman koğuşu havalandırmada süründürüyor, oturma izni vermeyebiliyordu. Örneğin biz koğuşta oturup sessizce kitap okurken diğer bazı koğuşlara içerde marş söyletiyorlardı. Yeni tutuklanıp getirilenlere marşlar öğretiliyor, içerde de eğitim yaptırılıyordu. Eğitim saatlerinin belirlenmesi bu dönemde başladı. Sabah, belli bir saatte başlayan kitap okuma saat l2'de kesiliyor, öğlen sonrası 13.30'da başlayan eğitim ise 17.30'da son buluyordu. Bu saatten akşam yemeğine kadar serbest kalıyorduk. Cezaevinde ilk kez dişlerimizi fırçalama, zaman zaman ayaklarımızı yıkama olanağı bulmuştuk. Tüm bu gevşemeye ra%men bu dönemde de insanlara çirkefçe işkenceler devam etti. Hücreler doluydu. Dayak ve işkence günlük yaşamın bir parçası olmaya devam ediyordu. Yine de durum, 1981, 1982 yılları ile 1983 yılının ilk aylarına oranla iyi sayılırdl! Görüldüğü gibi, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından uygulanmasına başlanan program, genelde hep aynl politikanın ürünü olarak kendi içinde dönemlere ayrılıyor. Her dönemde işkence, farklı doz ve düzeyde, farklı hedefler için kullanıldı. Her biri kendine özgü yonlar taşısa da, onlar bir bütünün parçası idiler. Program adım adım uygulandı, baskı derece derece artırıldl. Sonra var güçleriyle kullandılar cezaevine. Tutukluların sesini solu%unu kestiler. İstedikleri duruma getirdikleri insanlara yaptlklarıyla tarihin tanık olmadığı vahşet örneklerini sergilediler. Bu programı uzun süre uygulayıp belli sonuçlar elde etikten sonra ise iç ve dış kamuoyunun tepkilerini göz önüne alarak işkencenin dozunu derece derece azalttılar. Ama işkenceyi asla tümden bırakmadılar. Düzen ondan el edemezdi. Gerileme yalnızca koşulların dayattığı ölçüde oldu. 200 Bayram Bozyel Ağırdan İnen Eğri Yıllardan sonra ilk kez 1983 yılının mart ayında cezaevi idaresi tüm koğuş sorumlularını toplayarak onlarla konuştu. Bunu izleyen günlerde programın derece derece hafifleyen bölümüne geçildi; tutuklular bir parça soluk almaya başladı. Önce koğuşta, yerinde saymadan marş söyleme biçimine geçitdi. Bir süre sonra, akşamları sigaraya konmuş genel yasak kaldırıldı. Yat saati 9'a alındı. Yemekler azar azar arttırıldı. İki buçuk yıldan sonra ilk kez mektup yazma izni çıktı. Oldukça kısıtlı ve bir dizi engele rağmen, bu önemli bir olaydı. 18 Mart'tan itibaren koğuşta eğitim yapma vemarş söyleme tümden kaldırıldı, bunun yerine oturarak sessizce kitap okuma uygulamasına geçildi. Daha sonra, havalandırmadaki eğitim saatlerinde de 15 dakikalık oturma izni çıktı. Ancak bütün bunların uygulanlp uygulanmaması yine de D‘yarbakır5 Nolu 203 Kanlı Ocak Ne varki tutuklular için nisbi olarak bu rahat dönem fazla sürmedi. Öncelikle cezaevi yönetimi, subaylar, gardiyanlar bu değişimi içlerine sindiremediler. Onlar, bizi fizik ve moral olarak yoketmek için bunca yıl boşuna mı çaba harcamışlardı? Üstelik bu yıllar içinde onların kişili%i bir işkenceci olarak biçimlenmişti. Daha düne kadar bizim karşımızda olağanüstü güce sahipti onlar. Biz ise ezilmesi, aşağılanması, yok edilmesi. gereken “zararlı nesneler” idik. Onlar, buraya gelmeden önce, sivil yaşamda öğrenci, öğretmen, işçi, doktor, mühendis olarak saygın bir yerleri bulunan, üstelik bilinçli ve mücadeleci bu insanlar üzerinde böylesirıe bir “üstünlük” elde etmiş olmaktan çok mutluydular! Yüreklerinin ta derinliğindeki aşağılık kompleksini bastırmak, kendilerini göstermek için gün do%muş ve onlar bunu 202 Bayram Bozyel İşkence bu şekilde 1983 yılının eylül ayına kadar siirdü. ^ 5 Ey1ü1 1983 günü cezaevi yaşamında birdönüm noktası oldu. Yıllardır işkence altında ezilen, sesi boğazına takılan insanlar patladı. İşkencelerin yarattığı birikim ve öfke eyleme dönüştii. İnsanlar artık işkenceye fiatlanamayacaklarını haykırdı. Cezaevinde herkes tek bir dalga halinde, umulmadık biçimde ayağa kalktı. İşkenceciler böyle bir olay karşısında hem şaşırdılar hem de büyük öfkeye kapıldılar. Ne var ki bu isteği bastırmak için kamuoyu deste%i bulacak durumda değillerdi. En azından bunun için zamana ve belli hazırlıklara gerek vardı. Bir ölçüde baskıya başvurdularsa da gerek tutukluların direnci gerek cezaevi dışındaki kamuoyu desteği karşısında fazla ileri gidemediler. İstemeye istemeye tutukluların haklı taleplerine boyun e%di1er. İnsanlar korkunç birrüyadan uyanmış gibiydiler. Yaşadıklarına adeta inanmıyorlardı. Büyük bircoşku içindeydiler. Diyarbakır5 Nolu 205 Bütün bunlar ta tepedekilerin gözünden!:açmadı. Faşist generaller, “demokrasiye geçiş dedikse, bu kadar da de%il!” diye homurdandılar. “Yoksa ipler elimizden kaçıyor mu?” diye endişelenmeye başladılar. “Biz yıllardır bunları sindirmeye, ezmeye, fizik ve moral olarak çökertmeye çalıştık, vardı%ımız sonuç bu mu ?” diye düşünüp kahroldular. Özal hükümeti ise zaten, ‘yalnızca ekonomik işlerle görevli” ve Cunta'nın elinde bir kukladan başkası değildi. Faşist terör, asker kanadın işine yaradığı kadar, onların da işine geliyordu. “Zincirlerini koparmış asileri” tekrar zincire vurmak için yeşil Işık yakıldı. Ayrıca tam dao dönemde, cezaevlerinde tutuklulara tek tip elbise giydirme uygulaması başlatılmıştı. Buna tepki gösterileceğini biliyorlardı. Bunun için de yeni bir baskı ve terör dalgasına ihtiyaçları vardı. Bu nedenle tekrar üstümüze geldiler. İşkencecilerin eski koşulları geri getirme çabası tutukluların kararlı direncine çarpınca, bizimle onlar arasında kanlı bir bo%uşma çıktı. Göreceli rahat ortam ancak üç ay devam edebilmişti. 1984 yılının ocak ayında, işkenceciler tezgahlarını yeniden kurup araçlarının başına geçtiler. Buna karşılık tutuklular da var güçleriyle direnmeye karar verdiler. Tutuklular yaklaşan tehlikeyi fark etmişlerdi. Onlar, yıllar suren işkenceden sonra yaratılan bu ortamı doyasıya yaşamak istiyorlardı. Ama endişeli ve gerilim içindeydiler. Bu gerilim, onların işkencesiz geçen bu günlerde de havayı rahat solumasını önlüyordu. Beklenen saldırı nedeniyle tutuklular cephesinde de bir hazırlık vardı. Eskiye dönüşü önlemek için neler yapıllp yapılamayacağı üzerine kafa yoruluyor, düşünceler üretiliyordu. İnsan bedenlerinde açılan işkence yaralarının izleri henüz tazeydi. Çoğu insan işkencelerin şokundan heniiz kurtulmamıştı bile; ço%u kez düşle gerçeği birbirine karıştırıyordu. Hala, geçmişin etkisinden 204 Bayram Bozyel fazlasıyla göstermişlerdi. Bir emirle yüzlerceınizi yerde süründürüyor, başlarımızı pisli%e sokuyorlardı. Anamıza, avradlmıza küfrettiklerinde “emredersiniz komutanım” demek zorundaydık. Bir gardiyan Allahtan daha büyük değil miydi?O dilediğinde kafasındaki her alçaElığı, her puştluğu bize yapmıyor muydu? Oysa şimdi durum de%işmiş, işkencecinin dünyası birbakıma yıkılınıştı. Düne kadar birsinek kadar değeri olmayan insanlar şimdi başı dik yürüyordu. İnsan olduğunu söylüyor, kendisine insan gibi davranılmasını istiyordu. Gardiyana “komutanım!” bile demiyordu artık. Yolda elini kolunu sallayarak yürüyor, normal bir insan gibi davranıyor. Gözlerini kapamıyor, çevresinde olup bitenlere bakıyor. İzin almadan konuşuyor, düşüncelerini söylüyor... İşte bu değişim, işkencecilerin yüreğini derinden yarallyor, onları kalırediyordu. Eski günlere geri dönmeyi öylesine istiyor, bunun için fırsat kolluyorlardı. Bize dişlerini biliyor, “size gösteririz” anlamında baş sallıyorlardı. İnsanların davranışlarını yeni bir hesaplaşınada kullanllmak üzere not ediyorlardı. İdarenin bir saldırı için hazırlandığı, subay ve gardiyanların her halinden belli oluyordu. Ama, nasıl gevşeme onlarin isteği ve iradesi ile olmadıysa, bunu, onları çok aşan iç ve dış koşullar yarattıysa, terör ortamını yeniden geri getirmek de salt onların özlem ve isteğine bağlı değildi. Bunun için “yukardan” onay ya da emir gelmesi gerekiyordu. Sonunda da geldi bu onay. Tutukluların cezaevinde sağladıkları nisbi serbestlik mahkemelere de birölçüde yansııuıştı. Özellikle dış kamu9yunun ilgisi, ta Diyarbakır'a kadar gelip cezaevi hakkında bilgi alan, duruşmaları izleyen heyetlerin de etkisiyle, mahkemelerde estirilen terör de biraz yumuşamıştı. Duruşmalara çıkanlar zaman zaman söz alıp kendilerine yapılan işkenceleri dile getirdiler, dosyadaki ifadelerin işkence altında imzalatı1dı%ını söylediler, ağır suçlamalara karşı savunma yapmaya çalıştılar. Diyarbakır5 Nolu 207 -Görüşe ve mahkemeye nizami yürüyüş halinde gidilip gelinecektir. -Geceleri nöbet tutulacak, gelen gardiyanlara tekmil verilecektir. -Sayım için gelen subay ve gardiyanlara “dikkat” çekilecek, tekmil verilecektir. —Tek tip elbiseyi herkes giyecektir. -Yukarda belirtilen emirlere uymayanlara inzibati tedbirler uygulanacaktır. Sözkonusu kurallar, her yönüyle işkenceli dönemin geri getirilmesinden başka birşey değildi. Bu talimat idarenin niyetini açıkça ortaya koymuştu. Talimat tutuklulara daha sıkt bir direnişe yöneltti. Bunun üzerine idare taktik değiştirdi. Askerlerin koğuşlara yönelik saldırısı durdu; buna karşın idare tüm koğuşlarla alış-verişi kesti. Ko%uş1ara yemek ve suverilmedi, hastalar revire ve duruşması olanlar mahkemeye götürülmedi. Sayım bile yapılmaz oldu. İdarenin amacı tutuklulara fizik ve moral olarak çökertmekti. Açlık ve susuzluğun yanısıra, gerilimli bekleyişin tutuklular üzerinde yıkıcı bir etki yapacağını hesaplamışlardı. Koğuşların kimisinde daha önce kantinden alınmış olan yiyecekler de birkaç gün içinde tükendi. Suyu akmayan koğuşlarda su kalmadı. Açlık ve susuzluk tutukluları bitap düşürmüştü. Üstelik bunun ne zamana kadar devam edeceği belirsizdi ve en kötü olanı da buydu. Böylesi birbekleyiş içinde karamsarlık ve korku boy atıyor, insanlar kararsızlığa düşüyordu. Aylar ve yıllar boyu işkenceyle yaşamış olan insanlar üzerinde bu daha kötü etki yapıyordu. Bu bekleyişin ardından yine bitmez tükenmez işkencelerin geleceği korkusu insanların ruhunu karartıyordu. Bütün bunlar işkenceye karşı savunma güdüsünü uç noktaya çıkartıyordu. Açlık, soğuk ve işkence bekleyişi tüm insanların yüzüne yansımış. Tenler morarmış, göz çukurları geriye kaymış. Birkaç gün önceki canlılık ve dinamizmin yemini bitkinlik ve endişeli bir 206 Bayram Bozyel kurtulamayıp gardiyanlara gayri iradi bir şekilde “komutanım” diye sesleneriler vardı. 2 Ocak günü bir grup insan mahkemeye gitmişti. Akşam dönüşte, onların o gün mahkemeye gidiş ve dönüşte dayak yediklerini öğrendik. Bu, gelen saldırının ilk işareti oldu. 3 Ocak'ta işkenceciler genel saldırıya geçtiler. Onlar ne denli kudurgan idiyse, tutuklular da o denli dirençliydiler. Tutukluların önlerindeki seçenekler belliydi. Boyun eğişin onlari nereye kadar götürebileceğini yıllardır deneyip görmüşlerdi. Hiç biri eski günlere dönmeyi istemiyordu. Onlar, eski işkence günlerine dönmektense, herşeye hazırdılar. Bunu dacanlarını ortaya koyarak gösterdiler. İşte bu durum Ocak'taki kavgayı kanlı bir boğuşmaya dönüştürdü. 5 Nolu cezaevi, Türkiye ve Kürdistan' da, belki şimdiye kadar hiç bircezaevinin yaşamadığı biçimde çalkalandı, altüst oldu. Burada kopan kavganın sesleri çevre seıntlere, kente uzandı, aştı... Besbelli bu kavgada silahlar gülünç derecede eşitsizdi. Daha doğrusu birtaraf güçlü, gerçek silahlarla donanmıştı, manevra alanı genişti; öteki taraf ise demir kapılar ve duvarlar arkasına kilitliydi, çıplak bedeninden, inancından ve yüreğinden başka bir savunma amacına sahip değildi. İdare saldırıya geçince, tutuklular koğuş kapılarını içerden kapattılar, ranzalara ve öteberiyi arkasına yı%arak savunmaya geçtiler. Bu barikatların arkasında oturup beklemeye başladılar. Cezaevi komutanı Binbaşı,4 Ocak günü hoparlörlerle tutuklulara şunları seslendi: -Kolordu'dan tutukluların uyması gereken yeni bir talimat gelmiştir. Buna göre: -Emir komuta gardiyanlara verilmiştir. Gardiyanlara “komutanım” denilecek, her dedikleri emir sayılacak. -Havalandırma saatlerinde eğitim yapılacak, marşlar söylenecek. Diyarbakır5 Nolu 209 betonda yatamıyorduk. Hücrenin içinde volta atarak ısınmaya çalışıyorduk. İkinci günden sonra bizde volta atacak hal kalmamıştı. Bazen yorgunluktan betonda biraz uzanıyorduk; ama betonun keskin Soguk dayanılmaz gibiydi.’ hemen tekrar kalkıyorduk. Açlık ve soğuk bizi bitkin düşiirnıüştü. Bir d e uykusuzluk. Zaman zaman çökerek omuzlarımızı birbirimize dayıyor ısınmaya ve dinlenmeye çalışıyorduk. Ama ,nafile. Gözlerimizi kapamamızla açmannz biroluyordu. Tir tir titriyorduk. Sigaramız da yoktu.” Hücrelerle kıyaslanınca ko%uşlar oldukça avantajll sayılırdı. Ne var ki saldırının ilk hedefleri koğuşlarda. Bu nedenle koğuşlardaki psikolojik gerilim hücredekinden kat kat fazlaydı. Koğuşlarda kimse bir şeyle u%raşmıyor, uğraşma iste%i duymuyordu. Ayrıca açlık ve susuzluktan kimseyi uyku tutmuyordu. Koğuşta bulunan soğanlar elma gibi yenmişti. Varolan birmiktarçay şekerinden iki kez şerbet yapılıp içilmişti. Gerisi saldırıyı ve işkenceleri beklemekle gelecekti. Bu arada işkenceciler saldırı için hazirlıklarını tamamlamlşlardı. Kolordudan gelen albay rütbesindeki subaylar koğuşların kapısına gelerek, tutukluların yeni cezaevi talimatına uymalarını söylüyor, aksi halde başlarına gelecekleri hatırlatarak tehdit ediyorlardı. 8 Ocak'ta fiili saldırıya geçildi. Önce koğuşların işlerine yönelik hoparlörlerden kulakları sa%ır eden bir gürültüyle marşlar başladı. Aynı anda cezaevinin çevresindeki kariyerler tam gazla çalıştırılıyor, bunların çıkardığı büyük gürültüye yüzlerce askerin söyledikleri marş sesleri ekleniyordu. Bundan amaç, saldırı ve işkence sırasında olup bitenlerin, yakın çevredeki semt halkı ve görüş amacıyla cezaevi önünde toplanmış tutuklu yakınları tarafından duyulmasını engellemekti. Koğuşumuz üstte olduğundan, cezaevi önüne toplanmış binlerce tutuklu ailesini görebiliyorduk. Bu gürültüler, aynı zamanda, koğuşlardan birine yapılan baskını diğerlerinin duymasını 208 Bayram Bozyel bekleyiş almış. İnsanlar içten içe derin bir hesaplaşmanın içindeler. Bir yandân direniş bakımından koşulları, di%er yandan teslim olmanın getireceklerini, duygu ve inançlarını teraziye koyup tartıyorlar. Bu içteki hesaplaşma dışarı vurulmuyor. Başkaları tarafından yadırganma duygusu, içteki baskı ve ”korkuyu açığa vurmayı engelliyor. Öyle olunca da içtekiler onu içten içe daha çok kemiriyor. Bu koşullar altındaki insanların manzarası bile korkunç ve umut kırıcı. Diğer yandan bunca iç ve diş baskılar altında insanlar omuz omuza vermiş direniyorlar. İçlerinde korku ve kararsızlıkla cebelleşirken, dışarıya bir şey yansıtmamaya ve direnişe en aktif biçimde katılmaya çabalıyorlar. Tüm bu ağır koşullar ve çelişkiler içerisinde insanlar gözlerini geleceğe dikmiş, ileriye doğru yol alıyorlar. Tam beş gün süreyle hiçbir koğuşa yiyecek ve su verilmedi. Direnişin daha ilk gününden itibaren cezaevi yönetimi birkenara itildi. Kolordudan gelen albay ve yarbaylardan kurulu bir ekip tüm yetkileri ve ilişkileri elinde toplamıştı. Şimdiye dek uzaktan kumanda ettikleri işkenceye bizzat kendileri soyunmuştu. Bir katliamın mimarı olma onurunu kendileri taşımak istiyorlardı anlaşılan. Bu ilk beş günlük hücredeki durumu H. şöyle anlatmıştı: “3 Ocak'ta mahkememiz vardı. Gidiş yerinde toplanmıştık. Hemen orda bizi dövmeye başladılar. Kan ı koyduk. Koğuşlardaki insanlar da sloganlar atarak bizi destekledi. Bu tepki üzerine tümümüzü hiicrelere kapattılar. De ğişik koğuşlardan insanlardık. Hücreler çıplaktı. Battaniye filan yoktu. Yanımızda fazladan giyeb ileceğimiz, üzerinde oturup yatabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Kapılar kilitlendikten sonra kimse bize uğramaz oldu. Hücrede çıt çıkmıyordu. Cezaevinin hiçbir yerinden tek ses gelmiyordu. korkutucu bir sessizlik kaplamıştı ortalığı. İlk günkü açlık fazla etkilemedi. İkinci günde zorlanmaya başladık. Hücreler çok soğuktu. Çıplak Diyarbakır5 Nolu 211 Yerde yatanlardan her biri dayaktan bitkin ve baygın düşünce ikinci bir düdük sesiyle dayak kesiliyor, yerde kanlar içinde serilmiş tutuklular ayağa kaldırılıyor ve kurallara uyup uymayacakları tekrar soruluyordu. Bu arada bazı insanlar, güçlerinin sonuna geldiklerine inanarak kafileden ayrllıyorlardı. Her ayrılan diğerinin morali üstünde olumsuz bir etkide bulunuyor, yeni ayrılmalara neden oluyordu. Çok keskin tavırlı ve sivri çıkışlar yapan insanların herkesten önce kurallara uyması birçok ko%uşta görülen genel bir durumdu. Bu tür davranışlar birçok insanı hayal kırıklığına uğratıyor, moral zaylflatıyor ve sonuç olarak kurallara uymayı kabul edenlerin sayısını yükseltiyordu. Bu taramadan geriye kalan tutukluları ise yeni bir işkence aşaması bekliyordu. Onları bu kez de lıamama götürüyor, orada çok daha ağır bir işkence evresinden geçiriyorlardı. Buradaki işkenceleri çoğunlukla,E Blok subayı olan bir üste%men yönetiyordu. Ona, 1983 başlarına kadar cezaevinde iç emniyet amirliği yapmış olan üsteğmen Osman yardımcı oluyordu. Buradaki işkenceler de doktorların kontrolü altında yapılırdı. Ölecek duruma gelenleri hastaneye sevk ediyor, di%er1erine işkence yapmaya devam ediyorlardı. Sonunda yaraları tedavi bile edilmeden, insanlar, çoğu baygın halde, gardiyanlar tarafından sürüklenerek hücrelere ya da koğuşlara blrakılıyordu. E%er hala kurallara uymayı kabul etmeyenler varsa, bunlar ertesi gün tekrar alınıp işkenceye götürülüyordu. Koğuşlar her gün sırayla bu işlemden geçirilip ayıklanıyordu. Kulakları sağır eden dehşet verici “fon müzi%i”nin eşliğinde bir koğuşa saldırı başladığında, tuttıkluların yapabildikleri tek şey sloganlarla protesto etmekti. Bu sesler en yakındaki ko%uşa ulaşıyor, ordan da yükselen slogan sesleri koğuştan koğuşa yankılanıp gidiyordu. “Kahrolsun işkence!” “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” 210 Bayram Bozyel önlemeyi amaçlıyordu. Ve herhalde, tutuklulara dehşet saçıiiak gibi bir amacı vardı. Ne var ki kendi elleriyle yarattlkları bu dehşet verici gürültüyle, cezaevinde o1a%anüstü günler yaşandı%ını görüşe gelen insanlara ve tüm kent halkına kendileri‘ duyurmuş olduİar. Dışardaki insanlar sonradan bunu; “bu sesleri duyunca içerde kötü şeyler olduğunu anladık ve size yapılanlar gözlerimizin önünde canlandı” diye anlatacaktı. Kendimiz de bu marş ve araba seslerinden başka koğuşların basılmakta olduğunu, işkence şarkının çalıştığını anlıyorduk. Hasan Mut1ucan'ın mide bulandırıcı bir tarzda söyledi%i “Tuna Nehri Akmam Diyor” ve “Ceddin Dede, h'es1in Baba” adlı marşlar bizde işkenceyi ça%rıştırıcı, ürkünlü verici bir etki yaratıyordu. Koğuşlara sırayla basmaya başladılar. 40-50 kişilik bir koğuşa yapılan baskına yüzlerce gardiyan ve komando katılıyordu. Önce koguşların camları kırılarak içeriye basınçlı su sıkılıyor, içeri suya batıyordu. Sonra kapıları zorlaytp içeri dalıyorlardı. İçeri girer girmez, ayaküstü, tutuklulara kurallara uyup uymayacaklarını soruyor, genellikle köğuşlardan olumsuz yanıt a1ındı%ı için de hemen o anda tek tek ellerini arkadan kelepçeliyor, tekme, tokat ve cop darbeleri altında sinema salonuna götürüyorlardı. Tutuklular orada, elleri kelepçeli olarak yere yatırılıyor ve çalınan düdükle birlikte yüzlerce gardiyan, komando ve subay işkencelere başhyordu. İşkenceciler, elerindeki sopa ve coplarla onları saatlerce rasgele dövüyorlardı. Bu işkencelere, bir elinde enjektör, bir elinde cop ile cezaevi doktoru da katılıyordu. Her tutukluya düşen işkenceci sayısı üçü geçiyordu. Sopa, cop, tokat ve yuınrukla vurmaktan yorulanlar tekme ile işi sürdürüyordu. Baygınlık geçirenleri doktor iğne yaparak ayıltıyor, ayılır ayılmaz da işkence devam ediyordu. İşkence sesleri ve işkence görenlerin çığlık ve iniltileri, yüksek tavanlı sinema salonunda yankılanarak en uzaktaki koğuşlara kadar gidiyordu. Diyarbakır5 Nolu ra kadar halinde, :aevinin 2 onun a%ır ı "birçok ‘gün 12. sırasında ediyordu. cenderee devam Hastalara ilaçları verilmiyordu. Yakınlarımızla ve avukatla gör tümden kalkmıştı. Kimse mahkemeye götürülmüyordu. Bu koşullarda insanlar kimi konularda inanılmaz yaratıcı gösteriyorlar. Bir keresinde, aramızda koca bir havalandırl bulunan karşı koğuştan sabun almayı becerdik. Yine, direni! 25. gününde bize birkaç sigara ulaştırınayı başardılar. Yirmi gf den beri sigaramız tükendiği için, bu birkaç sigara, her şeye ra men koğuşta birbayram havasl yarattı. Onları sırayla tüttürdü Direniş uzadıkça uzuyordu. Koğuşları bastlklarında, tutukluların direnmesini kırmak içi basınçlı suyla birlikte gaz bombası da kullanıyorlardı. Bu, kü bir öksürüğe yol açıyordu. Sinema salonunda ve harnamda gi boyu yapılan işkencelerden sonra da pes etmeyenleri, direnme te ısrar edenleri hücrelere koyuyorlardı. Böylece, hiç de%il koğuşlara ayıklamış olmayl hesaplıyorlardl. Ne var ki işker.' sırasında kurallara uyacaklarını söyleyenlerin çt /.u koğu, dönüşte yeniden direnişe geçiyordu. Öyle kiartık hücrelere vej koğuşlara götürmenin farkı kalmadı. Bunca işken -eye rağm‹ birbütün halinde direnebilen koğuşları ise topluc.' yine koğU! kapatlyorlardı. Kurallara uymadığı halde, ötekilerin koğuşunda tutulan b arkadaş, kaldı%ı koğuşuno dönemdeki ruh halini şöyle anla mıştı: “Getirilen yemek boğazımızdan aşağı inmiyordu. İştahınl! tümden kesifnıiŞ/f. Büyük birsıkıntı içinde kıvranıyorduk. Koğu gözetleme deliklerinden karşıdaki hücrelere bakıyor, oraa insanlara yapılan işkenceleri gördükçe eziklik duyuyordum Hücredekilerle birlikte olmayf ne kadar çok istiyorduk”. ılığından ırmaktan ;iin sular Şu hikaye de Mahmut'a ait: “6. Koğuş'taydık. Yemek üzerindeyken kapf niaz alt açıldı, ’bi komando yüzbaşısı hazırlanmamızı istedi. Hemen kalkıa hazır ;ımızdaSesleri ediyor, onra ise doğuştan ise dipko%uştan ko%uşun diyalog ğru yanişkencere gebe 212 Bayram Bozyel Bu sesler koğuştan koğuşa yayılarak en uzaktaki blokJaı ulaşıyor, cezaevinin tümünü içine alıyor, gür bir dalga zaman zaman dehşet müzi%inin çemberini delerek cep çevresine, yakın semtlere ulaşıyordu. O günlerde havalar koyu bir sisle kaplıydı. Öyle kikar; ki koğuşlar bile görünmüyordu. Ulaşan yalnızca seslerdi kısılıncaya kadar insanlar baskı ve işkenceleri protesto sonra sesler yavaş yavaş hafifleyip kısılıyor, bir süres duyulmaz oluyordu. O karanlık günlerden birgün... Acaba hangi koğuş basılaeak? Hoparlörlerin gürültüsünden yirmi adım ötedeki birI söylenenleri anlamak güç. Uzak bloklardan gelen sesler siz bir kuyudan gelen iniltileri andırıyor. Yine de haberÎ koğuşa ulaşıyor, bize kadar geliyor ve o gün hangi basıldığını anlıyoruz. Bu iç karartıcı puslu havada, marş giirültüleri içinde, kopukluğu ve gerilimli bekleyiş ortamında, her gün, do fiş, bir sürii acı haber ulaşıyordu bize. Gelen her haber cilerin vahşetinin nereye vardığını, gelece%in ne le o1du%ıınu gösteriyor. Bir gün, 39. Ko%uş'un yandı%ı, birçok kişinin durumu oldu%u haberi yayılıyordu. Ertesi gün, 35. Koğuş't. kişirıin kendilerini yaktığı söyleniyordu. Başka bir Ko%uş'ta üç kişinin yandı%ı duyuluyordu. İşkenceler hastaneye kaldırılan birçok kişinin öldüğü haberi g Bütün bu hengame ve belirsizlik içinde insanlar işkence sine bir daha dönmemek için dişlerini sıkıp direnmek ediyorlardı. Açlık bitkin düşürmüştü. İki-üç günde bir kapı ar: ver len yemeqklep çokqazdC veya açlıg mız daha day azd Diyarbakır5 Nolu 21 .•i bırake düdük a vurdu'e clevaW Itıyordu. ’uk çalındediler. elbiseler : İşkence ler. Bizi diyanlar -i başları ?lb ise ve battaniye Yi%itler Ölüyor Şimdi Direnişin 15. gününde 10. Ko%uş basıldı. Bunu diğerlerind olduğu gibi, ko%uşa su sıkma, sinema salonuna götürülüş v‹ izliyor. Gün boyu işkence sonunda tutuklulara tek tip elbise giy dirilip sırılsıklam tekrar koğuşa bırakılıyorlar. Yataklar, elbiseler her şey suya batmış. Burada nasıl oturulacak, nerede yatılacak‘ Her şey bir süre sonra küflerıecek, ortalığı ağır bir küf kokusı saracak. Ko%uştakiler kendi aralarında direnişin koşullarını, başarı şan sını tartışıyorlar. Direnişin başından beri, hattao başlamadan sürekli kafa yoru lan bir konudur bu. Saldırıya hangi araçlarla, hangi yöntemlerlı karşı çıkılacak? Her şey ilk bakışta çok zor ve çözümsüi 214 Bayram Bozyel sinema salonuna gö türdüler. Oraya kadar da birbirimi: madık. Ayrılmamızı istediler yapmadık. Bunun üzerin çalındı. Askerler saldırıya geçtiler. Ellerindeki sopalarl! lar. Her birimiz bir tarafa savrulduk. Dövme i5i yerdeâ etti. Doktor aramızdan dolaşar"ak‘ iğne yapıp ayı Bitkindik. Sağ kalacağımıza inanmıyorduk. Bir ara düd! ca dayDğı kestiler. ’Kurallara uyacaklar öne çıksın!’ Bazıları bizden ayrıldı. Onlara yeni getirilen tek tip verdiler. Onlar elbiseleri giydi. Bize ise zorla giydirdileı sürüyordu. Birkaç arkadaşımızı hamama götürdü. hücrelere kapattılar. Hamama götürülenleri de gaı getirfp hücrenin kapısına bıraktılar. Baygındılar. Üstleı kan içindeydi. Pijama benzeri ince elbiselerle idik. 1 ayakkabılarımız verilmedi bize. Ayaklarımın çıplaktı. yoktu. Çıplak beton üzerindeydik.” Diyarbakır5 Nolu 217 ortarnının sağlanması fçif2 kendimifeda ediyorum...” İdare, direnişi daha çabuk kırabilmek için, tutuklular içinde etkin, en dirençli ve öncü bir rol oynayanlar üzerinde özellikle duruyordu. Gardiyanlar böylelerini daha direniş öncesinde gözetlemiş, kara deftere yazmışlardı. Koğuş baskınlarında öncelikle onları bir tarafa ayırıyor ve işkence sırasında onlarla özel biçimde ilgileniyorlardı. Bu direniş sırasında verilen şehitlerden Neemettin Büyükkaya 24.Koğuş'ta kalıyordu. Koğuşun basıldığı gün, sinema salonundaki işkencelerden sonra hamama götürülenler arasındao da vardır. Eski iç emniyet amiri üsteğınen Osman, daha koğuşa baskın sırasında, Necmettin'i öldüreceğine yemin ettiğini söyler. “Kel” lakabıyla bilinen bir üsteğmenle E Blok subayı Sarı Üsteğmen Necmettin'e yapılan işkenceyi bizzat yönetirler. Akşam koğuşa dönenler içinde Necmettin yoktu. Ertesi gün, Necmettin'in ölüm haberi tüm koğuşlara yayıldı. Bu arada, yine 24. Koğuş!tan Remzi Aytürk kendini astı. Böylece işkenceciler, daha şimdiden üç can almış oldular. Çok yakından, kulağımızın dibinden kıyamet koparcasına sesler yükseliyor, haykırışlar duyuluyor. Gürültü öyle aniden patlıyor ki kendi koğuşumuzun baskına uğramış olmasından daha çok etkileniyoruz. İşkencecilere karşı yapılan protesto sesleri, sloganlar bize ulaşıyor. Arkadaşlar hemen pencerelere tırmanıyorlar. Pencereler iki insan boyundan daha yüksek oldu%u için oraya birinin omzuna çıkılarak ulaşılabiliyor ancak. Pencereye yetişenler “27, 27!” diye lıaykırıyorlar. 27. Ko%uş tam karşımızda. Pencereye ulaşanlar orada ne olup bittiğini rahatlıkla görüyorlar ve yapılan karşısında çaresiz bir çarpmış içine giriyorlar. Onların bu durumu bizi de olayın içine çekiyor. Hep bir ağızdan haykırıyoruz: “Kahrolsun faşizm! İşkenceye hayır!” 27. Koğuş cezaevinin en büyük koğuşlarından biri. Orada 100'ün üzerinde tutuklu kalıyor. Her biri karşı uçta iki kapısl var. 216 Bayram Bozyel baskı ve destek yok denecek kadar az. Bütün bunlar 5. Nolu'daki insanların kafasinı sürekli kurcalıyor. insanlar hep bir çözüm yolu arıyorlar. 18 Ocak akşamı da 10. Koğuştakiler, hep birlikte, böylesi bir arayış içindeler. Kimse açık, somut biröneri yaparmor. Somut öneri, o koğuşta bulunan genç yoldaşlmız Yılmaz Demir'den geliyor. Yılmaz, bu saldırının durması ve işkencelerin önlenmesi icin birkaç kişinin kendini feda etmesi gerektiğini söylüyor. Koşulların dayattığı bir hesaptır bu.. Kimse bu öneriye ilişkin olarak görüş bildirmiyor. Bunun yolu yöntemi nedir, başarı şansı var mı, tartışılmıyor. Konu kapanıyor. 10. Koğuştakiler bu fikre fazla kafa yormazlar. Yılmaz ise bu konuda başkalarını ikna için ısrarcı değilse de kendisi ona yürekten inanmaktadır; düşündüğü gibi davranmak için içten içe bir hesaplaşma içindedir. O, kararını netleştirir ve eyleme dönüştürür. 19 Ocak günü diğer günler gibi puslu ve soğuk idi. Sabah erkenden marş sesleri protesto seslerine karışmıştl. Bu arada, karmakarışık biçimde koğuşlar arası haber trafiği kuruldu. 12. Ko%uş'un basıldığı haberi geldi. Bunu 14.Koğuş'a yönelik saldırı haberi izledi. 14'e girilemediği söyleniyor. Bu dağdağa içinde uzak koğuşlardan bir ses iki bloku aşarak önce karşı ko%uşa, oradan da bize ulaşıyor: “10. Koğuş'ta Konya'lı Yılmaz Demir, bugün sabah yaşamana son vermiş”! Haber beni derinden sarsıyor. Yoldaşım Yı1maz'1n acısl gelmiş bütün acıları geride bırakıyor. Yılmaz, Kanlı Ocak'ın ilk şehididir. İşkenceciler böylece ilk kurbanlarını aldılar. 19 Ocak sabahı gelen savcıya, koğuştaki arkadaşları, Yılmaz Demir'in eyleminin amacını açıklayan kendi el yazısıyla bıraktığı notu gösterirler. Notta şöyle deniyor: “Cezaevindeki işkencelerin durdurulması ve insanca biryaşam Diyarbakır5 Nolu 219 Sanki bir Roma filminde, efendilerin kılıç ve mızrak darbelerinden kurtulmak için koşuşup çırpınan çaresiz köleleri seyrediyorduk. Cezaevinde çığlıklar duyuldu%u sürece kimseyi uyku tutmazdı. Ortalığı sessizlik kapladığında ise bir canavarın pençesinderı, geçici de olsa kurtulmanın rahatlığını duyar, ama onun peşimizde olduğunu bilmenin endişesiy le uyumaya çalışırdık. 20. Koğuş basıldı. 21 basıldı. 24, 25, 27, 28, 29... Hepsinin de pencereleri karşımızda idi. Onlara yapılanları görüp yaşadık. 22 Ocak. Karşımızda ve yanımızda el değmemiş ko%uş kalmıyor. Şimdi sıra bizde. Baskın gören 30'a yakın koğuş, katledilen üç insan, hastaneyi tıka basa dolduran yüzlerce yaralı ve sakat... Bütün bunlardan sonra sıra bize geldiğinde işkenceciler, ilk hızlarını bir hayli yitirmiş, enerjilerinin sona kalan kısmını bize ayırmak zorunda kalmışlardı. Pencerelerden, koğuşa yönelmiş su hortumlarıyla bekleyen aracı heyecanla izliyoruz. Arabanın koğuşa yönelik en küçük bir hareketi, ya da hortumları tutanların durumundaki en hafifkıpırdanma dikkatle izleniyor. İşkencecilerin soluklarını artık ensemizde duyuyoruz. Hortumların koğuşa yönelik duruş açılarındaki ufak birdeğişme koğuşta dalgalarımalara yol açıyor. Kısacık aralar uzuyor, zaman geçmek bilmiyor adeta. Heyecanın, tedirgin1i%in, korkunun, endişenin ve işkencelere karşı beslenen nefretin harman olup içiçe geçtiği gergin bir bekleyiş dönemi... Haber geliyor, “hortumlar toplandı”, bu bir ferahlamaya yol açıyor. Tam bir gevşemeye geçildiği sırada, su hortumları tekrar çlkartılıp ko%uşa doğru uzatılıyor. İşkenceciler, yalnızca tutuklulara alaya aldıkları, ya da bu işten hoşlandıkları için değil, aynı zamanda tunıkluları psikolojik olarak çökertmek için bu tür oyunlara başvuruyorlar. İşkence bekleyişinin doruğa çıktığı böyle anlarda, tedirginlik ve korku kimi insanlarda yılgınlığa 218 Bayram Bozyel Saldırganlar önce kapının birine yüklenmişler, tutuklular orda yoğunlaşınca bu kez öteki kapıdan ko%uşa girilmiş. Ellerindeki kalaslarla önlerine gelene vuruyorlar. Tutuklular direniyor, karşı koyuyorlar. Olay tam bir meydan kavgasına dönüşüyor. Penceredekiler bir anda “2J yanıyor!” diye haykırıyor ve elleriyle demir parmaklıkları dövmeye başlıyorlar. Dayanamayıp, arkadaşların omzuna çıkarak ben de pencereye tırmanıyorum. Bir de ne göreyim! 27'nin pencerelerinden oluk oluk alevler fışkırıyor. Duman gökyüzüne yükseliyor. 100'den fazla tutuklunun bulunduğu koğuş cayır cayır yanıyor. Hem böylesine korkunç bir manzarayı seyretmek, hem de eli kolu bağlı kalmak insanı kahrediyor. Hırsımızdan demir parmaklıkları, duvarları pençeleyip tırmalıyoruz. Böyle durumlarda insan, peneerelerden kendini aşağıya atacak insanlar bekler; ama demir parmaklıklar buna engel... Yangın söndürme ekibi az sonra alevleri kontrol altına alıyor; yangın söndürülüyor. Koğuştakileri döverek karga tulumba götürüyorlar. Tutukluların gösterdikleri tepki işkencecileri kudurtuyor; sinema salonundaki ve hamamdaki işkenceler daha da vahşi bir boyuta ulaşıyor. Tutukluların bir bölümü akşam koguşa geri getirildi. Ötekilerin ne olduğunu sorduğumuzda, ağır işkencelerden dolayı ço%unun hastarıeye kaldırıldığını söylediler. Gerçekten de yangında a%ır yaralanan veya azgınca işkencelerden geçirilen bu insanlar, ancak aylar sonra hastaneden dönebildiler. Koğuş baskınları ve işkenceler devam ediyordu. Koğuşların tümü bu çarkın içinden öğütülerek geçiriliyordu. Bu dönemde, bazen tam gece yarısında, biraz uykuya dalmaya çalışırken iç parçalayıcı çığlıklarla yerimizden fırlıyorduk. Mevsim kıştır; hava ya yağmurlu, ya da her yer sisle kaph! Pencerelere tırmanır, hangi koğuşun basıldığını öğrenmeye çalışırdık. Eğer koğuş bizden görünüyorsa, yataklarmdan fırlatıp sağa sola koşuşan insanları trajik durumunu seyrederdik. Diyarbakır5 Nolu 221 duygularla iki-üç gün geçirdik. Koğuş geniş, upuzun bir köy odasını andırıyordu. Beklediğimiz an gelip dayandı. 28 Ocak'ta tüm eşyalarımızı alıp ko%uşu boşaltmamız istendi. Yüzlerce gardiyan ve komandonun arasında koğuştan çıktık. Bir meydan savaşında a1dı%ı esirlerle böbürlenen general edasıyla bir yüzbaşı, koğuşu boşattı%ımız'sırada resimleriınizi çekerek bu galibiyeti belgeliyordu. Askerlerin oluşturduğu bir koridordan geçerek sinema salonuna geldik. Orada yere çökmemizi istediler. Bir hayli zaman geçti. Derken çevremizdeki askerler içimizden birkaç kişiyi rasgele çekip, sürükleyerek götürmeye başladılar. Bizden ayırır ayırmaz da götürdüklerini dövüyorlardı. Salondan çıkıp merdivenlere varıldığında tutukluların feryatları yükseliyordu. Götürülenlerin sayısı amıkça işkence alanından gelen sesler ço%a1ıyordu. Anlaşılan, işkenceler bu kez sinema salonunun çıkış yerinde, ana koridorun ortasında yapılıyordu. Arkadaşlarımızın dövülmesine tepki gösterdiğimiz için bulundu%umuz yerde bize de vurmaya başladılar. Sinema salonunun hemen gerisinde kadınlar koğuşu var. Onlar bu salonda yapılan tüm işkencelerin tanı%ıydı. Her gün birkaç koğuş basılıp insanların sinema salonunda işkenceye yatırıldığı düşünülürse, tutuklu kadınların yirmi dört saati işkence inilti ve feıyatlarını duymakla geçiyor ve aynı işkenceleri onlar da yaşamış oluyor.O gün de bizim sesimiz duyulur duyulmaz, kadınlar koğuşundan bizi destekleyen tiz ve derin protesto sesleri gelmeye başladı. Duvarların gerisinde yükselen sesler yankllanarak bütünleşti. Dövülerek sinema salonundan çıkamaz tutuklulara, ana koridorda, dört-beş asker tarafından dayakla tek tip elbiseler giydiriliyordu. Çıkartllan elbiseler ise rasgele bir tarafa atılıyor, çoğu zaman tutukluların ayakkabılannı giymelerine fırsat verilmiyor. Elleri arkadan kelepçelenen tutuklular biraz ötedeki eski kantinin (yeni 220 Bayram Bozyel dönüşüyor. Bu bekleyiş başlı başına bir işkence. İki gün böyle geçti. Sonunda basınçlı su sıkılmaya başlandı. Suyun sıkılmasıyla birlikte dikkatler kapıya çevriliyor, koğuş ha basıldı, ha basılacak... Ne var ki kapıda hiçbiri hareket yok. Suyun sıkılmasl bu şekilde saatlerce devam ediyor. Basınçlı su pencere camlarını parçalayıp koğuşa saçıyor, içeri su doluyor. İnsanlar, yataklar, tüm eşyalar sırılsıklam oluyor. Yalnızca bir köşeye topladığımız ve önüne siper olduğumuz bir yatak ve elbiseler kurtuluyor.O gün koğuş basılmıyor. Koğuşa 25 Oeak'ta girdiler. Ancak hiçkimseye dokunınadılar. Eşyalarımızı toplamamızl istediler ve bizi sinema salonuna götürdüler. Sıkı bir aramadan sonra tek tek sorgudan geçirilerek kurallara uymamız istendi. Birkaç kişinin dışında, 100'e yakın insan, sürekli işkence anlamına gelen bu kurallara uymayacaklarını söylediler. Bunun üzerine direnen bu insanları getirip cezaevinin alt ana koridorunda çöktürdüler. Orada işkence bekleyişi başladı. Hiç kimse işkencesiz kurtulacağımıza ihtimal vermiyordu. Daha sonra nereye götürüleceğimiz ise ayrı bir merak konusuydu. Saatler süren bir bekleyişten sonra beşer beşer alıp götürmeye başladılar. Herkes, ayrılanların işkenceye götürüldüğune inanarak kendi sırasını bekliyor, kulaklarını dört açarak gelecek işkence seslerini duymaya çalışıyor. Ama bir türlü böyle bir ses gelmiyor. Benim de içinde bu1undu%um grubu aldıklarında artık kendimi işkencenin içinde bulmaya hazırlamıştım. Ama do%ruca ko%uş kapısına getirildik. Bu kez, koğuşu bir işkencehaneye çevirmişler diye düşündüm. Ancak içerde bizi güler yüzle karşılayan arkadaşlar hiç de işkence görmüşe benzemiyorlardı. Evet,o gün işkence görmedik. Ama tüm ranzalar sökülüp götü7ülmüş, koğuş birspor salonuna dönüşmüştü. Bizi böyle rahat bırakacaklarını sanmıyor, bize de sıra nasıl olsa gelir diye düşünüyorduk. Yere yataklarımızı serdik ve bu Diyarbakır5 Nolu 223 Birarakesilen lıoparlörler sonuna kadar açılarak marş çalınmaya başlandı. Kapalı spor salonunu andıran hücre alanına açılan hoparlörlerden çıkan ses insanı çlldırtacak dozajda. İki kulağıınızdan demir şişler sokulınuşçasına beynilniz zonkluyor. Ayni anda hiicre avlusundaki yaşlı hastaları gözlerimiz önünde dövmeye başlıyorlar. Üzerimize kilitlenen hücrelerin demir parrnaklıkları arkasında çırpınarak işkencecileri lanetliyoruz. Dayak devam ederken yangında kullanılan su hortumlarlnı üzerimize çeviriyorlar. Hem bize hem de hücre dışındakilere iki saate yakın su sıkıyor, sonra çekip gidiyorlar. Biz içerde, son getirilenler dışarıda üstümüzdekileri çıkarıp sıkmaya başlıyoruz. Yerlerde su birikmiş, her taraf ıslak. Hücrede battaniye falan yok, olsa da zaten bu durumda bir işe yaramaz. Kendi halimizden çok hücre avlusundaki yaşlı ve hastaları düşünüyoruz. Gece bastırıyor. Herkes soğuktan tir tir titriyor. Yerimizde zıplayarak ısınmaya çalışıyoruz. Hücre kapıları kilitli olduklarından avludakiler tuvalet ihtiyaçlarını giderecek yer bulamıyor, ister istemez avlunun bir köşesini bu iş için kullanıyorlar. Bu köşe bulundu%umuz hücrenin hemen karşısında. Gece boyunca ayakta durmak zorunda kaldık. Zaman zaman dışarıdakilerle sohbet ettik, onların avluda volta atışlarını seyrettik. Üstümüzdeki elbiselerin kuruınası birkaç gün aldı. Bu nedenle yatmak mümkün değildi. Bazen takatsizlikten beton üzerine uzanırdık. Ancak betona gelen tarafnnız birkaç dakikada buz kesilirdi.O zaman diğer tarafımıza dönerdik.O tarafa da ayni şey olurdu. Uyku yoktu. Avludakilerin de durumu farklı değildi. Üstelik onlar fiziki olarak daha da zayıf ve dayanaksızdılar. İlaçları verilmiyordu kendilerine. Sonunda onları da 35. Koğuş denen hücrelere kapattılar. Bu dönemde de gardiyanlar olmadık hakaretler savuruyor, 222 Bayram Bozyel idarenin) önünde yüzüstü yere yatırılıyorlar. Burada hazır bekleyen gardiyan ve komandolar cop, kalas ve tekmelerle onlara girişiyor, potinleriyle üstlerine çıkıp zıplıyorlar. Az ilerde ise yüze yakın insan, eli arkada bağlı, yüzüstü yatırılmış, yan yana dizilmiş menazeyi andırıydr. Hepsinin üstünde tek tip mavi elbiseler var. Beni de aynı işlemden geçirip onların yanına götürdüler. Yerde yatan insanları daha yakından görünce daha çok irkildim. Çoğunun ağzından burnundan kanlar akmış, kanlar yerleri boyaınış. Gözleri kapalı, ölüler gibi sessizce duruyorlar. Gördü%üm manzara beni daha da kötü etkiliyor. Beni de yüzüstü yatırdılar ve ötekilere yapılanları bana da yaptılar. Kıpırdayacak hal kalmayınca dayağa son verip gittiler. Koğuşun tümünü yaklaşık bir saat süreyle öylece bıraktılar. Bu arada hastaneye kaldırılanlar olmuş. Baygın arkadaşlar kendilerine gelince hepimizin kollarından tutup kaldırdılar. Önce nereye götürülmemiz gerektiğini biraz tartıştılar, sonra koğuşu oldu%u gibi hücrelere koymaya karar verdiler. Hiicrelere götürülürken de hep dövüldük. Yol boyu yan yana dizilmiş gardiyan ve subaylardan her biri tekme ve coplarla saldırıyor, küfıirler ya%dırıyor. Sonunda bizi zaten tıklım tıkmm olan hücrelere zorla tıkıştırdılar. Bütün bunlara rağmen, bize yapılanlar di%er koğuşlara yapılanların yanında hafif kaldı. Bizden sonra geriye kalan son koğuş işkenceye alınıyor, böylece tiim cezaevi elderı geçiritiniş oluyor. Biz hücreye konduktan birsüre sonra, ço%unlu%u yaşlılar ve hastalardan oluşan ko%uştaki tutuklulara da bize yapılanların aynısı ana koridorda yapıldı. Ardından onları da getirip bulunduğumuz hücreye (buraya 36. Koğuş deniliyor) sokmak istiyorlar. Hücrede zaten ayakta yer kalmadlğı için buna tepki olarak bütün hücre kilitlerini tıkadık. Bunun üzerine işkenceciler yeni bir operasyon başlatıyor. Diyarbakır5 Nolu 225 elbisesi altında Bazen tutuklulardan birinin, gardiyanın asker te bernm kaZ£t“iş yakası görünen boğazlı kazağı göstererek, ğım!” dediğini sıkça duyardlk. 224 Bayram Bozyel istediklerini hücreden çıkartıp dövüyorlardı. 15-20 kişiye ortalama günde ancak birkepçe yemek verilirdi. Kimi gün ise hiç verilmezdi. Birinci katın dışındaki hücrelerde su akmadı%ı için, onların su ihtiyacı gardiyanların keyfine kalmıştı. S ıkışıklıktan kimi hücrelerde oturacak yer ‘bile yoktu. Sigaramız yoktu. Sonuna kadar açılan hoparlör sesi çıldırtacak gibiydi. Her gün birkaç arkadaş hasta düşüyor ya da kanama ve kriz geçiriyordu. Kir ve bitlerden bo%uluyorduk. Her gün, daha önce elden geçirilmiş ko%uş1ardan hücrelere yenileri getiriliyordu. Her yeni getirilene işkence yapılıyordu. Avukatlarla görüş yasaktı. Mahkemelere araverilmişti. Tek tiik mahkemeye götürülenler için ise gidiş geliş ayrı bir işkenceye dönüşmüştü. Mahkemeye götürdüklerini daha hücre çıkışında dövmeye başlıyor, kimi zaman bununla yetinmeyip tutuklulara sinema salonunda falakaya yatırıyorlardı. Dayak yolboyunca arabada da devam ediyordu. Bu pervasızlık öyle bir noktaya ulaşmıştı ki tutuklulara kan revan içinde mahkemeye çıkartmakta bir sakınca görmüyorlardı. Mahkeme heyetleri bu tür durumlara alışıktı, olan biteni biliyor, herhangi bir tepki göstermiyorlardı. Çünkü bu sindirme mekanizması onların bilgisi ve onayı olmadan işleyemezdi. Yargıçlar cezaevindeki gelişmelere paralel olarak daha da sertleşmişlerdi. Kimseye cezaevindeki koşullar ve işkence ile ilgili olarak söz hakkı tanımıyorlar, konuşmakta ısrar edenleri salondan çıkartıyorlardı. Bazen de işkencecilerin a%zıyla konuşuyor, “siz hala uslanmadınız mı?” diyor, cezaevinde yapılanları savunuyorlardl. Bu dönemde tutuklulara maddi olarak da büyük zararlar verildi. Pek çok kişinin saati, ayakkabısı, elbiseleri kayboldu, paraları çalındı. Tutukluların pek çok eşyası yırtıldı, ezildi, ıslatılarak kiifJendirildi. Gardiyanlar işe yarar şeyleri resmen yağma ettiler. Tutukluların ayakkabılarıyla dolaşan çok gardiyan gördük. Diyarbakır5 Nolu 227 insanlar hesap yapıyor: “Bugün ölüm orucunun 30.günü. Bugün 36.gün. Ölüm orucu 41. gününde... 50. güne girdiler!” Şubat ayının son günleri. Ölüm orucundakiler ölümün eşi%inde. Önce fiziksel işleyiş yavaşlıyor. Duyu organları fonksiyonlarını yitiriyor. Göz kararıyor. Işıklar sönüyor. Kuruyan hayat kaynakları, çırpınan son canlılık belirtileri... İnsanlık onuru adına Orhan Keskin ölüyor. Cemal Arat ölüyor. Kanlı Ocak1 i'vIart'ta bitiyor... Yıllarca süren baskı, işkence ve zulmün, yıllarca süren planlı bir soykırımın son büyük atağı oluyor Kanlı Ocak.3 Ocak'ta başlayıp1 Mart'ta biten toplam 58 gün süren bu kanlı terör dalgası,5 No1u'daki toplu katliamda birdönüm noktası oluyor. Hasat: Binlerce yaralı, yüzlerce sakat, hasta; beş can; yanmış, talan edilmiş koğuşlar... 5 Nolu, “1 Mart öncesi” ve “sonrası” olmak üzere ikiye ayrılmalı.1 Mart'ta,5 Nolu'nun tarihinde bir sayfa -tümden olmasa bile- kapanır, yeni bir sayfa açılır. Bugün bir bütün olarak 5 Nolu, kendi destanını yazacak Homeros'ları bekliyor... Ölüm orucu ve eylem bittiği halde hücreler da%ıtı1ınadı. Sağda solda kalan bir kısım eşyalarımız verildi. Yemek birmiktar artırıldı. Kaba işkenceye ara verildi. Marş ve yürüyüşten -sözdeVazgeçildi.S igara serbest bırakıldı. Hücrede yer darlığı, kir, hastalıklar oldu%u gibi sürüyordu. Geceleri hastaların çığlıklarıyla uyanıyorduk. Kimse tedavi için revire ya da hastaneye götürülmüyordu. Gündüzleri, hücreler bölümünde yüzlerce insanın içtiği sigara dumanlndan nefes almak güçleşiyordu. Mahkemeye çıkanlar savunmalarını yazamıyor, görüş süresi çok kısa tutuluyordu. 21 Mart'ta hücredekilerin bir kısmı koğuşlara dağltıldı. 25 kişilik koğuşlara 60 kişi kondu. Böylece ko%uş1arın da hücreden pek farkı kalmamıştı. Koğuşlarda adım atmak gtiçleşmişti. Ancak yanüstü yatarak herkese yatma yeri sa%lanabi1iyordu. 226 Bayram Bozyel İnsanlık Onuru Adına Ko%uş1arda oldu%u gibi hücrelerde de tek haber kaynağı hastahaneden geri getirilen tutuklulardı. Baskın ve işkenceler sırasında yanmış veya yaralanmışlardı. Hastaneler, bu türden yüzlerce insanla dolduğu için, elden geldiğince onları başlarından savıyorlardı. Bir kısmı da ölüm orucuna girip belli bir aşamadan sonra orucu bırakanlardı. Hastaneden dönenlere en başta sorulan, ölüm orucundaki insanların durumuydu. Gazete haberlerinden, fısıltı gazetesinden, ailelerin girişimlerinden, kamuoytındaki tepkilere ilişkin haberler geliyordu. Oruçla gelen ölüm zor bir ölümdü. Her gün, her saat kişiyi ölüme biraz daha yaklaştırlr. Yaşanan her an ölümün hesabına yazılar. Oruçlıılar, tüm cezaevi, onların yakınları, dışarıdaki duyarlı Diyat bakır5 Nolu 1984 Ağustos'undan Sonra 1984 Ağustos başından itibaren, dü-.enli olmasa da tiiın ko%uş1ar havalandırmaya çlkarılmaya başlandı. Bu arada çok kalabalık olan koğuşlardan birkısım tutuklular başka koğuşlara aktarılarak sıkışıklık hafifletildi. Yemek birölçüde artırıldı. Yine son derece sistemsiz ve gardiyanların keyfıne ba%lı kalsa da, koğuşlara gazete verildi. Eskiden varolan ama el konmuş, tutuklulara ait televizyonlar ko%uşlara da%ıt11dı. Ama cezaevinde hiçbir zaman gerçek anlamda asgari insani koşullar yaratılmadı. Bundan böyle de kaba dayağın yanısıra, birçok baskı ve sindirme yöntemine sistemli olarak başvuruldu. Tutuklular tek birgün dahi yarına kaygısız bakamadılar. İdare tutuklularla ilişkilerinde sürekli bir gerilim politikası uyguladı. Okumaya ve diğer ciddi uğraşlara kendilerini vermesJnler diye suni sorunlar yaratıldı ve bunlar tutukluların gündeminde tutuldu. 228 Bayram Bozyel Havasızlıktan bunalıyorduk. " Ko%uşa gelir gelmez, bir kez daha havalandırmada yiirüyüş yapmamız ve marş söylememiz istendi. Bunu reddedince havalandırma yasağı kondu. Böylece yeni biçimde birişkenceqdönemi başlamışti. İnsanlar ko%uş1arın pis havasında istiflenmişti. Gazete, televizyon yine yasaktı. Yemek sonderece azdı. Açlık alabildiğince sürüyordu. Hastalıklar ilerliyor, insanlar bunalıyordu. Bir banyo dönüşiinde, tedavi edilmeyen birarkadaşımızı kendini asmış bulduk. Havalandırmaya çıkabilmek için çabalarımız sürüyordu. İdareyse her keresinde yürüyüş ve marşı karşımıza çıkardı. Son derece zor ve sıkıcı bir dönem yaşadık. Ağustos ayı sonuna kadar, beş buçuk aylık süre havalandırmaya çıkarılmadık. Ama direniş öncesi iki aylık dönem ile direniş ve hücre dönemi de eklenince toplam süre 10 aya ulaşıyordu. Ağustos ayının son günlerinde havalandırmaya çıkarıldık ve böylece bu engeli de aştık. * Diyarbakır5 Nolu 2 1 unuttuğu saat kayboldu. İlk söy1endi%inde kimsenin saati görmedi%i ileri sürüldü. Bunun üzerine idareye haber verdik ve bu işin peşini bırakmayaca%ımızı söyledik. Bir süre sonra gardiyanlar saati getirip geri verdiler.) Arkadaşların elişi, resim ve benzer çalışmalarını tahrip ediyorlardı. Bu konuyu idareye defalarca götürdü%üınüz halde, bir turlii önil alınamadı. Günlük gazeteler ya bir gün gecikmeyle gelir, ya da hiç gelmezdi. Başta Cumhuriyet olmak üzere, birçok gazete, içerdikleri haberlere göre alınmazdı. Dışarıda serbestçe alınıp satılan dergilerin hiçbiri getirilmezdi. Roman ve diğer yayınlar için sonsuz derecede uzun bir yasak yayınlar listesi oluşturulmuştu. En sıradan, kendi halinde hikaye ve romanlar bile bu yasak listesine takılırdı. Ama çoğu kez,o listede yazılı olup o1madı%ına bakmadan gönderilen yayını geri çevirir, daha doğrusu depoya atarlardı. Tutukluların çalışmak istedikleri okul ders kitapları bile bu yasak barajına takılıp kalırdı. Havalandırmaya aynı anda çıkan farkli ko%uştan insanların birbiriyle konuşmaları, hatta bakışmaları yasaktı. Bu yüzden insanlar siirekli gerilimli anlar yaşarlardı. Görüşe veya mahkemeye giderken yan yana düşen veya karşılaşan ayrı ko%ılşlardan iısaıların birbirleriyle konuşmasına hatta selamlaşmasına izin verilmezdi. Buna uymayanlara hakaret edilir, hatta dayak atılırdt. Tutukluları birbirinden tecrit etme politikası sistemli biçimde uygulalııyordu. İdareye verilen dilekçelerin ço%u işleme konmuyor, yanıtsız bırakılıyordu. En basit işJemlere bile son derece ilgisiz kalınıyordu. Yerel mahkemeye, ya da Yargıtay gönderilen dilekçeler çoğunlukla yerine ulaşamazdı. İdare bu tür dilekçeleri kendi ölçülerine göre değerlendirir, göndermeye uygun oltıp olmadığına kendisi karar verirdi. Birçok dilekçeye “içinde suç unsuru var” deyip el konuyor, böylece tutuklunun yargılanma sürecine keyfi miidahaleler yapılıyordu. 2 0 Bayram Bozyel Eski işkenceli günlerin geri gelebileceği duygusu, tutukluların başında “Demokİesin Kılıcı” gibi sallandırıldı. Ama diğer yandan, başta tutuklu aileleri olmak üzere, kamuoyunu yanıltmak için olmadık yollara başvuruldu, tutukluların “içerdeki mutlu yaşamına” ilişkin senaryolar düzenlendi. İdarenin her tutumunda eski dönemden kalma izler görülüyordu. Normalde koğuşların her keresinde kırk dakika olmak üzere günde iki kez havalandırmaya çıkarılması gerekiyordu. Oysa bu bilinçli olarak aksatılıyor, mahkeme, görüş günleri, personel yetersizliği gibi sudan gerekçelerle bazen haftalar boyu havalandırmaya çıkarılmadığımız oluyordu. Tatil günleri ve bayramlarda havalandırma otomatikman kalkardı. Daha önceki dönemde, cezaevi mevcudu iki kat daha fazla iken, tutuklulara işkence etmek için onları 6-8 saat havalandırmaya çıkarmak için zaman ve personel bulabilen idarenin, şimdi ileri sürdiiğü gerekçeler tümüyle gerçek dışı ve bahaneydi. O zaman mahkemeler de daha yoğundu. Gerçek şu ki idare için havalandırrnanın hiçbir çekiciliği kalmamıştı. Görüş esnasında Kiirtçe konuşmak yasaktı. Buna uymayanlara görüş kabininden zorla çıkartarak türlü hakaretlerde bulunurlardı. Birçok görüşçü, Türkçe bilmediği için, bu nedenle tek kelime konuşmadan görüş yerini terk etmek zorunda kalırdı. Tutuklu için de zor bir durumdu bu. Aramalar yine onur kırıcı biçimde yapılıyor, bu yüzden idareyle tutuklular sık sık, boğaz boğaza geliyorlardı. Haftada bir kez tutukluların havalandırmaya çıkarıldı%ı saate, 10-15 gardiyan sözde arama için koğuşa girerdi.O zor koşullarda nice çabalarla yıkanıp temizlenmiş yatakların üzerine ayakkabllarıyla çıkar, onlari altüst ederlerdi. Bütün elbise ve eşyalar karıştırılır, dağıtılırdı. Yabancı dil öğrenmek ve benzeri çalışmalar için kullanılan kağıt ve defterler toplanıp götürülür ya da yırtılırdı. Birçok eşya ezilir, tahrip edilirdi. Değerli eşyalar çok kez çalınırdı. (Bir arama sırasında, arkadaşlardan birinin koğuşta Diyarbakır5 Nolu ki koğuşu tan insann sıcak su Böylece na nitelik .in değeri ın 12 ayl nek, koca 'etirmeye, ,ibi, kan- üşçülerin da kısıtordu. ve diğer r inmişti. hastaları Jzümüne •nhastaıdeğil” doktora 1 hastanermekti. ra%men ko%uşta vardı. ;ekmekyabancı ırın dişışlndaki İlaçların hastaların kendisinde, koğuşlarda bulundu yasaktı. Bunlar, sözde sıhhiyeci bir gardiyan tarafında da{ du ve zamanında hastaya ulaşıp ulaşmaması çoğu zam‹ keyfine kalmış bir işti. Örneğin günde üç kez gözü damlatılması gereken bir hastaya, gardiyan yalnızca birI veriyor, hasta gözüne ilacı damlattıktan sonra şişeyia gidiyordu. 30-40 kişilik ko%uş1arın yalnızca bir göz tuvaleti ve lavabosu vardı. Tıraş olma, bulaşık ve çamaşır yıkama1 bu daracık koğuşlarda yapılırdı. Koğuşlar havasızdı. Çay büyük naylon bidonlarda veriliyordu. Onu plastik larda içiyorduk. Eylül-Ekim aylarında daha havalar sıcakken kalc yakılıp söndürülüyor, bu ani ısı değişiklikleri birçok hastalanmasına yol alıyordu. Kışın buz gibi soğuğu kaloriferler yanmıyordu. İdare tutuklulara itirafa zorlamak için birçok yola başv du. Her gün, değişik makamlardan, itiraflarla ilgili öz broşür ve bildiriler getirilip dağıtılırdı. Ağustos 1984 sonrası ortaya çıkan ve eskisiyle kıyak oldukça farklı ve “yumuşak” sayd1%ımız bu durum, yiı Nolu'nun yalnızca bir yüzünü oluşturuyordu. Hafifleme “eski koğuşlarda” sinirli idi. Oysa5 Nolu kendi içinde il cezaevi barındırıyor gibiydi. Yeni tutukluların konduğuf koğuşlarda ise işkenceler eski günlerdeki gibi sürüp gidi Yeni gelenler ayrı ko%uşlara konuyordu. Onları, işkı karşı direnmiş, koşulları bir ölçüde hafıfletmeyi b deneyimli tutuklulardan uzak tutuyorlardl. Bize eski yapılıyorsa yeni gelenlereo yapılıyordu. Dayak ve işken‹ için günlük yaşamın birparçasıydı. İçerde ve dışarıda marş söyletiyor, onlara eğitim yaptırıyorlardı. Görüşe,b 232 Bayram Bozyel Banyo, aldatmacanın dışında bir şey değildi. Bazeni birlikte banyoya götürüyor ve bu esnada, ayrı koğuşa ların birbirleriyle konuşmasına izin verilmezdi. Örneği çoğu zaman ya hiçakmaz, ya da gelir gelmez kesilirdi tutuklular köpükleriyle kalır, so%uktan hastalanırdı. Yemek eskisine göre miktar olarak biraz artmıştı, ar olarak bir değişiklik yoktu. Yemekler kalitesiz ve be‹ düşüktü. Midelerin doldurulması esas allnıyordu. Yıl boyunca yalnızca iki-üç çeşit yemek çıkardı. Ve her yer bir mevsim süresince her gün verilirdi. Dışardan yemek yakınlarımızın gönderdiği yeıneklere izin verilmediği; tine de istenilen türde yiyecek getirilmezdi. Ayrıca gör yatırdıkları paraya sınır konarak bu konudaki olanaklar lanmlştı. Cezaevinde sa%1ık ve tedavi sorunu aynen devam edij Son dönemde, mahkumiyet süresi bitip çıkarlar tahliye olanlarla cezaevi mevcudu azalmış, 1500'e kada Bunca insana bir doktor bakıyordu. OnuR görevi ise tedavi etmek de%il, idarenin bir kıslm sorunlarının ça yardımcı olmak, işleri kitabına uydurmaktı. Revire gid ların çoğu, doktor tarafından, “durumuıwz ciddi ve ag gerekçesiyle geri çevriliyordu. Ancak ölmek üzere olar çıkarılırdı. Böyleleri için ise doktorun yaptı%ı, ya onlar eye sevk etmek ya da do%rudan öbür dünyaya gönc Hastaneye sevk kararı verilen kimi hastaların ise buna aylarca ko%uşlarda bekletildi%i oluyordu. Bulundu%um doktorun sevk kararına ra%men6 ay bekletilen bir hasta Cezaevindeki diş doktorunun yaptığı ise yalnızca diş ten ibaretti. Diş dolgusu, tedavisi, yapımı tümüyle ona işlerdi. Yaşanan onca işkenceler ve kötü koşullar insanl ler$ninpdurumundaq dapsomut olarak yansıyordu. 25 y Diyarbakır5 Nolu : ZOfllR- du. bi tutut ulaştı. ‹lularla la rağyuyor, ırmada 'n acıyaktan bir tür devam erildi. poliima 5 genel ı bekıcenin rıdaki : yante bir tevin- sesiz rıyor. anlar ratik, olarak 13 kurban verildi. Ancak bunlar yalnızca sözkc eylemler sırasında verilen kurbanlar. De%işik şekillerde dı dan ve dolaylı katledilenlerle birlikte,5 No1u'da 1980 yılı bu yana öldürülenlerin sayısı yüzii geçiyor. Bunun onlarca ise bedence veya kafaca sakat edildi. Sadece5 Nolu'dao lerce insan işkence tezgâhından geçirildi. Bu insanlar işÎ laboratuarında denek olarak kullanıldılar. Burada bir ülken bir ulusun direrıişi ezilmek, yok edilmek istendi. Bu, sözkonusu prizmanın birboyutudur. Diğer yanda yi%i ve ihanetin, direnç ve teslimiyetin, kolektivizmle bireyci kararlı bir politik tutumla maceracl ve günübirlik yaklaşım inançla umutsuzluğun atbaşı yarıştığı bir meydanda 5 İnsanlarımız burada ve diğer cezaevlerinde, geçtiğimiz içinde büyük bir deneyim kazandılar. Bu zengin deneyimi cek kuşaklara aktarmak için, prizmanın tüm diğer boyutlu yazılıp belgelendirilmeli. Burada insanlar zulüm çemberini kırabilmek, geriyek lara bir parça soluk aldırmak için seve seve ölüme gi Yirmi kişi bir sigarayı paylaştı. Açlıktan bir deri birk kalmışken, bir kaşık yemeği birbirlerine ikram ettiler yatağı birkaç kişi paylaştı. Çıplak beton üzerinde soğı donmamak için sırt sırta verip, birbirlerine sokularak Isin Yalnızca farklı ve dışarıdayken birbirleriyle kıyasıya çek politik örgütlerden insanlarla değil, aynı örgütten, p çizgiden insanlarla da, böylesine amansız koşullarda gi yaşamda uyum sağlamak gibi güç bir işi ö%renip becer Umudu ve sevgiyi korumayı, besleyip büyütmeyi başaı İnsanın yaratıcı gücü bu koşullarda bile ölmedi, alttar taşın altından güneşe uzanan ot gibi, fırsat bulduğu hera filizlendi. Hayal gücü işledi. Bu cehennemi koşul Hugo'nun “93”ü üzerinde ateşli tartışmalara giriştik. Kin 234 Bayram Bozyel karşılaştıklarındayüzlerini duvara çevirip gözlerini kapamal‹ da idiler. Bazen de koridorda ve benzeri yerlerde gözle önünde dayak diyorlardı. Kendilerine çok az yemek veriliyo: Yeni gelen ve eski tür uygulama ve işkencelerin tümüne ta lan tutukluların sayısı hızla artacak eski tiıtukluların sayısını 14, 15, 20, 21, 22, 23, 28, 29, 32 ve 33. koğuşlar yeni tutû dolduruldu. Biz eskiler, kendimizin görece olarak “rahat” durumun men, yeni getirilenlere yapılanlardan büyük rahatsızlık dı acı çekiyorduk. Eskiler koğuşlarında oturur, havaland volta atarken bir duvar ötemizde, başka insanlarımıza‹ masız işkenceler yapılıyordu. Kulaklarımızı işkence ve da inleyenlerin çığlıkları dolduruyordu ve bu da bizim için işkenceydi. Bu ikili uygulama 1986 yılının başına kadar etti. Bu tarihte, bu koğuşlara yapılan işkencelere de son Ancak eski ve yeni tutuklular: birbirinden uzak tutm‹ tikasını sürdürdüler. 1986 başında ağır, toplu fiziki işkenceler son buldu, Nolu'daki, her biri gene de bir işkence niteliğinde olan insanlık dışı koşullar son bulmadı. Bir tedirginlik ve kaygı leyiş sürüp gidiyor. Kimse bugün kesilen t‹aplu fiziki işkeı yarın yeniden başlamayacdğından emin değil. Çünkü dışı en hafif bir gök giirlemesinin cezaevine kasırga biçimind sıdığı bir ülkede yaşıyoruz. Eskiden Viyana veya Paris Türk elçilik görevlisi öldürüldüğünde, bunun hlncını cez, deki tutuklulardan alırlardı. Bugün de farklı değil. Bugün Türkiye ve Kürdistan'da toplum, yüzeydeki tüm görünüşüne rağmen dipten dibe dalgalanan bir denizi and Durum, fırtına öncesi bir sessizliğe benziyor. İçerdeki in, ise umutlarını daha çok dışarıya, dışarıdaki demok hümaniter güçlerin çabalarına ba%lamış bulunuyorlar. g yyqj„ oml Ro....+4.. t• —-’-.--- - ’•-‘ "- • • -- Diyarbakır5 Nolu 237 İÇİNDEKİLER Diyarbakır5 Nolu....................................... Sunuş...................................................... 5 7 I. BÖLÎİM Gözaltına Yolculuk................................... Soruşturma Günleri................................... Esas Duruşta Uyku!................................ Boğuk Ses...................................................... İşkenceci İle Tartışılmaz .... ....... İşkencede Bir Kadın Sesi........................... Diskoda Falaka Gösterisi........................... Sana Birİfade Hazırlayacağım!..................... Nöbetçiler Eğleniyor................................. Umutla Umutsuzluk Arasında....................... Sevinç Denen Şey................................... Gözlerim Güneşi Görüyor........................... Yine “Disko Dolmuşu”............................. Gül Rengi Yarası Kabuk Bağlamadan............. Tek Parmak Üzerinde.................................. “Halep'e Varmışsındır”............................. İşkenceci..................................................... Gözaltına Dönüş........................................ 13 18 24 28 37 42 45 50 54 57 62 66 73 83 88 92 96 99 II. BÖLÜM BuAcı Gelecek Kuşaklara Kalacak.............. Amaç neydi?............................................... 5 Nolu Cezaevi.......................................... Karşılama ve Hücre................................. 103 108 112 114 236 Bayram Bozyel biri diğerine fısıltıyla soruyor: “Pencere sözcüğünün önüne 'le' mi gelir, yoksa '1a’mı?” Öteki, satrançtaki hamle için “Bu Kasparof çıkışı oldu” diyor. Sözün özü; 5 Nolu, bir ulusun unutulinaması gereken bir direniş 121 ^ 127 14,1 144 148 151 155 163 167 169 173 175 178 180 183 191 193 200 203 215 226 229 í 2o8 Bayram Bozyel 19 kişilik Hücre............ ... ... ... ... ............... Her Gün Gibi Bir Gün... ...... .... ..... ... ........ 5 Nolu'da Yaşam...... ... ....... ... ..... .... ......... Eğitım, Marş, Yürüyüş, Kitap Okuma............. Havalandırma....... ...... ......... .. .. :... ........... Bir Voleybol Oyunu...... ... ... ... ... ... .......... Sağlık, Beslenme Veya Sistemli Yok Etme...... Gazete, Sigara ve Görüş Günleri......... ......... Aramalar....................... ... ...... ... ... ... ......... Mahkemede........................................... Çocuklar, Kadınlar, Hastalar....................... Ispiyoncular, “İnfaz Mangaları”, Itirafçılar...... Bir Beyin Yıkama Yöntemi... ..... ... ...... ....... Gardiyan Daima Haklıdır!..... .... ... ...... ... .... Bazı Yürüyüş ve Sürünme Türleri................ Bir Çay Ziyafeti............ ... ... ... ... ... ............ Bu noktaya Nasıl Gelindi?........................ Ağırdan İnen Eğri............................................. Kanll Ocak............... ... ... ... ... ...... ... ......... Yiğitler Ölüyor Şimdi............ ......... .......... İnsanlık Onuru Adına........ ... ... ... ... ... ........ 1984 Ağustos'undan Sonra.. ...... ... ... ... ........








ApplySandwichStrip

pFad - (p)hone/(F)rame/(a)nonymizer/(d)eclutterfier!      Saves Data!


--- a PPN by Garber Painting Akron. With Image Size Reduction included!

Fetched URL: https://www.academia.edu/127228658/Diyarbak%C4%B1r_5_Nolu

Alternative Proxies:

Alternative Proxy

pFad Proxy

pFad v3 Proxy

pFad v4 Proxy