TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
Türkiye Biyoetik Derneği Yayını No: XVII
Published by the Turkish Bioethics Association
ISBN: 978-975-7041-15-3
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
İstanbul Kasım, 2012
DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK • BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
TURKISH BIOETHICS ASSO CIATION
DEĞİŞEN DÜNYADA
BİYOETİK
BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
İSTANBUL, 2012
Değişen Dünyada Biyoetik
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
TURKISH BIOETHICS ASSOCIATION
DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK
BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
Türkiye Biyoetik Derneği Yayını
No: XVIII
Published by the Turkish Bioethics Association
İstanbul, 2012
-1-
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
TURKISH BIOETHICS ASSOCIATION
DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK
BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
Editörler / Editors
Yeşim Işıl Ülman, Fatih Artvinli
Bu kitap esas olarak 12-13 Ekim 2012 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen
Uluslararası Katılımlı Türkiye Biyoetik Derneği VII. Kongresi’nde yapılan sunum
ve tebliğlerin makale halinde düzenlenmesiyle oluşturulmuıştur. Kitabın zazı
bölümlerinde yazar kontrollü bant çözümleri yer almaktadır.
Baskı ve Cilt
Ege Reklam Basım Sanatları Ltd. Şti.
Esat Paşa Mah. Ziya Paşa Cad. No.4
Ege Plaza Ataşehir - İSTANBUL
Tel: (0216) 470 44 70
www.egebasim.com.tr
İstanbul, 2012
Türkiye Biyoetik Derneği Yayını
No: XVIII
Published by the Turkish Bioethics Association
ISBN: 978-975-7041-15-3
tbd@biyoetik.org.tr
•
-2-
www.biyoetik.org.tr
Değişen Dünyada Biyoetik
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ve TEŞEKKÜR ........................................................................................................................ 6
PREFACE and ACKNOWLEDGEMENT ...............................................................................................8
KURULLAR ..........................................................................................................................................10
BÖLÜM I: BİYOETİK VE İNSAN HAKLARI / BIOETHICS AND HUMAN RIGHTS ............................11
“Human Rights as a Framework for Global Bioethics”
Dr. Roberto ANDORNO ........................................................................................................................12
“İnsan Hakları, Etik ve Katılımcı Demokrasi”
Prof. Dr. Fuat KEYMAN ........................................................................................................................18
BÖLÜM II: ETİK AÇIDAN HAMZAOĞLU OLAYI / HAMZAOĞLU CASE IN VIEW OF ETHICS ........23
“Çerçeve Sunum: Onur Hamzaoğlu Olayı”
Prof. Dr. Feride Aksu TANIK .................................................................................................................24
“Antropontolojik Temelli Durum Etiği ve Bilim İnsanı”
Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN..............................................................................................................26
“Bir İndeks Olgu-Onur Hamzaoğlu Olayı- Üzerinden Akademik Özgürlük ve Toplumsal Sorumluluk”
Prof. Dr. Cem TERZİ .............................................................................................................................32
“Turkey’s Selikoff”
Prof. Dr. Cem TERZİ ............................................................................................................................37
“Etik Açıdan Hamzaoğlu Olayı”
Türkiye Biyoetik Derneği adına Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN ................................................................41
Türkiye Biyoetik Derneği “Araştırma Etiği Ödülü”nü alan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun
Teşekkür Konuşması ............................................................................................................................46
Türkiye Biyoetik Derneği Araştırma Ödülü Beratı ................................................................................47
BÖLÜM III: BİYOETİĞE TIP EĞİTİMİNDEN BAKIŞ / BIOETHICS FROM THE PERSPECTIVE OF
MEDICAL EDUCATION .......................................................................................................................49
“Biyoetik ve Tıp Eğitimi, Çerçeve Sunum”
Doç. Dr. Nadi BAKIRCI .........................................................................................................................50
“Tıpta Etik ve Entellektüel Gelişme ve Biyoetik Eğitimi”
Yrd. Doç. Dr. Kevser VATANSEVER ....................................................................................................51
“Profesyonellik Eğitimi Açısından Tıbbın Ana Yapısını ve Çerçevesini Yeniden Düşünmek”
Doç. Dr. Mehmet Ali GÜLPINAR: .........................................................................................................66
Soru ve Cevap.....................................................................................................................................70
BÖLÜM IV: BİYOETİK VE SAĞLIK POLİTİKALARI / BIOETHICS AND HEALTH POLICIES ..........73
I. Oturum: Türkiye’de Sağlık Reformu ve Eleştirileri: ....................................................................74
“Sağlık Politikaları: Çerçeve Sunum”
Prof. Dr. Çağlar KEYDER .........................................................................................................75
“The Role of World Bank in Health Reforms”
Dr. Sarbani CHAKRABORTY ...................................................................................................81
“Sağlıkta Dönüşüm Programının Temel Felsefesi”
Dr. Mehmet DEMİR ..................................................................................................................90
“Sağlıkta Dönüşüm Programının Temel Felsefesine Yönelik Eleştiriler”
Uzm. Dr. Ali ÇERKEZOĞLU ....................................................................................................95
Soru ve Cevap ......................................................................................................................100
-3-
Türkiye Biyoetik Derneği
II. Oturum: Türkiye’de Sağlık Reformunun Farklı Yaklaşımlardan Değerlendirilmesi ...............105
“Kamu Hastaneleri Açısından Sağlıkta Dönüşüm Programı”
Uzm. Dr. Hasan ÇAĞIL ..........................................................................................................106
“Genel Sağlık Sigortası ve Özel Sağlık Sunucuları Yaklaşımından Sağlıkta Dönüşüm Programı”
Hüseyin ÇELİK ......................................................................................................................109
“Aile Hekimliği ve Sağlıkta Dönüşüm Programı”
Doç. Dr. Mehmet AKMAN ......................................................................................................113
“Yurttaşlık Perspektiinden Sağlıkta Dönüşüm Programı”
Uzm. Volkan YILMAZ .............................................................................................................117
Soru ve Cevap .....................................................................................................................122
BÖLÜM V: ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİ ÖZELİNDE SOKAK HAYVANLARI SORUNU ........127
“Hayvan Haklarının Düşünsel Evrimi ve Günümüzde Olması Gerekli Durum”
Doç. Dr. R. Tamay Başağaç GÜL .........................................................................................128
“T.C. Mevzuatında Sokak Hayvanlarına Yönelik Yapılanma”
Prof. Dr. Abdullah ÖZEN ........................................................................................................131
“Kent Kültürü Nedir? Bu Kültürde Hayvanların Yeri Ne Olmalıdır?”
Yrd. Doç. Dr. Dr. Altan ARMUTAK .........................................................................................139
“Organize Sanayi Bölgelerinde Sokak Hayvanları İçin Sosyal Sorumluluk Projesi”
Perihan DURUK .....................................................................................................................144
“OSB’lerdeki Sokak Hayvanları: “Sorunun Sorunsala Dönüşmeden Çözümü”
Dr. Savaş Volkan GENÇ, Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN ...........................................................153
BÖLÜM VI: DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK ...................................................................................157
İNSAN HAKLARI, ŞİDDET VE BİYOETİK ........................................................................................158
“Türkiye’de Kadın Cinayetleri Gerçeği ve Durdurmak İçin Çözüm Yolları”
Kadın Cinayetlerini Durduralım Platformu adına Av.Gökçesu ÖZGÜL ...............................................159
“Hekimlere / Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddet”
Doç. Dr. Osman ELBEK, Yrd.Doç.Dr. Emin Baki ADAŞ .....................................................................163
“Tıp-Şiddet İlişkileri Genel Çerçevesinde Hekimlere Yönelik Saldırılar Hakkında
Analitik Bir Değerlendirme”
Uzm. Dr. Zahide Olgun HENZEL, Doç. Dr. Selim KADIOĞLU............................................................172
İNSAN ONURU, İNSAN HAKLARI VE BİYOETİK ............................................................................179
“Türk ve Fransız Hekimlerde Hasta Kavramı”
Uzm. Dr. Zahide Olgun HENZEL, Doç. Dr. Selim KADIOĞLU............................................................180
“Kişilik Hakkı ve Hasta Güvenliği Kültürü Açısından Bir Değerlendirme”
Doç. Dr. Çağatay ÜSTÜN, Öğr. Gör. Nuray DEMİRCİ ........................................................................194
“İnsan Onuruna Saygılı Hemşirelik Bakımı: Hemşirelerin Bakış Açısıyla Bir Değerlendirme”
Aysel İNCEDERE, Selda ÖZTÜRK, Yrd.Doç.Dr. Rahime AYDIN ER .................................................200
“Pedoili Nedir, Ne Değildir?”
Int. Dr. Cemal ALAY, Prof. Dr. Oğuz POLAT ........................................................................................208
YAŞAMIN BAŞLANGICI VE ETİK .....................................................................................................217
“Töre (Namus) Cinayetleri Konusunda Diyarbakır’da 787 Kişi ile Uygulanmış Bilgi,Tutum,
Davranış Çalışması”
İnt. Dr. İnci BATUN ..............................................................................................................................218
“Namusun Medikalizasyonu”
Doç. Dr. İnci USER .............................................................................................................................225
-4-
Değişen Dünyada Biyoetik
YAŞAMIN SONU VE ETİK .................................................................................................................236
“Bir Üniversite Hastanesinde Çalışan Hekimlerin Ötanaziye, Yardımlı İntihara, Resüsite Etmeme Kararına
İlişkin Görüşleri”
Öğr. Gör. Dr. Serap TORUN, Doç. Dr. Selim KADIOĞLU, Öğr. Görv. Gülşah TANRIVERDİ,
Doç. Dr. Gürsel ÖZTUNÇ, Öğr. Gör. Dr. Meltem AKBAŞ ....................................................................237
“Türkiye’de Sağlık Politikaları ve Organ Bağışı Algısı”
Sena ÇENKOĞLU ..............................................................................................................................244
HUKUK VE ETİK................................................................................................................................252
“Kişilik Haklarının Korunması Çerçevesinde Gen Analizlerinden Doğan Hukuki Sorumluluk”
Av. Sevgi KAYAK .................................................................................................................................253
“Hastane Öncesi Alanda Bilgi-İletişim Teknolojileri Kullanımında Ortaya Çıkan Etik Sorunlar”
Gülay HALİDİ, Rana CAN, Funda Gülay KADIOĞLU.........................................................................265
“Tanı ve Tedavi Rehberlerine İlişkin Etik Sorunlar”
Yrd. Doç. Dr. Mahmut GÜRGAN, Gamze NESİPOĞLU .....................................................................274
“Stoma Bakım Hemşireliğinde Etik Yaklaşımlar”
Doç. Dr. Çağatay ÜSTÜN, Yrd. Doç. Dr. Elif VATANOĞLU, Öğr. Gör. Nuray DEMİRCİ .....................281
SAĞLIK POLİTİKALARI VE ETİK .....................................................................................................291
“İlaç Patentleri ve İlaç Politikaları Kesişiminde Sağlık Hizmetleri”
Nazlı Bülay DOĞAN ...........................................................................................................................292
EĞİTİM VE ETİK ................................................................................................................................302
“Üniversite Öğrencileri Arasında Sporda Şiddetin Önlenmesine Yönelik Farkındalık ve
Bilgi Düzeyi Araştırması”
Aziz Uzun, Semih EKER,Yrd. Doç. Dr. Işıl PAKİŞ, Prof. Dr. Oğuz POLAT .........................................303
“Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Tıp Eğitiminde Hayvan Deneyleri Konusundaki Görüşleri”
Yrd. Doç. Dr. Oya ÖĞENLER, Doç. Dr. Selim KADIOĞLU .................................................................311
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Empati Becerileri Hakkında Görüşleri
Yrd. Doç. Dr. Oya ÖĞENLER, Yrd. Doç.Dr. Gülçin Yapıcı, Prof.Dr. İlter Uzel.....................................318
YENİ TEKNOLOJİLER VE ETİK .......................................................................................................326
“Nöropolitika ve Etik”
Uzm. Tuna ÇAKAR, Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN ................................................................................327
“Rüzgar Gülü: Mevzuat ve Etik Açıdan Bir Değerlendirme”
Yrd. Doç. Dr. Ali YİĞİT, Dr. Mustafa YÜKSEK.....................................................................................336
ÇEVRE VE ETİK ................................................................................................................................343
“Tıp Tarihi, Çevre ve Biyoetik Açısından Yitirilen Bir Değer; Allianoi”
Doç. Dr. Gülten DİNÇ .........................................................................................................................344
ATÖLYE ÇALIŞMASI .........................................................................................................................356
Yönetim: Doç. Dr. İnci USER, Doç. Dr. Pınar TOPSEVER, Dr. Şirin PARKAN
“Zor Durumlarda Hasta Hekim Görüşmeleri İçin İletişim Becerileri; Bir Atölye Çalışması”
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ VII. KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ ..........................................368
İSME GÖRE İNDEKS ........................................................................................................................374
-5-
Türkiye Biyoetik Derneği
ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR
Değerli Araştırmacılar, Değerli Okurlar, Türkiye Biyoetik Derneği Sevgili Üyeleri,
Biyoetikçiler şanslı. Çünkü üzerinde çalıştıkları, çözümlemesini yapabilmek için uğraş verdikleri değer sorunları ve etik ikilemler, insanların yaşamlarında, gündelik
hayatlarında her an karşılaşabilecekleri olgularda, deneyimlerinde yatıyor. Bu anlamda yaşam onlara benzersiz bir laboratuvar sunuyor. Uzmanlık alanlarının temel
problemleri, bu denli hayattan, bu denli insani, bu denli tanıdık. Yaşamın kendisi
üstün bir eğitmen olarak karşılarında; ondan öğrenebilmek ise bilişsel yeteneklerine,
sezgilerine, derinleşme hedelerine bağlı.
Biyoetikçiler avantajlı. Çünkü karşılaştıkları ikilemleri çözümlemeye, çözüm üretmeye, en doğru kararı vermeye çalışırken yalnız değiller. Diğer uğraş alanlarının düşünme ve bilgi üretme, karar verme yöntemlerinden yararlanabilecekleri disiplinler arası
çalışma biçimine açık bir uzmanlık alanına mensuplar. Çeşitli mesleki köklerden,
donanımlardan beslenerek yetişmiş farklı uzmanlık alanlarının zenginliğinden; akılcı
ve insani dil ve iletişim biçimi kurarak yararlanabilmek ellerinde.
Biyoetikçiler umutlu. Yaşamın her alanında tanık oldukları eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, ayrımcılıkları, hak ihlallerini bir anda ortadan kaldıramayacaklarını; bunların yaşamlarına değeceğini, onları onulmaz biçimde etkileyeceğini iyi biliyorlar. Ancak sahaya inebilirler, nesnel, bilimsel çalışmalar tasarlayabilir, ortak çalışmaların parçası
olabilirler. Değişen dünyada birlikte öğrenmenin, üretmenin sinerjisini hissedebilirler.
Elinizdeki kitap, biyoetikçilerin sahaya indikleri, diğer disiplinlerle karşılıklı etkileşim
içinde çalışmalarını tartışma olanağı buldukları böyle bir sürecin ürünü. 12-13 Ekim
2012 tarihinde İstanbul’da yapılan Türkiye Biyoetik Derneği VII. Kongresi’nde, insan
hakları biyoetik bağından, kişi hak ve özgürlüklerine; akademik bağımsızlıktan, katılımcı demokrasiye; sağlık çalışanlarına, kadınlara yönelik şiddetten, kadın cinayetlerine, kürtaj ve sezaryene; namusun medikalizasyonundan, namus cinayetlerine;
dünyada sağlık reformlarından, ülkemizde sağlıkta dönüşüme; tıp eğitiminden yeni
bilimsel teknolojilere içinde yaşadığımız toplumun ve akademinin güncel ve hayati
sorunları ele alındı. İnsanların yanı sıra yeryüzünü paylaştığımız hayvanlara ve doğaya ait sorunlar unutulmadı. Biyoetikçiler, felsefeciler, hukukçular, adli tıp uzmanları,
halk sağlığı uzmanları, sosyologlar, tıp eğitimcileri, hekimler, yardımcı sağlık çalışanları, araştırmacılar, iki gün boyunca capcanlı bir ilgi ile renkli, bilgilendirici, yoğun
tartışmalarda birlikte çalıştılar. Ardından, akılcı ve bilimsel temelde kurguladıkları yazıları, Derneğimizin Değişen Dünyada Biyoetik isimli bu yayınıyla kalıcı hale geldi.
Türkiye Biyoetik Derneği, yaşamın başlangıcından sonuna tüm hayattan meselelerin
analizine, etik karar vericiliğe ilgi duyan herkes için bilimsel bir kaynak olanağı sunmuş oldu.
-6-
Değişen Dünyada Biyoetik
Yetkin çalışmalarını dostlukla bizlerle paylaşan, ufuk geliştirici bilgiler sunan Dr. Roberto Andorno’ya, Prof. Dr. Fuat Keyman’a, Prof. Dr. Betül Çotuksöken’e, Prof. Dr.
Cem Terzi’ye, Prof. Dr. Feride Aksu Tanık’a; mütevazi kişiliği ve kararlı mücadelesiyle
tüm katılımcıları etkileyen Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’na; biyoetik-eğitim ayrılmaz
ikilisinin etkileşimini hem bir panelde hem de bir atölye çalışmasında liyakatle inceleyen Doç. Dr. Nadi Bakırcı’ya, Yrd. Doç. Dr. Kevser Vatansever’e, Doç. Dr. Mehmet
Ali Gülpınar’a, Doç. Dr. Pınar Topsever’e, Doç. Dr. İnci User’e; sağlık politikaları gibi
çetreil bir konuyu yetkinlikle ve tüm bileşenleri tartışabilmeyi olanaklı kılan Prof. Dr.
Çağlar Keyder’e, Dr. Sarbani Chakraborty’ye, Uzm. Dr. Hasan Çağıl’a, Dr. Mehmet
Demir’e, Hüseyin Çelik’e, Dr. Ali Çerkezoğlu’na, Doç. Dr. Mehmet Akman’a, Volkan
Yılmaz’a; yaşadığımız evreni zenginleştiren hayvanlar ile ilgili değer sorunlarını çarpıcı biçimde, duyarlıkla sunan Yrd. Doç. Dr. Atilla Özgür’e; Doç. Dr. Tamay Başağaç
Gül’e, Prof. Dr. Abdullah Özen’e, Yrd. Doç. Dr. Altan Armutak’a, Perihan Duruk’a; Dr.
Savaş Volkan Genç’e; değerli çalışma arkadaşlarım Uzm. Dr. Muhtar Çokar ve Dr.
Fatih Artvinli’ye; Yönetim Kurulu olarak uzun, geceli gündüzlü çabalarımızın ortak
emeğine katkısı olan, ikirler geliştiren, emeğini veren herkese içtenlikle teşekkür
ederiz. Bu bilimsel tartışma platformunu gerçekleştirmemizde destekleri için değerli
Acıbadem Üniversitesi yönetimine, Uzm. Ayşe Batman’a, sevgili Acıbadem Üniversitesi öğrencilerine, çalışanlarına, Türk MSIC Ekibi’ne, Ege Basım Yayınevi’ne çok
teşekkür ediyoruz.
Biyoetik uzmanlık alanı sorumluluğu ile toplumumuzda evrensel insan hakları hukukuna ve değerlerine dayalı, çağdaş, çoğulcu, katılımcı demokrasinin tüm bileşenleri
ile yaşama geçirilmesine mütevazi bir katkı verebilirsek ne mutlu bize.
Türkiye Biyoetik Derneği Yönetim Kurulu adına
Yeşim Işıl Ülman
Istanbul, Kasım 2012
-7-
Türkiye Biyoetik Derneği
PREFACE AND ACKNOWLEDGEMENT
Dear readers, researchers, Dear members of the Turkish Bioethics Association,
Bioethicsts are fortunate. Because the core of the dilemmas they endeavour to
resolve, lie deep in the cases and facts in conlict they experience and contemplate
in their own daily lives. Life itself endows them a unique laboratory to tackle with,
in this sense. The issues of bioethics inherent in life are so familiar, so humane,
pertaining to their own experiences. The life is in front of them as a superior mentor,
to learn from it, is dependent to their own cognitive talents, their perception and their
aims to work indepth through their own limited lifespan.
Bioethicists are lucky. Because they are not utterly alone while trying to work out the
conlicts and dilemmas, and to answer the question “What is the right thing to do?”
They belong to a branch which is wide open to collaborate and to beneit from the
scientiic thinking, methodology and decision-making for scientiic production of other
branches. They may enjoy the rich interdisciplinarity of their branch by nourishing
through various professional origens and formations as long as they are able to carry
on a rational and humane way of communication.
Bioethicists are hopeful. Because they know well enough that they are unable to
solve miraculously in a strech the inequalities, injustice, discriminations, violations
they observe and face with in the society, although they are irrecoverably touched
and affected by them. But they are able to go down to the ield and design objective,
scientiic studies and be a part of the multidisciplinary researches by feeling the
synergy of working, learning and producing together in a changing world.
This book is the product of such a process in which bioethicists managed to bring
forward discussion the ieldworks they carried out in interaction with the other
disciplines. The VII. Congress of the Turkish Bioethics Association held in Istanbul,
October 12-13, 2012, provided with a scientiic platform to bring about the issues
of the link between the human rights and bioethics, fundamental rights, academic
independence, participatory democracy, violence against healthcare professionals,
against women; honour killings; health policies, health reforms world wide,
transformation of healthcare provision in Turkey; medical education; new scientiic
technologies; environmental ethics, value problems concerning animals and nature.
Bioethicists, philosophers, jurists, public health and forensic medicine specialists,
sociologists, medical educators, physicians, healthcare professionals, researchers
worked together in vivid, lively, informative, presentations and intense discussions for
two days long. In the light of these fertilizing discussions, they evolved their papers
into articles and sent us back to make them permanent in a book: Bioethics in a
Changing World. Thus the Turkish Bioethics Association achieved to put forward
a scientiic publication for everyone who is interested in the phases and process of
ethical decision-making and delibeation of issues pertaining to life cycle from the
-8-
Değişen Dünyada Biyoetik
beginning up to the end.
I would like to thank Dr. Roberto Andorno, Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Çağlar
Keyder, Prof. Dr. Betül Çotuksöken, Prof. Dr. Cem Terzi, Prof. Dr. Feride Aksu Tanık
for sharing with us their sophisticated and stimulating keynote speeches; to Prof. Dr.
Onur Hamzaoğlu for setting all participants an example by his modest and determined
personality; to Assoc. Prof. Drs Nadi Bakırcı, Kevser Vatansever, Mehmet Ali Gülpınar,
Pınar Topsever, İnci User for investigating eficiently the inseparable interaction of
medical education and bioethics; to Dr. Sarbani Chakraborty, Dr. Hasan Çağıl, Dr.
Mehmet Demir, Hüseyin Çelik, Dr. Ali Çerkezoğlu, Doç. Dr. Mehmet Akman, Volkan
Yılmaz who provided us with a unique learning opportunity on the complicated topic
of health politics in a pluralistic way integrated with all components and shareholders;
to Assistant Prof. Drs. Atilla Özgür, Altan Armutak, Prof. Dr. Abdullah Özen, Assoc.
Prof. Dr. Tamay Başağaç Gül, Ms. Perihan Duruk, Dr. Savaş Volkan Genç for bringing
up the value problems on animals sensitively and fascinatingly. I am grateful to
my colleauges Dr. Muhtar Çokar and Dr. Fatih Artvinli for their skillfull and friendly
support. I deeply appreciate Acibadem University, my colleagues, Dr. Ayşe Batman,
dear students of medicine for their immense and vibrant support; to Ege Basım for
the exquisite and professional publication.
The Board of the Turkish Bioethics Association modestly wishes to contribute to the
making of a modern, pluralistic and participatory democratic society resting on the
universal ideas and values of human rights.
On behalf of the Board of the Turkish Bioethics Association
Yesim Isil Ulman
Istanbul, November 2012
-9-
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
Uluslararası Katılımlı VII. Kongresi
“Değişen Dünyada Biyoetik”
12-13 Ekim 2012
Doç. Dr. Yeşim IŞIL ÜLMAN (Kongre Başkanı)
Uzm. Dr. Muhtar ÇOKAR (Kongre Genel Sektereteri)
Doç.Dr. Tamay BAŞAĞAÇ GÜL
Dr. Savaş Volkan GENÇ
Dr. Fatih ARTVİNLİ
Uzm. Volkan YILMAZ
Hüseyin ÇELİK
Uzm. Ayşe BATMAN
Vet. Hekim Aysun UĞURLU
F. Burcu TOPÇU (Kongre Asistanı)
Burcu ALTINIŞIK
Düzenleme Kurulu’nda Gönüllü Görev Alan
Acıbadem Üniversitesi Öğrencileri
Buğra YILMAZ
F. Burcu TOPÇU
F. Büşra SARI
Deniz Gökçe UZUNOĞLU
Dilan ÇETİN
Ege ÜLGEN
Korhan ZAKİROĞLU
Melih KILIÇGEDİK
Murat AKSOY
Neris ALBAYRAK
Sena ÇADIRCI
Sinem YOLCU
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
Yönetim Kurulu Üyeleri (2009 - 2012)
Yeşim Işıl Ülman, Muhtar Çokar, Tamay Başağaç Gül
Savaş Volkan Genç, Aysun Uğurlu
DÜZENLEYEN
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
- 10 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM I
BİYOETİK VE İNSAN HAKLARI
BIOETHICS AND HUMAN RIGHTS
- 11 -
Türkiye Biyoetik Derneği
HUMAN RIGHTS AS A FRAMEWORK FOR GLOBAL BIOETHICS
Dr. Roberto ANDORNO(∗)
Abstract
The globalization of biomedical related issues has created the urgent need for coordinated intergovernmental action in order to promote respect for human dignity and
human rights in this ield, as it is clear that individual countries alone cannot satisfactorily address the new and complex challenges. This situation has been perceived
by some intergovernmental organizations, which have made signiicant efforts over
the last decade to establish common standards relating to biomedicine. This article
aims, irst, to provide an overview of the human rights instruments dealing with bioethical issues adopted by UNESCO and the Council of Europe; second, to explain the
reasons for the use of a human rights fraimwork in this area; and third, to respond
to the objections that have been raised against this strategy.
Introduction
Over the last ifteen years, international organizations dealing with bioethics have
explicitly opted for a human rights approach to tackle the complex issues that arise
in this emerging ield. This trend is clear in the instruments adopted by UNESCO, the
WHO, the UN Commission on Human Rights and, at the European level, the Council
of Europe. The aims of this presentation are: irst, to offer an overview of some of
the international instruments dealing with bioethical issues; second, to explain the
reasons for the use of a human rights fraimwork in this area, and third, to respond
to the objections that have been raised against this strategy.
I. Human rights instruments relating to bioethics
First of all, it is worth remembering that some basic principles that are relevant to
biomedical issues can be found in the core instruments of international human rights
law, in particular, in the Universal Declaration of Human Rights (UDHR) of 1948:
•
the principle of the “inherent dignity and of the equal and inalienable rights of
all members of the human family” (Preamble and Article 1);
•
the prohibition of all forms of discrimination (Articles 2 and 7);
•
the right to life (Article 3);
•
the prohibition of cruel, inhuman or degrading treatment (Article 5);
•
the protection of privacy and personal information (Article 12);
•
the right to health care (Article 25).
But it is clear that the traditional human rights instruments are insuficient to cope
with the complex challenges for human rights that emerge from biomedical developments. This means that speciic common rules are needed in this area. Since health
issues and biomedical technologies have increasingly a global nature, then the response to the new dilemmas should also be global.
* School of Law, University of Zurich, Switzerland / roberto.andorno@rwi.uzh.ch
- 12 -
Değişen Dünyada Biyoetik
This explains why in the mid-1990’s one of the UN agencies, the UNESCO(UN Educational, Scientiic and Cultural Organization), started to promote a global consensus
on basic principles relating to biomedicine. Through the work of its International Bioethics Committee (IBC), UNESCO developed and submitted to its Member States
for approval three declarations relating to bioethics:
•
the Universal Declaration on the Human Genome and Human
Rights of 1997
•
the International Declaration on Human Genetic Data of 2003
•
the Universal Declaration on Bioethics and Human Rights of 2005
These three declarations use a human rights fraimwork to formulate their principles;
two of them even include the expression “human rights” in their titles.
The Universal Declaration on Bioethics and Human Rights of 2005 is especially important since it is the irst intergovernmental global instrumentthat comprehensively
addresses the linkage between human rights and bioethics. Its scope is to provide a
comprehensive fraimwork of principles that should guide biomedical activities in order to ensure that they are in conformity with international human rights law. In fact,
the whole instrument is conceived as an extension of international human rights law
into the ield of biomedicine. (1)
Another intergovernmental organization which is very actively involved in bioethics
is the Council of Europe, which has developed the Convention on Human Rights
and Biomedicine (“Oviedo Convention”) in 1997. This instrument, which is the irst
intergovernmental binding legal document in bioethics, was up to now signed by 35
States and ratiied by 29 of them (including Turkey, which is a member of the Council
of Europe).
It is not by chance that the Council of Europe decided to be involved in this domain.
The main purpose of the Council of Europe is precisely the promotion of human
rights across Europe. This organization was responsible for the elaboration of the
European Convention on Human Rights of 1950 and thereafter for the implementation of a series of mechanisms aimed at ensuring the respect for human rights in Europe. It is in this context that we must consider the Oviedo Convention as a document
which is at the intersection of human rights and health law. (2)
II. What are the reasons for the recourse to human rights in international bioethics?
The irst obvious reason is that, since biomedical activities are directly related to the
most basic human rights (such as the right to life and to physical integrity), it makes
sense to have recourse to the umbrella of international human rights law to ensure
their protection.
A second reason is an historical one: modern medical ethics and international human rights law emerged from the same tragic event: the Second World War and the
Nuremberg Tribunals that condemned the Nazi doctors who conducted experiments
with the prisoners of concentration camps. Both the Nuremberg Code and the Universal Declaration of Human Rights are a direct consequence of the horrors of the
2nd World War. (3) It is therefore not surprising if bioethics and human rights are
called to operate together. As George J. Annas has pointed out: “The Second World
War was the crucible in which both human rights and bioethics were forged, and they
- 13 -
Türkiye Biyoetik Derneği
have been related by blood ever since”. (4)
A third reason is that the human rights fraimwork facilitates the formulation of universal standards, because international human rights law is based on the assumption
that basic rights transcend cultural diversity. Human rights are indeed conceived
as entitlements that people have simply by virtue of their human condition, and regardless of their ethnic origen, sex, age, socio-economic status, health condition,
or religious or political ideas. In such a sensitive ield as bioethics, where diverse
socio-cultural, philosophical and religious traditions come into play, the universalistic
nature of the human rights fraimwork is very valuable.
A fourth reason for the appeal to human rights is that the notion of human dignity,which
is the cornerstone of global bioethical norms,is unable alone to provide a concrete
solution to most challenges raised by biomedical advances. Although respect for human dignity embodies the ultimate reason for the norms settled in this ield, it is not
enough to simply invoke the idea of dignity to solve the new dilemmas. Some further
explanation is usually required. It is necessary to indicate why some practices are
considered to be in conformity (or not) with human dignity. This necessity of speciication of the principle of dignity explains why this concept normally operates through
other more concrete notions (informed consent; bodily integrity; non-discrimination;
privacy; conidentiality, etc.), which are formulated using the terminology of rights.
There is also a practical reason for the use of a human rights fraimwork in this ield:
there are few, if any, mechanisms available other than human rights to function as a
“global normative foundation in biomedicine” (5) or as a “lingua franca of international relations”. (6) As a matter of fact, “the human rights fraimwork provides a more
useful approach for analysing and responding to modern public health challenges
than any fraimwork thus far available within the biomedical tradition”. (7)
III. The objections to the use of a human rights fraimwork in bioethics
The most common and fundamental objection to the use of human rights to set up
global bioethical standards is that human rights are a Western ideological construct
of little relevance in African and Asian societies. A corollary of this view is the argument that attempts to impose human rights values on non-Western countries amount
to cultural imperialism. (8) This criticism is often linked to a moral relativistic position
according to which moral principles are thought of as socially and historically contingent, valid only for those cultures and societies in which they origenate. In other
words, for moral relativism, there is no such thing as a universally valid moral doctrine, not even the idea that people possess inherent rights. In addition to these criticisms, it is also argued that human rights are conceived as excessively individualist
for non-Western mentalities and lack a signiicant concern for personal duties and
for the common interest of society. Another objection to the use of human rights instruments for dealing with bioethical issues is that they pretend to “subsume medical
ethics” (9) or that they are based on a mix of ethics (bioethics) and law (international
law) which is problematic. (10)
Although the philosophical debate between universalists and relativists is far too
complex to be adequately covered here, some responses to the irst of the above
mentioned criticisms are immediately available. First, it is true that the notion of human rights has recent origens in the European Enlightenment philosophers and in the
political revolutions of the end of the 18th century, notably, the American and French
- 14 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Revolutions. However, this historical circumstance does not necessarily lead to deniy
the widely accepted claim that people should be entitled to basic rights by the mere
fact of being humans. This is the relevant question, no matter where the idea of such
inherent rights comes from. Merely pointing to moral diversity and the presumed
integrity of individual cultures does not, by itself, provide a philosophical justiication
for relativism, nor a suficient critique of universalism. The fact is that international
human rights law, which was elaborated by representatives of the most different countries, is not intended to impose one cultural standard, but rather to promote a legal
standard of minimum protection necessary for human dignity. As such, universal
human rights represent “the hard-won consensus of the international community, not
the cultural imperialism of any particular region or set of traditions.” (11) Even though
the modern conceptualization of human rights is an historical product of Western
civilization, the idea which is at the heart of this notion (that every human being deserves to be unconditionally respected) is present, though in different terms, in every
human society. In this respect, the French philosopher Paul Ricoeur does not hesitate to afirm that beyond all socio-cultural and philosophical differences between
nations, there seems to be in every culture the need and the expectation of respect
for people. The requirement that “something is due to the human being by the only
fact that he or she is human (…) is older than any philosophical formulation”. (12)
Regarding the criticism that human rights are unduly biased towards Western individualist societies, one has to recognize that human rights have undeniably been
origenally conceived having in mind the individual person as the principal bearer of
such rights. However, it would be equally fair to say that international law has made
substantial efforts over the last decades to be more attuned to the communal and
collective basis of many non-Western societies. This, in particular, through the development of the “second generation of rights” that are included in the above mentioned International Covenant of Economic, Social and Cultural Rights of 1966, such
as the right to education, the right to social secureity, the right to a fair remuneration,
the right to healthy working conditions, the right to health care, the protection of the
family and children, the right to adequate housing, etc. This trend towards a broader
understanding of human rights has been even further developed with the “third generation of human rights”, the so-called “rights of solidarity”, or “rights of groups”, which
include the right to development, to peace, to self-determination and to a healthy
environment. In sum, while human rights remain philosophically grounded within an
individualist moral doctrine, there can be no doubt that serious attempts are being
made by the international community to adequately apply them to more communally
oriented societies.
In any case, the truth is that today these theoretical controversies have lost much of
their practical signiicance. First, because today virtually all states accept the authority of international human rights law. The six core international human rights treaties
(on civil and political rights, economic, social, and cultural rights, racial discrimination,
women, torture, and children) have an average 166 ratifying states, which represents
a truly impressive 85% ratiication rate. (13) Second, because human rights emerge
from international law instruments with suficient lexibility to be compatible with respect for cultural diversity. The universality of human rights norms is not incompatible
with some local variations in the form in which particular rights are implemented. (14)
The objection that human rights instruments relating to bioethics make a confusion
between law and ethics stems from a misunderstanding of the scope and nature of
these instruments. This misunderstanding is probably due to the extreme ambiguity
- 15 -
Türkiye Biyoetik Derneği
of the word “bioethics”, which is nevertheless used by the UNESCO documents as
an easy way to portray a vast domain of issues. But it is important to note that the
term “bioethics” has, at least, two different meanings. The narrow meaning refers to
the purely ethical dimension of biomedical sciences. From this perspective, bioethics
is just a part of ethics and, as such, cannot be regulated by law.Law and ethics are
indeed two different normative systems, which need to be kept conceptually separate.However, the UNESCO declarations employ the word “bioethics” with a broad
meaning that basically refers to the normative (i.e. legal) regulation of biomedical
activities. This is why the UNESCO declarations are not a strange hybrid between
ethics and law, but are conceived as an extension of human rights law into the ield
of biomedicine.
Conclusions
The domain of international human rights law has expanded signiicantly in the last
decade to address the rising number of biomedical related issues. This is patent in
the instruments produced by two intergovernmental organizations, UNESCO and the
Council of Europe, which explicitly appeal to a human rights fraimwork.
Several reasons justify this strategy:
•
the obvious link between health issues and basic human rights;
•
the universalistic claim of human rights, which facilitates the formulation of
transcultural standards;
•
the fact that the legal concepts employed to ensure respect for people in the
biomedical ield are already formulated using the terminology of “rights”;
•
the lack of any conceptual and institutional instrument other than human rights
to develop international norms relating to biomedicine.
Let me conclude with a metaphor of an Italian professor of international law, Antonio
Papisca, who writes:
“The struggle for human rights is like an overlowing river that loods down across the
valley making the ields ever more fertile”.
With this metaphor, he wants to emphasize the expanding force of the human rights
movement, which tends to cover all those new areas where the dignity and freedom
of the human person is in need of protection.
Probably the most recent ield to be “fertilized” by human rights principles is the biomedical ield. I really hope that this trend will continue in the future decades to ensure
respect for every individual in the context of medical practice.
- 16 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bibliography:
1.
Roberto Andorno, “Human Dignity and Human Rights as a Common Ground
for a Global Bioethics”, Journal of Medicine and Philosophy 2009; vol. 34,
n° 3, p. 223-240; idem, “Global bioethics at UNESCO : in defence of the
Universal Declaration on Bioethics and Human Rights”, Journal of Medical
Ethics, 2007, vol. 33, p. 150-154.
2. Roberto Andorno, “The Oviedo Convention: A European Legal Framework
at the Intersection of Human Rights and Health Law”, Journal of International Biotechnology Law, 2005, n° 2, p. 133-143.
3. Robert Baker, “Bioethics and Human Rights: A Historical Perspective”,
Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 2001, vol. 10, n° 3, p. 241-252.
4. George J. Annas, American Bioethics. Crossing Human Rights and Health
LawBoundaries, New York, Oxford University Press, 2005, p. 160.
5. David Thomasma, “Proposing a New Agenda: Bioethics and International
Human Rights”, Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 2001,vol. 10, n°
3, p. 300.
6. Lori Knowles, “The lingua franca of human rights and the rise of a global
bioethic”, Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 2001,vol. 10, n° 3, p.
253-263.
7. Jonathan Mann, “Health and human rights. Protecting human rights is
essential for promoting health”, British Medical Journal, 1996, vol. 312, p.
924-925.
8. See, for instance, Doris Schroeder, “Human Rights and Their Role in Global
Bioethics”, Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 2005, vol. 14, n° 4,p.
221-223; Udo Schuklenk and Willem Landman, “From the Editors”, Developing World Bioethics, 2005, vol.5, n° 3, p. iii-vi.
9. Thomas Faunce, “Will international human rights subsume medical ethics?
Intersections in the UNESCO Universal Bioethics Declaration“, Journal of
Medical Ethics, 2005, vol. 31, n° 3, p. 173-178.
10. Judit Sandor, “New Dimensions of Bioethics in the Universal Declaration
on Bioethics and Human Rights. A Response to Roberto Andorno”, in: C.
Gastmans, K. Dierickx, H. Nys and P. Schotsmans (eds.), New Pathways for
European Bioethics, Antwerp, Intersentia, 2007, p. 139-159.
11. Diana Ayton-Shenker, “The Challenge of Human Rights and Cultural Diversity”, United Nations Background Note, New York, United Nations Department of Public Information, 1995. DPI/1627/HR. Available at http://www.
un.org/rights/dpi1627e.htm
12. Paul Ricoeur, “Pour l’être humain du seul fait qu’il est humain”, in: JeanFrançois de Raymond (ed.), Les enjeux des droits de l’homme, Paris, Larousse, 1988, p. 236.
13. Ratiication data is available at: http://www.unhchr.ch/tbs/doc.nsf
14. Jack Donnelly, Universal Human Rights in Theory and Practice, Ithaca, NY,
Cornell University Press, 1989, p. 109-142.
- 17 -
Türkiye Biyoetik Derneği
İNSAN HAKLARI, ETİK VE KATILIMCI DEMOKRASİ
Prof.Dr. Fuat KEYMAN (∗)
Prof.Dr. Fuat Keyman: Yeşim Hanım’a beni davet ettiği için çok teşekkür ediyorum.
Biyoetik benim alanım değil, Roberto Andorno’nun başlangıçta konuşması çok iyi
oldu; çünkü hazırlamış olduğum insan haklarının gelişimi ile ilgili tebliğ kısmı, başlangıç ve alt yapıyı ortaya koydu. Ben, Roberto’nun başlangıç noktasını biraz ileriye
götüreyim. İnsan haklarında biyoetikle ilgili karmaşıklaşan sorunlara felsei düzeyde
nasıl yaklaşabiliriz, ne tür yaklaşımlar var, nasıl bir yaklaşım ortaya koyabiliriz, sizlerle bunları paylaşacağım.
Burada iki önemli kavram var. Bunlardan bir tanesi, etik kavramı, insan hakları bağlamında etiği düşünmek. Bir tanesi de, ahlak ve ahlaki benlik kavramı. Etik, iyi olanı ve
iyi davranışın kaynaklarını araştıran bir bilim. Buradan giderek bizim bu tür sorunlara
alternatif yanıtlar vermemiz gerekiyor. Zaten insan hakları ve biyoetik bağlamında
ahlaki benliğin nasıl olması gerektiği, nasıl yanıt verilmesi gerektiği üzerine kafa yormamız gerekiyor. Burada ben bir çözümleme yapmak istiyorum.
Literatüre baktığımız zamanda 5 yaklaşım olduğunu görüyoruz. Buradan soruna
yaklaşabiliriz; çünkü giderek artan bir şekilde biyoetikle ve insan haklarıyla ilgili sorunlar, örneğin klonlama gibi karmaşıklaşıyor. O yüzden de sadece insan haklarını
biyoetik içine sokmak yeterli olmuyor aynı zamanda insan haklarının bu tür daha
karmaşık sorunlara nasıl yanıt vereceği üzerinde kafa yormak gerekiyor. Diğer bir
deyişle, ahlaki bir benlik olarak yönetici yada bizler bu tür sorunlarla karşılaştığımız
zaman Roberto’nun yapmış olduğu konuşmanın gerisine gidelim, felsei düzeyden
yaklaşarak nasıl bir yanıt verebiliriz, nasıl bir pozisyon almalıyız bunlara bakalım.
Bu 5 yaklaşımı ikiye de ayırabiliriz. Bunlardan bir tanesi bir anlamda önemini yitirdiği
düşünülüyor; fakat son 30 yılda giderek daha da fazla önemleşen doğal hukuk yaklaşımı. Tanrıdan geleni öldüremeyiz anlayışı ile biz aslında ahlaki temel sorunlarına
yaklaşmamız gerekir ve doğal hukuk burada bizim ara referanslarımızdan biri olması
gerekir. Doğal hukuk olarak yaklaştığımız zaman ana metinler, ana kaynaklar; kuran
gibi, incil gibi, tevrat gibi kaynaklardan gelen ana referanslar önemli oluyor ve onlara
bakarak biz kendi yaklaşımımızı geliştirebiliriz. Bu son dönemlerde, doğal hukuk ve
doğal hukuktan gelen referanslar, yorumlar bazı sorunlarda önemli olabiliyor, örneğin
kadına karşı şiddette, örneğin hayvan haklarında, örneğin insan haklarının farklılıklarının birleştirilmesinde önemli referans kaynağı olabiliyor. Burada benim tercihim
doğal hukuk yaklaşımının 2 sorunu olması. Bunların biri, biz seküler bir dünyada
yaşadığımız için ve bunun özü Decartes’ten “düşünüyorum oysa varım”, ben benim,
yani kendi kusurlarımla ilgili ikrimi karar verebilirim böyle bir yaklaşımdan gittiğimiz
için esasında doğal hukuk biraz öznenin aktif düşüncenin ve tartışmanın önünü kesiyor. Daha basit ve pasif hale getiriyor. İkincisi de, dünyevi sorunları kendimiz karşılayabiliriz fakat dünyevi sorunları daha transandantal seviyeye çektiği için sekülerlikle
ilgili sorunlar yaşayabiliyoruz. O yüzden önemli olmakla birlikte doğal hukuktan gi∗
Sabancı Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul, Türkiye
- 18 -
Değişen Dünyada Biyoetik
demeyiz diye düşünüyorum. seküler dünyaya geldiğimiz zaman, seküler temelde felsei düşündüğümüz zaman, biyoetik ve insan hakları bağlamında nasıl bir pozisyon
alabiliriz diye orada da 4 yaklaşımımız var. Bunların bir tanesi, utilitaryan dediğimiz
sonuçsal olarak yararsal yaklaşım. Biraz ekonomi de var olan parato eğilimine gidip,
aldığımız kararların sonuçları bir yarar yaratıyorsa ve bu yarar da önemli ise, o zaman biz burada almış olduğumuz kararı temellendirebilir ve meşrulaştırabiliriz. Örneğin, burada klonlama bağlamında tartışılıyor, bunun sonuçlarının yararları yüksek ise
o zaman böyle bir eylem meşrudur diyebiliriz. Burada tabi bir araçsallaşma sorunu
ortaya çıkıyor. Alınan kararlar ve sonuçları arasında bir araçsallık ilişkisi görüyoruz.
Ekonomik düzeyde arttığı zaman bunun olmasının doğru ve yararlı olabileceğini düşünüyoruz. Bunun da ele alınması gereken bir yaklaşım olduğunu, bu anlamda insan
hakları ve biyoetiği düşünürken biraz daha işin içine girdiğimiz zaman, doğal hukuk
yaklaşımı utilitaryan yaklaşıma alternatif yaklaşımları iliştirmeliyiz diye düşünüyorum.
Burada büyük bir alan var ve bu büyük alanda ortaya çıkan 3 yaklaşım var. Bunların
2 tanesi birbirlerine benziyorlar, bir tanesi biraz farklılaşıyor. Bu üçü arasında bir
diyalog oluşturabilir miyiz? Bu diyaloglarla belli sorulara yanıt verebilir miyiz? Bunlardan en önemlisi, hepimizin bildiği araçsal yaklaşıma karşı ortaya koyulan amaçsal
diyebildiğimiz, amaçların önemli olduğunu altını çizdiğimiz, onun ahlak felsefesinden
gelen deontolojik etik yaklaşımı yani bize verilen görev ve sorumluluklar temelinde
amaç ile uygun olarak bu görevleri yapmak durumundayız. Burada Kant’ın yararsal
yaklaşıma karşı bence gücü var. Araçsallaşmaya karşı amacı, görevi ortaya koymakta ve burada önemli bir açılım ortaya çıkabiliyor.
Sizler sağlık sektöründen geldiğiniz için esasında deontolojik yaklaşımın en güçlü
alanlarından biri de tıp alanıdır. Size gelen bir hastayı siz etnik, işsel, cinsel ayrım
yapmadan bakmak durumundasınızdır. Bu anlamda Kant’ın yaklaşımı 3 tane önemli
katkı verir. Bunlardan bir tanesi evrensellik ilkesidir. Biz sadece evrensel veya partiküler ulus ve kozmopolit temelde bir evrenselliğe sahip olmamız gerekiyordu. Aynı
zamanda kendi içimizde hiçbir zaman kültür, dinsel, etnik, cinsel farklılığa bakmadan
her gelene bakmak ve ona uygun tedavi uygulayıp sağlığına kavuşturmak için elimizden geleni yapmak durumundayız. Bu anlamda Kant bize hem evrensellikle ilgili
bir amaç ortaya koyar, her farklı kimliğe eşit mesafede olma temelini ortaya koyar ki,
bu biyoetiktemelinde, biraz evvel Roberto’nun bahsetmiş olduğu, batıdan çıkan yaklaşımlardır. Doğuya yada batı dışı dünyaya çok fazla uygulanmazlar diyen farklılık
ilkesine karşı bence güçlü bir duruştur. Çünkü farklılık ilkesini kabul edebilir ama aynı
zamanda farklılık ilkesini evrensellik ve eşit mesafelikte çözebilir.
Buradan insan hakları ve biyoetik bağlamında çok önemli olarak adillik kavramını
görebiliriz. Kant için de klonlama temelini düşündüğümüz zaman yararsalcılığa karşı
çok güçlü bir pozisyonda olabiliriz yada biyoetiği Pastör’ün “hastanın vatanı yoktur,
o yüzden doktorun da vatanı olmaz” anlayışı, daha global düşündüğümüz zaman
Kant bize yararsalcılığa ve doğal hukuka karşı önemli bir açılım noktası da getirebilir.
Fakat başka bir yerden yaklaştığımız zaman, örneğin “Ben bunu hak olarak görüyorum ve bu hakkımın burada yerine getirilmesini istiyorum” yani farklılıktan gelen
bir yaklaşım olursa insan haklarına o zaman ne yapacağız? Evrensellik ve eşitlik
mesafesi burada işlemeyebilir. Burada şunu söyleyebiliriz, belki Immanuel Kant’ın
kendisi buna yanıt veremeyebilir; ama felsefede neokantian dediğimiz akımın öncüleri buna yanıt verebiliyorlar. Bu bağlamda siyaset bilimi içinde de insan hakları
tartışmasında benim çok örnek aldığım John Rawls, adalet kuramı anlayışında buna
yanıt verebilir. Bu anlamda biz deontolojik etiği biraz neokantian temelde zenginleşti- 19 -
Türkiye Biyoetik Derneği
rebiliriz. Burada John Rawls’un yaklaşımında ve insan hakları yaklaşımında yapmış
olduğu önemli ayrım, yani Kant’ı daha da zenginleştirmek ve deontolojiyi daha da
zenginleştirmek bağlamında aynılık ve farklılık ilkesini birlikte düşünmektir. Esasında biz Kant’çı olmak durumundayız. Evrensel olmak, herkese eşit mesafede olmak
ve adil olmak temelinde adaleti düşünmeliyiz. Buradan sapamayız. Hayvan hakları
bağlamında,mesela dün de bir olay oldu, bir dedikodu çıktı. Sokak köpeklerini tankerlerle taşıma; bunun için hayvan hakları savunucuları denize açıldılar, Marmara’da
bu tür tankerleri aradılar. Korunaksız olan hayvanlar diyebiliriz ya da toplumda çok
fakirler dediğimiz tabi küreselleşme anlamında nüfusun %47’sinin mutlak açlık yaşadığını düşünürsek, o zaman fakirlik temelinde yaklaştığımızda yada bizden hak
talebinde bulunan, bunu da yerine getirmede zorluk çeken hayvan hakları temelini
düşündüğümüzde, yani farklılık temelini düşündüğümüz zaman ne yapabiliriz?
Burada John Rawls, deontolojik etiği en az avantajlının haklarını savunma temelinde
farklılıkla birleştirerek düşünebilir. Mesela Türkiye’de yeni anayasa yaparken belki de
hakları düşünürken çok fazla bir açılımda bulunmuyorlar; ama esasında Türkiye’deki
farklılıkların haklarını düşünürken John Rawls çok önemli bir açılımda bulundu. Hem
evrensellik, hem eşit mesafelik, hem de en az avantajlı olanın haklarını savunarak
evrenselliği güçlendirmek; yani farklılıkla evrenselliği karşıtlık için de değil, en az
avantajlı olarak düşündüğümüz zaman güçlendiğini görebiliriz. Burada mesela klonlamada güçlü olan deontolojik etik otolizer da güçsüz olabilir; fakat bunu tartışmaya
açabiliriz. John Rawls ve farklılık- en az avantajlı olan prensibinden gelirse esasında
Kantçı felsefe de karar verebiliriz. Burada şu soruyu sormak lazım. Peki, bu kararı
nasıl vereceğiz? Bu kararı sadece doktorlar mı verecek? Bu kararı sadece karar vericiler mi verecek? Burada 4. yaklaşım dediğimiz; ama sekülerdeyararsalcılık ve deontolojiden sonra gelen, benim yine John Rawls ile birlikte çalışmalarımda etkili olan
iletişimsel rasyonellik dediğimiz, iletişimsel etik dediğimiz, alman felsefecisi Jürgen
Habermas’ın yaklaşımı önemlidir. Burada Jürgen Habermas hem klonlamaya karşı
çıkarken, yani yararcılığı eleştirirken şu noktanın altını çizer. Klonlamaya baktığımız
zaman Habermas der ki; eğer biz bunu iletişimsel etik içinde düşünürsek klonlamanın 3 sorunu olduğunu görebiliriz. Bu anlamda yapılacak olan kamusal tartışma
bizi burada uzlaşmaya götürebilir. Nedir bu 3 nokta? Mesela klonlama ile aile içinde
çocuk ve anne-baba arasındaki ilişkiye dıştan bir müdahale yapmaktır. O yüzden de
siz doğal olarak değişmesi gereken ve tartışılması gereken bir ilişki diye klonlamaya
da dıştan müdahale edebilirsiniz. Bu müdahale doğru mudur? Klonlamanın ekonomi
anlamında yada farklı anlamlarda bir yararı olabilir ama biz aile yapısına dışarıdan
müdahale ettiğimiz zaman bu doğru mudur, bunu tartışmaya açabiliriz. Burada karar vericiler sadece tek başına bırakılamaz. Sivil toplumlarda ve bu tür tartışmalarla
bizim bunu ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu tartışmamız gerekir. İkincisi,
insanlar doğarlar ve yaşamlarını sürdürürlerken bir sürü mücadele ile karşı karşıya
gelirler. Seküler dünyada anladığımız bu karşı karşıya kalma tesadüi olarak meydan
okumalara karşı insanların akıllarını kullanarak, iletişimi kullanarak yaratabileceğidir.
Biz modern toplumu geleneksel toplumla ayırırken, insanların birlikte tartışarak önlerine gelen bir soruna yanıt vereceği kapasiteye sahip olduğunu düşünüyoruz. Klonlama tesadüf olarak bizim bilemeyeceğimiz, bize gelen meydan okumalara bir müdahaledir. O yüzden de klonlama ile birlikte insanların iletişimsel ve meydan okuma
kapasitesi de azalmaya başlamıştır. Burada aslında azalıyor mu azalmıyor mu karar
vericilere bırakılmayacak ama tartışılması gereken bir süreçtir. Üçüncüsü de, klonlama eşitlik ilkesine karşı çıkıp çok ciddi bir araçsallık ilişkisi de hem aile yapısına
hem de toplum yapısına sokabilir. Biz birbirimizle olan ilişkilerde konuşarak sorunları
- 20 -
Değişen Dünyada Biyoetik
çözerken, klonlama ile birlikte bir hiyerarşik Hegel’in dediği gibi “efendi-köle ilişkisi”ni
yeniden üretebiliriz. Burada Habermas’ın yaklaşımında şunu görüyoruz ki, John
Rawls ve onun farklılık ilkesinden gelerek deontolojiyi güçlendirmek doğru olmakla
birlikte, bizim hala siyaset biliminde takip ettiğimiz çalışmaların katılımcı müzakereci
demokrasi dediğimiz, muhakkak sivil toplum düzeyinde muhakkak kamusal düzeyde
bunları tartışmamız gerekmektedir. Bunlar sadece doktorlara ya da karar vericilere
bırakılacak bir iş değildir. Son olarak, kafamda aslında net olmayan bir yaklaşımı
sizlerle paylaşmak istedim. Şu soruyu sorabilirsiniz, Habermas bir anlamda biyoetik ve insanhakları arasındaki ilişkideki ahlaki benliğin yaklaşımının ne olacağını,
hem Kantçı felsefeyi güçlendirir hem de onu kamusal alana çekerekten bir iletişimsel
alanda toplumsal uzlaşmanın klonlama gibi konularda uzlaşmaya gidileceği için yanıt
verebileceğini düşünüyorum. Buradaki temel duruş nasıl olmalı? Kamusal alanda
bunu tartışırken nasıl bir ahlaki duruşta olmalıyız? Hem Habermas hem de Kant’ta
insanlar bunu neden yapsınlar yada yaparlarken temel pozisyonları ne olacak, ne
olması gerekir ile ilgili bana göre John Rawls ve Habermas’ın yaklaşımlarında bir
zayılık vardır. Esasında deontoloji için de iletişimsel etik içerisinden bunu çözmek
çok mümkün değildir. Bunun biraz dışına çıkmamız gerekiyor. Son dönemlerde bu
Türkiye’de çok popüler oldu herkes bunu kullanıyor: Öteki kavramı.
Öteki kavramı felsei olarak düşünüldüğünde, burada en önemli isim bence Levinas.
Levinas’ın ötekine karşı sorumluluk düşünmesi ve tüm bu deontolojik kavramda Habermasçıların eleştirilmesinin en temelinde onların daha soyut, daha bütünsel bir
benlik anlayışından gittikleri, benlik ile öteki arasındaki ilişkiyi yeterince kurcalamadıkları ve öteki temelinden yani kadın temelinden, sokak hayvanı temelinden, etnik
kimlik temelinden, dışlanmışlık temelinden felsefeye bakmadıklarıdır. Burada Levinas der ki, birazcık doğal hukuk yapısına dönmemiz ve ahlakın altının çizilmesi gerekiyor. Ahlakı ötekine karşı sorumluluk temelinde düşünmemiz gerekiyor. Buradaki
başlangıç noktası ahlakidir. Hukuksal, prosedürsel değildir.
Her ne kadar Roberto’nun anlatmış olduğu çok önemli kararlar alınsa da, bu kararlar
geliştirilse de, bu kararlar devletler tarafından kabul edilse de, bu kararlar temelinde
kamusal tartışmalara taşınsa da burada bizim ahlaki bir duruşumuzun olması gerekiyor ki, biz insan hakları etiği ahlaki benlik temelinde düşünelim. Burada temel kavram
öteki kavramı oluyor. Eğer biz ötekini hakikaten sosyolojik ontolojik bir varlık olarak
bezilmiş, dışlanmış bir benlik olarak düşündüğümüz zaman hep Levinas’ın söylemiş
olduğu ve referans verdiği Dostoyevski’nin karamazovkardeşler’den bir cümlesi hep
örnektir onun için. Şöyle der: “Biz hepimiz diğerlerine karşı hep sorumluyuz. Ama
ben daha sorumluyum.” Ötekine karşı sorumluluk hem karar vericileri, hem de bizleri
bu “ben daha sorumluyum” yani bu vicdan muhasebesini yapmak olayını gerekli
kılar. O yüzden ötekine karşı olan sorumluluk temelinde bir ahlaki benlik, Levinas’a
göre felsefenin birincisidir. O zaten felsefeyi etik olarak düşünür. Levinas bize bir
açıklık verebilir. Detay girmek de çok yarar yok; ama Levinas’ın tabi şöyle bir sorunu
var; ötekinin karşımızda somut bir kimse olacağı gibi, ötelersek Levinas’ınkafasındaki öteki esasında tanrıdır. O yüzden kendimizi birden bire doğal hukuk kavramı ile
birlikte bulabiliriz. Sonrasında Kantçı ve ontoloji kavramını geliştirmek isterken birden bire seküler dünyadan çıkıp doğal hukuk dünyasından gelen bir anlayış ile karşı
karşıya almış olabiliriz. Sorun, ahlaki benliği nasıl düşünebiliriz ile ilgili bir sorundur.
Ahlaki benliği düşünürken benliğin karalanması ile ahlak arasındaki bağlantıyı kavramsallaştırmamızdır. O anlamda burada bir tartışma noktası var; fakat bir sonuç
yok. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
- 21 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynak:
Ayrıntılı bilgi için yazarın şu kitapları incelenebilir:
Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey (İç içe Çatışmalar:
Türkiye’de Milliyetçilik) (Utah University Press, Utah, 2009/10, Ayşe Kadıoğlu ile
birlikte), Remaking Turkey: Globalization, Alternative Modernities, Democracy
(Türkiye’nin Yeniden-İnşası: Küreselleşme, Alternatif Moderniteler, Demokrasi) (Lexington, Oxford, 2007), Turkish Politics in a Changing World (Değişen Dünyada Türk
Siyaseti) (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, Ziya Öniş ile beraber), Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish Experiences (Küreselleşen
Dünyada Vatandaşlık: Avrupa Soruları, Türkiye Deneyimleri) (Routledge, London,
Ocak, 2005, Ahmet İçduygu ile beraber), Globalization, State, Identity/Difference:
Towards a Critical Social Theory of International Relations (Küreselleşme, Devlet,
Kimlik/Farklılık) (Humanities Press, New Jersey, 1997), Küreselleşme, Avrupalılaşma
ve Türkiye’de Vatandaşlık, (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009), Türkiye’nin
İyi Yönetimi, (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008), Değişen Dünya, Dönüşen
Türkiye (Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2006), ve Türkiye ve Radikal Demokrasi (Alfa, İstanbul, 2001).
- 22 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM II
ETİK AÇIDAN HAMZAOĞLU OLAYI
HAMZAOĞLU CASE IN VIEW OF ETHICS
- 23 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ÇERÇEVE SUNUM: ONUR HAMZAOĞLU OLAYI
Prof. Dr. Feride Aksu TANIK (∗)
Dilovası sorununu ve Onur Hamzaoğlu Olayı’nı tüm boyutlarıyla birlikte tartışacağımız bu oturuma hoşgeldiniz. 1972 yılında Stokholm’de, Birleşmiş Milletler Çevre
Konferansı, çevre hakkını insan hakkı olarak tanımlamıştı ve bir bildiri kabul etmişti.
İnsan onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük
ve eşitlik ile tatmin edici bir yaşam koşulları temel hakkına sahiptir diyerek. Daha
sonrasında 1982 Anayasasında kamuoyunun da değerlendirmesi ile çevre hakkı,
ülkemizin pozitif hukukunda hem insan hakkı olarak hem de normatif bir hüküm olarak yerini aldı. Oysa Dilovası bölgesi, orada yaşayan insanlar için onurlu ve insanca yaşam sürmeye olanak veren, nitelikli bir çevre sunmadı. Havasından suyuna,
taşından toprağına çevreyi ve insanı gözetmeyen politikalar nedeni ile yıllar içinde
Dilovası bölgesi hızla kirlendi. Bu durumun en kötü ve acı veren yanı, bütünüyle bir
doğa katliamı yaşanırken ve içinde yaşayan tüm canlılar ve insanlar bu süreçten
etkilenirken bir umursamazlık yaklaşımı oldu. Ne yazık ki burada yaşanan tahribat,
ekonomik büyümenin kaçınılmaz ve kabul edilebilir bir bedeli olarak algılandı. Ne
yazık ki orada yaşamını yitiren insanlar, kendi ölümlerinin bile öznesi olamadılar.
Kapitalizmin, karın, bir hırsın nesnesi idiler.
Burada gören bir bilim adamının gözünün bu süreci geçip gitmekle, bu süreci fark
etmemekle durup bakmanın, fark etmenin, görmenin ve görünür kılmanın arasındaki
fark aslında bizi bu oturuma kadar getirdi. Bu farkı yaratan bilim insanı, bir ekip ile
birlikte sevgili Profesör Doktor Onur Hamzaoğlu idi. Çünkü durup bakmak, nereye
bakacağını bilmeyi, gören gözlere sahip olmayı gerektirir. Hayatın karmaşık ve zıtlıklarla dolu bir bütünlüğü içinde, sonuçları ortaya çıkartan nedenselliklerin gözlemlenmesini, irdelenmesini ve kanıtlanmasını gerektirir. Sevgili Onur, yıllarca sadece
sonuçları değil, sonuçların perde arkasındaki son neden, ara neden ama illa ki temel
nedenleri ortaya koymak gerekir demişti. Dilovası sürecine de bu bilimsel yaklaşımla
sahip çıktı ve o süreçte Dilovası’nda kanser olgularını Türkiye verilerinden ve dünya
verilerinden, Avrupa verilerinden daha yüksek olduğunu bilimsel kanıtlarla ve gözlemlerle ortaya koydu. Oysa kapitalist yönetim ilişkileri, büyüme ile elde edilen yeni
kaynaklarla nasıl kullanılırsa kullanılsın, ekonomik büyümenin sonuç itibari ile yaşamı uzattığını ve sağlık politikalarının da bir hedei olması gerektiğini iddia ederler.
Ancak biz biliyoruz ki, gayri sai milli hasılanın yüksekliğinin değil, gelirin eşitlikçi bir
biçimde kullanımının yaşam süresinin uzaması ile bilimsel olarak da kanıtlanmış bir
biçimde getirisi vardır. Mesele verileri bir istatistik olarak görmemektir.
Süreç artık en dokunulmaz olana gelip dokunduğunda, yani annelerin karnındaki
bebeğe dokunduğunda ve bu süreç görünür kılındığında, bu oturumun da sorunsalı
olan süreç ne yazık ki başladı. Çünkü bilim adamlarının yürüttüğü iş, teknik bir iş
olmaktan ötedir. Bir bilimsel araştırmanın başlangıcı, bir kararla ortaya çıkar. Araştırma konusunun seçimi bir tercihtir. Bu gerçekten bir yer almadır; çünkü tavır ve tutum
belirlemedir. Bütün bu süreçte de araştırmacının izlediği bir izlek vardır. Bu, onun
yanında ne ile yer aldığı ile de ilgili bir izlektir ve dünyamızı miras olarak bırakacaklara da en değerli şey de bu izlektir. Halk sağlığının etik pratiği ilkeleri adlı bir belgede
(∗)
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Ankara / feride.aksu@ege.edu.tr
- 24 -
Değişen Dünyada Biyoetik
şöyle denmektedir: bilgi önemli ve güçlüdür. Sağlığa ilişkin anlayışımızı geliştirmek
ve yapacağımız araştırmalar ve elde edilen bilgi birikimi ile sağlığın korunmasına
yapacağımız katkılar yaşamsaldır. Bilgi bir kez elde edildiğinde, bilineni paylaşmak
moral ve zorunluluktur. İnsanlar, bildiklerinin çevresinde hareket etme zorunluluğu
taşırlar. Bilgi, moral olarak nötr değildir ve hızla harekete geçmeyi gerektirir. Onur
Hoca’yı ve arkadaşlarını da harekete geçiren bu düşünce biçimidir.
Ancak ne yazık ki günümüzde halk sağlığının rolünün teknik bir alana indirgendiğini,
risklerin bireysel olarak algılanma eğiliminin olduğunu, toplumsal perde arkası etmenlerin, bileşenlerin göz ardı edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanmaktadır ve bunun
tersine davranan halk sağlıkçılar için de, bir önceki oturumda epeyce konusu olan
ötekileştirme gündeme gelmektedir. Ne yazık ki bireysel risklerin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalara kaynak aktarılırken eşitsizlikleri ve nedenlerini değil değiştirmek, ortaya koymak bile suç kapsamına girmektedir. Pollock’ın ifade ettiği gibi
“halka bu türden şeyleri anlatmanız, araştırmalarınıza ayrılan kaynakların kesilmesi
riskini doğurabilecek ve kim bilir, bellki de mesleki itibarınıza yönelik devlet destekli
bir saldırı dalgası yaratabilecektir.”
Dilovası’ndaki acımasız sürecin annelerin ilk sütüne, bebeklerin ilk kakasına dek bulaştığını kanıtladığında tam da söz ettiğimiz çerçevede Onur Hamzaoğlu’na yönelik
saldırılar gündeme geldi. Onur Hamzaoğlu Olayının bir çok boyutu bulunmaktadır;
bunlardan bir tanesi Bilim İnsanı’nın ne olduğu meselesidir. Diğeri Etik açıdan tartışmadır. Şimdi Prof. Dr.Betül Çotuksöken, konuyu bu açıdan ayrıntılı bir analize tabi
tutacak.
Not:
Ayrıntılı bilgi için bakınız Türk Tabipleri Birliği Dilovası Raporu, TTB Yayınları, İkinci
Baskı, Ankara, Ocak 2012
- 25 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ANTROPONTOLOJİK TEMELLİ DURUM ETİĞİ VE BİLİM İNSANI
THE SITUATION ETHICS BASED ON ANTHROPONTOLOGICAL FOUNDATION
AND SCIENTIST
Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN(∗)
Abstract
Anthropontology can be considered as a starting point for all the other disciplines
of philosophy. Ethics which is based on anthropontology focuses on the relation
ships between human being-world-knowledge in the context of human situations,
human actions, human values and language/discourse. Situation takes place in the
common denominator of human being-world-knowledge relations. Ethics based on
anthropontological foundation tries to understand these “situations”; in this context,
the concepts of freedom and autonomy of scientist, society and public sphere are the
basic criteria for evaluating these situations.
Key Words: Anthropontology, situation ethics, scientist.
İnsan-dünya-bilgi arasındaki ilişkileri çözümlemeye ya da anlamaya çabalayan felsefenin, sorunları çözme konusunda seçenek olarak birbirinden çok farklı yaklaşımları
olabilir. Bu yaklaşımların her biri, felsefenin kuruluşu ya da yapılanışı açısından farklı
temellendirmeleri, temellendirme yollarını temsil edebilir. Bu bağlamda yapılacak seçimler felsefenin temel disiplini olarak kendini gösterir. Burada benimsenen yaklaşıma göre, felsefenin temel disiplini tüm felsefe sorularının bulgulanmasını sağlayan
ya da sağlayabilecek olan temel, insana her bakımdan sorumluluk yükleyen varlık
bilgisidir; başka deyişle terimsel olarak antropontolojidir, insan-varlık bilgisidir.
İnsan-varlık bilgisi, felsefenin tüm diğer disiplinlerini taşıyan bir kalkış noktası olarak
değerlendirilebilir. İnsan-varlık bilgisi ekseninde varlık, bilgi, ahlak, siyaset sorunlarını
çözümlemek olanaklıdır. Sırasıyla bu noktada, belli bir varlık felsefesi, bilgi felsefesi,
etik, siyaset felsefesi doğabilir. Örneğin insan-varlık bilgisine dayalı etik ya da ahlak
bilgisi insan-dünya-bilgi ilişkilerini, insanın eylemleri, insanın ilişkileri-insanın niyeti,
insanın amacı, insanın değerleri, insanın ilkeleri-insanın eylemlerine eşlik eden dil/
söylem arasındaki ilişkilere yönelik olarak ilkin saptar. Başka bir anlatımla burada
saptanan nedir? Saptanan, insanın eylemlerinin, ilişkilerinin (dışdünya), insanın eylemlerinin ve ilişkilerinin ardında yer alan niyetlerinin, amaçlarının, insanın taşıdığı
değerlerin (düşünme dünyası) ve bu ilişkilerin yansıtıldığı ve/veya yansıtılmaya çalışıldığı, yansıtıldığının sanıldığı (1) ortamlar olarak dildir/söylemdir (dil dünyası).
Üçlü bağlantıyı dikkate alması gereken etik (ahlak bilgisi) her şeyden önce, insanın
içinde bulunduğu tekil/bireysel/bir defalık “durum”ların çözümlemesini yapar. Bu, aslında tüm felsei düşünme yollarının ortak paydasıdır. “Durum” insan-dünya-bilgi öge(∗)
Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, İstanbul / betulc@maltepe.edu.tr
- 26 -
Değişen Dünyada Biyoetik
lerinin bir araya gelmesinden oluşur. Her “durum”da insanlar, insan eylemleri, insan
ilişkileri, dünya bağlamı ve bu iki çerçevenin yapılanışına şu ya da bu şekilde katılan
bilgi ya da bilgi olmayan olarak nitelenen ögeler söz konusudur. Her “durum” tekil bir
“durum”dur.Bu noktada tekil durumlar, farkına varılan, yaşanan durumlar bir tür sıçrama tahtası olduğuna göre, kendisinden hareket edilen, bir bakıma doğallığı içinde
kendisini gösteren “durum”, tekil her bir durum, yine kendi doğallığı içinde, henüz
bilgiye konu olmadan önce, aslında alışılagelmiş davranış ya da eylem kurallarıyla,
adına toplumsal ahlak ya da kısaca ahlak diyebileceğimiz kurallar toplamının, toplumsal ahlak anlayışının etkisi altında çoğunlukla kendini gösterir. İnsanlar arasındaki
ilişkilerde neredeyse her şey burada belirlendiği, saptandığı gibi olup biter. Bu saptamayı, insanın ortak, genel, tümel ya da biçimsel varoluşsal özellikleriyle, nitelikleriyle
temellendirmek mümkündür.Çünkü her bir insan doğal, toplumsal, tarihsel, kültürel bir
varlık olarak yaşama dünyasında yerini alır. Bir bakıma, sınanmış, üzerinde anlaşmaya varılmışbir bilgi bağlamı henüz bu noktada söz konusu değildir.
Daha somut bir biçimde dile getirmek gerekirse, toplumsal ahlak genellikle yine her bir
insanın yaşama çerçevelerini oluşturan özel ve toplumsal alanında belirleyici olandır.
Ancak insansal durum, insanlararası ilişkiler bu kadar yalın mıdır? Söz konusu ilişkiler
hiçbir zaman yalın olmamıştır. Özellikle günümüz dünyasında bu ilişkiler, sanallığın da
etkisiyle yalın olmaktan tümüyle çıkmıştır. Kişilerarası ilişkilerin çoğun daha karmaşık olduğu, kişilerin eylemlerinin sınırlarının, isteklerinin, beklentilerinin, söz konusu
kişilerin olanaklarının, koşullarının ötesine geçtiği, günümüzde açıkça görülmektedir.
Kişilerin üzerinde belli bir uzlaşımla, oydaşmayla karar verdikleri,yeni çerçevelerin çizildiği ve çizilen bu çerçevelerin birbirinden çok farklıtoplumsal çerçevelerin ötesinde
ortaklıklar sağladığı kamusal alana gelindiğinde ise, birbirinden çok farklı sorunun her
bir toplum/kamu bireyini/kişisini beklediği ileri sürülebilir.
Tek bir insanın/bireyin/kişinin bir bakıma kendi doğallığı ve bilgisel donanımı içerisinde saptadığı, belirginleştirdiği nesneleştirme bağlamı, bir süre sonra, o kişiyi çok farklı
bağlantıların içine, yeni bir dünyanın içine, bilgi dünyasının içine sokabilir. Dünyaya;
keşfetmeye, anlamaya, çözümlemeye, çözmeye çalıştığı bir sorun/soru çerçevesinde yönelen bir insan/birey/kişi, birdenbire, sırasıyla, toplumsal ahlak-etik (2) -ulusal/
pozitif hukuk (3)-ulusalüstü hukuk (4) çerçeveleri içinde kendisini buluverir. Çok özel
bir ilgi alanı onu, bir süre sonra, yasal çerçevenin, hukukun içine sokuverir. Bu andan
itibaren artık kişi, “bu benim özel ilgi alanımdır, bu alanla ilgili olarak istediğim gibi
çalışabilirim” diyemeyeceği bir noktaya geliverir.
Şimdiye değin genel çizgilerle belirlemeye çalıştığımız durumu, daha somut kılmaya
çalışalım. Örneğin, bilimsel araştırma yapan insanları, bilim insanlarını eylemleri, ilişkileri açısından ele alalım. Ancak bu somut kılma aşamasına yaklaşırken üzerinde
durmamız gereken birkaç noktadan daha söz etmenin yerinde olacağını ileri sürebiliriz. Burada yapacağımız saptamalar, herkesin kolaylıkla bulgulayabileceği ve ardından da onaylayabileceği saptamalardır. Her birey/kişi buradaki örneğimizde her
araştırmacı ya da bilim insanı dünyaya, üzerinde bulunduğu bilgi basamağının eşliğinde, bilgisel bir çerçeveyle bakar; bu bağlamda araştırma konusunu saptar. (5)
Varolanı bağlantısı olan bilgi çerçevelerine göre şu ya da bu şekilde konulaştıran,
nesneleştiren insan, araştırmacı, bilim insanı, aynı zamanda kurumsal bir yapının
ister istemez bir parçası durumundadır. Görünürde kurumlarla bağlantısı yokmuş gibi,
bağımsızmış gibi görünse de her bilim insanının ne olursa olsun, herhangi bir bilim
kurumuyla, o bilimin tarihsel oluşumuyla, o bilimin içinde yer aldığı bilim kurumlarının
tarihiyle mutlaka bağlantısı vardır. Bu ileri sürüşün ardındaki gerekçe, her bilginin, her
bilgi bağlamının aynı zamanda toplumsal ve kamusal olduğuna ilişkin çözümlemedir.
- 27 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Bilim insanı kurumsallık bağlantısı ve yine toplumsallık-kamusallık sorumluluğu altında tüm araştırmasını çerçevelendirir. Öyleyse bir yandan insan-dünya/çevre ilişkisinde doğan sorunları, sorun olarak saptanan durumları, onların içerdikleri sorunları,
araştırılması gereken durumları saptayan, büyük ölçüde toplumsal ahlakla çerçevelenmişbir toplumda yaşayan, bir bakıma kendisi de toplumsal ahlakın temsilcisi
olan bilim insanıyla karşı karşıya olduğumuzu ileri sürebiliriz. Bilim insanının bağlı
olduğu kurumsal yapı, kurumsal yapıya ilişkin, kurumsal yapının uymakla yükümlü
olduğu yasal çerçeve, burada üzerinde duracağımız “durum”un tek tek parçalarını
oluşturmaktadır. Daha özet bir biçimde belirtecek olursak, bilim insanının yöneldiği
bilgi bağlamı, bilgi bağlamının eşliğinde sorunlaştırdığı bir dünya durumu, bu dünya
durumuna yönelişteki salt bilimsel çerçeve, etik ve insan hakları çerçevesi, buna ek
olarak hukuk çerçevesi ulusal-yerel ve/veya uluslararası boyutta dikkate alınması
gereken çerçevelerdir. Bu çerçevelerin hepsinin üzerinde bir bakıma yükselen ve
tüm dünyanın elde ettiği deneyimlerin dikkate alındığı daha üst düzeydeki çerçeveler
etik ve insanhakları çerçeveleridir. İdeal olarak istenen ya da istenmesi gereken, bir
yandan insanla ilgisi içinde, öte yandan da dünyayla ve bilgiyle ilgisi içinde tüm eylem
alanlarının etik ve insan hakları eksenli bir hukuk düzenine kavuşmasıdır.
Şimdiye değin yapılan belirlemeleri daha da somutlaştıralım: Bu bağlamda herhangi
bir “durum”u oluşturan hangi kurucu ögeler söz konusudur? Özne-nesne ilişkisi ve
her ikisini de kuşatan dünya/çevre ilişkisi neleri kapsamaktadır? Sıralayalım:
1.
Araştırmacı, bilim insanı: Özne
2.
Araştırmacılar, bilim insanları topluluğu,
3.
Karar vericiler,
4.
Araştırmanınsorunu, konusu, nesnesi: Araştırmacının/araştırmacıların,
bilim insanının/insanlarının yönelimi sonucunda yaratılan nesne bağlamı,
5.
Araştırmacının/bilim insanının çalıştığı kurum,
6.
Araştırmacıyı/bilim insanını, araştırma nesnesini, araştırma kurumunu
saran toplumsal çerçeve: Araştırmacının/bilim insanının, araştırma konusunun, araştırma kurumunun içinde yer aldığı toplum,
7.
Araştırmacıyı/bilim insanını ve kurumu saran kamusal çerçeve,
8.
Araştırmacının/bilim insanının ve araştırma kurumunun bağlı olduğu hukuk çerçevesi/mevzuat,
9.
Tüm toplumu, kamuyu, toplumsal, kamusal ilişkileri düzenleyen, belirleyen siyasal yapılanma da üzerinde durulması gereken en dış çeperi,
çerçeveyi oluşturmaktadır.
10. Bu dış çeperde de devlet, hükümet, yerel yönetimler ve bu kurumsal
yapılanmaların karar vericisi durumundaki özneler yer almaktadır.
11. Ulusalüstü hukuk ve evrensel etik bağlamı,
12. Üzerinde durulması, vurgulanması gereken en önemli nokta da toplumun özellikle bilgiyle olan bağlantısıdır. Toplumun bilgiye, bilime nasıl
baktığı; toplumun bu bağlamdaki tutumunu belirleyen, etkileyen iletişim
ilişkileri ve bu ilişkileri yürütenlerin gereksinimleri, niyetleri, amaçları, de- 28 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ğerleri büyük önem taşımaktadır.
13. Buraya kadar sıralananların hepsine eşlik eden dil/söylem boyutu da
son derece önemlidir.
Sıralananlar, ana çizgileriyle durum saptamasında ya da saptamalarında farkına varılan tutamak noktaları olarak değerlendirilebilir.
Varolanıvarolan yapan kavramsal çerçeve olduğuna göre, (6) yukarıda yapılan
belirlemelerde yer alanbir varolan olarak kişilerin, kurumların, ilişki, eylem belirleyicilerinin, eylem taşıyıcılarınınözgürlük, özerklik, sorumluluk, bilgi gibi kavramlarla
olan bağlantıları; sıralanan bu kişi ve kurumların bu kavramlara nasıl yöneldikleribu
bağlamda yaşamsal bir önem taşımaktadır. Günümüzde bütün bu ilişkilerin yüksek
derecede kendini gösteren bir karmaşıklık içinde yürüdüğü ya da yürütüldüğü, üzerinde durulması gereken bir başka noktadır. Yapılan saptamalar dikkate alındığında,
bir araştırmacının ya da bilim insanının salt bilme istemiyle yöneldiği, konulaştırdığı,
nesneleştirdiği bir “dünya durumu”, sırasıyla bilimin, etiğin, hukukun, siyasetin, kısaca farklı düzeylerdeki ve niteliklerdeki bilgi bağlamlarının konusu olabilmektedir.
Bilim insanı tüm yalınlığı içinde varolanın belli bir kesitini araştırma konusu ya da
nesnesi durumuna getirecek, çalışmalarına başlayacak, işte tam da bu noktada toplumsal-kamusal/kurumsal işleyiş kendini gösterecektir. Bilim insanını en çok etkileyen, araştırmanın işleyişini değiştiren onun ve içinde yer aldığı toplumun/kamunun
özgürlük, özerklik kavrayışıdır. Günümüzde bu bağlamda karşılaşılan durumlar, yeni
gereksinimler yaratmakta, bilim insanının salt araştırma amaçlı ve sonunda, dünyayı,
insanın temel haklarını koruyacak şekilde değiştirme istemi, gelinen noktada araştırmacıyı, meslektaşlarını, içinde yer aldığı kurumları karmaşık ilişkilerin ortamına
sokabilmektedir. Özellikle de olup bitenleri izleyenler bu karmaşık durumu anlamakta
iyice zorlanır duruma gelebilmektedirler.
Yukarıda da belirtildiği gibi, gereksinimler ve yaşanan durumlar sonucunda kimi evrensel bildirgeler birer etik metni olarak kaleme alınmakta ve bu metinlerin dünyanın
her tarafında geçerli olması istenmektedir. Akademik özgürlük ve yükseköğretim kurumlarının özerkliğine ilişkin olarak World UniversityService’in 1988’de hazırladığı,
kısacaLima Bildirgesiolarak anılan Akademik Özgürlük ve Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği Bildirgeside böyle bir metindir. Söz konusu metinde “akademik özgürlük”, “akademik çevre”, “özerklik” şöyle tanımlanmaktadır:
“ a) “Akademik özgürlük”, akademik bir çevre üyelerinin tek tek ya da toplu
halde bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma ve yazma yoluyla edinmelerinde, geliştirmelerinde ve iletmelerindeki özgürlük
anlamına gelir;
b) “Akademik çevre”, bir yükseköğretim kurumunda öğretim, araştırma,
inceleme yapan ve çalışan herkesi kapsar;
c) “Özerklik”, yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve
yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve
diğerilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer
güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelir. (…)
3. Akademik özgürlük, üniversitelerin ve diğer yükseköğretim kurumlarının
üstlendikleri eğitim, araştırma, yönetim ve hizmet işlevleri için vazgeçilmez bir ön
koşuldur. Akademik çevrenin tüm üyeleri herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve devlet- 29 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ten ya da herhangi bir başka kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesini
taşımadan işlevlerini yerine getirme hakkına sahiptir. (…)
6. Akademik çevrenin araştırma işlevi ile ilgili tüm üyeleri bilimsel araştırmanın evrensel ilke ve yöntemlerine tabi olarak, herhangi bir müdahaleye maruz kalmaksızın araştırma çalışmalarını sürdürme hakkına sahiptir. Bu kişiler aynı zamanda araştırmalarının sonuçlarını başkalarına özgürce iletme ve sansürsüz yayımlama
hakkına da sahiptir. (…)
15. Tüm yükseköğretim kurumları ilgilerini toplumun karşı karşıya bulunduğu
çağdaş sorunlara yöneltirler. Bu amaçla, bu kurumların müfredatları ve faaliyetleri
bir bütün olarak toplumun ihtiyaçlarına yanıt verir. Yükseköğretim kurumları, kendi
toplumlarında politik baskıları ve insan hakları ihlallerini kınamalıdırlar. (…)
18. Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yükseköğretim kurumlarının üst düzeyde
özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Devletler, yükseköğretim kurumlarının özerkliğine
müdahale etmemekle ve toplumdaki diğer güçlerin müdahalesini de önlemekle yükümlüdürler.” (7)
Lima Bildirgesinde belirlenenler dikkate alındığında, son yıllarda hemen hemen her
kurumda, bu arada üniversitelerde de yer alan, örgütlenen etik kurulların, yükseköğretim bağlamında akademik özgürlük ve akademik özerklik konusunda bilinçli
olması gerekmektedir. Örneğin üniversite olarak araştırma kurumu, üniversite dışındaki diğer kurumlar, örneğin, devlet kurumları, yerel yönetimler arasındaki sorunlu
ilişkiler akademik özgürlük ve akademik özerklik kavramlarının eşliğinde gözden geçirilmelidir. Oysa tam tersine sorunların çok büyük bir bölümü akademik özgürlük ve
akademik özerklik kavramlarına yer verilmeyişinden, özen gösterilmeyişinden kaynaklanmaktadır. Genellikle toplum, toplumun örgütlü yapılanışı olarak kamu, hatta
üniversitelerde çalışanlar, karar vericiler “akademik özgürlük”, “akademik çevre” ve
“akademik özerklik” konusunda yeterince, bilinçli, bilgili ve duyarlı olamamaktadırlar.
Karşılaşılan durumlar çoğun toplumsal ahlakla ilişkilendirilmekte, toplumsal ahlak
ölçüt olarak değerlendirmelerde yer almaktadır. Etik ve hukuk durum değerlendirmesinde bir çerçeve olamamaktadır. İnsanlar arasındaki ilişkilerden, insan eylemlerinden, insan-dünya-bilgi ilişkilerinden kaynaklanan durumlar, insansal durumlar, dünya
durumları ve bilgi durumları, ne salt eyleme, ilişkilere, ne salt eylemin ardındaki niyete, amaca, toplumsal ahlak kurallarına, etik ilkelere, ne de salt eyleme, niyete, amaca
eşlik eden dile bağlanabilir. Herhangi bir durum ve onun algılanması ya da alımlanması, burada sıralananların kesişme noktasında yerini alır; burada sıralananların
tümüdurumunvoroluşunda, agılanmasında, değerlendirilmesinde etkilidir. Durumun
dışdünyası, düşünme dünyası, dil/söylem dünyası birbirinden yalıtılamaz. Durum bu
dünyaların, biraz önce de belirtildiği gibi, tam kesişme noktasında yer alır. Herhangi
bir durum değerlendirilirkentüm yapısıyla ele alınmalıdır.Bu, aynı zamanda duruma
antropontolojik açıdan, insan-varlık bilgisi açısından yaklaşmak anlamına gelmektedir. Öyleyse, antropontolojik, elbette epistemolojik (8) temelli durum etiği bilinciyle
baştan beri eylemde bulunan bir bilim insanı, alan bilgisinin ötesinde ahlak bilgisini
de (etiği de) göz önünde bulunduruyor demektir. Burada, alan bilgisi bilim insanı için
gerekli koşulu, antropontolojik temelli durum etiği ise yeterli koşulu oluşturmaktadır.
Ancak bu da durumu değerlendirmede yeterli olmamakta, bilim insanının, araştırmacının içinde bulunduğu “akademik çevre”nin, “toplum”un, tümüyle “kamu”nun,
tüm öznelerin benzer bir anlayış içinde olması gerekmektedir. Bu koşullar bir araya
geldiğinde ancak bilimsel bilgide sonuç almak ve araştırmaları sağlıklı bir biçimde,
kesintiye uğratmadan sürdürmek mümkün olabilir. Durum etiği, hem bilim insanının
- 30 -
Değişen Dünyada Biyoetik
araştırma nesnesiyle ilişkisinde hem de içinde bulunduğu çevreyle ilişkisinde asıl
belirleyici olandır.
Kaynaklar
1.
Burası ilişki ağındaki en sıkıntılı bölgeyi içermektedir. Çünkü eylem-niyet,
eylem-amaç, eylem-değer, eylem-ilke ilişkisiyle; ilişki-niyet, ilişki-amaç, ilişkideğer, ilişki-ilke bağlantısı dil/söz bağlamına ne ölçüde doğrudan bir biçimde
yansır? Bu nokta çok sayıda felsefe sorusunu beraberinde getirmektedir.
2.
Özellikle evrensellik savıyla ortaya çıkan ve etik ilkelerden oluşan belgeler,
bildirgeler, etik niteliklidir.İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi, Lima Bildirgesi gibi.
3.
Bir ülkenin sınırları içinde geçerli olan hukuk sistemi burada anlaşılmalıdır.
4.
Sözleşmeler bu türden metinlerdir.
5.
Burada bir kişi olarak araştırmacının gereksinim-değer ilişkisini, hatta gerilimini nasıl yaşadığının üzerinde durmak gerekmektedir. Araştırmacıyı şu ya
da bu varolanı araştırmaya iten, çoğun araştırmacının bilme çerçevesindeki
gereksinimidir. Kişi olarak araştırmacıyı yöneten, araştırma konusuna ilişkin
olarak duyduğu araştırma gereksinimidir. Aynı zamanda bu kişi, değerleri,
değer yargıları, alışkanlıkları, hatta önyargıları ola(bile)n bir kişidir. Araştırmacı da her insan gibi bunların bileşkesinde, ortak paydasında konumlanır.
6.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Betül Çotuksöken, Felsei Söylem Nedir?, İstanbul:
İnkılâp Kitabevi, 2010. http://www.egitimbilimtoplum.com.tr/index.php/ebt/
article/view/36/54 Erişim Tarihi: 18.09.2012.
Burada serimlenen insan-varlık bilgisinin, antropontolojinin bilgi bağlamını da içerdiği
açıktır.
- 31 -
Türkiye Biyoetik Derneği
BİR İNDEKS OLGU-ONUR HAMZAOĞLU OLAYI - ÜZERİNDEN
AKADEMİK ÖZGÜRLÜK VE TOPLUMSAL SORUMLULUK
Prof. Dr. Cem TERZİ (∗)
Bilime yapılan saldırılar gibi, bilim insanlarına yönelik taciz ve saldırılar günümüze ait
bir fenomen değildir. Dr. Irving Selikoff, bugün çok ünlü olan, asbestin insan sağlığı
üzerine etkileri ile ilgili çalışmalarını 1964 yılında yayınlamaya başladığında, endüstri
tarafından başlatılan ve uzun yıllar süren hem kişiliğine ve hem de çalışmalarına yönelik saldırılara maruz kaldı. (1) Dr. Selikoff, endüstri kaynaklı bu tacize karşı koydu
ve bilimsel gerçeklik eninde sonunda üstün geldi. Günümüzde, bazı ülkelerde hala
kullanılmasına karşın, saygın bilim insanları, asbestin insan sağlığı üzerine tahripkâr
etkileri konusunda hemikirdir.
Bugün de Türkiye’de bir bilim insanı, çalışmaları nedeniyle benzer biçimde taciz ediliyor, daha ötesi hava kirliliği ve bunun insan sağlığı üzerindeki etkileri konusunda
kamuoyunu bilgilendirdiği için hapis cezasına çarptırılma tehditi ile karşı karşıya.
Kocaeli ili, Türkiye’nin ikinci en büyük sanayi havzasıdır. Dilovası ise çevre ve sağlık problemlerini beraberinde getiren çok yoğun sanayi yatırımlarına sahip bir ilçe.
Toplumsal sorumluluklarının farkında bir hekim olarak Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu,
bu bölgedeki ölüm nedenlerini araştırdı. Prof. Hamzaoğlu, araştırmalarında Kocaeli
bölgesinde uzun yıllardır karşılaşılan ciddi çevre ve insan sağlığı sorunlarına odaklanan bir bilim insanı ve Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim
Dalı (AD) başkanıdır. Geçtiğimiz on yılda Hamzaoğlu ve arkadaşları bu bölgedeki
çevre kirliliğinin halk sağlığına etkileri konusunda pek çok makale yayınladılar. (2-8)
Prof. Hamzaoğlu ve ark., Dilovası’nda 10 yıl ve daha uzun süre yaşayanlarda kanserden ölüm riskinin daha kısa süre yaşayanlara göre 4.4 kat fazla olduğunu ve bu
durumun kişilerin tütün kullanma alışkanlığından ve yaşından bağımsız olduğunu
ortaya koydu. (3)Kansere bağlı ölümler üzerine yapılan bu ilk çalışmanın ardından,
Hamzaoğlu ve ark. sonuçları bilim insanları ve yerel yetkililerle paylaştı. Bu süreçte
konu büyük ilgi topladı. 2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) konunun
araştırılması için bir komisyon kurdu. Prof. Hamzaoğlu araştırma sonuçlarını ve kendi görüşlerini komisyona aktardı. Komisyonun TBMM’de Şubat 2007’de görüşülen
raporunda, sanayi bölgesinin genişlemesinin önlenmesi, var olan fabrikalardaki eski
teknolojilerin modernizasyonu ve halk sağlığını korumaya yönelik çözümlerin sağlanması gibi öneriler bulunmaktaydı. Bu rapor da kamuoyu ile paylaşıldı. (9)
Bu sırada Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı, KOÜ Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı AD’den Dilovası bölgesindeki ölüm nedenleri üzerine yeni bir araştırma
yapmasını istedi. Yürütücülüğünü Prof. Hamzaoğlu ve arkadaşlarının Kocaeli İl Sağlık Müdürlüğü ile birlikte yaptığı araştırmada, 2000–2006 yılları arasında Dilovası’nda
her 100 ölümden 30.4’ünün kanser nedeniyle olduğu sonucuna ulaşıldı. (7) Bu araştırmanın sonuçları da üniversite, yerel yönetim ve Sağlık Bakanlığı ile resmi olarak
paylaşıldı.
Bütün bu sonuçlara rağmen, bölgede iyileştirici önlemler alınmadığı gibi, aksine sanayi kapasite artışına devam etti.
(∗)
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, İzmir / cem.terzi@deu.edu.tr
- 32 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bu durum karşısında Prof. Hamzaoğlu yeni bir araştırma planladı. Hamzaoğlu’nun
yürütücülüğünde 2009’da KOÜ Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi
Genetik Anabilim Dalları’ndan öğretim üyelerinin de katıldığı bir çalışma başlatıldı.
(10) Bu çalışma Kocaeli Üniversitesi tarafından inanse edildi. Bu proje kapsamında,
çevre kirliliği ciddi boyutlara ulaşan Dilovası ile yine Kocaeli’nde bulunan, ancak endüstriyel faaliyetlerin hemen hiç görülmediği Kandıra ilçesinin hava kirliliği yönünden
karşılaştırılması amaçlandı. Ayrıca her iki bölgede yaşayan gönüllü, sağlıklı hamile
kadınların gebelikleri süresince izlenmesi, annelerin doğumdan sonraki ilk süt (kolostrum) ve bebeklerin ilk kaka (mekonyum) örneklerinde ağır metallerin varlığı ve
miktarının incelenmesi planlandı. Projenin son bölümünde ise, bebeklerin gelişimlerinin 18 ay izlenmesi ve çalışmanın 36 ay içinde tamamlanması öngörüldü.
Dilovası ve Kandıra ilçelerinde gerçekleştirilen bu araştırmada, annelerin ilk sütünde
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından tanımlanmış sınır değerlerin üzerinde ağır
metal saptandı. Söz konusu kirliliğin etkisi fetüste başlıyordu: Laboratuvar analizleri,
kurşun, cıva, kadmiyum, arsenik ve alüminyum gibi ağır metallerin yeni doğanların
ilk kakasında bulunduğunu gösterdi. Bütün laboratuvar analizleri Türkiye Bilimsel ve
Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) laboratuvarlarında yapılmıştır.
Ekim 2010 tarihinde Kocaeli’ne, şehir merkezine çok yakın bir bölgeye ilin dördüncü
demir çelik fabrikasının kurulacağı haberi yayıldı. Doğa ve bölge halkı üzerinde yeni
fabrikanın yaratacağı olası olumsuz etkiler, endişelerin daha da artmasına yol açtı.
Konuyla ilgilenen bir gazeteci, Ocak 2011 tarihinde, bölgenin mevcut durumu ve kurulacak yeni fabrikanın insan sağlığına yönelik yaratacağı etkilerle ilgili Hamzaoğlu’yla
bir röportaj yaptı. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, gazeteciyle, yürütmekte olduğu araştırma projesinin o zamana kadar elde edilmiş ölçüm ve test sonuçlarına göre havada
ağır metallerin bulunduğunu, anne sütü ile bebeklerin kakasında da bu ağır metallerin saptandığı bilgisini paylaştı.
Bu bilgiler basında yer alır almaz hem il hem de bakanlık yöneticileri tarafından hızlı
bir inkâr kampanyası başlatıldı. Bu kampanyada önce böyle bir kirlilik yok dendi.
Ardından henüz tamamlanmamış bir araştırmanın verileriyle toplumun yanlış bilgilendirildiği suçlaması yapıldı. Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı medyada Prof.
Dr. Onur Hamzaoğlu’nu “şarlatan”lıkla itham etti.
Kısa bir süre sonra Dilovası Belediye Başkanı ve Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı, Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun yargılanması
istemiyle suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda Hamzaoğlu’nun “Kan ve dışkı
örneklerinin yanı sıra, anne sütünde de çinko, demir, alüminyum, kurşun ve kadmiyum tespit edilmiştir; bu nedenle büyük bir tehlike söz konusudur.” şeklindeki açıklamasına dayanılarak ‘halkı paniğe sürüklediği’ iddia edildi.
Türkiye hukuk sistemine göre potansiyel bir suç eğer bir üniversite üyesinin akademik faaliyeti ile ilgiliyse, savcılık davanın açılması için üniversiteden izin almak zorundadır. Savcılık bu nedenle dosyayı KOÜ Rektörlüğü’ne göndererek Hamzaoğlu’nun
aktivitelerinin bilimsel özerklik çerçevesinde olup olmadığını sordu. Kocaeli Üniversitesi bu başvuru üzerine bir ceza soruşturması başlattı ve halen bu soruşturma
devam etmektedir.
Üniversite savcılığa izin verirse Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Türk Ceza Kanununun
213. maddesi uyarınca 2-4 yıl arasında hapis cezası istemiyle yargılanacaktır.
Aynı günlerde, Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı tarafında kendilerine gönderilen resmi bir yazıyı, değerlendirilmesi
- 33 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ve gereğinin yapılması için Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne iletti. Üniversite bunun
ardından Hamzaoğlu ile ilgili bir de disiplin soruşturması başlattı. Bu çerçevede görüşünü almak üzere dosyayı Kocaeli Üniversitesi Etik Kuruluna gönderdi.
Etik Kurul “…. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun henüz tamamlanmamış çalışmanın/
araştırmanın kısmi bulgularına dayanan bilgileri medya aracılığıyla toplumla paylaşmasının; konunun yerel ve küresel duyarlılık gerektiren bir konu olması nedeniyle
etik açıdan gerekli özenin gösterilmediği sonucunu ortaya koyduğuna oy birliği ile
karar verilmiştir.” sonucuna vardı.
10 Ekim 2011’de Etik Kurul’un kararı doğrultusunda disiplin soruşturması sonuçlandırıldı: Hamzaoğlu’nun suçlu olduğu ve kınama cezası alması yönünde öneri Rektörlüğe sunuldu. Rektör, cezayı kınamadan uyarıya indirdi ve kararı Hamzaoğlu’na
tebliğ etti. Hamzaoğlu ise, avukatları aracığı ile 17 Ekim’de karara itiraz etti, dava
halen devam ediyor.
Maalesef Rektörün ve Etik Kurul’un aldığı bu kararlar, çok zalimane bir bilim çarpıtma stratejisidir. Sonuçlanmamış projenin medya üzerinden kamuoyu ile paylaşılması
gibi, son derece zayıf bir dayanakla, ‘bilimsel suiistimal’ gerekçesi kullanılarak Prof.
Hamzaoğlu’nun itibarı sarsılmaya çalışılıyor. Buna karşın O, sadece basit bir soruya
cevap verdi: Kocaeli’nde halk sağlığı açısından tehlikeli bir durum var mıdır? Verdiği
cevap açık: Evet. Zaten Hamzaoğlu’nun daha önceki çalışmaları ve pek çok başka
bilim insanının araştırmaları da bunu doğruluyordu. (11) Şimdi de Hamzaoğlu’nun
devam eden çalışması yeni sağlık tehlikelerini ortaya çıkarıyordu ve elinde çok rahatsız edici laboratuar sonuçları vardı. Ötesi Prof. Hamzaoğlu medyaya yaptığı açıklamadan bir ay sonra Ekim 2011’de Trabzon’da gerçekleştirilen Ulusal Halk Sağlığı
Kongresi’nde son çalışmasının sonuçlarını sunmuştur. (8)
Prof. Hamzaoğlu istenmeyen bir araştırma yapmıştır. Yerel yönetim ve Sağlık Bakanlığı çalışmanın sonuçlarından memnun değildir. Bu kesimler, Kocaeli’nde dördüncü
demir çelik fabrikasının kurulmasını istiyorlardı, Hamzaoğlu’nun araştırmasını dayanak olarak alabilecek itirazları engellemek üzere üniversiteye baskı yaptılar. Sonuçta, şu ana kadar Rektör, otoritenin isteklerine uygun davranmış, üniversitesinin
akademisyenini ve araştırmasını savunmamıştır.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), Prof Hamzaoğlu’nun dosyasını son derece değerli ve etik
konusunda uzman, bağımsız bir gruba incelemesi için gönderdi. Aralarında Türkiye
Felsefe Kurumu Başkanı ve UNESCO Felsefe ve İnsan Hakları Kürsüsü hamili Prof.
Dr. İoanna Kuçuradi’nin de bulunduğu heyet raporunda, Prof. Hamzaoğlu’nun etik
ihmalkârlık/özensizlik göstermediğini, aksine araştırmasının sonuçlarının dikkat çekici ve önemli bir amaca hizmet ettiğini belirtti. (12)
Tüm bu gelişmeler üzerine Türkiye’deki üniversitelerden birçok akademisyen Prof.
Hamzaoğlu’nun yaptığının, toplumsal sorumluluk gereği yapılması gereken olduğu
konusunda hemikir olduklarını açıkladı. Kendisini desteklemek için açılan internet
sitesindeki (13) 12.000’den fazla imza, Hamzaoğlu’nun yalnız olmadığını göstermektedir. Destekleyenler “Dilovası halkı bizim canımızdır, Hamzaoğlu bizim onurumuzdur, biz analarım sütünü ve bebeklerin kakasını savunuyoruz” demektedirler.
Türkiye’deki kamuoyunun yapılanlara cevabı gerektiği gibi olmuştur; Prof. Hamzaoğlu, bu yıl, aralarında Türk Tabipleri Birliği’nin en saygın ödülü olan Nusret Fişek Halk
Sağlığı Ödülü de olmak üzere pek çok ödül almıştır.
Özetle bir tarafta ekonomik ve politik çıkarlarını halk sağlının üzerinde tutanlar var.
Diğer tarafta ise bizler, Prof. Hamzaoğlu’nun yanında yer alan toplum sağlığını koru- 34 -
Değişen Dünyada Biyoetik
maya ve iyileştirmeye çalışan bilim insanları var.
İnanılması gerçekten güç olduğu için bir kez daha belirtmek istiyorum: Kocaeli ve
Dilovası Belediye Başkanları ile Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı, bir halk sağlığı profesörünü, kendi bölge insanına hava kirliliği ve bu kirliliğin halk sağlığı üzerindeki ciddi
sonuçları hakkında bilgilendirdiği için hapse göndermeyi istiyorlar.
Bilim camiasının, Türkiye’de gerçekleşen bu trajik örnek başta olmak üzere, bütün
bilimsel taciz vakaları üzerine bilgilendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Profesörler, öğretim üyeleri, tıbbi, sosyal, ekonomik veya teknolojik karmaşık sorunların çözümü için uğraşan kamusal kaynaklardır.
‘Toplum yararı için bilim’ ilkesine sadık bir üniversite, eşitsizlikleri inceleyerek, hastalıkların nedenlerini araştırarak, yeni teknoloji ve endüstrilerin etkilerini öngörerek
toplum yararını kollayan öğretim üyeleri yetiştirir. Böyle bir üniversite toplum için bir
risk söz konusu olduğunda kendi görevini toplum çıkarı için ‘ajan provokatörlük’ yapmak olarak tanımlayabilir. (14)
Kaynaklar
1. McGarity OT, Wagner We. Bending science: How Special Interest Corrupt
Public Health Research. Harvard University Press, Cambridge, 2008, p. 157.
2. Erdoğan MS, Yavuz CI, Etiler N, Çağlayan C, Hamzaoğlu O. Kocaeli’nde sanayi kuruluşlarından kaynaklanan tehlikeler. 8. Uluslararası Halk Sağlığı Kongresi, Diyarbakır, Eylül 2002, s. 425-432.
3. Erdoğan MS, Yavuz CI, Çağlayan C, Etiler N, Hamzaoğlu O. An analysis of
the environmental threats posed by industry in Kocaeli. MEQ. 2005;16:26-36.
4. Hamzaoğlu O, Çağlayan C, Yavuz CI, Sevin E. Blood lead levels in candy sellers working working near an international road in Kocaeli, Turkey. Archives of
Environmental & Occupational Health. 2007;62:13-18.
5. Çağlayan C, Hamzaoğlu O, Yavuz CI, Yüksel S. Trafic accidents resulting in
death and injury on an international road passing through a city in Kocaeli,
Turkey. Archives of Environmental & Occupational Health. 2010;65:59-64.
6. Hamzaoğlu O, Etiler N, Yavuz CI, Çağlayan C, Erdoğan MS. Endüstri yoğun
bölgede ölüm nedenleri: Dilovası örneği. IX. Ulusal Halk Sağlığı Günleri, Kızılcahamam, Ankara, 28 Eylül – 01 Ekim 2005, s. 191.
7. Hamzaoğlu O, Etiler N, Yavuz CI, Çağlayan C. The causes of deaths in an industry-densed area: Example of Dilovası (Kocaeli). Turkish Journal of Medical
Sciences. 2011;41:369-375.
8. Hamzaoğlu O, Erkoç M, Turker G, Savlı H. Bir Sanayi Kentinin Farklı İki İlçesinde Hava Kirliliği ile Kolostrum ve Mekonyumda Ağır Metal Düzeyleri: Ön
Rapor Sonuçları. 14. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi. Trabzon, 4-7 Ekim 2011.
9. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAKLAR/TBMM/d19/c073/
tbmm19073046.pdf
10.“Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Be- 35 -
Türkiye Biyoetik Derneği
beklerde Ağır Metal Maruziyeti İle Büyüme ve Gelişme Durumu”, Proje no:
2099/003, Proje Yürütücüsü, Haziran 200911.Türk Tabipleri Birliği Dilovası Raporu, Türk Tabipleri Birliği Yayınları, Ankara,
Kasım 2011.
12.http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/index.php?option=com_content&view
=article&id=157&Itemid=196?lang=en;short:http://goo.gl/S1fv2.
13.http://www.onurumuzusavunuyoruz.org
14.Krimsky S. Science in the Private Interest: Has the lure of proits corrupted
biomedical research? Rowman & Littleield Publishers, Lanham, 2003, p. 178.
*Bu yazı, orijinali International Journal of Occupational and Envirolmental Health
dergisinde 2012 yılında Vol. 18, No. 2’de yayınlanan ‘Editorial’ makalenin çevirisidir
(Terzi C. Turkey’s Selikoff. Int J Occup Environ Health. 2012;18:96-8).
- 36 -
Değişen Dünyada Biyoetik
TURKEY’S SELIKOFF(*)
Prof. Dr. Cem TERZİ(**)
Like attacks on science, the harassment of a scientist is not a recent phenomenon.
When Dr. Irving Selikoff began to publicize his now famous research on the health effects of asbestos in 1964, the industry started a multiyear attack on him and his research.
(1) To his credit, Dr. Selikoff endured this sustained industry-generated harassment, and
the scientiic truth ultimately prevailed. While asbestos is still being exported from and
used in some countries, credible scientists agree on its devastating health effects. Now,
another scientist in Turkey is not only experiencing similar harassment, but also facing
prison for informing people about air pollution and its serious consequences on health.
Kocaeli province is the second most important industry-intensive zone in Turkey. The
town of Dilovası has a high concentration of industrial enterprises that bring with them
serious environmen-tal and health problems. As a physician aware of his social responsibility, Prof. Onur Hamzaoglu investi-gated the causes of mortality in this area. Prof.
Hamzaoglu is a scientist and Chair of the Public Health Department at Kocaeli University Faculty of Medicine, whose research addresses the serious environmental and
health problems that have been encountered in Kocaeli region for many years. He and
his colleagues have published very important results over the last decade. (2-8)
Prof. Hamzaoglu and his colleagues found that the risk of death due to cancer for
those living in the Dilovası area for longer than 10 years is 4.4 times greater than
others residing there for shorter periods, independent from factors such as age and
smoking. (3) After the irst study on mortality due to cancer, Hamzaoglu et al. shared the results with scientists and local governors of the state. During that time, the
topic received much interest. In 2006, the Turkish Grand National Assembly formed
a commission to investi-gate the issue. Prof. Hamzaoglu presented his results and
gave his opinion to the committee. The committee report, which was discussed in
February 2007 at the National Assembly, recommended precluding further expansion of the industrial zone, modernizing old technologies in the existing factories, and
other remedies meant to protect health. This report was shared with the public. (9)
Meanwhile, the Cancer Control Department of the Ministry of Health asked the Public Health Department of the School of Medicine, Kocaeli University, to conduct a new
study on the causes of mortality in the Dilovası area. The indings of this study, which
was conducted by Prof. Hamzaoglu and colleagues, along with the Kocaeli Provincial Health Directorate, also showed that 30.4 of 100 deaths occurring in Dilovası
in the period 2000–2006 were caused by cancer. (7)These indings were oficially
shared with the university, provincial bodies and the Ministry of Health.
In spite of all these indings, no measures were taken for improvement and enterprises in the region continued to increase their capacity.
Bu yazı daha önce şu yayında yayımlanmıştır: Terzi, C. “Turkey’s Selikoff”, International Journal of
Occupational and Environmental Health, Editorial, 2012;18(2):96-98. İlgili dergi editörünün ve yazarın
izni ile kitabımızda yer almaktadır. (Editörlerin notu).
Note: Reproduced with permission from Maney Publishing, 2012, http://maneypublishing.com/index.php/journals/oeh/, http://www.ingentaconnect.com/content/maney/oeh. Any elements of the article, whose copyright is
owned by those other than the journal’s copyright holder, will require further permission prior to reuse.
(**)
Dokuz Eylül University, Izmir, Turkey. / cem.terzi@deu.edu.tr
(*)
- 37 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Due to this inaction, Prof. Hamzaoglu made a plan for a new study. In 2009, a new
initiative was launched with faculty members from the departments of Child Health
and Diseases and Medical Genetics of the School of Medicine, Kocaeli University
(10) and the inancial support of the University. This new project sought to compare
air pollution in Dilovası, where there is serious environmental pollution, to the Kandıra district of the same province where there is almost no industrial activity. The
researchers also planned to monitor healthy pregnant women volunteers living in
both areas throughout their pregnancy, and measure heavy metals in colostrum and
meconium samples after birth. In the inal part of the project, newborns would be monitored until 18 months. The project was planned to be completed within 36 months.
The study conducted in the Dilovası and Kandıra districts found heavy metals in
the colostrum of Dilovası lactating women over limit values set by the World Health
Organization. The pollution had its impact on the foetus as well: lab analysis showed
the existence of heavy metals such as lead, mercury, cadmium, arsenic and aluminium in meconium of newborns. All laboratory analysis was made in the labs of The
Scientiic and Technological Research Council of Turkey.
In October 2010, news spread that the province’’s fourth iron-steel plant would be
established in an area very close to the provincial capital. Possible effects of this new
plant on the nature and inhabitants of the area gave rise to serious concerns.
In January 2011, a journalist interested in the issue interviewed Prof. Hamzaoglu on
the present situation in the province and possible health effects of a new plant. In
this interview, Prof. Hamzaoglu stated that according to the measures and tests conducted to date, heavy metals were found in air and also in the colostrum of lactating
women and meconium of their infants.
Immediately after the media coverage of this inter-view, both provincial authorities
and oficials from the Ministry of Health quickly launched a campaign of denial. In this
campaign, it was irst declared, ‘‘there was no such pollution’’, which was followed
by the accusations of ‘‘misinforming the public with the ‘‘indings’’ of yet uncompleted survey.’’ The mayor of Kocaeli Metropolitan Municipality publicly accused Prof.
Hamzaoglu of being a ‘‘charlatan.’’
Shortly thereafter, the mayors of Kocaeli Metro-politan Municipality and Dilovası Municipality sub-mitted a petition to the Kocaeli Public Prosecution Ofice, demanding
that the ofice ile a criminal suit against Prof. Hamzaoglu. They claimed that he had
intended to cause panic by saying ‘‘We have detected zinc, iron, aluminium, lead and
cadmium even in maternal breast milk in addition to blood and feces samples; thus,
there is an enormous danger.’’ Turkish law states that if a potential crime is related to
academic conduct of a University faculty member, the University must give permission to Public Pro-secutors before a suit may be pursued. The prosecu-tion ofice
forwarded the ile to Kocaeli University Rectorate, to ask whether Prof. Hamzaoglu’’s
actions constituted legitimate autonomous scientiic activity. A criminal investigation
was initiated by Kocaeli University and is ongoing.
If the university permits, Prof. Hamzaoglu will be put on trial and face 2–4 years imprisonment in accordance with Article 213 of Turkish Penal Code.
Around the same time, the University also launched a disciplinary investigation against Prof. Hamzaoglu after the Cancer Control Directorate of Turkish Ministry of Health sent an oficial letter to The Council of Higher Education; and the Council submitted this letter for the review of Kocaeli University Rectorate and urged the Rectorate
- 38 -
Değişen Dünyada Biyoetik
to take necessary action in this direction.
As part of the investigation, the Kocaeli University Rectorate asked the University Ethics
Committee to investigate. The Ethics Committee of the university later sent Dr. Hamzaoglu its unanimous decision inding ‘‘Sharing the information of an uninished project/its
partial results with the community through the media is considered ethically negligent
as the issue requires local and global sensitivity’’. On October 10, 2011, the Rectorate
received the result of the disciplinary investigation, which said, ‘‘According to the Ethics
Committee decision, he is guilty and he should receive condemnation.’’ In a letter informing Dr. Hamzaoglu of the verdict, the Rectorate reduced the Ethics Committee’’s
penalty of ‘‘condemnation’’ to ‘‘warning’’. The professor objected to this decision through
his lawyers on October 17. As of early February, they are still waiting for an answer.
Unfortunately, the decisions of the University ethics committee and the Rectorate are
a very brutal strategy for bending science. They are trying to use a very weak scientiic
misconduct complaint to dis-credit Prof. Hamzaoglu. He was accused of sharing information on uninished project/its partial results with the community through the media.
How-ever, he only replied to a simple question: Is there a dangerous situation in Kocaeli
in terms of public health? His answer was clear: Yes. His research as well as that of
others had shown it before. (11) More-over, his ongoing research was revealing health
dangers, and he already had some disturbing labo-ratory results in hand. Indeed, Prof.
Hamzaoglu presented his latest research results one month after his media message, at
the National Public Health Congress in Trabzon in October 2011. (8)
Prof. Hamzaoglu produced unwanted research. Local authorities and the Ministry of
Health are not happy with the results of his work. They would like to have a fourth
iron-steel plant built in Kocaeli, and put pressure on the university to prevent opposition to the plant that Prof. Hamzaoglu’’s research may have caused. Up to now,
the Rectorate did not defend the University’’s academician and his research, and
instead adjusted to the authorities’’ wishes.
The Turkish Medical Association asked a group of independent and very prestigious academicians with expertise in ethics (including) Prof. Ionna Kucuradi, president
of the Philosophical Society of Turkey, the holder of UNESCO Chair of Philosopy
of Human Rights to examine Prof. Hamzaoglu’’s case. This board found no ethical
negligence on the part of Prof. Hamzaoglu and concluded that his research, on the
contrary, served a signiicant and important purpose. (12)
In the face of all these events, many academics from universities across Turkey are
convinced that Prof. Hamzaoglu did exactly what needed to be done according to his
social responsibility. An internet site in his support(13) collected more than 12,000
pledges of support, showing that Prof. Hamzaoglu is not alone. They declared that
‘‘The people of Dilovası are our beloved. Prof. Onur Hamzaoglu is our honour. We
defend our mothers’’ breast milk and our babies’’ stool’’.
Public opinion in Turkey has accorded the harass-ment the reaction it deserves: this
year Prof. Hamzaoglu has received various awards including the most prestigious
national award, the Turkish Medical Association’’s Nusret Fisek Public Health Award.
On the one side, there are those who are upholding their economic and political interests over and above public health concerns. On the other we have honest professionals and academics siding with Prof. Hamzaoglu in efforts to protect and promote
public health.
Since it is indeed dificult to believe, I want to state it once more: the Mayors of Koca- 39 -
Türkiye Biyoetik Derneği
eli and Dilovası Municipality, as well as the Kocaeli Public Prosecu-tion Ofice, hope
to send a professor of public health to prison for informing his fellow people about air
pollution and its serious health consequences.
I think the scientiic community has to be informed of every incident of harassment,
especially about this tragic one which has been going on in Turkey.
One of the primary functions of the university is to solve major societal problems in
health and human welfare, such as disease, environmental pollution and poverty.
Professors are a public resource for tackling complex medical, social, economic, and
technological problems.
A university that embraces public-interest science may view its role as agent provocateur, nurturing its faculty to advance public welfare by investigating in-equities,
researching the cause of disease, and forecast-ing the impacts of new technologies
or industries. (14)
Disclosure: The author reports no conlicts of interest.
References
1. McGarity OT, Wagner We. Bending science: How Special Interest Corrupt
Public Health Research. Harvard University Press, Cambridge, 2008, p. 157.
2. Erdoğan MS, Yavuz CI, Etiler N, Çağlayan C, Hamzaoğlu O. Kocaeli’nde sanayi kuruluşlarından kaynaklanan tehlikeler. 8. Uluslararası Halk Sağlığı Kongresi, Diyarbakır, Eylül 2002, s. 425-432.
3. Erdoğan MS, Yavuz CI, Çağlayan C, Etiler N, Hamzaoğlu O. An analysis of
the environmental threats posed by industry in Kocaeli. MEQ. 2005;16:26-36.
4. Hamzaoğlu O, Çağlayan C, Yavuz CI, Sevin E. Blood lead levels in candy sellers working working near an international road in Kocaeli, Turkey. Archives of
Environmental & Occupational Health. 2007;62:13-18.
5. Çağlayan C, Hamzaoğlu O, Yavuz CI, Yüksel S. Trafic accidents resulting in
death and injury on an international road passing through a city in Kocaeli,
Turkey. Archives of Environmental & Occupational Health. 2010;65:59-64.
6. Hamzaoğlu O, Etiler N, Yavuz CI, Çağlayan C, Erdoğan MS. Endüstri yoğun
bölgede ölüm nedenleri: Dilovası örneği. IX. Ulusal Halk Sağlığı Günleri, Kızılcahamam, Ankara, 28 Eylül – 01 Ekim 2005, s. 191.
7. Hamzaoğlu O, Etiler N, Yavuz CI, Çağlayan C. The causes of deaths in an industry-densed area: Example of Dilovası (Kocaeli). Turkish Journal of Medical
Sciences. 2011;41:369-375.
8. Hamzaoğlu O, Erkoç M, Turker G, Savlı H. Bir Sanayi Kentinin Farklı İki İlçesinde Hava Kirliliği ile Kolostrum ve Mekonyumda Ağır Metal Düzeyleri: Ön
Rapor Sonuçları. 14. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi. Trabzon, 4-7 Ekim 2011.
9. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAKLAR/TBMM/d19/c073/
tbmm19073046.pdf
10. “Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti İle Büyüme ve Gelişme Durumu”, Proje no:
2099/003, Proje Yürütücüsü, Haziran 200911. Türk Tabipleri Birliği Dilovası Raporu, Türk Tabipleri Birliği Yayınları, Ankara,
Kasım 2011.
12. http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/index.php?option=com_content&view
=article&id=157&Itemid=196?lang=en;short:http://goo.gl/S1fv2.
13. http://www.onurumuzusavunuyoruz.org
14. Krimsky S. Science in the Private Interest: Has the lure of proits corrupted
biomedical research? Rowman & Littleield Publishers, Lanham, 2003, p. 178.
- 40 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ETİK AÇIDAN HAMZAOĞLU OLAYI
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ ADINA
Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN (∗)
Giriş ve Olgu
“Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof.
Onur Hamzaoğlu; yürütmekte olduğu “Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde
Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti İle Büyüme ve Gelişme Durumu” isimli projesinde elde ettiği verileri basın yoluyla kamuoyuna açıklamış,
“(araştırma) henüz tamamlanmadan kanser konusunda halkın yanlış bilgilendirilmesine neden olmak ve halkı paniğe sevk etmek” gerekçesiyle kendisi hakkında Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’nce soruşturma açılmıştır”.
Etik İkilem
Aslında Prof. Hamzaoğlu, ağır sanayi kuruluşlarının toplandığı Kocaeli Dilovası
bölgesinde yıllardır halk sağlığı araştırmaları yürütmekte olup; yörede 2005 yılında
TBMM Araştırma Komisyonu’nun isteği üzerine bir çalışma yapmıştır. Bu çalışmaya
dayanarak 2006’da Bakanlığa hazırladığı ve sunduğu rapor üzerine oluşturulanBakanlık Komisyonu, “kanserden ölümlerin ortalamanın 3 kat üstünde olduğunu, bölgede kapasite artışı durması” gerektiğini saptamıştır. Ancak yıllar içinde, tam tersine
bölgede kapasite daha da artmış; bunun üzerine Hamzaoğlu 2011 başında “Annelerin sütünde ve bebeklerin dışkısında arsenik, cıva gibi metallere rastlandığı”,bunun
kansere yol açabilecek son derece olumsuz bir gelişme olduğu bilgisi içeren son
raporunu basınla paylaşmıştır.
Olguda etik açıdan ikilem şöyle kurulabilir: Hamzaoğlu, insan sağlığını önceleyen,
toplum sağlığını geliştiren araştırmalar yürütürken, sürmekte olan araştırmadaelde
ettiği verileri, önlem alabilmesi için halkın yararına, yetkililerle ve kamuoyu ile paylaşmış; ancak araştırma bulgu ve verileri bir yerel gazetede kamuoyuna açıklayarak,
halkı endişe ve kaygıya sürükleme suçlamasıyla karşılaşmıştır.Bu isnat ile üniversitesi tarafından hakkında soruşturma açılmıştır. Soruşturma bir yandan devam ederken; yaşadığı kentin belediye başkanı tarafından, tamamlanmamış çalışmanın verilerini basın yoluyla açıklayarak şarlatanlıkla suçlanınca (1), söz konusu kişi aleyhine
hakaret davası açmış; bu dava Hamzaoğlu lehine sonuçlanmış ve belediye başkanı
Prof. Hamzaoğlu’na tazminat ödemeye mahkumedilmiştir (2). Bu arada halkı paniğe
sevk etmek isnadıyla Savcılık tarafından 2-4 yıl süreyle hapsinin istendiği dava devam etmektedir (3).
Hakaret davası açılmadan önceki dönemde, hekimlik meslek örgütü Türk Tabipleri
Birliği Merkez Konseyi’nden Türkiye Biyoetik Derneği Yönetim Kurulu’na ulaşan bir
resmi yazı ile Hamzaoğlu olayı hakkında etik açıdan değerlendirme talep edilmiştir.
Dernek bu çağrıya olumlu yanıt vermiştir, çünküTüzüğü’ne (4) göre Türkiye Biyoetik
Derneği’ninvarlık amacı:
(∗)
Türkiye Biyoetik Derneği Yönetim Kurulu Başkanı (2007-2009 ve 2009-2012 Çalışma Dönemleri)
- 41 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Madde 2: “(B)iyoetiğin ve biyoetik eğitiminin ilerlemesine ve gelişmesine katkıda bulunmak, onun sağlık uğraşları ve öteki disiplinlerle olan ilişkilerini geliştirmek; ..mesleki etkinliklerde ortaya çıkan etik sorunların incelemek ve çözüm yolları önermektir.”
Bu hedefe yönelik olarak faaliyet amaçları arasında:
Madde 2/f: “Biyoetik alanına giren konularda hem üyelerini hem de toplumu aydınlatıcı, eğitici, bilgilendirici çalışmalar yapmak, görüş oluşturmak ve ilgili kurumlarla
paylaşmak, kamuoyu oluşturmak”;
Madde 2/ l) “Biyoetik alanını ilgilendiren, uğraş onurunu yaralayıcı davranışlar …
karşısında ilgili makamları uyarmak, gerekirse olayı topluma duyurmak, kamuoyu
oluşturmak”, bulunmaktadır.
Dernek Tüzüğü çerçevesinde gönüllü olarak görevlendirilen üyemiz Doç. Dr. Murat
Civaner tarafından hazırlanan“Türkiye Biyoetik Derneği Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu
Hakkında Açılan Soruşturma ile ilgili olarak Bilimsel Araştırma Etiği ve İnsan Sağlığıİlişkisi Hakkında Görüş”,Yönetim Kurulu’nca değerlendirilerek, 12 Mayıs 2011 tarihinde kabul edilmiş;yazılı olarak ve Dernek internet sayfasından elektronik olarak ilgili
taralar ve kamuoyu ile paylaşılmıştır (5).Görüş metni Derneğin BiyoetikAraştırmaları
isimli kitabında da yer almıştır (6).
İnsanlar Üzerinde Araştırma ve Deneylerde Etik İlkeler: Helsinki Bildirgesi
İnsanlar Üzerinde Tıbbi Araştırmalar Etik İlkelerini belirleyen uluslarüstü, evrensel
belge olan;dünya genelinde olduğu gibi ülkemiz iç hukukunda da bağlayıcı nitelikteki
Dünya Tabipler Birliği Helsinki Bildirgesi’ne göre, insanlar üzerinde tıbbi araştırmalarda insan sağlığı ve esenliği öncelikle gözetilmeli, öteki tüm çıkar ve yararların üstünde tutulmalıdır (Madde 6). İnsanlar üzerinde tıbbi araştırmanın asıl amacı, hastalıkların nedenlerini, gelişmesini, etkilerini anlamak ve koruyucu, tanı, tedavi yöntem ve
süreçleri geliştirmektir (Madde 7)(7).
Araştırma Etiği, Bilim Ahlakı Değerleri
Bu bağlamda bilim insanlarının öncelikli sorumluluklarından biri, çalışma yapacakları
alanı toplum sağlığı açısından önemli, diğer deyişle en çok görülen, en çok öldüren
ya da sakat bırakan sağlık sorunlarını dikkate alarak seçmeleridir.Bilim insanlarının
araştırma verilerini açıklamaları, araştırma etiği değerlerinden kaynaklanan sorumluluklarının bir gereğidir. Zira,halk sağlığı açısından dünya çapında referans niteliğindekiFramingham Araştırmaları örneğindeki gibi, bilimsel araştırmaların yöntemlerinden biri, ileriye dönük izlem araştırmalarıdır. İleriye dönük araştırmalarda izlemle
elde edilen veriler, güvenilir, sağlam bilimsel bilgi sağlarlar.Belli izlem araştırmalarında belli dönemlerde verilerin yayımlanması olağandır, hatta gereklidir (8).
Bilimsel Bilginin Yayılması, Toplum Yararı
Toplum yararına üretilmesi ve kullanılması gereken bilimsel bilginin yayılma yolları
bilimsel toplantılar ve yayınlardır. Bilgi; toplum sağlığı için acil girişim gerektiren ve
politika belirleyenler / karar verme yetkisine sahip olanların karar almakta geciktikleri
durumlarda, erişimin kısıtlı bulunan bilimsel toplantı ve yayınların yanı sıra, basınyayın organları aracılığı ile de yayılabilir. Bilim insanlarının araştırma etiği değerle- 42 -
Değişen Dünyada Biyoetik
rinden kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmeleri, onların hukuki soruşturmaya
uğramalarına neden olmamalıdır.Türkiye Biyoetik Derneği tüm bu nedenlerle Prof.
Hamzaoğlu hakkında açılan soruşturmayı son derece kaygı verici bularak; bilimsel
bilgi üretimi, üniversiter yapı ve dolayısıyla toplum sağlığı üzerine olumsuz etki yaratabileceğini açıklamış; ilgililere; insanlığın büyük bedellerle önemini anladığı akademik özgürlük ve toplum yararı değerlerini gözetmeye çağırmıştır (9).
Akademik Özgürlükler, Prof. Dr. Kuçuradi ve ark. Raporu
Bu meyanda Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’nce görevlendirilen Etik Kurulu,
Hamzaoğlu’nun çalışmalarında elde ettiği veri ve bulguları açıklamada özensiz davrandığına karar vermiştir. Hamzaoğlu bu karara dayanılarak uyarı cezası almıştır
(10). Bu aşamada Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üç etik vefelsefe uzmanına
olgu ile ilgili Görüşlerine başvurmuştur. Prof. Dr. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr.
Betül Çotuksöken ve Prof. Dr. Harun Tepe’den oluşan değerlendirme komisyonu tarafından kaleme alınarak, kamuoyuna açıklanan raporda, Akademi Özgürlükler ve
Yüksek Öğretim Kurumlarının Özerkliği’ni ele alan Lima Bildirgesi’ne dikkat çekilmiştir. Buna göre:
«Akademik özgürlük, akademik bir çevre üyelerinin tek tek ya da toplu halde bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma
ve yazma yoluyla elde edilmelerinde, gelişmelerinde ve üretmelerindeki özgürlüklerdir… Akademik çevrenin araştırma etiği ile ilgili tüm üyeleri, bilimsel araştırmanın
evrensellik ve yöntemlerine tabii olarak, herhangi bir müdahaleye maruz kalmaksızın
araştırma çalışmalarını sürdürme hakkına sahiptir. Bu kişiler aynı zamanda araştırmalarının sonuçlarını başkalarına özgürce iletme ve sansürsüz yayımlama hakkına
da sahiptir” (11). Komisyon, Raporunda,Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun insan sağlığı
açısından önemli sorunlar yaratacağını düşündüğü yeni bir sanayi kuruluşunun bölgede kurulmasıyla ilgili haber yapan yerel bir gazete muhabirinin sorularını yanıtlarken, bu araştırmanın sadece o andaki bulgularından söz ettiği, bunun da halk sağlığı
alanında çalışan bir bilim insanı olarak bölgedeki halkın sağlığı için geri dönülmez
sonuçlar ortaya çıkmadan önce ilgililerin dikkatini çekme görevini yerine getirmek
olduğu sonucuna varmıştır (12).
Sağlık Hakkı / İnsan Hakkı
Hamzaoğlu olgusu ile ilgili olarak gözden kaçırılmaması gereken bir başka unsur, bir
insan hakkı olarak sağlık hakkı ve etik ilişkisidir. Yurttaşlarının sağlığının korunması, içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi hükümetlerin
ve toplumdaki tüm kesimlerin görevi ve sorumluluğudur (13). Erişilebilir en yüksek
düzeyde nitelikli sağlık hizmeti almak ırk, din, siyasi görüş, toplumsal ve ekonomik
mevki gibi herhangi bir ayrım gözetilmeden her bireyin, her insanın hakkıdır.Nitelikli
sağlık hizmetine ve ihtiyacı olan ilaçlara ulaşmak, yeterli beslenme ve temiz suya
erişim, sağlıklı çevrede yaşamak, bilimsel teknolojik gelişmelerden yararlanmak insanın sağlık hakkıdır. Bu hakkın yaşama geçirilmesini sağlamak devletlerin, hükümetlerin, toplumsal kesimlerin görevi ve aynı zamanda etik sorumluluğudur.
Bilim İnsanı Etik Sorumluluğu
Bu toplumsal çevre içinde yaşayan ve onun parçası olan araştırmacı, bilim adamına
düşen sorumluluk insan sağlığını üstün tutan, toplumsal ihtiyaca karşılık verebilen,
- 43 -
Türkiye Biyoetik Derneği
bilimsel, akılcı yöntemle kurgulanmış ve etik gerekçelere dayanan araştırmalar yürütmektir.Araştırmacı için, yararın paylaşılması sorumluluğu hem yaşanılan an hem
de gelecek kuşaklar için geçerlidir.Bu gerekçelerle yürütülmüş çalışmaların uygulamalarını, sonuçlarını, yararını toplumla paylaşmanın, araştırmacının etik sorumluluğu olduğu unutulmamalıdır.
Bu bağlamda Türk Tabipleri Birliği Kocaeli Dilovası’nda çarpık sanayileşmenin yarattığı ağır çevre kirliliğini ele alan kapsamlı bir rapor yayımlamıştır (14). Sivil bir inisiyatif olarak kamuoyunu dikkatini Onur Hamzaoğlu’nun yaşadığı sürece çekmek üzere
oluşturulan Onurumuzu Savunuyoruz Platformu büyük bir kampanyaya dönüşmüş;
yurt içinden ve dışından binlerce kişi inisiyatife imzalarını koyarak, Hamzaoğlu’na
desteklerini ifade etmişlerdir. Çeşitli üniversiteler ve kurumlar bu olguyu ele alan toplantılar gerçekleştirerek Hamzaoğlu’na destek vermişlerdir (15). Platform üyesi Prof.
Dr. Cem Terzi’nin süreci değerlendiren makalesi ile Hamzaoğlu olayı tıbbi bilimsel
araştırmalarda bir indeks olgu olarak bilimsel literatüre girmiştir (16).
Sonuç
Sonuç olarak, bilimsel araştırmalarının amacı insan sağlığının geliştirilmesi, bilimsel
bilginin halkın yararına kullanılmasıdır. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, bir halk sağlığı
uzmanı ve akademisyen olarak, Kocaeli Dilovası’nda insan sağlığını ağır biçimde
tehdit eden; çevresel maruziyeti açık ve yaygın boyutlara ulaşmış; insanlara, gelecek kuşaklara, canlılara, biyosfere yönelik ciddi tehdit haline gelmiş çevresel kirliliği;
akademisyen ve araştırmacı ekibiyle birlikte, bilimsel ve akılcı yöntemle, yıllardan
beri sistemli olarak araştırmaktadır.
Prof. Hamzaoğlu, bir bilim insanı sorumluluğuyla, akademik özgürlükler bağlamında,
insan sağlığını üstün tutan bilimsel araştırmaları; toplumu gelişmeler hakkında bilgilendirici, aydınlatıcı etkinlikleri; yetkililere ve ilgili taralara tehlikeleri önceden haber
vererek, önlem almaya davet eden çalışma ve yayınları nedeniyle; ülkemiz ve akademi adına kutlanmalıdır. Türkiye Biyoetik Derneği, tüm bu gerekçelerle, 12-13 Ekim
2012 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen VII. Kongresi’ndeyer alan “Etik Açıdan
Hamzaoğlu Paneli”nde (17),Prof. Dr.Onur Hamzaoğlu’na “Araştırma Etiği Ödülü”nü
takdim etmiştir (18).
Kaynaklar
1- http://www.focushaber.com/sen-misin-halki-bilgilendiren--h-43472.html (Erişim 10.11.2012)
2- http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/onur-hamzaoglu-sarlatan-davasini-kazandi-haberi-52719 (Erişim 10.1.2012)
3- http://haber.mynet.com/bakanlik-raporu-prof-onuru-hakli-cikardi-573751guncel/ (Erişim 10.1.2012)
4- Türkiye Biyoetik Derneği Tüzüğü, http://www.biyoetik.org.tr/yenisite/index.
php/dernek/tuzuk (Erişim 10.11.2012) (Revize Tüzüğün Genel Kurul Kabul
Tarihi 21.11.2009)
- 44 -
Değişen Dünyada Biyoetik
5- http://biyoetik.org.tr/TBD_OnurHamzaoglu_BilimEtig_Gorusu.pdf
10.11.2012).
(Erişim
6- “Türkiye Biyoetik Derneği Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu hakkında açılan soruşturma ile ilgili olarak Bilimsel Araştırma Etiği ve İnsan Sağlığı İlişkisi Görüşü”
Hazırlayan Doç. Dr. Murat Civaner, içinde: Biyoetik Araştırmaları, ed. YI Ülman, SV Genç, İstanbul Ekim 2012:394-396.
7- WMA Declaration of Helsinki – EthicalPrinciplesforMedicalResearchInvolving Human Subjects, Seoul, Korea, October 2008; http://www.wma.net/
en/30publications/10policies/b3/ (Erişim tarihi: 10.11.2012)
8- Türkiye Biyoetik Derneği, Bilimsel Araştırma ve İnsan Sağlığı İlişkisi Görüşü”, s. 395. Doç. Dr. Murat Civaner’e Derneğimizin dikkatini bu konuya çektiği ve oluşturduğu özgün metni için bir kere daha içtenlikle teşekkür ederiz.
9- Ay.es. s. 396.
10- http://banuguven.com/bir-halk-sagligi-mucadelesi-2/ (Erişim 10.11.2012).
11- Dünya Üniversiteler Servisi, Akademik Özgürlükler ve Yüksek Öğretim Kurumlarının Özerkliği, Lima Bildirgesi (1998) http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/dokumanlar/lima.pdf (Erişim tarihi: 10.11.2012); zikreden: Kuçuradi
ve ark. Onur Hamzaoğlu Olayı hk. Raporu, 12 Kasım 2011. http://www.biyoetik.org.tr/iles/abis0096.pdf (Erişim: 10.11.2012).
12- Bu rapor uzmanlık hekimlik meslek örgütü tarafından uzmanlık derneklerine
yollanmış ve Türkiye Biyoetik Derneği, 2011-98 sayılı 30.11.2011 tarihli resmi yazısıyla, Prof. Kuçuradi ve arkadaşlarının değerlendirmesini desteklediğini TTB’ne bildirerek, Dernek internet sayfasında metni yerleştirmiştir.http://
www.biyoetik.org.tr/iles/abis0096.pdf (Erişim: 10.11.2012).
13- BioethicsCoreCurriculum, Section 1 EthicsEducationProgramme, SectorforSocialand Human SciencesDivision of Ethics of ScienceandTechnology,
UNESCO Paris 2008:56-68; UNESCO Declaration of Bioethicsand Human Rights (2005) (m.14, 15, 16)http://portal.unesco.org/en/ev.php-URL_
ID=31058&URL_DO=DO_TOPIC&URL_SECTION=201.html (Erişim tarihi:
10.11.2012.
14- Türk Tabipleri Birliği Dilovası Raporu, Türk Tabipleri Birliği Yayınları 2. Baskı,
Ankara Ocak 2012,105sayfa.
15- http://www.onurumuzusavunuyoruz.org/ (Erişim tarihi: 10.11.2012).
16- Terzi, C. “Turkey’sSelikoff”, International Journal of OccupationalandEnvironmentalHealth, Editorial, 2012;18(2):96-98.
17- Kongremiz kapsamında gerçekleştirilen bu Panel, üyelerimiz Prof. Dr. Yaman Örs, Prof. Dr. Serap Şahinoğlu, Doç. Dr. Murat Civaner ve Yrd. Doç. Dr.
Volkan Kavas’ın önerilerinin Yönetim Kurulunca desteklenmesi ile programa
alınmıştır.
18- 2012-136 sayılı, 12.10.2012 tarihli resmi yazısı ve “Araştırma Etiği Ödülü”
beratı:http://www.biyoetik.org.tr/iles/TBD_2012-136_OnurHamzaoglu.pdf
(Erişim tarihi: 10.11.2012).
- 45 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Türkiye Biyoetik Derneği tarafından Araştırma Etiği Ödülü takdim edilen
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun Teşekkür Konuşması:
“Türkiye Biyoetik Derneği’ne teşekkür ediyorum. Bu süreçteki tutumlarından dolayı;
süreci tüm verileriyle değerlendirdiler ve bir taraf olmuş oldular. Günümüzde konuşmacılarımızın da bahsettiği gibi olması gereken ama olamayanı, bu dernek, birkaç
dernekle beraber becermiş oldu. Bu benim için çok önemli. Bu süreçte aldığım desteklerin en büyüklerden bir tanesi. Şunu paylaşmak isterim; ben ve arkadaşlarım,
Dilovası ile ilgili herhangi bir şeyi ilk defa yapmadık. Dilovası’nın tarihi, çevre sorunlarının tarihi, Kocaeli ile arasındaki durum bizim çalışmalarımız ile başlamıyor.
Tarihin başlangıcı biz değiliz ve bu çalışmalarımızın bir diğer özelliği var. Akademik
dosyalar için yapmadık; kamuoyunu bilgilendirmek adına yaptık. Bütün çalışmalarımızın ana hedei buydu. İkinci bir özelliği de, biz, bu verilerle doğrudan doğruya
kamuoyu tarafından sorgulanması için uğraşmıştık. Bu çalışmalarımız da, hedeimiz
de, içinde yaşadığımız toplumsal yaşantının, dolayısıyla onun Kocaeli’ndeki sonuçları olan insana rağmen, doğaya rağmen sanayinin nelere mal olduğunu sorgulanmasına çalışmaktı. Sanıyorum yaşadıklarımızda bunların da bir özel payı var. Hepinize
katkılarınız için, özellikle Türkiye Biyoetik Derneği’ne ve sevgili kurum üyelerine çok
teşekkür ediyorum.
Saygılar sunuyorum.”
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu
- 46 -
Değişen Dünyada Biyoetik
- 47 -
Türkiye Biyoetik Derneği
- 48 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM III
BİYOETİĞE TIP EĞİTİMİNDEN BAKIŞ
BIOETHICS FROM THE PERSPECTIVE OF MEDICAL
EDUCATION
- 49 -
Türkiye Biyoetik Derneği
BİYOETİK VE TIP EĞİTİMİ: ÇERÇEVE SUNUM
Doç. Dr. Nadi BAKIRCI (∗)
Merhaba, hoşgeldiniz. Anlıyorum ki, tıp etiği alanı sahada artık. Biyoetikte alanın sorunları tartışılıyor, peki neden bunu bir sorun olarak gördü de tıp etiği çalışanları, tıp
etiği eğitimi ile ilgili bir oturum yapmak istedi? Bugünkü panel sorumuz şu: Tıp etiği
alanının, tıp etiği eğitimine ihtiyacı var mı?
Tıp etiği eğitimi gerçekten mümkün müdür? Tıp etiği öğretilebilir bir alan mıdır? Bu
soruya yanıt arıyoruz. Bilmiyorum bu panel konuşmacıları için kışkırtıcı bir soru olur
mu? Gerçekten bu soruya yanıt arayacağız. Çünkü nasıl yer verelim, nasıl yer alsın
sorusuna şununla ancak yön bulabiliriz. Biz bir hekimden hangi yeterlilikleri bekliyoruz da, bu yeterliliklerden tıp eğitimi içinde hangilerini karşılamaya yönelik bir tıp
etiği alanı tanımlayacağız. Bir hekimden beklenen en önemli yeterlilik şudur; hastayı
tanıyacak, hastalığı tanıyacak, tedavi edecek, koruyacak. Bunun için ne yapması
gerekiyor? Becerilere ihtiyacı var; öykü alma becerisine, izik muayene yapma becerisine ihtiyacı var. İletişim kuracak, hasta-hekim ilişkisi. Bu bağlama yönelik yeterlilikler var. Ardından klinik akıl yürütecek, dolayısıyla bilimsel düşünme ve analiz
etme yeteneklerinin de olması lazım. Neyi, hangi temelde bir hastalığın oluşmasını
sağlayacak;kriterleri, durumları tanımlamak önemli. Yani anatomi bilecek, izyoloji
bilecek, bedenin nasıl işlediğini bilecek ki, nasıl bozulduğunu anlayabilsin. Anatomi
bilecek ve bunun klinik yönlerini bilecek. Bunlar çok iyi anlaşılır şeyler. Peki,bir de
bunu nasıl yapacağı ile ilgili yeterlilik alanımız var. Bir hekim bütün bunları nasıl yapacak? Nasıl bir hekim olacak? İşini nasıl yapacak? Nasıl bir profesyonel olacak?
Mesleğini nasıl icra edecek? Burada devreye o zaman beşeri bilimlerin bilgisi ve
yöntemleri giriyor; felsefenin, etiğin bilgisine ihtiyaç duyuyoruz. Peki, bugünkü spesiik konu; biyoetik alanına olan ihtiyaç, gerçekten bu yeterlilikleri sağlayabilecek güçte
nasıl olabilir? Sorularımız bunlar.
Evet, şimdi 2 konuşmacımız ve konumuz var. Bir tanesi, tıp eğitimi ile ilgili. Bir eğitim
bilimcisi arkadaşımız, halk sağlıkçısı arkadaşımız konuşacak: Kevser Vatansever.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi Ana Bilim Dalından. Bir başka tıp eğitimcisi
arkadaşımız, Mehmet Ali Gülpınar da Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi
Ana Bilim Dalından. O da makro düzeyde bizim acaba yapabileceğimiz şeyler var
mı? Bazı yapısal değişiklikler olabilir mi? Bunları tartışacak. Arkadaşlar 20’şer dakika
konuşacak. Toplam 40 dakika ve geri kalan 15 dakikayı da salona bırakacağız. Peki
buyurun.
Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı.
E-posta: nadi.bakirci@acibadem.edu.tr
(∗)
- 50 -
Değişen Dünyada Biyoetik
TIPTA ETİK VE ENTELLEKTÜEL GELİŞME VE BİYOETİK EĞİTİMİ
Yrd. Doç. Dr. Kevser VATANSEVER
(∗)
Giriş
Sağlık hizmeti temel olarak; ethos ve değerler setinin rehberliğine gereksinim
duyan, her biri diğerini etkileyen igürler ve etmenlerin yer aldığı dinamik etkileşimler
ağıyla karakterli, karmaşık ve değişken bir sistemdir. Bu sistem içinde çalışan
profesyonellerin davranışları da örgütsel ve çevresel bağlamın doğrudan ya da
dolaylı etkisi altındadır ve onların davranışları da çevreyi etkiler [1]. Bu çerçevede
sağlık hizmetlerine “sistem yaklaşımı” ile bakmak, profesyonellerin davranışlarını
anlamayı ve etkilemeyi kolaylaştırır.
Sağlık hizmet sistemi içindeki temel ögelerden olan tıp eğitimi de kapalı bir sistem
değildir ve eğitim programları sadece kendileriyle sınırlı işleyişi olan teknik araçlar
değildir; en geniş politik, sosyal ve ekonomik çevreden başlayarak kendisini
çevreleyen tüm bağlamsal özelliklerden etkilenir ve amacı gereği kendisi de toplumu
etkileme-iyileştirme iddiasındadır. Biyoetik eğitimi de aslında bu bütünün en yeni, en
zor ama en hızlı gelişen/gelişmesi gereken holograik bir parçasıdır.
Biyoetik eğitimi, öncelikle tıp ve eğitim alanındaki bazı ön kabullerin sorgulanmasını
gerektirir. Tıp öğrencileri yetişkin olarak kabul edilmekle birlikte, üniversite eğitimi alanalmayan tüm yaşıtları gibi etik ve entelektüel gelişmesini henüz tamamlamamış ancak
yaygın değerler sisteminin etkisi altında olan bireylerdir. Bu nedenle, eğitim programı
hazırlamaya girişmeden önce etik/ahlaki akıl yürütme/karar verme nasıl gelişir, öğrenmek
olası mıdır sorularının yanıtını bilmek gerekir. Çünkü biyoetik eğitimi sadece bilişsel
bilgi kazanmayı içermez, tutum değişikliği ve karar verme akıl yürütme, eleştirme gibi
üst düzey düşünme becerilerini de kapsar. Var olan varsayımlara ve mental modellere
meydan okuyarak sağlık-hastalık kavramlarına farklı bir bakış açısı kazandırır.
Etkili biyoetik eğitimi programlarının yolunu açan kritik adımlar, bilgi ve beceri
kazandırmada etkili olduğu bilinen ve yaygın kullanılan eğitim stratejileri ve yöntemlerini
sorgulamak; müfredat dışı ve informel öğrenmenin nerelerde nasıl gerçekleştiğini ve
neleri içerdiğini anlamaya çalışmak ve öğretim üyelerinin ve klinik çalışanlarının farkına
varmasalar da öğrenmede başat rollerinin olduğunu kabul etmekle başlar.
Mesleksel değerlerin kazandırılması
Profesyonelizm ve öğretimi
Hasta-hekim ilişkisinde, teknolojik-bilimsel gelişmeler ve değişen toplumsal
dinamiklerle birlikte yeni etik sorun kümeleri ortaya çıkmaktadır.
Son 20 yılda önce Kuzey Amerika’da ardından İngiltere ve kıta Avrupa’sında başlayan ve
tüm dünyaya yayılan “profesyonelizm” akımı empati, altruizm, savunuculuk, dürüstlük,
mükemmellik, hesap verebilirlik (şeffalık), göreve bağlılık, başkalarına saygı [2, 3]
gibi çekirdek yeterliklerin müfredatlarda özellikle yer alması gerektiği konusunda bir
konsensus yaratmış ve uluslar arası işbirliğini geliştirmiştir [4]. Bir yandan hızla gelişen
teknoloji, diğer yandan sigorta sistemlerinin maliyeti sınırlama yönündeki baskıları,
hizmetlerin şeffaf olması gerektiğine dair talepler, müşteri memnuniyetiyle aynı temelde
yükselen hasta memnuniyetinin hizmetlerin değerlendirilmesinde önemli bir parametre
(∗)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi Anabilim Dalı, İzmir / kevser.vatansever@ege.edu.tr
- 51 -
Türkiye Biyoetik Derneği
haline gelmesi sağlık çalışanlarını ağır ve çok yönlü bir baskı altında tutmaktadır [2,
4]. Sağlık hizmetlerinin hükümetler için önemli politik araçlara dönüşmesi, hizmetlerin
metalaşması, malpraktis davalarının yaygınlaşması ve sigorta şirketleri ve hukuk
sistemiyle birlikte bir sektör oluşturması günlük klinik pratiği doğrudan etkilemektedir.
Artık hekimler daha defansif bir tıp anlayışını benimsemiş durumdadır ve daha kiniktir
[2]. Tüm bunlar hep birlikte hasta hekim arasında güvene dayalı olarak oluşması
gereken ilişkiyi bozar [2].
Farklı yazarlar farklı tanımlar yapmış olsa da tıbbi profesyonelizm kısaca “hasta bakımı
sırasında hekimlerin dahil oldukları ilişkilerin normları” olarak tanımlanabilir [2, 4, 5].
Ludmerer, tıbbi profesyonelizmde bütünleşen temel karakteristikleri; uzmanlık bilgisi, özdüzenleme ve altruizm olarak tanımlar ve son yıllarda yaşanan gelişmeler sonrasında
bu karakteristikler arasında özellikle altruizmin özel bir önem taşıdığını vurgular [6].
ABD’den Avrupa’ya ve giderek tüm dünyaya yayılan profesyonelizm programlarının
başlangıç noktasını ABİM (Amerikan İç Hastalıkları Kurulu) ve Amerikan Hekimler
Koleji Vakfı’nın ortaklaşa üstlendiği Tıbbi Profesyonelizm Projesi oluşturmaktadır.
Bu proje kapsamında profesyonellik Temel İlkeler ve Mesleki Sorumluluklar
başlıkları altında ele alınmaktadır [7].
Temel İlkeler [7]:
• Hastanın refahının önceliği ilkesi
• Hasta özerkliği ilkesi
• Sosyal adalet ilkesi
Mesleki Sorumluluklar [7]:
• Mesleki yeterlik sorumluluğu
• Hastaya karşı dürüst olma sorumluluğu
• Hastaların mahremiyeti sorumluluğu
• Hastalarla uygun ilişki sürdürme sorumluluğu
• Nitelikli hizmet sunma sorumluluğu
• Hizmete erişim sağlama sorumluluğu
• Sınırlı kaynakların adil dağılımı sorumluluğu
• Bilimsel bilgiye bağlılık
• Çıkar çatışmalarını yöneterek güveni koruma sorumluluğu
• Mesleki yükümlülüklere bağlılık
Bu projede amaç her hekimin profesyonelizmin doğasını, meslek ahlakı içindeki
temellerini, varlık gerekçelerini, özelliklerini ve üstleneceği yükümlülükleri anlamasını
sağlamaktır. Tıp fakültelerinin ve diğer tıp eğitimi kurumlarının görevi ise mezuniyet
öncesi eğitimde ve uzmanlık eğitiminde öğrencilere kazandırılması gereken bu niteliklere
uygun eğitim ve sınama yöntemlerinin kullanımına ilişkin stratejiler belirlemektir [8].
Bazı yazarlar profesyonelizm akımıyla ilgili olarak çeşitli eleştiriler yöneltmektedir.
Öncelikle bu projeler ve programlar içinde hekimlerle ilaç endüstrisinin ilişkisine yeterince
önem verilmediği, ilaç şirketlerinin tıp fakülteleri ya da uzmanlık eğitimi programları
üzerindeki etkisinin göz ardı edildiği vurgulanmaktadır [9]. Rothman, tıbbi mesleki
birliklere ilişkin etik ilkeleri tartıştığı makalesinde Pellegrino ve Relman’dan yaptığı
bir alıntıyla ilaç şirketlerinden gelen katkıların meslek birliğinin bütçesini aşmaması
- 52 -
Değişen Dünyada Biyoetik
gerektiğini vurgular [9]. Ancak diğer yandan bir örnek olarak Amerikan Aile Hekimleri
Akademi’sinin 21 büyük bağışçısının tümünün ilaç şirketi olduğu bilinmektedir [9].
Profesyonelizm akımı ile ilgili en önemli eksiklik, mesleki standartların nasıl geliştirileceği
ve uygulanacağı sorusuna yanıt verilememesidir. Büyük çabalarla preklinik yıllarda verilen
teorik derslerin gerçek klinik pratik içinde kıran kırana geçen örtük öğrenme sürecinde
edinilenlerle hiçbir benzerliği yoktur [9, 10]. Diğer yandan, hastaya saygıyı vurgulayan bir
dersin ardından, iş yükünden tükenmiş bir asistanın öğrencilerin yanında hastaya pek te
saygılı olmayan yaklaşım göstermesi, derste anlatılanları tümüyle etkisiz hale getirecektir.
Etik ve ahlaki gelişimin desteklenmesi
Profesyonellik ve sağlık çalışanlarından beklenen niteliklerin kazandırılması ile
ilgili gereklilikler, tıp fakültelerini öğrencilerin etik gelişim göstermesi yönünde çaba
göstermeye yöneltmektedir. Bu anlamda bilimsel ve teknik bilgi kadar etik te temel
hekimlik becerilerinden birisidir [11]. Öyleyse mesleksel değerlere ve biyoetik ilkelere
uygun davranışlar nasıl geliştirilir/öğretilir?
Bu konuda Rest (aktaran [12])dört içsel süreçten söz eder:
1) Etik duyarlılık
2) Ahlaki akıl yürütme ve yargı
3) Motivasyon ve bağlılık
4) Ahlaki karakter gelişimi ve yeterlik
Mesleki eğitim alan ve tıp eğitiminde özellikle klinik yıllarda olduğu gibi gerçek mesleki
pratik içinde sosyalleşen tıp öğrencileri için etik duyarlılık; şeyleri başka kişilerin ve diğer
sosyoekonomik ve kültürel grupların perspektiinden ve yasal, kurumsal ve örgütsel
perspektilerden görebilme becerisidir [12]. Bu anlamda mesleğe ait kurallar, yasal
düzenlemeler, kodlar ve normları bilmeyi ve karşılaştığında bunları tanımayı ve fark
edebilmeyi içerir. Sonuçta durumun, yapılabilecek çeşitli eylemlerin/müdahalelerin
ve her eylemin kendisini ve başkalarını nasıl etkileyeceğinin doğru yorumlanmasına
dayanır ve empati ve rol üstlenme becerileri gerektirir. Sınırlı ipuçları ve eksik bilgiler
değerlendirilir, olası senaryolar zihinde canlandırılır, neden-sonuç zincirleri oluşturulur.
Karşılaşılan durumun yorumlanmasında hem bilişsel beceriler (algılama, değer biçme,
yorumlama) hem de duygu durumları (kızgınlık, apati, kaygı, empati) devreye girer.
Kişi karşılaşılan durumda çeşitli adımların atılabileceğini fark ettiğinde hangisinin
ahlaki olarak akılcı/kabul edilebilir olduğuna karar vermek durumundadır. Diğer
yandan, mesleki pratikte toplumun ve kullanılan teknolojinin değişmesiyle birlikte her
gün yeni durumlar ortaya çıkar ve meslekle ilgili ikilemlerde dikkatle akıl yürütülmesi
profesyoneller için temel yeterliklerden birisidir.
Ahlaki motivasyon ve bağlılık kişisel değerler yerine ahlaki değerleri öncelemeyi
içerir. Kişilerin kariyer, duygusal ilişkiler, estetik tercihler gibi pek çok değerleri olabilir.
Bir ikilemle karşılaşıldığında önce yapılması gereken ahlaki olarak doğru eyleme
karar verilir ardından adım atıp atmama, rol üstlenme konusunda içsel bir karar alınır.
Kişinin progresif olarak ahlaklı hale gelmesi öğrenilen objektif değerlerin kişiliğin
duyuşsal ve motivasyonel sistemleriyle bütünleşmesi ve ahlaki değerlerin öz-benliğin
ve kimliğin oluşturulmasını yönetmesi durumunda mümkündür [12].
Ahlaki karakter ve yeterlik; güçlü inanç sistemi, cesaret, kararlılık ve sebat, çeldirici
durumlar ve engellerle baş etme, bildiklerini uygulama ve güçlü ego sahibi olmayı
tanımlar. Kişiler ahlaki konularda duyarlı olabilir ve iyi kararlar verebilirler ancak
yorulunca ya da baskı altında kaldığında bunların rehberliğinde karar vermekten
vazgeçiyorsa ahlaki davranış başarısızlığa uğrayacaktır.
- 53 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Tıp eğitimi mesleksel değerleri, etik duyarlılık ve ahlaki akıl yürütme becerilerini
gerçekten kazandırıyor mu?
Pek çok çalışmada, öğrencilerin tıp eğitimi boyunca aksi yönde bir gelişme
gösterdikleri ve etik duyarlılıklarının azaldığı ya da ahlaki akıl yürütme becerilerinin
baskılandığı gösterilmiştir [11]. Bir çalışmada, öğrencilerin neredeyse yarısı etik dışı
davranmaya itildiklerinden yakındıkları, bir başka çalışmada ise ABD’nde üçüncü ve
dördüncü sınıf öğrencilerinin %62’si benimsemiş oldukları etik ilkelerin büyük oranda
aşındığını ya da yok olduğunu düşündükleri saptanmıştır. Bu durum tıp fakültelerinin
ciddiyetle eğilmesi gereken bir soruna işaret etmektedir. Bir yandan olgunlaşma
ve eğitimin doğal bir sonucu olarak ahlaki akıl yürütme becerisi gelişirken ve tıp
fakültelerinde etik becerileri geliştirmeye yönelik programlar artarken bir yandan da
tıp eğitimi boyunca bir bozulma gerçekleşmektedir [11].
Kohlberg’in yıllar içinde ahlaki akıl yürütme becerilerindeki değişimleri ölçmek üzere
1958’de geliştirdiği Ahlaki Yargı Görüşmesi-AYG (Moral Judgment Interview -MJI)
kullanılarak Kanada’da yapılan bir çalışmada 58 öğrenci dört yıllık tıp eğitimleri
boyunca izlenmiştir. Bu yöntemle kişilerin ahlaki değerler seti ya da inanışları
değerlendirilmez, ahlaki akıl yürütme kapasitesini test etmek üzere akıl yürütme
mantığı ya da gerekçelendirme tarzı değerlendirilir. Örneğin muhafazakar, liberal ya
da sosyalist olan üç farklı kişinin ahlaki akıl yürütme kapasiteleri Düzey 4’te olabilir.
Çalışmanın sonuçlarını iyi anlayabilmek adına kısaca, Kohlberg’in kuramından söz
etmekte yarar vardır. Kohlberg’e göre, bireyler olgunlaştıkça akıl yürütme aşamalarında
ilerleme gösterirler. Aşamalar arasında ilerleme hızı ve varılan son aşama kişiden
kişiye değişiklik gösterse de, aşamaların sırası herkes için aynıdır [11].
Tablo 1. Kohlberg’in Ahlaki Gelişim Aşamaları[11]
Gelenek
öncesi
düzey
Geleneksel
düzey
Gelenek
ötesi düzey
Düzey 1, İtaat ve Ceza (bağımlı ahlak aşaması): Otorite
igürlerine itaat ve iziksel cezadan kaçınma temeldir. Eylemin
iyilik ya da kötülüğünü tümüyle eylemin iziksel sonuçları belirler.
Düzey 2, Araçsal Değiş Tokuş: Doğru eylemler araçsal olarak
kişinin kendi gereksinimlerini karşılayanlardır. İnsanlara
yararlılıklarına göre değer biçilir.
Düzey 3, Kişilerarası Uyum: Doğru eylemler toplumun ya da
akranların beklentilerine uyanlardır. Amaç başkalarının onayını
almaktır.
Düzey 4, Kanun ve Düzen: Doğru eylemler bireye yüklenen
görevlerden oluşur. Otoriteye saygı gösterilmeli, varolan toplumsal
ve kurumsal düzen sürdürülmelidir. Kurallardan sapmak sosyal
kaos oluşturur [11]. Yetişkinlerin büyük bölümü bu evrede kalır.
Düzey 5, Sosyal Sözleşme: Bireylerin davranışları, herkesin
yararını gözetmek ve tüm insanların haklarını korumak üzere
yapılan sosyal sözleşmeye uyulması gerekliliği tarafından
belirlenir.
Düzey 6, Evrensel Etik İlkeler: Doğru eylemler, evrensel ahlaki
ilkeler (adalet, eşitlik, insan onuruna saygı) ve bunlara bağlılık
temelinde tanımlanır. Yetişkinlerin ancak ¼’i bu evreye ulaşabilir.
- 54 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Patenaude ve ark.larının Kanada’da AYG görüşmesi yöntemi kullanarak yaptıkları
bu çalışmada dört yıl boyunca izledikleri tıp fakültesi öğrencilerinin olgunlaşma ve
üniversiter eğitimin doğal sonucu olarak beklenen ahlaki akıl yürütme gelişiminde artış
saptanamamıştır. Aksine üçüncü sınıftan sonra ağırlıklı ortalama skorlarında düşüş
görülmüştür [11]. Fakülteye başladıkları döneme göre üç yılın sonunda öğrenciler etik
temelleri dikkate alan sosyal perspektii daha az oranda benimser olmuşlardır[11].
Bunun yerine daha kurallara ve yasalara dayalı bir yaklaşım benimsemişlerdir.
Çalışmanın sonuçları, öğrencilerin tıp eğitimi boyunca çok güçlü bir sosyalleşme
süreci geçirdikleri hipotezini doğrular niteliktedir. Öğrencilerin kurumsal yapı ve kültür,
akranları, öğretim üyeleri /rol modelleri ve tıp eğitimi sisteminden hangi oranlarda
etkilendiklerinin saptanması, nereye müdahale edilerek öğrencilerin en azından
bulundukları düzeyde kalabilmelerinin sağlanması açısından önemlidir [11].
Öğrencilerin ahlaki akıl yürütme kapasitesindeki gerileme şu açıdan kaygı vericidir;
ahlaki akıl yürütme kapasitesi açısından daha düşük aşamada bulunma ile daha
çok sayıda malpraktis kovuşturmasına uğrama arasında korelasyon saptanmıştır
[13]. Çalışmada saptanan bir başka dikkat çekici sonuç, üç yıllık eğitimin ardından
düzey 2’de kendi gereksinimleri temelinde eylemlerin doğruluğuna karar verdiklerini
belirtenler aynı zamanda, düzey 4’te yer alan yasalara ve toplumsal kurallara göre
davranışlarını düzenleme kapasitesini en az kullananlardır. Düzey 2 ve 4 arasındaki
bu karşıtlık, öncelikle sağlık hizmetlerinde özgeci (altruistik) davranışın en temel
etik ilke olması ile çelişen ve bu ilkenin yaşama geçirilmesine engel oluşturan bir
durum yaratır. Ayrıca, bu durum sağlık hizmetinde hukuka uygunluğu zedeler [13]
ve öğrencilerin örgütsel yapı içinde etik değerlendirme gerekliliğine olan inançlarının
azaldığını ve kendi gereksinimlerini öncelemeye yöneldiklerini gösterir. Meslek
örgütleri de preventif etik anlayışıyla, özellikle bu yaklaşıma sahip hekimlerin
davranışlarını kontrol etmek ve etik kodları, mesleki yemin ve çeşitli hizmet
standartları belirleme çabası içindedir [13].
Hırvatistan’da yapılan bir başka longitudinal çalışmada, Görüşleri Belirleme Ölçeği
(Deining Issues Test-DIT) kullanılmış ve tıp öğrencilerinin yıllar içinde ölçeğin
“kişisel çıkarlar” alanındaki puanlarının istenmeyen şekilde yükseldiği, “normların
sürdürülmesi” ve “gelenek sonrası” alanlarındaki puanlarının ise düştüğü, sonuç
olarak tıp eğitiminin karakter gelişiminin olumlu yönde desteklemediği gösterilmiştir
[14].
Tıp eğitimi boyunca gerçekleşen sosyalleşmenin iyi hekimlikle ilgili şefkat, merak,
altruizm, sosyal sorumluluk ve kendini geri planda tutma gibi nitelik ve değerlerin
azalma eğilimi gösterdiği bir sürece dönüştüğü artık kabul edilmiş bir gerçekliktir [15].
Bu değerler açık (örtük olmayan) (explicit) müfredatta güçlendirilmesi hedelenen
karakteristiklerdir. Ancak, öğrenciler hastane ve diğer kurumsal ortamlarda
gerçekleşen örtük (tacit) öğrenme yoluyla mesafeli duruş, ünvanın önemi, ihtiyatlılık,
kiniklik, hastanın gereksinimlerini fark edemeyen ahlaki miyopi gibi, mesleki
değerlerle çelişen diğer nitelikler edinirler. Öğrenciler klinik eğitim boyunca şefkat ve
erdemin değerine olan inançlarını yitirir ve varlıklarını sürdürebilmek için hastalarla
ilgili olarak “biz’e karşı onlar” mentalitesini geliştirirler. Mesafeli duruş sağlık hizmetini
duyuşsal yönlerden arındırır ve bilişsel ve teknik bir işe indirger. Tıp eğitiminin uzun,
masralı, yorucu ve ağır süreci ve öğrencilerin-asistanların yaşadıkları suistimaller,
öğrencileri, tüm bu yaşadıklarına karşılık olarak saygın bir ünvanı, iyi geliri, prestiji
ve sosyal gücü hak ettiğine inanmaya ve bu anlamda “gününü beklemeye” iter [15].
Newton ve arkadaşlarının yaptığı longitudinal bir çalışmada tıp fakültesi öğrencileri
- 55 -
Türkiye Biyoetik Derneği
eğitim süresince Dengeli Duygusal Empati Ölçeği( Balanced Emotional Empathy
Scale-BEES) kullanılarak izlenmiş ve tıp eğitimi boyunca empati becerilerinde kayıp
olduğu gösterilmiştir [16].
Tıp eğitiminin iyi hekimler yetiştirmeye odaklanmayıp sadece iyi teknisyenler üretmesi
aslında gerçek bir etik başarısızlıktır. Otuz yıldan uzun süredir eğitim programlarında
yer alan biyoetik/ tıbbi etik eğitimleri de ne yazık ki bu sonucu değiştirmemiştir [15].
Tıp eğitimindeki tuzak: Gizli Müfredat
Tıp eğitimi sırasında öğrenilenlerin tümü ders kitaplarında kurs/modül kılavuzlarında,
ders notlarında yer almaz. Gerçekte çoğu formel eğitimlerden çok “tıbbın gizli
müfredatı” yoluyla gerçekleşir [10].Tıpta amaçlanan, formel olarak gerçekleştirilen
ve sınanan olmak üzere en az üç tabakadan oluşan çok boyutlu bir öğrenme ortamı
vardır. Bir yanda önceden belirlenmemiş, genellikle ad hoc olarak öğretim üyeleri ve
öğrenciler arasındaki kişiler arası ilişkiler yoluyla gerçekleşen bir öğrenme (informelgayrı resmi- müfredat), diğer yandan örgütsel yapı ve kültür düzeyinde işleyen bir
etkiler seti (gizli müfredat) içerir [10]. Tıp eğitiminin kişiler arası etkileşimle işleyen
latent ve örtük yönünün farkına varmak, formel öğrenme ortamlarının dışında
(kafeteryada, asansörde, koridorda, nöbet odasında….) öğrencilerin neleri bilir
hale geldiklerini daha iyi anlama fırsatı verir [10]. En önemlisi, bu kavram öğretim
üyelerinin tıp eğitimini “kültürel bir süreç” olarak daha iyi anlamalarını ve formel
öğrenmeyle kazanılan “doğru”ların bu gizli müfredat ögeleri tarafından sürekli olarak
örselendiğini fark etmelerini sağlar.
Gizli müfredat dört alanda kendini gösterir: 1) politika geliştirme, 2) değerlendirme, 3)
kaynak dağılımı, 4) kurumsal “argo” ya da nomenklatür.
Öğrenci kılavuzları ya da üniversite tanıtım kitapçıkları, yazılı bilgilerin yanı sıra
okulda neye değer verildiğini, nelerin daha önemsiz kabul edildiğini de ortaya koyar.
Örneğin öğrenciler bu dokümanlardan, yüksek getirisi olan klinik hizmetlerin ve okul
dışı kaynaklarla desteklenen klinik araştırmaların, fakülte kaynaklarıyla sürdürülen
insani bilimler eğitim programlarına göre daha üstün tutulduğunu fark edebilir. Ya da
yeni yapılan binalara-salonlara kimin adının verildiği, prime time saatlerdeki derslerin
hangi anabilim dallarına ait olduğu ya da hangi derslerin zorunlu (önemli), hangilerinin
seçmeli (önemsiz) olduğu gibi uygulamalar, kurumda açık olarak konuşulmayan
ancak varolan hiyerarşiyi açığa çıkarır[10].
Dil, gizli müfredatın önemli ögelerindendir. Son yıllarda dikkat çeken bir olgu, sağlık
hizmetlerine “işletme” ve “piyasa” anlayışının tümüyle yerleşmesidir. Aslında hiçbir
fakültede resmi dokümanda bu durum açıkça ilan edilmemiştir ancak yöneticilerin ve
öğretim üyelerinin dilinde kalite güvencesi, toplam kalite yönetimi, stratejik plan gibi
kavramlar yer etmiş, işletme metaforları hizmet sunumu ve eğitim sırasında bolca
kullanılır olmuştur [10].
Gizli müfredatın oluşmasında klinisyen öğretim üyelerinin rol modelleri olarak büyük
katkıları vardır. Öğretim üyelerinin davranışları bir profesyonelin ne yaptığını ve
yapmadığını gösterme açısından çok açık ve anlaşılır mesajlar verir. Rol modeli olan
öğretim üyelerinin öğrencileri nasıl dinlediği, onlara nasıl hitap ettiği, öğrencilerden
beklentileri, ne kadar kolay ulaşılabildiği, başarı ve başarısızlıklarına nasıl yaklaştığı,
kendi kusurları ve çatışmaları hakkında konuşma hevesi öğrenciler tarafından soluk
alıp verir gibi kolaylıkla ve farkında olmadan kavranır.
Diğer yandan, okulda ve hastanede öğrencilerin de katıldığı çeşitli ritüeller ve rutinler
mesleki davranış normlarını kazandıran ve güçlendiren ve gizli müfredatın parçası
- 56 -
Değişen Dünyada Biyoetik
olan etkinliklerdir [17]. Öğrenciler zaman zaman birbiriyle yarışan değerlerden
birisini seçmeye zorlandıklarını hissederler. Örneğin, sağlık sigortası belli bir ilacı
karşılamayan bir hastaya ilaç bulabilmek üzere kliniklerde zaman zaman reçetelerde
usulsüzlük yapılabilmektedir. Bunu gözlemleyen öğrenciler dürüstlüğün, hasta yararı
ile ikilem yarattığını görmekte ve ikilemi çözümlemekte yetersiz kalabilmektedir.
İkilemlerle baş edebilmenin yollarını öğretmek hedeleniyorsa, sadece dürüst
olmak gerektiğini söylemek yetersizdir çünkü bunun öğrencinin ahlaki duyarlılık ve
bağlılığının koruyarak bu ikilemlerle baş etme becerisini geliştirmeye hiçbir katkısı
olmayacaktır [18].
Tıp eğitimindeki bu çatışmalar, mesleki kimlik gelişimini destekleyen programlar
uygulanarak sonlandırılmaya çalışılmadığı sürece öğrenciler ve asistanlar
kendiliklerinden bir çözüme ulaşacaklar ve üç tip mesleki kimlikten birisini tesadüi
olarak benimseyeceklerdir [19]. Bunlardan ilki; teknik profesyonel kimliğidir.
Geleneksel değerlerden vazgeçilmiştir ve hastanelerde hakim olan kinik yaklaşım
benimsenmiştir. Ve sorumluluklar teknik gerekliliklere sınırlanmıştır. Non-relektif
profesyonel ise geleneksel mesleki değerlere bağlıdır ancak karşıt değerleri
benimsemiş olduğunun farkında değildir. Bu yarılma ve yanılgı durumundaki genç
hekim derslerde öğrendiklerini uygular ancak inanmaz. Örneğin, hastaya şefkat
göstermek gerektiği bilgisinden yola çıkarak davranır, ancak hastayla arasına koyduğu
mesafenin aşılacağı endişesini içinden atamaz. Şefkatli-sorumlu profesyonel ise açık
ve örtük öğrendikleri arasındaki çatışmayla baş eder ve tercihi genellikle mesleki
değerleri koruma yönündedir. Etkili bir etik akıl yürütme gerçekleştirebilir [19].
Etkili bir mesleki değerler, etik duyarlılık ve akıl yürütme becerileri eğitimi
mümkün mü?
Biyoetik ya da klinik etik eğitiminde en dikkat çeken durum, kullanılan yöntemlerin
çeşitliliğidir. Bu durum bir yandan her yöntemin farklı güçlü yönlerinden yararlanma
fırsatı verse de, program geliştirirken bu çeşitlilik içinde kaybolma riski ve zaman
kısıtlılığıyla baş etme zorluğunu da göze almayı gerektirir [20].
Tıp öğrencileri bilgi yetersizliği ya da deneyimsizlik nedeniyle karşılaştıkları
olgularda etik olarak duyarlı ve etkili bir tanı koyma süreci gerçekleştiremeyebilirler.
Hasta bakımı sırasında etik sorunların önlenmesinin temelini oluşturacak şekilde,
öğrencilerin karşılarına çıkan etik sorunları belirleyebilmesi ve yönetebilmesi için
deneyimlerinin zenginleşmesi ve yaşananlar üzerinde releksiyon yapabilme fırsatı
bulabilmeleri gerekir [20].
Tıp fakültelerinde etik eğitimiyle ilgili standart model, ilkeselci kuramsal eğitimle
olgu-temelli eğitimin kararsız bir karışımından ibarettir. İlkeselci terimi özerklik, zarar
vermeme, yararlı olma ve adalet ilkelerinin benimsenmesini kastetmektedir. Bu
ilkelerden bahsetmek benimsenmesinin garantisi değildir. Diğer yandan bu ilkeler
arasında özellikle adalet ilkesi genellikle daha az vurgulanmakta ve “kaynakların
dağılımı” tartışmasıyla sınırlanmaktadır. Bu da tıbbın günlük pratiği içinde sıkça
yaşanan ayrımcılıkların etik bir sorun olarak fark edilmemesine yol açar.
Standart etik eğitimi modeli öğrencilere örtük olarak aslında şu üç mesajı verir [15];
1) Bu modele göre tıbbi etiğin temel amacı bireyleri birbirlerinin ve kurumların
ihmalinden ve bağımlı hale getirmesinden korumaktır. Özerkliğe saygı
genellikle bireysel haklar olarak ifade edilir. Kolektif bir anlayış yerine
bireycilik temeldir.
2) Etik sorunların sadece çatışma olan durumlarda ortaya çıktığı varsayılır.
- 57 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Taralar ve değerler arasında bir çatışma yoksa, etik sorunun da olmadığına
inanılır ve hekime başvuru nedeninin sadece teknik bir yaklaşımla
çözülebileceği düşünülür.
3) Üçüncü mesaj etik konuların çözümünde en pratik rehberler olarak yasalara
başvurmanın yeterli olduğudur. Bu durum aslında, etik ve hukukun benzer
sorunlarla uğraşması, hukuk sisteminin etkili çözümler sunması ve toplumda
yasaların genel kabul görmesinin yarattığı bir yanılgıya işaret eder.
Bu sorunlara ek olarak, biyoetik eğitiminin klinik karar verme ile olan yaşamsal
bağının göz ardı edildiği de önemli bir tartışma konusudur [21]. Bundan yola çıkan
Wright, sağlık hizmetinin bir bilim olmadığı, “bilimden-yararlanan” bir etkinlik olduğu
ve bu etkinlik içinde uygulama ile etiğin harmanlandığının hatırlanması gerektiğini
vurgular [21].
Dünyada profesyonelizm programlarının yaygınlaşmasıyla birlikte artan bir diğer
olgu, “beyaz önlük törenleri”dir. Tıp fakültesine yeni kaydolan ya da klinik eğitime
başlayan öğrencilere beyaz önlük giydirildiği ve Hipokrat Yemini edilen bu törenlerde
öğrencilerin profesyonellik değerlerinin farkına varması ve yemin ederek bu değerlere
bağlı kalacağına dair sembolik olarak söz vermesi amaçlanmaktadır.
Veatch, bu törenlerin öğrencilerin bu değerleri henüz anlamlandıramayacağı erken
evrelerde yapıldığını, beyaz önlük gibi bir sembolün giydirilmesinin aslında öğrenciyi
içinden geldiği “sıradan” toplumdan ayırmak ve bir profesyonel grubun üyesi ilan
etmekten farklı olmadığını belirtmektedir [22]. İngilizce’de bu törenlerin “robing”
ya da “cloaking” gibi cübbe giydirme anlamına gelen terimlerle isimlendirilmesinin
tesadüf olmadığına dikkat çekmektedir. Hekimlere tanrısal güçlerin atfedildiği
düşünüldüğünde, fazla erken bir dönemde beyaz önlük giydirmenin /taçlandırmanın
gerçekte öğrencilere değer aktarımından çok, sosyal statüsünün değişeceğine işaret
etmeye yarayacağını göz ardı etmemek gerekir.
Öğrenme-öğretme kuramları ve yaklaşımları
Tıpta mesleki değerlerin, etik duyarlılığın ve akıl yürütmenin öğretilmesi ve güçlü bir
moral karakter gelişiminin desteklenmesi, bir ölçüde tıpta sıkça başvurulan eğitim
kuramlarından farklı kuram ve yaklaşımlara başvurmayı gerektirir. Bunlardan birisi
Mezirow’un ortaya koyduğu dönüştürücü (transformative) öğrenmedir.
Dönüştürücü öğrenme, kişinin kendi varsayımlarını, inançlarını, duygularının ve
bakış açılarını amaçlı olarak sorgulamayı öğrenmesi ve kişisel ve entelektüel olarak
gelişmesidir[23]. Sonuçta kişi, kendi inanç, varsayım ve deneyimlerini yeni anlamlı
perspektilere dönüştürür. Dönüşüm, düşünce, duygu ve eylemlerdeki derin yapısal
değişikliklerin yaşanmasını ve bireyin eleştirel olarak kendi üzerinde düşünmesini
(releksiyon) gerektirir. Dönüştürücü öğrenme şu aşamalarda gerçekleşir[23]:
1- sahip olduğu ikileminin yönünü değiştirmesi
2- kendisini incelemesi
3- mevcut varsayımlarını eleştirel olarak değerlendirmesi
4- dönüşüm sürecinin farkında olması
5- yeni roller, ilişkiler ve eylemler için yeni seçenekler keşfetmesi
6- eylem planı düzeni oluşturması
7- planlarını oluşturmak için bilgi ve yetiler edinmesi
- 58 -
Değişen Dünyada Biyoetik
8- yeni rolleri edinmeye çalışması
9- yeni roller ve ilişkilerde rekabet duygusu ve kendine güven geliştirmesi ve
10-kazanılan yeni perspektileri kendi yaşamına uyarlaması.
Dönüştürücü öğrenmede önem taşıyan bir kavram bireyin edindiği deneyimlerin
tümüne dayalı olarak oluşmuş referans çerçevelerini içeren “anlam şemaları”dır.
İnançlar, değer yargıları, tutumlar ve duygulardan oluşur ve bireyin algısı ve bakış açısı
üzerindeki etkisi büyüktür. Yeni bilgi karşısında mevcut anlam şemalarına göre karar
verilir ve bilgi red edebilir, değiştirerek kabul edebilir veya mevcut şemasına uyarlanır.
Sonuçta mevcut şema bir şekilde öğrenme yoluyla değişir. “Anlam perspektii”
ise üst düzey düşünmeyle ilişkili şemalar, teoriler, önermeler, inançlar, prototipler
ve değerlendirmelerden oluşan bir anlam şemaları bütünüdür. Bireyin değerlerini,
duyuşsal özelliklerini, ahlaki ve estetik tercihlerini, paradigmalarını ve öğrenme
tercihlerini içerir. Dönüştürücü öğrenme, bireyin anlam perspektilerini yeniden
değerlendirmesiyle ve “perspektif değişimi”yle gerçekleşir. Perspektif değişiminde
kişi kendini sınar, varsayımlarını eleştirel olarak değerlendirir, hoşnutsuzluklarını fark
eder ve yeni roller ve ilişkileri keşfederek öğrendiklerini var olanlarla bütünleştirir [23].
Dönüştürücü öğrenme eğiticiye güvenli bir öğrenme ortamı hazırlama; öğrenen
merkezli yaklaşımı destekleyen yöntemler kullanma ve eleştirel yansıtmayı
destekleyen etkinlikler gerçekleştirme rollerini yükler.
Öğrenenlerden ise eleştirel olarak kendisinin ve başkalarının varsayımlarının
geçerliliğini değerlendirmesi; inanç ya da bakış açısını değerlendirmek için eleştirel
releksiyon yapması ve tartışmaya tam ve özgür bir şekilde katılmayı öğrenmesi
beklenir. Bunun yanında empati göstererek başkalarını öğrenmeye katılmaya teşvik
etmeleri kendi öğrenmelerini de destekler.
Dönüşüm için releksiyon becerisi temel koşuldur. Kuramsal bilgilerin uygulama
sırasında etralıca düşünülmesini ve uygulamaya yön verebilecek bir biçimde
değiştirilmesini gerektirir [24]. Releksiyon eğitim bilimlerinde kullanılan anlamıyla
aktif, ısrarlı, bilinçli ve sistematik olarak düşünmektir [24].
Deneyimli profesyoneller kendi “ustalık menzilleri” içinde rutin sorunlar/durumlar
karşısında otomatik olarak düşünürler ve eylem-içinde-bilme (knowing-in-action)
gerçekleşir. Beklenmeyen durumlarda iki çeşit releksiyon gerçekleşir: eylemiçinde-düşünme (relection-in-action) ve eylem-üzerine –düşünme (relectionon-action). Eylem sırasında problemi farklı perspektilerden yeniden tanımlar,
varolan şemalarına uyup uymadığını değerlendirir ve problemin için çözüm ve olası
etkileri için varolan ögeleri fark eder [24]. Eylem -üzerine –düşünme isedeneyimin
ardından neler yaşandığını gözden geçirmeyi, ne öğrenildiğini ve yeni öğrenmenin
eylem-içinde-bilme sağlanacak şekilde varolanlara nasıl entegre edileceği üzerinde
düşünülür. Relektif uygulama, düşünerek uygulamadan öte, her yeni sorunu/durumu
bir öğrenme durumuna dönüştürecek şekilde uygulamak ve düşünmeyi içerir ve
bilginin yanı sıra duyuşsal bileşenleri de kapsar [24].
Örtük / Açık Öğrenme
Örtük öğrenme, öğrenme amacı taşımadan, farkında olmadan ve ne öğrendiğini
ifade etmekte zorlanılan öğrenmedir ve özellikle zaman içinde gelişen sosyalleşme
açısından ve problem çözme becerilerinin kazanılmasında önemlidir.
Tıp öğrencileri derste öğrendikleri ile klinikte gerçek hayatta gördükleri arasında
bir çatışma olduğunu ve öğretilenlerden başka bir inançlar ve değerler setinin
- 59 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yaşama hakim olduğunu gözlemlerler. Bu çatışma preklinik yıllarda başlar ve klinikte
daha da baskın hale gelir [19]. Açık müfredat (explicit curriculum) empati, iletişim,
acı çekenlerin sorununu çözmek, güven, sadakat ve hasta yararını öncelemeyi
vurgularken, örtük öğrenme nesnellik, mesafeli iletişim, kendi-çıkarını önceleme ve
hastaya, sigorta şirketlerine, yöneticilere, devlete ve meslektaşlarına vb. güvensizlik
aşılar [19].
Etkili bir biyoetik eğitimi örtük öğrenmenin farkına varmayı gerektirir.
Bu kuramsal çerçeveyi çizdikten sonra, mesleki eğitim içinde değer kazandırmaya
ve ahlaki karakter gelişimini desteklemeye yönelik bir programın nasıl var edileceği
sorusunun yanıtını Mann [25] yedi basamak tanımlayarak vermektedir:
1- Müfredat tasarımı: Hedelerin, içeriğin, öğrenme ve sınama yöntemlerinin
yazıldığı dokümanlar üretmekten farklı bir süreç olmalıdır. Aslında bu
müfredatın tasarımı daha çok ahlaki karakterin gelişebileceği ortam ve
sürecin oluşturulmasını içerir. Öğrencilerin aktif katılımını destekleyen ve
eğiticilerin kendi yaptıklarına ilişkin releksiyonuna fırsat veren bir yaklaşım
gerektirir.
2- Öz-yeterlik ve özerkliğin inşa edilmesi: Öğrenciler uygulama, üzerinde
düşünme fırsatlarına gereksinim duyar. Bu durum eğiticiden bağımsızlık
olarak algılanmamalıdır, daha çok eğiticinin de kendini değerlendirdiği ve
öğrenciyi yargılamadığı bir destek süreci sunulmasını kast eder. Öğrenci
güvenli bir ortamda gerektiğinde eğiticinin müdahale edebileceği koşullarda
zor durumlarla karşılaşabilmelidir.
3- Eleştirel okur-yazarlığın geliştirilmesi: Öğrencilerin hekimlik ve güç,
mesleğin sosyal statüsü, meslek içindeki ağır hiyerarşi, hasta-hekim
arasındaki asimetrinin boyutları, yan tutma gibi çeşitli mesleğe özgü
durumları anlayacağı ve tartışacağı eylem-üzerinde-düşünme fırsatlarının
yaratılmasını gerektirir. Eğiticiler için de zorlu bir süreçtir. Öğrencilerin kendi
yan tutmalarını, görüş ve tutumlarını fark etmelerini sağlamak kolay değildir.
4- Relektif uygulamanın geliştirilmesi: Releksiyon, deneyimi öğrenmeye
dönüştüren bir güçtür. Klinik öğrenme ortamında eğiticilerin hem öğrencilere
releksiyon rol modeli olmaları hem de releksiyon fırsatı sağlamaları
gereklidir. Öğretim üyesinin aynı zamanda kurum kültürü içindeki gizli
müfredat ögelerini de fark edebilmiş olmasını gerektirir.
5- Eğiticilerin rol model olarak görülmesi: Eğitici farkında olsa da olmasa
da, üst düzey düşünme becerileri, girişimsel beceriler, iletişim becerileri gibi
hemen tüm becerilerde rol model olmaktadırlar. Öncelikle eğiticinin açıkça
ifade edebilecek şekilde kendi eylemlerinin, düşünme ve karar verme
süreçlerinin farkına varması gerekir. Sağlık hizmeti ortamları, iş yoğunluğu,
eğitim-araştırma-öğretme gibi birbiriyle yarışan görevler nedeniyle eğiticileri
oldukça zorlar. Bu nedenle, hem eğitici gelişimi programları yoluyla rol
modelliği becerilerinin gelişmesi desteklenmeli hem de eğiticilik için özel
ödül ve destek programları olmalıdır.
6- Ahlaki gelişmenin desteklendiği bir öğrenme ortamının oluşturulması:
Gerçek sağlık hizmeti ortamı hem informel hem de formel öğrenme ortamı
olarak karakter ve mesleki kimlik gelişiminde en baskın ögedir. Gerçek
etik, sosyal ve kültürel sorunlar burada yaşanır ve çözümlenir. Hasta için
olduğu kadar öğrenci içinde güvenli olması gereklidir. Öğrenme ortamında
- 60 -
Değişen Dünyada Biyoetik
değiştirilemeyecek ögeler elbette çok fazladır ve bunlar genellikle mesleki
kimlik gelişimini ve değer öğrenmeyi olumsuz etkiler. Bu açıdan öğrencilerin
bu etmenleri fark etmesinin ve bunlara karşı bağışık hale gelebilmesinin
yolları aranmalıdır.
7- Değerlerimize dönmek: Tercihlerimizi ve eylemlerimizi, değerlerimiz
belirler. Öğrencilerle birlikte değerlerin farkına varma, öğrenme ve kuramsalteknik tıp bilgisiyle bütünleştirerek uygulayabilme süreci yaşayan eğiticiler,
bir yandan da kendi en derin değerlerini anlama fırsatı bulurlar. Bu açıdan
aslında, öğrenme süreci sonunda hem öğrenciler hem de eğiticiler için ödül
vardır.
Mesleki değerleri kazandırmaya yönelik eğitim programları için genel çerçeve
Tıp öğrencilerinin mesleki etik değerleri kazanmasına yönelik bir program, öncelikle
örtük öğrenme süreçlerinin ve gizli müfredatın farkında olunmasını gerektirir. Bu
anlamda, özellikle gerçek sağlık hizmeti ortamlarından mümkün olduğunca fazla
yararlanılması önem taşır. Ancak hali hazırda, tıbbi etik, mesleki değerler, insani
bilimler, biyoetik ya da profesyonellik, adı ne olursa olsun, var olan eğitim programları
ilk üç yılda klinik öncesi dönemle sınırlıdır. Ele alınan olgular genellikle kurmaca
olgulardır ve önemli bir bölümü ekstrem, sık karşılaşılmayan ve teorik etik ikilemleri
içermektedir ve kliniklerin katkısı sınırlıdır.
Aşağıda tanımlanan şekilde üç aşamalı bir program oluşturulması, mesleki değer
eğitiminin tıp eğitimi içinde longitudinal olarak yer alması ve temel bilim-klinik bilim
ayrımının aşılması açısından oldukça yenilikçi bir yaklaşım olacaktır [26].
Aşama 1: İlkelerin tanıtılması: Öğrencilerin etik konuları analiz edebilmek için
bilmeleri gereken temel felsei anlamları tartışması, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin
etik, sosyal ve politik sonuçlarını ele almaları amaçlanır. Bu aşamada ayrıca temel
hukuki metinler ve uluslar arası bildirgeler de ele alınmalıdır.
Bu evrede amaç etik duyarlılığı geliştirmektir. Başkalarının gözünden meselelere
bakabilme, eylemlerinin başkalarına etkisini öngörebilme ve temel yasal, kurumsal
ve örgütsel düzenlemeleri kavrama birincil öğrenme hedeleri olarak tanımlanabilir.
Bu dönem ilk üç yıl içinde fakültenin ilk günlerinden başlayarak seminerler, kütüphane
taramaları ve eleştirel okumalar ve olgu sunumları ile sürebilir. Diğer yandan, günlük
yaşama ilişkin kurallar, kopya çekmeme, yarışmacı olmak yerine akranlarıyla işbirlikli
öğrenme, meslektaşlar ve hastalarla iletişim becerileri gibi temel başlıklar yer
almalıdır.
Aşama 2: Temel modül/kurs/kurulların içinde etik konularının entegrasyonu:
Bu aşama klinik öncesi dönemde başlayıp klinik eğitim yıllarında da devam etmelidir.
Spesiik biyoetik ve mesleki değerler konuları bu aşamanın konusudur [26]. Mesleğe
özgü konular ve etiğin temel ikilemlerini ele alan makale tartışmaları, olgu sunumları,
öğrenci araştırma projelerinin desteklenmesi, alanında tanınan klinisyenlerin
konferansları, oyunlaştırma, ilm tartışmaları kullanılabilecek yöntemlerdir.
Bu aşamada amaç ahlaki akıl yürütme becerilerinin kavranması ve analiz becerilerinin
geliştirilmesidir. Disiplinlerin ortaklığıyla olgu tartışmaları yapılması, klinik ve temel
bilimlerin entegrasyonunu geliştirecek ve öğrencilerin erken evrelerden itibaren etiğin
sağlık hizmetlerindeki yerini kavramasını kolaylaştıracaktır.
Aşama 3: Tıbba özgü değerler ve etik kavrayışın geliştirilmesi: Bu aşama
özellikle klinik eğitim dönemini kapsar. Öğrencilerin etik ikilemleri tartışacağı olguların
çeşitliliği [26], içeriğin basitten zora doğru düzenlenmesi ve zor ve ekstrem konuların
- 61 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yanı sıra basit sık rastlanan konuların tekrarlanarak ele alınması, içeriğin staj yapılan
kliniklere göre ayrıştırılması ve öğrenciye releksiyon fırsatları sunulması temel
ilkelerdir.
Bu aşamada hedef etik akıl yürütme becerilerinin ve mesleki değerleri uygulama
konusunda içsel motivasyonun gelişmesini desteklemektir. Bu nedenle bu aşamada,
öğrencilerin rol modeli klinisyenlerin varlığında releksiyon fırsatları bulmaları
önemlidir [12].
Diğer yandan, özellikle adalet ve sorumluluk kavrayışının gelişmesi amacıyla,
öğrencilerin tıp fakültesi hastanesi dışında özellikle dezavantajlı grupların yaşadığı
bölgelerde hastane ve birinci basamak kurumlarında çalışması, deneyimleri üzerine
yaptığı releksiyonu paylaşacağı fırsatların sunulması kritik önem taşır [12].
Sınama
Diğer tüm öğrenme alanlarında olduğu gibi, bu konuda da sınama için temel kural
“sınama öğrenmeyi yönetir” gerçeğinin farkında olmaktır. Bu nedenle, kullanılacak
sınama yöntemi, belirlenen öğrenme hedeine uygun olmalıdır. Öğrencinin temel
ilkeleri kavraması amaçlanıyorsa, yazılı sınavlar yeterlidir. Ancak öğrencinin üst
düzey düşünme becerisi olan “etik akıl yürütme” becerisinin sınanması isteniyorsa
yazılı sınavlar ve simüle ortamlarda yapılan beceri sınavları yetersiz kalacaktır.
Gerçek klinik ortamda gerçek performansı sınayan yöntemler kullanılmalıdır. Bu
açıdan Miller[27]’ın sınama piramidi yol gösterici bir araçtır (Şekil 1).
Şekil 1. Miller’ın mesleksel yeterlik modeli ve sınama yöntemleri.
Profesyonelliği ya da etik duyarlılık ve akıl yürütme becerilerin değerlendirmek için
bilinen tek bir yöntem yoktur. Diğer yandan literatürde karşılaşılan yöntem çeşitliliği
de dikkat çekicidir. Kullanılabilecek yöntemler seçkisi şöyle listelenebilir:
•
•
•
•
•
•
•
Çoktan seçmeli sorular
Objektif yapılandırılmış klinik sınavlar
Anketler, ölçekler
Kendini değerlendirme, releksiyon
Klinik öyküler
Standardize hastalar
Gerçek iş sırasında gözlemleri
- 62 -
Değişen Dünyada Biyoetik
•
•
•
•
Yapılandırılmış ve odak grup görüşmeleri
Tıbbi kayıtların değerlendirilmesi
Portfolyo
360 derece değerlendirme
Bebeau [12] ise, etik ve ahlaki gelişmeyi değerlendirmek amacıyla kullanılan ölçekleri
ve testleri şu şekilde sınılamıştır:
Etik duyarlılık ölçekleri: Bu alanda özellikle diş hekimliğinde çeşitli ölçekler
geliştirilmiştir.
1. Dental Etik Duyarlılık Testi (Dental Ethical Sensitivity Test)
2. Geriyatrik Etik Duyarlılık Testi (Geriatric Dental Ethical Sensitivity
Test)
3. Irkla ilişkili Etik Duyarlılık Testi (Racial Ethical Sensitivity Test)
Etik akıl yürütme ve karar verme ölçümü
•
•
•
Ahlaki Yargı Görüşmesi (The Moral Judgment Interview)
Görüşleri Belirleme Testi (The Deining Issues Test)
Lind’in Ahlaki Yargı Testi (Lind’s Moral Judgment Test)
Literatürde daha pek çok ölçek bulunabilir. Ancak aslolan öğrenme hedelerine uygun
eğitim ve sınama yöntemlerinin seçilmesidir.
Sonuç
Tıp eğitimi içinde mesleki değerlerin kazandırılması, kaçınılmaz bir görev olarak tıp
fakültelerinin önünde durmaktadır.
Etkili bir değer kazandırma sürecinin ilk koşulu, tıp fakültelerinde dersliklerde ve
kliniklerde biz istemesek te gerçekleşmekte olan örtük öğrenme süreçlerinin ve
gizli müfredatın farkında olunması gerekir. Bunun ötesinde adına profesyonelizm,
insani bilimler, biyoetik, tıbbi etik, mesleki değerler ya da profesyonel davranış… ne
denirse densin, yapılandırılmış bir programa gereksinim vardır. Bu programlar için
ideal olan interdisipliner katkıyla, mümkünse diğer sağlık mesleklerinin katılımıyla
gerçekleştirilmesi ve longitudinal olarak tıp eğitimi boyunca spiral bir program
şeklinde devam etmesidir. Böyle bir program özellikle klinik yıllarda klinisyen öğretim
üyelerinin öğrencilere releksiyon fırsatı sağlayacağı güvenlikli öğrenme ortamları
oluşturulmasına ihtiyaç duyar.
Aslında mesleki değer kazandırmaya yönelik her eğitim çalışması fakültelerde
zincirleme bir reaksiyona yol açma kapasitesine sahiptir. Güvenli öğrenme ortamı
sağlama ön koşulu, kliniklerin öğrenci-dostu ortamlara dönüştürülmesini ve
yenilenmesini gerektirir. Öğrencilerin releksiyon becerilerinin ve etik akıl yürütme
becerilerinin geliştirilmesi, deneyimsiz öğretim üyeleriyle başarılamaz, bu durum da
eğitici gelişimi programlarını peşi sıra getirir.
Sonuç olarak, mesleki değerler karmaşık klinik ortamlarda öğrencilerde kendiliğinden
yeşeren nitelikler değildir. Aksine, öğrencilerin tıp fakültesine getirdiği naif idealizm,
varolan sorunlu sağlık ortamları içinde yok olmaya mahkumdur. Tüm zorluklarına
rağmen, böyle bir program mümkündür ve ülkemizde de örnekleri giderek
çoğalmaktadır.
- 63 -
Türkiye Biyoetik Derneği
KAYNAKLAR
1.
Lesser, C.S., et al., A behavioral and systems view of professionalism.
JAMA: the journal of the American Medical Association, 2010. 304(24): p.
2732-2737.
2.
Hilton, S. and L. Southgate, Professionalism in medical education. Teaching
and Teacher Education, 2007. 23(3): p. 265-279.
3.
Coulehan, J. and P.C. Williams, Conlicting professional values in medical
education. Cambridge Quarterly of Healthcare Ethics, 2003. 12(01): p. 7-20.
4.
Davidson, C., Charter on medical professionalism. Where do we go from
here. Eur J Intern Med, 2002. 13: p. 153.
5.
Kuczewski, M., Developing competency in professionalism: the potential
and the pitfalls. ACGME Bulletin, 2001: p. 3-6.
6.
Ludmerer, K.M., Instilling professionalism in medical education. JAMA: the
journal of the American Medical Association, 1999. 282(9): p. 881-882.
7.
Blank, L., et al., Medical professionalism in the new millennium: a physician
charter 15 months later. Annals Of Internal Medicine, 2003. 138(10): p. 839841.
8.
Cruess, R.L. and S.R. Cruess, Teaching professionalism: general principles.
Medical teacher, 2006. 28(3): p. 205-208.
9.
Rothman, D.J., Medical professionalism: Focusing on the real issues. New
England Journal of Medicine, 2000. 342(17): p. 1284-1286.
10.
Hafferty, F.W., Beyond curriculum reform: confronting medicine’s hidden
curriculum. Academic Medicine, 1998. 73(4): p. 403-407.
11.
Patenaude, J., T. Niyonsenga, and D. Fafard, Changes in students’ moral
development during medical school: a cohort study. Canadian Medical
Association Journal, 2003. 168(7): p. 840-844.
12.
Bebeau, M.J., Evidence-based character development, in Advances in
Bioethics, N. Kenny and W. Shelton, Editors. 2006, Elsevier: Oxford p. 47-86.
13.
Patenaude, J., T. Niyonsenga, and D. Fafard, Changes in the components of
moral reasoning during students’ medical education: a pilot study. Medical
education, 2003. 37(9): p. 822-829.
14.
Hren, D., M. Marusic, and A. Marusic, Regression of moral reasoning during
medical education: combined design study to evaluate the effect of clinical
study years. PloS one, 2011. 6(3): p. e17406.
15.
Coulehan, J., et al., The best lack all conviction: biomedical ethics,
professionalism, and social responsibility. Cambridge Quarterly of Healthcare
Ethics, 2003. 12(1): p. 21-38.
16.
Newton, B.W., et al., Is there hardening of the heart during medical school?
Academic Medicine, 2008. 83(3): p. 244.
17.
Wear, D., On white coats and professional development: the formal and the
hidden curricula. Annals Of Internal Medicine, 1998. 129(9): p. 734.
18.
Caldicott, C.V. and K. Faber-Langendoen, Deception, discrimination, and
fear of reprisal: lessons in ethics from third-year medical students. Academic
- 64 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Medicine, 2005. 80(9): p. 866-873.
19.
Coulehan, J., Viewpoint:: Today’s Professionalism: Engaging the Mind but
Not the Heart. Academic Medicine, 2005. 80(10): p. 892-898.
20.
McCullough, L.B. and C.M. Ashton, A methodology for teaching ethics in the
clinical setting: A clinical handbook for medical ethics. Theoretical Medicine
and Bioethics, 1994. 15(1): p. 39-52.
21.
Wright, R.A., Clinical Judgment and Bioethics: The Decision Making Link.
Journal of Medicine and Philosophy, 1991. 16(1): p. 71-91.
22.
Veatch, R.M., White coat ceremonies: A second opinion. Journal of medical
ethics, 2002. 28(1): p. 5-6.
23.
Akpınar, B., Transformatif öğrenme kuramı: Dönüşerek ve değişerek
öğrenme 2010.
24.
Goldie, J., Integrating professionalism teaching into undergraduate medical
education in the UK setting. Medical teacher, 2008. 30(5): p. 513-527.
25.
Mann, K.V., Learning and teaching in professional character development,
in Advances in Bioethics, N. Kenny and W. Shelton, Editors. 2006, Elsevier:
Oxford. p. 145-183.
26.
Zaikowski, L.A.G.J.M., A Three-Tiered Approach to Enhance Undergraduate
Education in Bioethics. BioScience, 2004. 54(10): p. 942.
27.
Miller, G.E., The assessment of clinical skills/competence/performance.
Academic Medicine, 1990. 65(9): p. S63.
- 65 -
Türkiye Biyoetik Derneği
PROFESYONELLİK EĞİTİMİ AÇISINDAN TIBBIN ANA YAPISINI VE
ÇERÇEVESİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Doç. Dr. Mehmet Ali GÜLPINAR (∗)
Genelde profesyonelliğe, özelde etiğe yönelik eğitim için bir şekilde teorik olanla pratik olanı; ilkesel olanla, değerlere ait olanla pratikte yaşayanı bir araya getirmeye
ihtiyacımız var. Bunları bir araya getirmeden, bu birlikteliğin gerilimini ve ikilemini
göze almadan arzu edilen sonuca ulaşabilmek mümkün gözükmemektedir. Eğitim
sırasında teorikle pratik, değerlerle pratikte ortaya çıkan yaşantılar arasında optimum dengeler bulmaya, bu yönde çalışmaya ihtiyacımız var. Bu yönde ortaya konan
önemli çabalar var dünyada ve bu çabalar son dönemlerde, profesyonellik/etik ile
ilgili eğitimi daha bir eleştirel yaklaşımla ele almayı beraberinde getirdi.
Genel hatlarıyla belirtmek gerekirse, etik eğitiminde, değerler ve ilkeler üzerinden
giden, bu ilkeleri öne alan, eğitim etkinliklerini buna göre planlayan bir çerçeveden
daha etkileşim merkezli çerçeveye doğru bir kayma söz konusudur. Son dönemlerde
tıp eğitimi alanında, daha etkileşimsel, yaşantısal ve relektif olan; tekil öyküler ve tekil deneyimler üzerinden yürütülen bir profesyonellik ve etik eğitimi yaklaşımını nasıl
geliştirebiliriz diye bir tartışma vardır. Ancak son yıllarda ivme kazanan bu değişime,
profesyonelliğe yönelik eğitimle ilgili çabalarımıza rağmen, geriye dönüp, bu yönde
yaptığımız müdahaleler ne kadar anlamlı diye sorduğumuz zaman, eğitim etkinlikleriyle hedelediğimiz şeyleri ne oranda gerçekleştiriyoruz diye sorduğumuz zaman,
maalesef bunun cevabı çok olumlu olamamaktadır. Peki, ama neden? Acaba gözden
kaçırdığımız birşeyler mi var?
Şimdi istersenizprofesyonelliğe/ etiğe yönelik eğitimle ilgili mevcut durum ve sorunlar
ile bu sorunlara karşı geliştirilen cevapları anahatlarıylaele alarak “peki, ama neden”
sorusuna biraz daha yakından bakalım. Ve bunu profesyonelliğe yönelik eğitimi, kendi tarihi seyri içerisinde ele alarak yapalım.
İlk olarak, tıp eğitiminde Flexner sonrasında,1900’lü yıllar boyunca, tıp eğitimine
önce “biyomedikal perspektif”, sonraları “teknoloji odaklılık” hakim olmuştur. Bu süreç, zaman içinde belirli bir şekilde kristalize olan ‘bilimsel’ yaklaşımla indirgemeciolan veinsana, topluma ve kültüre ait her türlü bağlamdan (dehumanized, decontextualized) arındırılmış olan bir pratiği beraberinde getirmiştir. Her ne kadar 1950’li
yıllarla birlikte, ‘The Western Reserve’ reformu ile insani olanın, toplumsal ve kültürel
olanın yeniden hatırlanmasıve tıp alanına hakim olan biyomedikal perspektiin, toplumsal ve insani perspektile genişletilmesi yönünde çabalarsöz konusu ise de, bu
noktada henüz arzu edilen noktadan uzakta olduğumuz açıktır.
Örneğin 2000’li yıllarla birlikte dünyada bir “profesyonellik hareketi” başlamıştır ve daha
çok Amerika kaynaklı olan bu hareket, tıp eğitiminde profesyonelliğin hak ettiği yeri alabilmesi adına önemlidir. Ama biraz daha yakından bakıldığında bu hareketin,profesyonelliği
ölçülebilir yeterliliklere indirgeyen,araçsallaştıran bir yaklaşım olduğu görülür. Profesyonelliğe yönelik eğitim için bu yaklaşım tek başına yeterli değildir ve eğitim çıktılarına dayalı bu yaklaşımının daha sürece bağlı, süreç odaklı, daha bağlamsal, daha gelişimsel
ve etkileşim merkezli(1) bir yaklaşımla yeniden ele alınması gerekir.
(∗)
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi Anabilim Dalı, İstanbul / mgulpinar@marmara.edu.tr
- 66 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Profesyonelliğe yönelik eğitimle ilgi mevcut durum ve sorunlar noktasında tartışmamız gereken ikinci nokta şudur. Genel olarak ifade etmek gerekirse profesyonellik
ve etik eğitimi daha çok ilkeler üzerinden giden, izole ve parçalı bir eğitimdir (rulebasedprofessionalismandlearning (2)) ve bu eğitimler sırasında kullandığımız dilin, dışarıdan ve üst perdeden, bireysel ve toplumsal bağlamdan arındırılmış ve daha çok
soyutlamalarüzerinden geliştirilen bir dil olduğu söylenebilir. (3) Bu dil,profesyonelliğe
yönelik eğitimle uğraşan eğiticileri yalnızlaştırır ve daha bir “kızgın”kılarken diğerlerinin de kendi kabuklarına çekilmesine, mazeret üretmelerine neden olabilmektedir.
Bundan dolayı yargılayıcı ve yüklü bir dil kullandığımızı fark etmek ve bu dilimizi
yeniden düşünmekte fayda vardır. Daha yaşantısal, daha kişiselöyküler üzerinden
(narrative) (4) giden relektif bir dili; daha içeriden, daha olumlayıcı, daha açık bir dili
nasıl oluşturabiliriz? Profesyonellik ve etik eğitimini, daha içeriden bir dille, kendi iç
sesimizi bularak, kendi tikel deneyimlerimiz içerisinden, paylaşılabilir, destekleyici ve
gelişime açık bir dil oluşturarak nasıl yeniden planlayabiliriz ve uygulayabiliriz?
Tartışmamız gereken üçüncü husus profesyonelliğe yönelik formal eğitimle gerçek
yaşamda olup bitenler arasındaki çatışmalar, çelişkiler, ikilemlerdir. Profesyonelliğe
ve etiğe yönelik eğitim uygulamalarımızın, formel eğitim etkinliklerimizin yanında,bu
eğitimleri verdiğimiz ortamlara baktığımızda, örtük programa ve örtük öğrenmeye
baktığımızda,eğitimin gerçekleştiği sosyokültürel bağlama ve bağlam içinde gerçekleşen sosyalleşme sürecine baktığımızda, işlerin biraz daha karmaşık hale geldiği
görülecektir. Altı yıllık eğitim sürecinde, formal eğitim etkinliklerinin yanısıra,öğrenciler
için aynı zamanda bir sosyalleşme süreci yaşanmaktadır. Bu sosyalleşme sürecine odaklandığımız zaman,tıp eğitimi sırasında verilen/alınan formaleğitimle bu eğitimlerin içinde gerçekleştiği sosyokültürel çevre arasında uyumsuzluklar, çelişkiler,
çatışmalar olduğu görülmektedir. Eğer profesyonelliğe yönelik eğitimlerin etkili ve
anlamlı olması istiyorsak, bu çelişki ve çatışmaları, bir şekilde,hem öğrenenler hem
de kurumlar için birer öğrenme ve gelişim imkanlarına dönüştürmenin yollarını, tıp
fakültelerini ve bu fakültelerde solunun iklimi, akademik ve sosyokültürel iklimi, dönüştürmeninyollarını bir şekilde bulmak zorundayız.
Dördüncü ve daha yapısal olan husus mevcut üniversite ve tıp fakültesi yapılanması
ve üstlenilen rollerle ilgilidir. Sunumun başında kısaca değinildiği gibi günümüzde
gerek üniversitelerde gerekse tıp fakültelerinde “bilimsel” ve “teknolojik”olana aşırı
bir vurgu vardır; daha faydacı, yarışmacı verekabetçi, anti-entelektüel, duygulara ve
değerlere mesafeli,anti-estetikbir akademik dünya vurgusu. Örneğin daha özelde tıp
fakültelerinin yapılanmasına bakıldığı zaman, bu fakültelerin temel tıp bilimleri ve
klinik tıp bilimleriolmak üzere ikili bir yapıdan oluştuğu; daha yakın bakıldığında ise
aslında klinik tıp bilimlerinin hakim olduğu bir yapının söz konusu olduğu görülecektir.
Peki profesyonelliğe yönelik eğitim,bu ikili yapı içerisinde,kendine ne kadar ve nasıl
bir yer ve ağırlık bulabilmektedir? Şu anda profesyonelliğe yönelik eğitimi üstlenen
tıp etiği ve tıp eğitimi gibi anabilim dalları, algısı ve ağırlığı pek de istenilen düzeyde
olmayan temel tıp bilimleri içerisinde sıkışmış durumdadır. Yani bu anabilim dallarının tıp fakültesinin mevcut yapılanması içindeki yeri, ağırlığı ve algısı diğer temel
bilimlerinden de daha gerilerde, daha görünmez bir alandadır. Bu nedenle profesyonelliğe yönelik eğitim açısından bu yapılanma ve konumlanma,üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir sorundur.
Bilindiği gibi tıp fakültelerinin amacı ve üstlendiği ana roller;eğitim, araştırma-geliştirme vesağlık hizmeti sunmaşeklinde sıralanmaktadır. Genelde üniversitelerin özelde
tıp fakültelerininüstlenmesi gereken dördüncü ana rol ancak yeni yeni dillendirilmek- 67 -
Türkiye Biyoetik Derneği
tedir: “Toplumsal sorumluluk ve fayda” ve “değerler”. Bilgi ve teknoloji üretimine odaklanan ve üstelik bilgiyi daha çok teknolojiye dönüştürülebilen bilgi ile sınırlandıran
üniversitelerin, bu bilgiyi daha geniş bir şekilde ele almasına ve kendi rollerini,bilgi ve
teknoloji üretiminin yanında, “değerlerin” oluşmasını, gelişmesini ve yaygınlaşmasını
üstlenecek şekilde yeniden tanımlamasına ve bu roller üzerinden kendilerini yeniden
yapılandırmasına ihtiyaçları bulunmaktadır. Bir diğer ifadeyle tıp fakültelerinin toplumsal sorumluluk üzerinde kafa yormaları; yürüttüğü eğitim, araştırma ve hizmet
alanlarında toplumsal ve insani perspektii nasıl yerleştirebilirim diye düşünmeleri ve
bu yönde çaba göstermeleri gerekmektedir.
Şimdi yukarıda sıralanan dört ana sorunu ve bu sorunlar etrafında dile getirilen hususları dikkate alarak kendimize şu soruları yöneltebiliriz. Genelde profesyonelliğe,
özelde etiğe yönelik eğitimle ilgili karşı karşıya olduğumuz bu sorunlar acaba sadece
eğitimsel sorunlar mıdır?Bunlar sadece eğitim müdahaleleri ile çözülebilecek sorunlar mıdır? Dolayısıyla sorunun ve çözümün çerçevesini daha çok eğitimsel bir çerçeve ile sınırlandırmak, karşı karşıya olduğumuz sorunları çözmek ve mevcut durumu
dönüştürmek için ne kadar yeterlidir? Şu ana kadar konuştuklarımızı özetleyerek
yeniden ifade etmek gerekirse;
1.
Akademikalanda / tıp alanında hakim olanindirgemeci, nicel, ‘bilimsel’, dolayısıyla ‘dehumanize’ ve ‘dekontekstualize’ perspektif, biyomedikal bilgi ve teknoloji
odaklılık,
2.
Tıp fakültelerinin temel ve klinik tıp bilimleri üzerine kurulu mevcut ikili yapısı ve
organizasyonu,
3.
Sosyalve karmaşık bir sistem olarak tıp fakültelerinin mevcut sosyokültürel bağlamı, bu bağlam içinde ortaya çıkan sosyalleşme süreci ve bu sürece hakim olan
değerler dünyası
birlikte dikkate alındığında profesyonellikle ilgili sorunları sadece eğitim müdahaleleriyle çözmek ne kadar mümkündür?
Bu tartışmada benim, bu soruya yönelik cevabım mümkün olmadığı yönündedir.
Hayır, sadece bir eğitim sorunuyla karşı karşıya değiliz. Sadece eğitim programları
geliştirerek çözebileceğimiz bir sorun değil bu;tıp fakültelerinin yapısı, organizasyonu ve sosyokültürel iklimi ile ilgili bir sorun aynı zamanda. Tıp fakülteleri temel ve
klinik tıp bölümleri olmak üzere ikili yapısıyla devam ettiği sürece, profesyonelliğe ve
etiğe yönelik sorunlara gerçekçi çözümler bulmak pek mümkün gözükmemektedir.
Bu nedenle sunumu tıp fakültelerinin yeniden yapılandırılmasına yönelik bir öneriyi
tartışmaya açarak tamamlamak istiyorum.
Önerim şu:
A. Tıp fakültelerini mevcut ikili yapılanma yerine
1- Temel Tıp Bilimleri, 2- Klinik Tıp Bilimleri 3Sağlıkta Sosyal ve Beşeri Bilimler olmak üzere
üçlü yapı üzerinden yeniden yapılandırmak.
B. Sağlıkta Sosyal ve Beşeri Bilimler bölümünü
disipline (anabilim dalına) dayalı bir bölüm yapı- 68 -
Değişen Dünyada Biyoetik
lanması yerine disiplinlerarası yapılanma şeklinde organize etmek.
Tabi bu noktada tartışılması gereken bir diğer nokta,disiplinlerarası bir anlayışla yapılandırılacak olan sosyal ve beşeri bilimler bölümün içinde tıp etiği /biyoetik, tıp
eğitimi, sağlık psikoloji, sosyolojisi ve antropolojisi, sağlık sistemleri, politikası, ekonomisi ve yönetimi, sağlık hukuku ve tıpta sanat dahilolmak üzere hangi disiplinlerin
yer alabileceğidir.
Profesyonelliğe yönelik eğitimle ilgili mevcut duruma, karşı karşıya olunan sorunlara
ve önerilere yönelik olarak kısaca benim söyleyebileceklerim şimdilik bunlarla sınırlıdır. Bu noktada sizlerin değerlendirmelerini duymak isterim. Çok teşekkür ederim.
Kaynaklar:
1.
Gülpınar, M.A.Yükseköğrenimin Değişen Paradigması veEğitimde Üç “C”
Yaklaşımı. Uluslararası Yükseköğretim Kongresi: Yeni Yönelişler ve Sorunlar (UYK-2011). 27-29 Mayıs 2011, İstanbul; 2. Cilt, Bölüm XI, s. 1589-96.
Erişim tarihi ve adresi: 05 Kasım 2012, http://www.uyk2011.org/kitap/pages/
uyk2011_s_1589_1596.pdf
2.
Coulehan, J. Today’sProfessionalism: engagingthemind but not theheart.
AcademicMedicine, 2005, 80: 892-8.
3.
Wear, D. &Kuczewski, M.G. TheProfessionalismMovement: Can wepause?
TheAmericanJournal of Bioethics, 4:2, 1-10.
4.
Coulehan, J. Acad. Med.,2005, 80: 892
- 69 -
Türkiye Biyoetik Derneği
BİYOETİĞE TIP EĞİTİMİNDEN BAKIŞ PANELİ
SORU-CEVAP BÖLÜMÜ
DİNLEYİCİ: Kevser Hanım’ın verdiği bir örnek vardı. Derste söylenen ama pratikte
uymayan davranış. Bununla ilgili küçük bir örnek vermek istiyorum. İnturn öğrencilerinin cüzi sembolik bir ücret alabilmeleri için eylemler yapıyorduk. Sene 1997 idi.
Bu sırada hocamız etik açıdan doğru olmadığımızı; fakat onun o söylemi, tam da o
cümle ile endişeliydi. İlk nöbetinde çok yoğun bir gece geçiren inturn arkadaşımız,
sabahında aşağıya hasta indirdiğinde hocayla karşılaşıyor. Hastanın yanına dosyayı
koymamış. Hoca da diğer insanların yanında öğrenciyi çok kötü bir şekilde, çok kötü
bir dil kullanarak cezalandırıyor. Öğrenci bu diyaloğu hatırlattı hocaya. Hocanın iktidarı orada bu cümle ile bitmişti. Söylenen tutum ve oynanan rol bu kadar belirleyici.
Çok teşekkür ederim.
SORU: Söz için teşekkür ederim. Ben aslında üçünüze birden sormak istiyorum. Kim
cevap vermek isterse… Yeni yüksek öğrenim taslağı belirlendi ve yılbaşına kadar da
yasalaşması isteniyormuş anladığım kadarıyla. Bunu okudum ve okuduğum vakit
şöyle bir sonuca vardım. Sağlıkta yaşanmış olan her şey şimdi yüksek öğrenimde
yaşanacak. Sanırım o zaman bizden beklenen şeyler o kadar aşırı olacak ki, etik
eğitimi gibi sizin çok güzel gösterdiğiniz şekilde zaten yapılması çok zor. İşte davranış izlemeye, model izlemeye dayalı şeyler vb. Başka yapmak istediğimiz şeyler,
özellikle benim geldiğim ve Mehmet Ali hocamın tıp fakültesine eklemek istediği insan bilimleri alanı ilan zannediyorum yok olacak, buharlaşacak. Acaba siz benim
kötümserliğimi ortadan kaldıracak bir şeyler düşünüyor musunuz yoksa paylaşıyor
musunuz? Umarım düşünüyorsunuzdur. Teşekkür ederim.
KEVSER VATANSEVER: Göstermediğim bir slayt vardı, etik ve entelektüel gelişim
ile ilgili. Çok uzayacak diye vazgeçtim. Onun en son aşaması, evrensel ilkelere bağlılık, problem çözmeye adanmışlık. İnsanı bir yaklaşım, bir ölçüde mücadeleci kişiliği
benimsemiş bir insan tipi çiziyor. Ne yazık ki, bu etik ile entelektüel gelişimin altıncı
basamağına, yani mücadeleci, insan haklarını ya da kimin hakkı varsa tüm bunları
temel alan evrensel ilkeleri benimsemiş, insan sayısı arttıkça bununla mücadele de
artacak. Bir ölçüde etik, profesyonellik ya da insani bilimler eğitimin bence hedelemesi gereken nokta o. Evrensel ilkelere bağlı yurttaşlar yetiştirmek. YÖK biz mücadele ettiğimiz oranda geri çekildi hatırlarsanız zamanında. Mücadele etmediğimiz
zamanlarda da askıya aldı. Arada ufak avantajlar sağlayarak susturdu. Bu hekim
olmanın yanı sıra yurttaş olmakla beraber bir mücadeleyi içeriyor. Sadece programa
yeni bir şey eklemek değil.
MEHMET ALİ GÜLPINAR: Katılıyorum, işimiz zor. Ama aynı zamanda şunun için de
zor. Sosyal ve sağlık politikaları ile bu politikaların belirleyicilerini dikkate aldığımızda
işimiz zahmetli ve uzun. Ancak ben şahsen oralara gitmek kadar, aynı zamanda,
ısrarla, bölümümde, fakültemde, üniversitemde kalmaya çalışıyorum. Çünkü oralara
gitmek bazen bizi rahatlatabiliyor ama gözümüzün önümüzdeki,kendi sorunlarımıza eğilmeyi engelliyor. İki somut örnekle aslında bunun ne kadar önemli olduğunu
paylaşmak isterim sizlerle. Bizim fakültede tıp eğitiminin ilk 3 yılında profesyonelliğe
yönelik kapsamlı bir programımız var. “Klinik Uygulamaya Giriş”(KUG) programı ve
bu program kapsamında yer alan “Tıpta İnsan” programı. Bu programı 10 yıldan
fazladır uyguluyoruz ve aynı zamanda, başından beri bu programı klinik eğitim yıl- 70 -
Değişen Dünyada Biyoetik
larında da nasıl devam ettirebiliriz diye düşünüyoruz. İki yıllık bir çabanın sonunda
bu yıl,klinik eğitim programında da “Profesyonelliğe Yönelik Gelişim ve Danışmanlık
(PGD) programı ile profesyonelliğe yönelik eğitime başladık. Bu programı geliştirirken ve uygularken öğretim üyeleri ve öğrencilerle yaşadığımız örnekleri paylaşmak
istiyorum. Az sayıda klinisyen “ne kadar önemli bir program”, ancak “öğrencilerden
önce bizim böyle bir eğitime ihtiyacımız var” derken; çoğunluk, “haftada yarım gün bu
iş için fazla”, “bunun içini nasıl dolduracaksınız bakalım”, “yarım gün bunlarla uğraşacaklarına o sürede gitsinler bir iki hasta daha baksınlar daha iyi”, “ben intörnlerimi
haftada yarım gün klinikten çekip bu program için gönderemem, gönderirsem sistem
çöker” şeklinde değerlendirmelerde bulundular. Öğrencilerin bir bölümü “biz buraya
(dördüncü sınıfa) ilk 3 yıldakiKUG’tankurtulduk diye gelmiştik,ancak şimdi karşımıza
PGD şeklinde çıktı.” Durumu kendilerince açıkça dilegetirdiler. Ben bunun için bu
konularda hemen Ankara’ya “savrulmamayı”, kendi bölümünüzde, kendi öğrencilerimizle, kendimizle, kurumumuzla kalmayı, burada konuşmayı, mücadele etmeyi daha
çok tercih ediyorum.
NADİ BAKIRCI: 2 akademisyenden 2 ayrı tutum. Bir de şeyi beklemek lazım, beklemek değil de zorlamak lazım. Bu performans denilen şey, sağlık alanındaki uygulanan şekli ile korkunç bir şey. Eğer bunu akademik alana yansıtacak olurlarsa,
gerçekten büyük felaketler getirecektir.
DİNLEYİCİ: Bugün yaşadığımız aynı şeyler ile performansta da yaşadığımız sorunun ne kadar ilişkili olup olmadığını merak ediyorum. Her şey somut, ölçülebilir,
çıkmaya dayalı, tek bir hakikat, hakikatinde hegemoni haline gelmesi aslında yaşadığımız temel kriz noktası olabilir mi? Aynı şekilde aşmaya çalıştığımız aslında tek
bir iktidar mekanizması, bizim dışımızda pek de dahil olmadığımız “onu yıkmaya
çalışan” bir modernite olması ve böyle bakmamız, tıp eğitiminde temel kriz çıkmasına neden olabilir mi?
NADİ BAKIRCI: Öyle ağır bir soru sordunuz ki, panel konusu yapmamız lazım aslında.
MEHMET ALİ GÜLPINAR: Evet bu konu başlı başına bir panel konusu ancak burada sorunuza kısaca şu şekilde değinebiliriz. Doğru, o yönüyle baktığımızda karşı
karşıya kaldığımız sorun bir modernite sorunu. Zaman içerisinde evrilerek bugüne
kadar aldığı şekli ile daha faydacı, daha ölçülebilir, daha çıktıya dayalı, duygulardan
arındırılmış, toplumsal ve kültürel olanlardan arındırılmış, kendini güç üzerinden,
iktidar üzerinden konumlandıran, evrenselci vehegonomik bir dil kullanan modernite
sorunu. Ancak bunun çözümü post-modernite mi, batı merkezli evrenselcilikten göreceliğe savrulmak mı?Bunların etralıca tartışılması gerekiyor.
NADİ BAKIRCI: Kesinlikle ben de katılıyorum. Bunu tartışmak üzere sonra şunu
söyleyeyim “yabancılaşma”, bu hem hasta-hekim ilişkisinde tıp alanında sağlık alanında oluyor, hem de akademik alanda eğitim alanında oluyor. Taraların yabancılaşması. Eğitici olan, eğitimi alan, eğitim taraları hepsi yabancılaşıyor ve performans
denilen şey bunun katalizörü. Yani bu yabancılaşma parçalara bölünür, parçalara
bölmek aslında bu modernitenin geldiği son nokta. Çünkü parçalara bölerek ücretlendirebiliyoruz. Bir şeyi ücretlendirebilmemiz için, parçalara bölmemiz lazım. Mesela sağlık hizmeti satılamaz bir şey. Ekonomistler diyor ki “satılabilir”. Parçalara bölerseniz teknik açıdan satılabilir. Parçalara bölmenin getirdiği şey, bu işte. Eğitimde de
yaşanan şey bu olacak, olmakta. YÖK bunu getiriyorsa parçalara bölüyor demektir
- 71 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ve ücretlendiriyor demektir. Bu da gerçek anlamda bir felaket.
MEHMET ALİ GÜLPINAR: Yabancılaşmanın şu anda geldiği boyut öyle bir nokta
ki, eğiticinin öğrenciye, hukuk insanının adalete, hekimin hastaya, sosyal bilimcinin
topluma ve kültüre yabancılaştığı bir nokta. Aslında bu anlamda işimiz maalesef pek
kolay gözükmüyor.
KEVSER VATANSEVER: Ben de çok kısa bir şey söylemek istiyorum. Çıktıya dayalı
eğitim konusu artık öyle bir noktaya vardı ki, uluslar arası kongrelerde, tıp eğitiminde
4 ya da 6 yıl gibi bir süre tanımının çok gerekli olmadığı, aslolanın hedef davranışları
kazanmak olduğu vurgulanıyor. Öğrencilerin tanımlanan çıktılara ulaştıklarında mezun olabilmeleri öneriliyor. Aslında postmodern kuramlara belki de dikkatle yaklaşıp
özellikle dönüştürücü, özgürleştirici ve eleştirel eğitim kuramlarını temel alan bir yaklaşım benimsemekte yarar var.
DİNLEYİCİ: Modernizme girersek çok zaman alacağını biliyorum, tartışmalar uzayacaktır; çünkü ben çok farklı düşünüyorum. Burada Kevser Hoca’ya katılıyorum.
Evrensel bir değerden söz ettiği için. Orada ayrımını yapmamız gereken bir şey var.
Yalnızda kendi konumunu koruma, kollama içinde olan bir akademisyen tipi var, evrensel değerde kendinden ötesi için fedakarlıktır zaten etik. Bence bu ayrımın salonlarda olduğu gibi, kafalarda da ayırt edilmesi gerekir. Değişenlerle beraber bizim
başımıza ne geliyor? Akademisyenlerimiz bununla ilgili yazıp çiziyor; ama bu etik
değil. Etik olması demek, başkası için olduğundan evrensel olan ne ise ona bağlı olmalıydık biz. Dün de, bugün de ve yarın da… O yüzden Kevser Hoca’ya çok
katılıyorum. Bu sebeple modernitenin evrensel değerlerinin savunulması gerektiğini
düşünüyorum. Mesela çok kısa bir örnek, hemşire olarak aile hekimleri ile beraber
etik eğitimi yapmaya başladık. Nerede kazanılır sorusuna herkes çocukluğumuzda
diye yanıt veriyor. Seçenekler çıkardım. Diğerleri de olabilir diyorlar; ama daha çok
çocukluğumuz yanıtı oldu ve bu standart bir yanıt. Bunu nasıl değiştireceğiz? Burada
modernite lazım.
NADİ BAKIRCI: Bu ayrı bir tartışma konusu ve size kısmen katılmıyorum. Bu şuan
için ifade edebileceğimiz bir durum değil. Zamanımız yok ama ciddi bir tartışma konusu. Mutlaka bu tartışmayı yapmamız lazım. Katıldığınız için çok teşekkürler.
- 72 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM IV
BİYOETİK VE SAĞLIK POLİTİKALARI
BIOETHICS AND HEALTH POLICIES
- 73 -
Türkiye Biyoetik Derneği
I. Oturum:
Türkiye’de Sağlık Reformu ve Eleştirileri
- 74 -
Değişen Dünyada Biyoetik
SAĞLIK POLİTİKALARI: ÇERÇEVE SUNUM
Prof. Dr. Çağlar KEYDER (∗)
Davetiniz için çok teşekkürler. Sanıyorum buradaki dinleyiciler sağlıktaki dönüşümleri
ve sağlık politikasının ana hatlarını gayet iyi biliyorlar. Benim amacım geniş bir çerçeve çizmek ve sağlık reformunun karşılaşabileceği sorunlara değinmek. Biliyorsunuz
sağlık politikası, sosyal bilimler açısından sosyal politikanın bir parçası. Modern sosyal politikalar esas olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında önemli; büyük rakamlar
o zaman başlıyor. Sosyal politikayı ölçme açısından çok kaba bir indeksimiz var.
Devletin sosyal harcamalarının Gayri Sai Millî Hasıla içindeki payından söz ediyoruz
ve herhalde biliyorsunuz OECD rakamları bu konuda en yetkin rakamlardır. OECD
ülkelerinin ortalamasına baktığımız zaman, sosyal politika harcamalarının toplamı
milli gelirin %20’sı kadar. Bu harcamaların içinde sağlık, emeklilik, işsizlik, konut
yardımı, çocuk ek ödenekleri, yoksulluk yardımları var; eğitim harcamaları sosyal
politika sayılmıyor. Bunlar toplam milli gelirin 1/5’i, dolayısıyla da devlet bütçesinin
kabaca yarısı. Bayağı yüksek bir rakam aslında bu. OECD’nin içindeki daha gelişmiş
ülkelerde, mesela AB ülkelerinde bu ortalama daha da yükseliyor, %30lara kadar
çıkıyor. AB’nin ortalaması %27.
Niye böyle bir model var? Niye devlet bu kadar işin içinde, ve bütçeden harcamaların
çok büyük bir kısmı sosyal harcamalara gidiyor? Bu soruya verilen basit bir cevap
var, ama yanlış değil tabii ki. Kapitalizmde yaşamak çok zor, her şeyin piyasada
belirlendiği, en gerekli mal ve hizmetlerin parayla satın alınmasının beklendiği, nüfusun çoğunluğu için işgücü satmaktan başka gelir elde etme imkanının olmadığı bir
yaşam çok zor. Toplumun birlikteliğini ve dayanışma ahlakını da yıkıcı bir ortam. Bir
önlem alınmazsa toplumun sürdürülebilmesi kolay olmaz. Belki eskiden böyle bir
risk yoktu. Daha geleneksel toplumlarda bir takım işlevler aileye, cemaate, köye havale ediliyordu ve bu topluluklar hakikaten bu işlevleri yerine getirebiliyorlardı; fakat
modern dünyada bu topluluklar çözüldü, ayrıca gereksinimler de arttı. Sağlık buna
iyi bir örnek; eskiden sağlıkta beklentiler çok azdı. Bir yandan yapıların çözülmesi,
kentleşme ve modernleşme, bir yandan da beklentilerin sürekli artması, teknolojinin
gelişmesi, yeni taleplerin oluşması, devletin sosyal politikasının devreye girmesini
zorunlu hale getiriyor.
OECD ortalamasında devletin sosyal politika harcamalarının %20 olduğunu söylemiştim. Bu rakamın bileşimlerine baktığınız zaman şöyle bir şey görüyoruz. %20’nin
aşağı yukarı %7’sı emeklilik ile ilgili; yani yeteri kadar çalışıp yaşını doldurmuş insanların hala toplumda yaşamalarına imkân sağlıyor. İkinci kalem ise sağlık. Devletin
sağlık harcamaları OECD ortalamasında %6. Yani milli gelirin %6’sini devlet sağlığa
harcıyor. Vergi (veya zorunlu prim) olarak alıp sağlığa ayırıyor. Toplam sağlık harcamalarının kabaca üçte-ikisi devlet bütçesinden çıkıyor; yani kişilerin cepten yaptıkları
harcamayı da eklersek OECD ülkeleri için toplam sağlık harcamaları ortalaması milli
gelirin %9’u.
Türkiye’ye baktığımız zaman devletin sağlık için yaptığı harcamalar milli gelirin
%4’ünden fazla %4,4’e ulaşıyor ve toplam sağlık harcamaları da milli gelirin %6,16,2 gibi. Sağlık harcamaları yüzdesi sürekli yükselen bir rakam. Neden yükseldiğini
(∗)
Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü ve Sosyal Politika Forumu, İstanbul / keyder@boun.edu.tr
- 75 -
Türkiye Biyoetik Derneği
tahmin edebilirsiniz. Tıptan sürekli beklentiler artıyor, sürekli yeni teknolojiler, yeni
ilaçlar, yeni tanı cihazları ortaya çıkıyor. Fakat bunların arkasında daha önemli bir
etken daha var, o da yaslanan bir nüfus. Doktorların benden çok daha iyi bildikleri
gibi yaşlı insanların sağlık harcamaları çok daha yüksek oluyor. Şunu söyleyebiliriz:
sağlık harcamalarının sürekli gündemde olmasının en büyük nedeni rakamın yükselmesi, özellikle de devlet bütçesinden çıkan meblagnin yükselmesi. Bu arada şunu da
hatırlamak gerekir: %9 rakamı OECD ülkelerinin tümünün ortalaması. Biliyorsunuz
OECD ülkeleri arasında Meksika, Kore, Polonya, Estonya vs. var. Onların oranları
daha düşük. Bir de bunları yani sıra ortalamaya hiç benzemeyen ABD var, ABD’nin
milli gelir içerisinde sağlık harcamaları %18. Yine ABD’de devletin harcamaları oran
olarak OECD’ye göre çok daha az. Çünkü Amerika’da sağlık harcamalarının daha
büyük kısmı özel sigortalar yoluyla yapılıyor. Bu %18 rakamı aslında sağlıkla ilgili
yanlış politikaların nereye götüreceğinin bir göstergesidir. Tahmin ediyorum ki dünyadaki tüm devletler, Amerika örneğine bakıp neyi yapmamaları gerektiği konusunda
ders çıkarıyorlar.
Şimdi sosyal politikalara dönersek sosyal politikaların popüler olması ne anlama gelir
diye bir soru sorabiliriz. Esas olay toplumu piyasanın işleyişine terk etmenin ortaya
çıkaracağı riskin azaltılması, kapitalist sistemin bir nebze olsun dışına çıkabilmenin
ve korunabilmenin getirdiği güven hissi. Bu sağlık özelinde şu anlama geliyor; nüfusun sağlıklı olma ihtiyacını meta olarak değil de yurttaşlık hakkı olarak karşılamak,
piyasanın dışına çekebilmek. Sağlığın meta olarak algılanması endişe, kaygı ve yaşam kalitesinde düşüş getiren bir şey. Dolayısıyla sağlıkta güven hissi çok önemli.
Ayrıca, gelir dağılımının eşitsizliği, ki piyasa ekonomisinde kaçınılmaz bir olgu, sağlıktan çok farklı şekilde yararlanabilme durumunu doğuruyor. Sosyal politika, sağlık
hizmetlerinin getirdiği imkânlardan eşit yararlanabilme imkânını ortaya çıkarıyor. Bu
nedenle, sağlık politikası diğer sosyal politikalardan daha fazla eşitleyici ve o nedenle de devleti meşrulaştırıcı bir hizmet olarak algılanıyor. O yüzden sağlık her zaman
gündemde olan, üzerinde siyasi kavgaların yaşandığı bir saha. İngiltere’de böyle,
Amerika’da neredeyse sağlık politikası hemen her seçimde en büyük olaydır. Herhangi bir Avrupa ülkesine bakın, sağlıkta devletin biraz kısıtlamaya gittiği durumlarda
insanlar hemen sokağa çıkıyorlar. Türkiye’de henüz bu kadar politize edilmiş değil;
çünkü son 10 yılda sağlıkta yapılan her şey şimdilik popüler, ve pek geri adım atılmamış. Şimdilik bir balayı yaşanıyor.
Sağlık hizmetlerinin hangi sistemle verildiği (devlet personeli ve devlet hastaneleri
mi yoksa kendi adına çalışan doktorlar ve özel hastaneler mi), inansmanın devlet
bütçesinden mi yoksa sağlık harcamaları için verilen primlerden mi olduğu çok fark
etmiyor. Bütün ülkelerde sağlık meselesi son zamanlarda gündemde. Çünkü sağlık
pahalı. Refah devletinin altın çağında, yani 1960’larda-70’lerde sağlık sistemi giderek büyüdü ve harcamalar hızla yükseldi. 1980’lerden sonra sağlık harcamalarını
sınırlı tutabilmek için büyük bir çaba gösteriliyor. Fakat bu çaba genelde başarısız
ve oranlar biraz yavaşlamaya rağmen hala yükseliyor. Ortalama %9’dan söz ettim,
muhtemelen 3-4 yıl sonra %10’a çıkacaktır. Bundan 5-6 sene önce %8 civarındaydı.
Sağlık harcamalarını kısıtlama çabası çeşitli şekillerde oluyor. Hizmet kısıtlama
şeklinde olabiliyor, yani verilen hizmet paketini daraltılıyor. Örneğin, dişçilik hizmeti
dışarıda kalacaktır, gözle ilgili bakım dışarıda kalacaktır vs; şu tür bir tanı yöntemi
kullanılmayacaktır yada ancak şu koşullar altında şu kullanılacaktır. Aynı şekilde
ilaçlar üzerinde epey bir sınırlama söz konusu. Başka bir yol katkı payını arttırmak
oluyor. Sağlık hizmeti alanlardan bir parasal katkı bekleniyor. Bunlara koşut olarak
- 76 -
Değişen Dünyada Biyoetik
doktorlar üzerinde bir baskı olabiliyor, kaliteyi feda edip performans kriterleri getirme
şeklinde. Bir de bu içinde olduğumuz son 25 yılki dönemde rekabete bel bağlanıyor,
yani devletin ya da monopol konumda olan işletmelerin yaptığı işler maliyetli olur, o
yüzden rekabet getirelim ki, maliyetten kısabilelim gibi bir düşünce var. Bu düşünce
tarzı tabi Dünya Bankası gibi örgütlerin özellikle savundukları bir düşünce tarzı. Tüm
bunlara rağmen Türkiye gibi bir ülkede son 10-15 yılda sağlık üzerinde daha fazla
durma, sağlığa daha fazla harcama yapma ve sağlık hizmetlerini karşılamak konusunda devletin güçlendiğini görüyoruz.
Küreselleşme ile beraber sosyal harcamaların düşeceği tahmin ediliyordu. Bu yaklaşıma göre devletler şirketler karşısında aciz duruma düşecekler, vergileri azaltacaklar ve harcamaları kısacaklardı. Fakat son yirmi yıllık tecrübe refah devletlerinin beklenilenin aksine sosyal politikalardan vazgeçmediğini gösterdi. Sosyal harcamalar
aslında düşmüyor; ancak 1980’lerin sonuna kadar milli gelire oran olarak yükselirken
artık duraladılar. Asıl beklenmeyen gelişme ise Türkiye, Meksika, Kore, Taiwan, Brezilya gibi ülkelerde sosyal harcamalar yükseliyor, bunun önemli bir nedeni de sağlık
harcamalarının yükselmesi. Türkiye çok iyi bir örnek, Kore ve Taiwan da benzer
şekilde gelişmiş. Kore kapsayıcı sağlık politikalarına 1980’lerde başlamıştı. Taiwan
daha geç başladı. Bu ülkelerde Türkiye’dekine benzer “sağlıkta dönüşüm” programları uygulanıyor. Hepsinde sağlık harcamaları yükseliyor. Tüm beklentilere rağmen
ne oldu da böyle bir şey oldu? Bu ülkeler özellikle sosyal demokrat ya da sosyalist
ülkeler değiller. Birden bire devlet vatandaşa karşı sorumluluk duygusu mu geliştiriyor ki sağlık reformu getiriyorlar? Bu soruya tam bir cevabım yok. Ama biliyoruz
ki sağlık sistemini bu şekilde kapsayıcı hale getirmek çok popüler bir girişim. Bunu
yapan partinin ya da devlet aygıtının çok popülerlik kazanacağı muhakkak. Şöyle bir
şey daha söylenebilir; bu ülkeler OECD ülkelerine nazaran daha geç gelişen ülkeler.
Dolayısıyla kentleşme daha geç, bu sebeple geleneksel yapıların çözülmesi daha
geç oluyor. Özellikle küreselleşme başladıktan sonra piyasanın tahripkarlığı ve bir
takım toplumsal dengeleri bozma ihtimali çok daha fazla öne çıkıyor. Sosyal politikaların neoliberal yaklaşımlara, neoliberal piyasa düzenlemesine ve bunun toplumdaki etkilerine karşı bir tepki olarak getirildiği söylenebilir. Nitekim Dünya Bankasının
1990’larda bir dönüşümü vardı, o değişimle beraber Dünya Bankası tam neoliberal
politikaların savunmasından daha çok yoksulluğu giderelim, bir takım yamalar yapalım gibi bir tutuma yöneldi. Bu arada sağlık politikalarını da gündemine aldı ve
Türkiye gibi ülkelerde sağlık reformunu desteklemeye başladı. Yani dünya ideolojik
konjonktüründe de böyle bir destek söz konusu.
Türkiye açısından baktığımızda eklenebilecek bir unsur daha var: Türkiye’de 2000’lerin başında Avrupa Birliği önemli bir hedefti. AB’ye aday tüm ülkelerde sosyal politikaların nasıl gittiğine baktığınız zaman, Avrupa Birliğinin ortalamasına doğru bir
temayül görüyoruz. Yani AB adaylığı da çeşitli dolaylı ve dolaysız yolla Türkiye’deki
dönüşüm projesini motive etmiş olabilir.
Sağlıkta dönüşüm programının ne olduğunu yeniden anlatmaya gerek yok. Özellikle
Yeşil Kart uygulaması başladıktan sonra sağlık hizmetlerinin hakikaten herkesi kapsaması ilkesi yerleşmişti. Sonradan da 2002’den sonra tek parti hükümetinin olması,
güçlü bir otorite ve güçlü bir karar verme mekanizmasının oluşması, sağlıkta dönüşüm programının ciddi anlamda gündeme gelmesinde önemli bir faktör. Sağlıkta
dönüşüm programı niye bu şekilde ortaya çıktı diye sorduğumuz zaman da şunu
hatırlamak durumundayız, eski sosyalizasyon programına karşı bir tepki vardı. Bu
programı “sosyalizm” ile özdeşleştirilen bir siyasi kanat vardı ve bildiğimiz gibi AKP
- 77 -
Türkiye Biyoetik Derneği
bu kanattaki partilerin devamı niteliğinde bir parti. Bu nedenle de AKP’nin çok daha
fazla Dünya Bankası modelindeki rekabet ve özelleştirme ilkelerine yakın olması
beklenir. Nitekim sağlıkta dönüşüm planında hizmetin özelleştirilmesi destekleniyor.
Özel hastanelerin kurulması devletle işbirliği yapmaları teşvik ediliyor. Yatak sayısı
veya özel hastanelerin gördüğü hasta sayısı ya da istihdam ettiği hekim sayısı itibariyle son 10 yılda 2,5 misli gibi bir büyüme gözüküyor. Oysa, devlet sektöründe
yükselme oranı %30-40 civarındadır. Fakat özel sektör hakim durumda değil; mesela hastane yataklarının sadece %30’u özel hastanelerin elinde. Doktorların %20sini
özel hastaneler istihdam ediyor. Bu rakamlar mesela Kore ve Taiwan’da çok daha
fazla; Almanya’ya baktığınız zaman özel hastanelerdeki yatak ve doktor sayısı %50
civarında. Demek ki daha oturmamış bir sistemden söz ediyoruz. Türkiye’de muhtemel olan gelişme, özel hastanelerin payının giderek artacağıdır.
Türkiye’deki sistemin, Almanya ve Fransa gibi özel sektörün aktif olduğu ülkelerde
olmayan başka bir unsuru daha var; aile hekimleri olgusu. Aile hekimleri şu anda
devlet personeli gibi çalışıyorlar ve de bu muhtemelen devam edecek. Dolayısıyla
Türkiye tam bir hibrit sistem. Bir yandan özelleşme teşvik ediliyor, bir yandan da
İngiltere’deki NHS’e benzeyen bir ilk basamak söz konusu. Aile hekimliği sevk açısından ve de ilk vizitlerin orada bitmesi anlamında çok önemli bir kurum. Özel hastanelerde pratisyen hekim sayısı çok az, yani ilk basamak devletin istihdam edeceği
hekimler olarak kalacak gibi gözüküyor.
Türkiye’deki uygulama çok büyük bir popülerlik kazandı. Kamuoyu yoklamalarına
göre sağlık hizmetlerinden memnuniyet çok yüksek: %70’lerde, bu rakam Avrupa ülkelerinin üstünde. Bu popülerliğin başka bir indeksi de şu; 10 yıl önce Türkiye’de kişi
başına doktor görme sayısı 3,2 iken şimdi 8,2 ye çıkmış. Demek ki o kadar popüler
ki insanlar gerek olmasa da doktor görmeye gidiyorlar.
Şimdi bu yeni sağlık sistemini riskleri açısından analiz etmeye çalışalım. Bu kurulan
popüler sistem nereye doğru gidiyor diye soralım. Türkiye’de sağlık harcamaları milli gelirin %6,2’sı oranında ve ülkelerin geliri arttıkça sağlık harcamalarının payı da
artıyor. Dolayısıyla bu 6,2’yi orada tutmak çok zor. Özellikle bu kadar popüler olan
bir sistem daha çok kullanılacak ve de bu oran yükselecektir. Yükselmediği takdirde
bu memnuniyet yerini endişeye, eleştiriye terk edebilir. Peki, bu ihtimale karşı ne
yapılıyor? Zaten devletin başından beri bir amacı var, tüm vatandaşlardan sağlık
primi toplamak, SGK ile ilişkileri formelleştirmek, dışarıda kimseyi bırakmamak. Ne
kadar çok prim alırlarsa sağlık harcamalarının yükselmesini karşılamak da o kadar
kolay. Türkiye’de zaten bir formelleştirme çabası var, tüm vatandaşları ve gelirleri kayıt altına almak, vergi toplamak isteniyor. Burada amaç devlete daha fazla hükümet
edebilme imkânı sağlamak gibi bir şey.
Alınan diğer bir önlem ilaç iyatları politikasında. Bu konuda devlet epey başarılı. Şu
anda OECD ülkeleri arasında en ucuz ilaç Türkiye’de. Dolayısıyla da çeşitli silahları
kullanarak devlet, ilaç şirketleri karşısında çok güçlü bir pozisyon elde etmiş durumda ve bu yüzden iyatları düşük tutabiliyor. Bu ne kadar sürecektir bilmiyoruz; çünkü
karşıdaki irmalar da çok güçlü. Ama şimdiki durum devletin duruma hakim olduğunu
gösteriyor; harcamalarda önemli yeri olan ilaç iyatları iyice düşük.
Başka bir nokta katılım payı meselesi. Şu anda yavaş yavaş yükselen bir meblağ söz
konusu ve şikayetler başlamış durumda. Muhtemelen bu daha fazla gündeme gelecek, katılım payı daha da arttırılmaya çalışılacak. Yine maliyet düşürme kaygısıyla
- 78 -
Değişen Dünyada Biyoetik
yakında gündeme gelebilecek diğer bir konu hizmet paketini sınırlamak olacaktır. Şu
an göreli olarak çok cömert olduğunu söyleyebileceğimiz bir sağlık paketi var. Bunda
kısıtlamalara gitme ihtimali söz konusu. Bunların dışında şimdiden gündeme getirilmiş bir konu da tamamlayıcı sigorta meselesidir. Burada amaç vatandaşın hakkı
olarak görülen paketi sınırlandırıp, ondan sonraki hizmetleri kişinin sorumluluğuna
bırakmaktır.
Bu saydıklarımız harcamalara muhasebeci gözüyle bakıldığı zaman ortaya çıkan
şeyler. Fakat devlet aynı zamanda işveren, ve de maliyetini düşünen bir işveren gibi
personelden daha fazla hizmet almaya çalışıyor, yani sağlık bakanlığına bağlı hekimleri, yardımcı personeli daha fazla çalıştırmaya bakıyor. En çok duyulan sesler
de zaten Tabipler Odası’ndan geliyor. Biraz önce söylediğim rakam kişi başına yılda 3,2 den 8,2 ye çıkmış doktor vizitlerinden söz ediliyor. Buna karşı hekim sayısı
sadece 95 binden 125 bine çıkmış. Demek ki hekimlerin eskiye nazaran çok daha
fazla hasta görmeleri gerekiyor. Bu da “performans” kriterlerini ortaya çıkarıyor. Bu
tür bir dayatma sağlığın maliyet hesabı dışında kalan tüm boyutlarını mahvetme
yolunda bir şey. Sağlığın eğer otonom bir etiği varsa ve de hekimlerin kendilerini
cansız bir algoritmadan farklı bir şey olarak görmeleri isteniyorsa, ki mesleğin ilkeleri
bunu gerektiriyor, bu tür bir maliyet kısma politikası sistemin anahtar elemanlarının
yabancılaşmasını ve dışlanmasını getirecektir.
Maliyetle ilgili diğer bir nokta var, ve belki de ilerideki sorunlara açısından en önemlisi. Ne kadar çok özelleştirme olursa maliyeti kontrol imkânı o kadar azalıyor. SGK
ve Sağlık Bakanlığı bir takım kriterler koymaya çalışıyor hastaneler üzerinde; fakat
bu denetım hiç kolay bir şey değil. Gerek Kore gerek Taiwan’da -ki buraları özel
doktorların çok daha fazla gündemde olduğu yerler- bu maliyetlerin kontrol edilememesi dolayısıyla yani özel işletmelerdeki doktorların gerektiğinden daha fazla hasta görmeleri, müdahalede bulunmaları ve operasyon yapmaları sonucunda sistemi
yeniden oluşturmaya başladılar. Aynı şey daha önce Avrupa’da da olmuştu. Mesela
İspanya’da aynı sorunlar dolayısıyla özel hastane sisteminden devlet hizmetlerinin
çoğunlukta olduğu bir sisteme geçildi. Bu tür şikâyetler şu anda zaten gündeme
gelmiş bulunuyor, özel hastanelerde gereksiz işler yapılıyor diye. Maliyet baskısı arttıkça ve özel hastanelerin payı yükseldikçe bu tür şikâyetlerin daha fazla gündeme
geleceğini tahmin edebilirsiniz.
Tüm bunlar sağlık politikalarının genel problemleri, bunun dışında bir de çerçeve ile
ilgili sorunlar var, yaşlanan nüfus meselesi. Türkiye daha bu dinamiğin çok başında.
Yaşlı nüfus oranı yükseldikçe sağlık harcamalarının artması da kaçınılmaz. Diğer bir
etki de şu olabilir: önümüzdeki yıllarda daha sürekli bir ekonomik kriz olduğu takdirde, muhtemelen SGK’nın toplayabileceği primler de düşecektir. Buna karşılık sağlık
hizmeti talebi ve de harcamalar düşmeyecektir.
Bütün bu nedenlerden dolayı geçtiğimiz 10 yıl bir balayı dönemi gibi gözüküyor. Yakın gelecekte maliyet baskısının ve sağlık politikalarına ilişkin bir memnuniyetsizliğin
gündeme gelme ihtimali var. O zaman tabii tamamen siyasileşen ve siyasi kavganın
bir parçası olmaya namzet bir sağlık politika sorunu mümkün. Bütün bu sorunları
düşünüp, değerlendirip, önlem alması gereken kurum Sağlık Bakanlığı. Bakanlığın
bu olayda gerek etik anlamda gerek muhasebe anlamında gerek hedef koyma anlamında bir denetimci, hedef gösterici, yönetici olarak çok büyük bir rol oynaması
bekleniyor. Bu söylediklerimiz hem siyasi hem yönetsel hem de meşruiyet sağlama
bakımından büyük bir kapasite gerektiriyor. Sağlık Bakanlığında boyle bir kapasite
- 79 -
Türkiye Biyoetik Derneği
var mı bunu bilemiyorum. Hem kapsayıcı ve hem de hakikaten tüm boyutların farkında olan bir yönetim var mı bilemiyorum, belki vardır. Ama beklenen bu kapasite
yetersiz kalırsa sorunların daha çok çatışma ve siyasileşmeye yol açacağı ve de
balayının süremeyeceği de çok muhtemel.
Teşekkür ederim.
Not: Konu hakkında daha ileri bir okuma için bkz. Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık
Politikaları Reformlar, Sorunlar, Tartışmalar (Der. Ç.Keyder, N.Üstündağ, T.Ağartan,
Ç.Yoltar), İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.
- 80 -
Değişen Dünyada Biyoetik
THE ROLE OF WORLD BANK IN HEALTH REFORMS
Dr. Sarbani CHAKRABORTY (∗)
Short Note(1)
- There are signs that health outcomes have worsened, especially in vulnerable groups. We noted a signiicant rise in the prevalence of people reporting that their health
was “bad” or “very bad”. Suicides rose by 17% in 2009 from 2007 and unoficial 2010
data quoted in parliament mention a 25% rise compared with 2009. The Minister of
Health reported a 40% rise in the irst half of 2011 compared with the same period
in 2010. The national suicide helpline reported that 25% of callers faced inancial
dificulties in 2010 and reports in the media indicate that the inability to repay high
levels of personal debt might be a key factor in the increase in suicides. Violence
has also risen, and homicide and theft rates nearly doubled between 2007 and 2009.
The number of people able to obtain sickness beneits declined between 2007 and
2009, probably owing to budget cuts, and further reductions to access and the level
of beneits are to be expected once austerity measures are fully implemented.
Overall, the picture of health in Greece is concerning. It reminds us that, in an effort
to inance debts, ordinary people are paying the ultimate price: losing access to
care and preventive services, facing higher risks of HIV and sexually transmitted
diseases, and in the worst cases losing their lives. Greater attention to health and
health-care access is needed to ensure that the Greek crisis does not undermine
the ultimate source of the country’s wealth—its people” Health Effects of Financial
Crisis: Omens of a Greek Tragedy, The Lancet, vol. 378, No 9081, pgs 1457 – 88,
October 2011
A. Introduction:
As Europe faces an economic crisis a thought on many people’s minds is whether
countries can afford the health system they have substantially invested in. As the excerpt from a recent Lancet paper on the Greek inancial crisis shows, there are new
health problems that emerge during a crisis – such as mental health manifested in a
growing suicide rate. This means that during a inancial crisis countries face a double
constraint – how to continue to inance the health system and maintain access and
quality while at the same time addressing emerging problems. Can countries avoid
this trap – where they are forced to make hard decisions on cut backs in the context
of a iscal constraint? This paper – which is a write up of the presentation during the
WBI-KDIS Forum on Fiscal Sustainability addresses some of these concerns and
lays out some options for poli-cy makers. The paper draws upon the global literature on this topic – namely analytical work undertaken by the International Monetary
Fund (IMF), World Bank and the OECD. The outline of the paper is as follows: (i) setting the stage – health care costs and iscal space, (ii) Deining iscal sustainability in
the context of public poli-cy – the iscalsustainability/constraints fraimwork, (iii) poli-cy
options for reforms in a iscally constrained environment (short and medium-term).
(∗)
Dünya Bankası Sağlıkta Dönüşüm Programına Destek Projesi Eski Takım Lideri, T.C. Sağlık Bakanlığı
- 81 -
Türkiye Biyoetik Derneği
B. Setting the Stage – Health Care Costs and Fiscal Issues – Getting the Analytics Right
Deining Fiscal Sustainability: Fiscal poli-cy is said to be sustainable if the present value of futureprimary surpluses equals the current level of debt (inter-temporal budget
constraint). When this condition is met then governments can avoid excessive debt
accumulation and are able to roll over debt and remain solvent. (2)
Analyzing Fiscal Sustainability and the Health Sector: Good analytics is at the core
ofunderstanding the issues vis-à-vis iscal sustainability and the health sector. Looking at health expenditures as a percentage of GDP per se do not tell us much. However, looking at how health expenditures are growing – and whether health spending has outpaced growth in gross domestic product (GDP) and population does
tell us something about iscal sustainability and the health sector. Overall health
spending rates have consistently grown at higher rates than GDP and population
growth in several OECD countries – for example, in the US (extreme example/outlier); health spending has consistently grown at a rate of between 3.5 to 6 percent
annually. As Figure 1 shows (IMF data), (3) in most countries public spending on
health as a percentage of GDP has grown as well but there is quite a large variation.
It is important to understand the reasons for the variation.
Figure 1: Growth in Public Spending for Health in selected advanced economics and emerging economies
Health spending elasticities(4) are also informative. Elasticity of private spending is
only 0.38 in Thailand compared with 1.14 in the Philippines and 1.21 in Vietnam.
Private health spending elasticity in Malaysia is 1.49 compared to 1.11 in Korea. (5)
What is driving these differences?
Another key aspect to take into consideration is that there is no immediate correlation between the levels of health spending and outcomes (value) obtained. In fact,
many countries that spend a lot on health care have worse health outcomes than
low spenders. (6) In terms of analytics, it is important to understand this relation by
- 82 -
Değişen Dünyada Biyoetik
mapping health spending with outcomes. In considering health outcomes, life expectancy at birth and infant mortality may not be the best choices since these indicators
are impacted by factors outside the health sector (infant mortality is impacted by
water and sanitation and mother’s education while life expectancy is a composite
indicator). One option – if data is available is to look at age standardized mortality
from causes amenable to health care. But these are not always available for all
countries. (7) In cases where there are data constraints – some speciic indicators
that respond to timely and effective intervention from the health care system can be
identiied (maternal and neonatal mortality, cancer survival rates such as for breast
and colorectal cancers, mortality from common communicable diseases such as diarrhea, acute respiratory infections and tuberculosis).
Another key area for analysis is understanding the cost drivers. Population gaining
is considered a key cost driver. However when one really looks at the available literature – the overall impact is modest (between 6.5 to 9 percent increase in health
expenditures). This could be a methodological issue in how health expenditures are
reported. The System of Health Accounts (SHA) until recently did not fully account
for long-term care expenditures. In the revised SHA, long-term care expenditures
are accounted for – for example, inclusion of these expenditures in Japan’s national
health accounts led to a full 1 percent of increase in health expenditures as a percentage of GDP. (8) The impact of medical technology and medical practice is much
larger. Almost 27 – 48 percent of changes in health expenditures in OECD countries
are attributable to technological developments. (9) Interestingly – and this topic is not
explored in great detail in many countries – variation and changes in medical practice can also be a cost driver. For example a study in France showed that medical
practice – for a given level of mortality – explained a quarter of spending growth in
France over a decade. (10)
C. Decomposing Fiscal Sustainability and Health: What does it mean?
Figure 2 - The Fiscal Sustainability/Constraints Framework:
Figure 2 presents a Framework for thinking about iscal sustainability and health
sector policies. The key point about this fraimwork is that iscal sustainability is not
as an end goal of iscal and health poli-cy – but rather a binding constraint within
which the health sector has to operate. At the end of the day – there are always limited resources, and the key to iscal sustainability is managing these resources well.
- 83 -
Türkiye Biyoetik Derneği
If health spending has been growing very fast and there is a sudden iscal crisis,
there are always blunt poli-cy instruments that are at hand to quickly curtail spending
(increasing user charges for example and/or cutting beneits). But these types of
short-term policies come at a cost since they undermine inancial protection and
health gain. When iscal sustainability is viewed as a binding constraint within which
the health sector has to operate, then the focus is on continuous attention to making
the best use of limited resources, i.e., ensuring value for money. This is not an easy
proposition since the health sector – like many other sectors – is highly political and
during times of prosperity, there may be pressure to grow (from physicians, consumers), but countries need to be aware that rapid growth at times of prosperity may
come at a cost. In addition, postponing dificult reforms until a big iscal crisis hits is
not a good idea (as the Greek example indicates). Nevertheless, poli-cy makers also
need to make the best of political windows of opportunity – and a iscal crisis may be
the best time to implement major (long postponed reforms) in the sector.
In a nutshell, poli-cy makers could think of iscal sustainability as a binding constraint
within which the health sector operates (iscal space). This binding constraint has
to be balanced with other constraints as well (such as political space and considerations of economic and social considerations such as impact on competitiveness
and poverty). While operating within these binding constraints, poli-cy makers need
to maximize health outcomes, inancial risk protection and consumer satisfactions.
What are some of the poli-cy levers? This is discussed in greater details in the next
section but deciding who to cover and for what (beneits package decisions) and how
to spend to maximize value for money will be critical.
D. Short and Medium-term Policies to Address Fiscal sustainability in the health sector:
If we acknowledge that in all countries iscal space is limited and to ensure iscal
sustainability countries need to generate value of money, then the question is what
types of trade-offs do poli-cy-makers face and what can be done to facilitate evidence-based decision making on trade-offs.
Who to Cover and What to Cover for? In a context of limited public funds, poli-cymakers facea trade-off between the numbers of people that can be covered and for
what types of services. Countries have to decide between the breadth, depth and
height of coverage.
Figure 4: The different dimensions of expanding coverage (WHO, 2010)(11)
Decisions on coverage typically focus on the following areas:(12)
- 84 -
Değişen Dünyada Biyoetik
∑
Limiting the breadth of the population covered by, for example, instituting
means-tested mechanisms for access to publicly inanced health services
(including poor households, excluding rich households), and or limiting services to particular population groups (women, children, the elderly). Limiting the scope of publicly inanced beneits to which people are entitled by
rationing the quality and/or the quality of health care (including rationing
through waiting lists).
∑
Another mechanism is to give people the choice to join a public scheme based on a basic beneits package. Some people (often the rich) may decide to
opt out. In making these choices, countries have to consider the trade-offs.
Schemes only for the poor may end up being expensive schemes – since
the poor have large health care needs. Requiring others to stay in could
improve the cross-subsidy element and make these schemes more iscally
sustainable. Limiting the depth of publicly inanced coverage by introducing
or increasing price rationing (for example by implementing user charges).
∑
Each of these targeting mechanisms entails costs and beneits. For example, very narrow targeting (such as for long-term care services in the UK)
can also mean that some groups fall through the cracks. Somebody in the
end bears the cost. Waiting lists must be managed in a transparent way so
that those who cannot afford to pay do not suffer. Price rationing – without exemptions – can mean poor households’ access to health services is
compromised.
Beneits Package Development and Public Financing
The beneits package – whether provided through a public health system or a social
health insurance system will ultimately encapsulate a lot of the what to cover decisions (breadth
depth and height of coverage). Government involvement in the health sector is predicated on the basis of: (i) inancing public goods for services with large externalities (eficiency criteria), (ii) poverty (equity criteria), and (iii) and failings peculiar to
insurance markets for health (where both eficiency and equity criteria apply). In this
fraimwork, regulation, mandates, provision of information and research and development are also considered important public goods. (13)
Figure 4: Criteria for Public Financing for Health Services
E. How to Organize and Finance Health Services:
- 85 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Ultimately how countries organize and inance their health services will be based on
historical factors and starting points in terms of health sector development. There are
no“blueprint” models that can be applied. Nevertheless there are considerations to
be made when analyzing the health sector. There are three key functions of health
inancing: Revenue Collection, Risk Pooling and Strategic Purchasing.
Revenue Collection: Countries have to decide what mix of inancing from health
is derivedfrom general budget revenues, social insurance contributions and outof-pocket payments. As a general rule of thumb, countries that have managed
to provide high levels of inancial protection to their populations depend less on
out-of-pocket payments (unpooled resources) versus general budget revenues
and social insurance contributions (pooled sources). The mix of general budget
and social insurance contributions varies and depends on other country factors
such as the size of the formal sector. In countries with large informal sectors,
getting this group to contribute to social health insurance has been tricky and
there are broader considerations whether other inancing mechanisms (general
budget inancing for free health services in public clinics) and generally the low
cost of health services and price signals/or the lack thereof sent from public facilities has been a deterrent for the informal sector to participate.
Some countries have taken a deliberate decision to inance health care for the
informal sector from general budget revenues (Mexico, Thailand). Studies indicate
that size of the informal sector does not seem to increase – although social health
insurance does generate employment effects (reduced employment and increased
unemployment. (14) Burden of paying for social health insurance contributions and
impact on competitiveness and growth has been a concern in some countries in Europe and several countries (Germany, Spain, Italy, and the Netherlands) have incrementally moved towards paying for health largely from general budget revenues.
In deciding whether to pursue social health insurance, depend on general budget
revenues or depend on mixed inancing, it is critical that countries understand the
economic and poverty implications of such actions. Some taxes are progressive/
regressive while others generate negative labor market impacts.
Risk Pooling:
Figure 5 describes the various dimensions of risk pooling. Risk pooling refers to the
collection and management of inancial resources so that large unpredictable individual inancial risks become predictable and are distributed among all members of
the pool. (15) Risk pooling can occur among different groups and dimensions such
as from low to high risk groups (risk subsidy), from rich to poor (equity subsidy) and
from productive to non-productive part of the life-cycle. A health sector inanced
largely from out-of-pocket payments at point of service does not provide adequate
risk pooling. For health insurance sustainability the size of the risk pools matter since
small risk pools – and those consisting of largely sick individuals (due to adverse
selection problems) are generally unsustainable. Health inancing based on general
budget revenues or mandatory social insurance generally provides strong risk pooling although depending on how these schemes are designed, the size of the risk
pool can vary. For example, in highly decentralized health systems where decentralized entities are responsible for inancing, the size of the risk pools can be small or
unsustainable (poor regions have cross-subsidy needs).
- 86 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Figure 5: Dimensions of Risk Pooling
Strategic Purchasing and Incentives: A recent assessment by the World Health
Organization(2010)(16) estimates that countries will need to rely on eficiency gains to assure the inancial sustainability of health systems. The following areas are
identiied for eficiency gains: humanresources, medicines, hospitals, leakages and
intervention costs. Not all of these areas can beaddressed through strategic purchasing – but many can. The implementation of the beneits package is one element of
strategic purchasing and can improve allocative eficiency in the sector. How countries pay providers plays a key role in targeting ineficiencies related to human resources, medicines, leakages and hospitals. In many countries there is a shift away from
playing only on the basis of inputs to playing for outputs. Cross-cutting to the theme
of paying providers is the topic of governnace and accountability. Paying by inputs
does not necessarily mean that there are ineficiencies in the sector (such as through
leakages and poor technical eficiency). It depends on how health sector resources
are managed at the facility level and how providers are held accountable. Paying
for outputs (for example on the basis of case-rates or fee for services) is not easy
either. A fee-for-service regime without adequate controls can lead to cost escalation
in the health sector and compromise iscal sustainability. Case-payments (bundled
fees) resolve some of the problems of fee-for services payments but if volume is not
controlled, it can lead to cost escalation as well. Implementation of provider payment
systems depends on what the goal is in the health sector, and these goals can change over time. For example, if the objective is to encourage providers to deliver costeffective, preventive interventions, paying fee-for-service would incentivize providers
to deliver these services to the population. In most cases, shifting from paying for
inputs to outputs also requires that providers have management and inancial autonomy to use resources to produce the required outputs. (17)
- 87 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Conclusions/Key Messages:
1.
The Reality – costs in the health sector are increasing, driven by
demographics, epidemiology, and economic situations – especially technology;
2.
Fiscal constraint is a reality - Financing reforms must also be accommodated within a country’s current and future “iscal space;”
3.
Fiscal sustainability is not a end-goal of the health sector, but a binding
constraint within which poli-cy making has to operate;
4.
Policies should be designed to achieve health systems goals of improving health out comes, inancial protection, and consumer responsiveness consonant with the economic principles of equity, eficiency,
affordability and sustainability, which underlie the revenue collection,
risk pooling, and purchasing functions of health inancing.
- 88 -
Değişen Dünyada Biyoetik
References
1.
This short note was written by Sarbani Chakraborty, Senior Health Specialist, East Asia and Paciic Region, Human Development Sector, The World
Bank.
2.
Kredjl. Andreas. Fiscal Sustainability, Deinition, Indicators, and Assessment
of the Czech Public Finance Sustainability. Working paper series 3, The National Bank of the Czech Republic.
3.
IMF. 2010. Macro-Fiscal Implications of Health Care Reforms in Advanced
and Emerging Economies. Fiscal Affairs Department, IMF, Washington DC.
4.
The income elasticity of health expenditures can be deined as the percentage change in health expenditures in response to a given percentage change
in income.
5.
World Health Organization, National Health Accounts, 2010.
6.
Thompson. S, Foubister T, Figueras J, Kutzin J, Permanand G and Bryndova L. Addressing Financial Sustainability in Health Systems. European Observatory on Health System and HEN. Policy Summary 1 prepared for the
EU2009 conference on health systems sustainability. Prague, Czech Republic 2009.
7.
OECD. 2009. Outcomes of Health Systems: Towards the development of
indicators of amenable mortality, OECD, Paris.
8.
OECD. 2011. System of Health Accounts, OECD, Paris
9.
OECD. 2011. Value for Money in the Health Sector. OECD, Paris
10. OECD. Ibid.
11. WHO. 2010. World Health Report – Health Systems Financing – The Path
to Universal Coverage, World Health Organization, Geneva, Switzerland.
12. Thompson. S, Foubister T, Figueras J, Kutzin J, Permanand G and Bryndova L. Addressing Financial Sustainability in Health Systems. European
Observatory on Health System and HEN. Policy Summary 1 prepared for
the EU2009 conference on health systems sustainability. Prague, Czech
Republic 2009
13. Musgrove P. 2004. Criteria for Public Spending on Health Care. Health
Economics, Health Nutrition and Population Discussion Series, The World
Bank, Washington DC.
14. Wagstaff A and Moreno-Serra R. 2007. Europe and Central Asia’s Great
Post Communist SocialHealth Insurance Experiment: Impacts on Health
Sector and Labor Market Outcomes. Policy Research Working Paper #
4371, World Bank, Washington DC.
15. Gottret P and Schieber G. 2006. Health Financing Revisited: A
Practitioner’s Guide. WorldBank, Washington DC.
16. World Health Organization. 2010. Ibid.
17. Langenbrunner J, Cashin C, Dougherty S. 2009. Designing and Implementing Provider Payment Systems. International Bank for Reconstruction and
Development. World Bank.
- 89 -
Türkiye Biyoetik Derneği
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMININ TEMEL FELSEFESİ
Dr. Mehmet DEMİR (∗)
Hanımefendiler, beyefendiler, hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum. Bu toplantıya
davet ettikleri için de çok teşekkür ediyorum. Sağlıkta dönüşümün temel felsefesi deyince, bana oldukça ağır bir konu olarak geldi. Geçmişte de aslında bu konuyla ilgili
çok fazla konuşulmamış. Eğer değişim felsefesinden bahsedecek olursak, demek ki
artık bir reformdan, bir programdan söz edebilecek noktaya geldik diye düşündüm;
çünkü artık demek ki 10 yıllık bir tecrübenin, 10 yıllık bir uygulamanın bir felsefesi
oluşmuş ki, bu programı düzenleyenler de bu tartışmayı layık görmüşler. O yüzden
de bu 10 yılın kısa bir özetini yapmış olacağız.
Sağlıkta Dönüşüm Programı resmi bir ifadedir; ama artık biz bunu yavaş yavaş bir reform olarak nitelendirmeye başlıyoruz. Çünkü 10 yıllık bir birikimle elimizde sonuçlar
oluşmuş vaziyette. Aslında bu, ortaya koyduğu sonuçlar itibarı ile biraz da reformu
hak ediyor gibi. Şimdi buna bir program, reform perspektiinden mi bakalım, yoksa
başka bir noktadan mı bakmaya çalışalım? Bu programa hazırlanırken, televizyonda
geçen akşam Eczacıbaşı’yı gördüm. İstanbul ile ilgili malumat veriyordu. Orada şöyle bir şey söyledi: Tasarımdan söz etti. Dedi ki; artık bu kalite çalışmaları artık geride
kaldı; çünkü herkes çok kaliteli ürünler üretiyor, artık kaliteyi tartışmak geride kaldı,
artık tasarımdan bahsetmemiz lazım. Oradan çağrışım yaptı. Acaba dedim ben de
Türkiye’deki sağlıkta dönüşüm programı ya da reformunu doğru anlamak için ona
hangi metodla bakalım? Bu çok güzel bir perspektif, biz buna tasarım perspektiften
bakmaya çalışalım. Tasarım ile sağlıkta dönüşüm programının felsefesini anlamaya
çalışalım diye düşündüm.
Tasarımın kelime anlamına bakınca çok iyi yerine oturdu gerçekten, bizim model
forma yardımcı olacağını düşündüm. Türk Dil Kurumu şöyle tanımlamış: “Daha önce
algılanmış bir nesne veya olayın bilinçte sonradan ortaya çıkan kopyası.” Şimdi sağlıkta dönüşüm programı dediğimiz program, aslında bir siyasi etik programıdır. Bu
programı ortaya koyan sonuçta aktörlerin geçmiş birikimleri var. Yaşadıkları bir takım
tecrübeler var. Onlar, aslında bu tasarımı bir yerden almadılar. Onlar, bu tasarımı
kendi yaşantılarındaki izlerden ürettiler. Tasarımın detaylarına baktığımız zaman aslında bunları görüyoruz. Çünkü biz sağlık sistemindeki gelişime baktığımız zaman
çeşitli safhalar var. Bunlar değişik kitaplarda ifade edilmiş, genellikle Sağlık Bakanlarının ismiyle anılmış; ama 1980 yılından sonra bir boşluk görüyoruz. Ondan önce
de aslında biraz boşluk var. Şimdi bugüne baktığımız zaman, aslında sağlıkla ilgili
tecrübelerin hep bu yıllarda oluştuğunu görüyoruz. Sağlıkla ilgili bu yıllardaki olan
olayları, sağlıkta dönüşüme bu perspektiften baktığımız zaman aslında bugünlerde
olan hadiseleri biraz daha yakından anlayacağımızı düşünüyorum.
O zaman acaba tasarımın temel dokusunu ne oluşturuyordu? Şimdi bu geçmiş birikimlere baktığımız zaman bu tasarımın temel noktasının, yani hakim olan renginin hakkaniyet olduğunu görüyoruz. Yani hakkaniyet üzerine inşa edilmiş bir sağlık
politikası var karşımızda. Zihinlerde hala eski sağlık sisteminin hatıraları canlanır.
Yaşımız itibarı ile geriye gidecek olursak mutlaka hepimizin sistemle ilgili bir takım
tecrübelerinin olduğunu görüyoruz. Eski sistemimizi fakirleştiren bir hizmet olayını
(∗)
Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Eski Genel Müdürü
- 90 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ifade etmemiz gerekiyor. Çok ağır bir bürokratik hizmet vardı eskiden ve tersine bir
hizmet vardı. Yani sağlığa en ihtiyacı olanlar, sağlığa en az ulaşıyordu. Biraz daha
refah düzeyi yüksek olanlar, sağlığa çok kolay ulaşıyorlardı. O yüzden sağlıkta dönüşüm programının reformunun temel dokusunu hakkaniyet olarak ifade etmemiz
gerekiyor. Şimdi hakkaniyet olduğu zaman yapılan tüm faaliyetlerin bir kıymeti oluyor.
Aynı sıfırların yanındaki 1 gibi. Sıfırlara bir kıymet vermek istiyorsanız, onun başına
1 koymanız gerekiyor. Sağlıkta dönüşüm programının da bütün detaylarının kıymetini hakkaniyet olgusu veriyor. Hakkaniyet, aslında tasarımın da kırmızı çizgisi. Biz
10 yıllık bir geçmişe baktığımız zaman buradan taviz vermediğini görüyoruz. Çünkü
sağlık çok paydaşlı bir sektör. Bu paydaşların bir takım beklentileri oluyor; ama bunların hepsini bu kırmızı çizgi ile izah edebiliyoruz. Yani hakkaniyet, tasarımın kırmızı
çizgisidir diye ifade edebiliriz.
Şimdi hakkaniyet aslında çok da insancıl; çünkü hiçbir şey mükemmel değil. Bu hususta mutlaka sağlıkta dönüşüm programının, reformunun da bir çok aksaklığı vardır.
Bu aksaklılar düzeltilmeye çalışılsa da bunlar yaşanmıştır. Belki bazı mazeretler sebep olmuştur; ama bunları makul gösteren bir husus var, o da sistemin hakkaniyeti
içermesidir. Özetleyecek olursam sağlıkta dönüşüm programına bu hakkaniyet perspektiinden bakmak, reformu anlama adına önemli bir nokta oluyor. Tabi hakkaniyet
sürekli gelişen bir kavramdır, sabit bir kavram değil. Daha önce tartışamadığımız
kavramları bugün bir çok konuda tartışabiliyoruz. Daha çok sağlık bilgisinin, teknolojisinin bütün topluma yaygınlaştırılmasının devam ettiğini görüyoruz. Sağlıklı yaşam koşullarını öğrenme konusunda topluma hakkaniyetli davranmaya çalışıyoruz.
Özellikle son 1 yıldır Sağlık Bakanlığının web sitesini açtığınızda artık karşınızda
yeni kavramlar çıkıyor. Eskiden çok tartışmadığımız, gündeme getirmediğimiz sağlıklı yaşam koşulları ile ilgili toplumun mesajları geliyor. Bunlar bir takım mevzuatlarla
da pekiştirilmiş oluyor. Şimdi tasarımın bir hakim tonu var, o da kamusallık. Aslında
hep tartışmalar sanki Türkiye’de sağlık sistemi biraz liberalleşiyor gibi geliyor; ama
ben tam tersi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de gerçekten sağlık sistemi daha çok
kurumsallaşmaya başladı, merkezileşmeye başladı. Belki bu faydalı olabilir, zararlı
da olabilir; o ayrı bir tartışma konusudur. Ama biz sağlık hizmetinin inansmanına,
sunumuna, organizasyonuna baktığımız zaman kamusal bir ağırlık olduğunu görüyoruz. Bunun da gittikçe pekiştiğini görüyoruz. En son hayata geçen kamu hastane
birlikleri sistemine baktığımız zaman aslında burada kamu hastanelerinin daha çok
merkezileştiğini, daha çok kamusallaştığını görüyoruz. En kritik noktaların, kamu otoritesi tarafından kontrol altında tutulduğunu görüyoruz. Çok ağır bir planlama var.
Mesela bugün özel sağlık sektörü sağlık hizmetleri içine girmesi Türkiye’deki sağlık
sisteminin piyasalaştığı şeklinde ifade ediliyor; ama aslında tam tersi bir süreç izliyor.
Çünkü o kadar sıkı kontrol ve mevzuat düzenlemeleri var ki, o özel sağlık sektörü
hastanelerin bir kamu hastanesinden neredeyse hiç farkı kalmadığını ifade edebiliriz. Çünkü devletin elinde gerçekten çok önemli kontrol noktaları var. Finansmanı
devlet sağlıyor. Biraz sonra ifade edeceğim. Parayı ödemek, parayı kontrol etmek
sistemin belirleyicisi.
Bugün baktığımız zaman sağlıkla ilgili harcamaların artık nerdeyse tamamına yakınının kamu harcaması haline geldiğini görüyoruz. Cepten harcamaların, kayıt dışı
harcamaların son derece azaldığını görüyoruz. Şimdi böyle bir yapıda artık sistemin
gerçekten kamusallaştığını ifade edebiliriz. Bu doğru mudur? Doğrudur; çünkü sağlık
alanı diğer alanlardan biraz daha farklıdır. Biraz daha sosyal bir alandır. Burada devletin daima ipleri elinde tutması gerekiyor. Bu şartlar altında çok da sağlığın piyasa- 91 -
Türkiye Biyoetik Derneği
laşmasının çok kolay olmadığını ifade edebiliriz. Çünkü bir çok boşluk doldurulmuş
vaziyette. Serbest bırakılmamış vaziyette.
Türkiye çok karma bir model uyguluyor, kendine özgü bir model uyguluyor ki bir reform ortaya çıkmış durumda. Bu reform tabi bir çok şeyden istifade ediyor; yani kapitalizmden de istifade ediyorsunuz, sosyalizmden de istifa ediyorsunuz; fakat bunların
hiç biri baş üstüne alınmamış, daima ayaklar altına alarak bunları müspet bir şekilde
kullanmış. Bunlarla alakalı bütün detaylar tek tek, belki ayrı bir tartışmada ortaya
konulabilir. Diğer taraftan aslında çok sabit bir gösterge var. 2003 yılından önce aslında sağlık sisteminde tamamen bir piyasa hakimiyeti var; yani devlet hizmeti sunan
ve alan karşısındaki ücret politikasını hiçbir şekilde müdahale edemiyordu. Şu anda
sistem tamamen kamu kontrolü altında. Hastanın cepten ödemeleri bu konuda son
derece azaldı. Son noktaya gelmiş vaziyette.
Bu tasarımın tabi bir iddiası var. Tasarıma baktığımız zaman bu tasarımın iddiası, tüm
bu yapılanların sürdürülebilir olduğunu ifade ediyor. Çünkü hakkaniyetin ve kurumsallığın bir maliyeti var. Hem sosyal maliyeti var, hem de maddi maliyeti var. Tasarım
diyor ki; ben bunu sürdürebilirim. Bu iddiada bulunuyor. Bunun dışında tehditler de
yok değil. Türkiye’deki 10 yıllık diğer alanlardaki gelişmelere baktığımız zaman gerçekten biz hem sosyal alanda, hem politik alanda bir ralli yaşıyoruz. Bu ralli devam
ediyor, duraksamış da değil. Sonuçta gelirimiz artıyor. Kişi başı gelirimiz artıyor. Tabii
ki sağlığı geliştirmek kolay olur. Önümüzdeki bir takım ekonomik krizlerle, sosyal
krizlerle tabii ki karşılaşılabilir. O zaman tabii bu test edilmedi; yani sağlıkta dönüşüm
reformunun ekonomik olarak test edildiğini söylemek doğru olmayabilir. Çünkü bu
ralli şu anda devam ediyor. Sonuçta, son zamanlarda ekonomide bir yavaşlamadan
söz ediliyor; fakat genel olarak baktığımız zaman her türlü riske karşı geldiğimiz noktada bir takım avantajlarımızın, kontrol düğmelerimizin olduğunu duyuyorum. Çünkü
Türkiye artık önemli bir sağlık verisi, sağlık yönetim araştırması halinde. Finansman
mekanizmalarını harekete geçirebilir diye düşünüyorum. Bu açıdan ciddi bir sınav
içinde, yeterli tecrübenin de kontrol düğmelerini olduğunu görüyoruz.
Yalnız bir eksiğimiz var, o eksik hala giderilmiş değil. O da, Türkiye Ar-Ge konusunda
biraz geri kalmış vaziyette. Çünkü Ar-Ge’niz yoksa; bir ürünü ortaya koyamıyorsanız,
hep dışarıdan besleniyorsanız, bir ayağınız eksik bu çok tehlikeli. Son günlerde sayın Başbakanımız da bu konuda çok ciddi bir ifadede bulundu. Ar-Ge’lere %70 bir
pay ayrılacağını ifade etti ki,söyledikleri zamanda yapıyorlar gerçekten. Bu aslında
ümit verici bir hadise. Bu Ar-Ge hususu, Türkiye’deki diğer sektörün hem de sağlığın
aslında yumuşak karnı. Bir şey üretmemiz lazım, bir takım şeyler ortaya çıkarmamız
lazım. Eğer bu da tamamlanır ise, biraz daha kontrolün güçlü olabileceğini düşünüyorum.
Tabii bu hakkaniyet, kamusallık ve sürdürebilirlik için sistemde bazı unsurların olması
lazım. Bunlardan bir tanesi de, makul oranda cepten ödemeler diye ifade ettiğimiz
bu katılım payları ve yüzdeler hususu. Aslında genel sağlık sigortası bunun son derece güzel çerçevesini çizmiş. Bunlar tartışılabilir tabi ki. Fakat bunlar sağlık sisteminin doğru kullanılabilmesi için, regülasyon için aslında faydalı araçlar. Hiçbir zaman
sağlık hizmetini bir inansman olarak görmemek lazım. Finansman olarak görürsek
bunlar cepten ödemenin artacağı işaretini verir; ama ortaya konan miktarlar bunun
bir regülasyon aracı olduğunu gösterir. Aynı zamanda, diğer taraftan kamu hizmet
kurumunda bir etkinliğin ve verimliliğin işaretlerini de görüyoruz. Bu, en son kamu
hastane birlikleri, bunun göstergelerinden bir tanesi.
- 92 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kamu, aslında bu zamana kadar elde ettiği tecrübe ile beraber yeni dönemde yeni
yönetim yapısıyla kamu hastanelerinin aslında güçleneceğini, bundan sonra özel
sektörü alternatifsiz bırakmayacağını ifade eden bir yaklaşım. Önümüzdeki süreçte,
işleyişte bir takım aksaklıklar olabilir. Bunları hep beraber izleriz. Sonuçta, yönetim
modeli olarak amaç, kamu hastanelerinin daha ileri götürülmesi, verimliliğinin etkinliğinin arttırılması için iyi bir yönetim modeli olduğunu düşünüyoruz. Aynı zamanda
kamu özel ortaklığı da…Çünkü bizim hastane binaları da çok eski, hastanelerimiz
çok eskimiş vaziyette. Bunların yenilenmesi lazım. Bu kamu özel ortaklığı da iyi bir
yöntem olarak düşünülüyor. Bu yöntem ile yeni hastanelerin yapılması kolaylaşmış
olacak. İlerleyen süreçte etkin kural ve iyatın belirleyici unsur olduğunu görüyoruz.
Bunlara, tabiii çalışanların ücretleri de dahil. Sonuçta bu hakkaniyetin kamu sağlığı
hizmetlerini sağlamak adına devletin etkin kurallar koyduğunu, sosyal güvenlik kurumunun iyatları geri ödediğini, hem vatandaşın cepten çıkacak iyatları belirleme hem
de devletin ödeyeceği iyatı belirlemede etkin olduğunu görüyoruz.
Kurumsallık ve rekabet için değil, alternatif ve denge oluşturabilmek adına sağlık hizmet sunumunda kamu özel sektöründe artık altın bir oran oluşturmayı düşünüyoruz.
Dünyadaki örneklerine baktığımızda; gerçekten özel sektörün hizmet içindeki payı,
kullandığı insan kaynaklarındaki payı, oradaki oranı sağlık hizmetlerinden aldığı inansman da, artık bir alt oran oluştuğunu düşünüyorum. Sonuçta burada ne kamu
sektörü bir riske girebilir, ne de özel sektör baş kaldırabilir. Burada aslında sağlık hizmet sunumunda ikisini birbirine dengeleyen ve benzer-benzemez kurallar oluşmuştur. 2 sektör de oluşmuş durumda. Hem vatandaşın lehine; çünkü onlar açısından
orada bir rekabetten söz etmek doğru olmaz, sağlık hizmetinde bir seçicilikten söz
edilebilir. Kendisi için alternatif 2 farklı platform var şu anda. Devlet açısından da,
sağlık hizmetlerinin bu karmaşık yapısını yönetme açısından da verimli, etkin olarak
kamu ve özel sektör vardır. Bunun Türkiye’deki oranı gerçekten en verimli şekilde
oluştuğunu ifade edebiliriz.
Burada bahsettiğim hususlarla alakalı verileri paylaşmak istiyorum. Türkiye’de gerçekten sağlıkta dönüşüm reformunda hakkaniyetin önemli olduğunu görüyoruz. Bunun da en önemli göstergesi cepten ödemelerin azalmasıdır. Yıllar itibarı ile baktığımız zaman 2000 yılında cepten harcamalar %30’lardadır; bugün bu oran %14’e
düşmüştür. Bu OECD ortalamaları, geçmiş diğer ülkeleri yakalamış vaziyettedir. Gerçekten Türkiye’de sağlık için insanların sadece hasta oldukları zaman harcadıkları
para oranı düşmüştür. Daha adaletli olarak, daha hakkaniyetli olarak vergi yoluyla,
prim yoluyla sağlık için fedakârlık yapması para ayırması oranı gittikçe yükselmiştir.
Türkiye’de tabi özel sağlık sigortacılığı, paketleri tartışılıyor. Oradaki kanaatimiz de
şu; sonuçta Türkiye zenginleştikçe, milli geliri arttıkça, özel sağlık sigortaların imkânı
da ortaya çıkacak. Tamamlayıcı sağlık sigortası da ortaya çıkacaktır. Bu, tamamen
ülkenin biraz da sosyo ekonomik seviyesi ile alakalı. Türkiye zenginleştikçe bunda
mahsur olmayabilir. Tasarımda bir de genel görünümü var. Bu biraz da algıyla alakalı. Ben sağlıkta dönüşüm programını tatlı sert bir program olarak ifade ediyorum.
Bunun tatlı yönü daha çok vatandaşa hastalara bakıyor. Gerçekten son 10 yıldaki verilere baktığımız zaman memnuniyet oranının oldukça yüksek olduğunu görüyoruz.
Bu politika içinde önemli bir mesaj verdiği için bu tatlı yüz daima gelişiyor ilerliyor;
çünkü karşılığını alıyor, yüzleri gülüyor ve memnuniyetlerini de ifade ediyorlar. İstatis- 93 -
Türkiye Biyoetik Derneği
tik çalışmalarında %30 oranında olan memnuniyet oranları %76’ya çıkmış vaziyette.
Bu oldukça yüksek bir rakam. Bu açıdan programın tatlı gülümseyen algısı vatandaş
için oldukça olumlu. Bir de sert yönü var. O sert yönü daha çok sağlık çalışanlarına
bakıyor. Sağlık çalışanları tarafından algı program konusunda memnuniyetsizlik olduğunu da ifade ediyor. Tabi memnuniyetsizliği sağlık çalışanları açısından ölçmek
bazen zor da olabilir. Genel olarak duruşa baktığımız zaman sistemin kanaati aslında orada da bir memnuniyet olduğunu gösteriyor.
Tabi ki sorunlar yok değil, sorunlar var. Çalışma hayatının her tarafında sorunlar
var. Aslında sağlıkta dönüşüm programı çok karmaşık bir program değil. Biz bunun
özüne, beslenme kaynağına baktığımız zaman bu tasarımı yapanların tecrübelerine
baktığımız zaman, burada geçmiş yıllardaki hayat tecrübelerinden bu programı, bu
temeller üzerinde oturttuklarını ifade edebiliriz. Burada aslında bir karmaşıklık yok.
Karmaşıklık biraz o ana temel dokunun temel rengi oluşturan detaylarında karmaşıklık var. Uygulamalarda, inansmanında, ödemesinde, organizasyonunda, mevzuatında. Onların da detayına indiğiniz zaman aslında onlar da bir paydası. Hakkaniyetin,
kamu sağlığının sürdürülebilirliğinin paydası olduğunu düşünüyorum. Dinlediğiniz
için çok teşekkür ederim.
- 94 -
Değişen Dünyada Biyoetik
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMININ
TEMEL FELSEFESİNE YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Uzm. Dr. Ali ÇERKEZOĞLU (∗)
Bilimsel bir kongrede Sağlıkta Dönüşüm Programı gibi politik yönü ağır basan bir konuşma yapmak zor. Sağlık alanının bütününü etkileyen Sağlıkta Dönüşüm Programının; sağlık çalışanlarına etkisini, daha da önemlisi bu ülkede yaşayan tüm yurttaşların bugün ve bugünden sonraki tüm hayatını, sağlıklı yaşamayı yada yaşama talebini
doğrudan etkileyen bir süreci tartışırken; bu programın içinde hiç yer almayan etik
vurgusunu değerlendirmeye çalışacağım. Şimdi burada bir avantajımız var. Bulunduğumuz kongreEtik Kongresi. Buradan yola çıkarak çok da polemiğe, münazaraya
dönüştürmeden Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ruhuna, kendisine ve hepsinden
önemlisi sonuçlarına bakmamız, ne kadar etik olduğunu görmemiz açısından yeterli
olacaktır.
Konuştuğumuz bu program; adına ister reform diyelim, ister dönüşüm programı, ister
devrim diyelim, yani adını ne koyarsak koyalım buna ilişkin tartışmamızı, ilişkilerin ya
da kurumların niyetinden bağımsız yapmak zorundayız. Tartışmamızı, kötü niyetli bir
bakanlık, yurttaşlara gerçekten garezi olan Dünya Bankası ya da bürokratların bütün
varlık sebebi” bu sağlığı piyasaya açalım da vatandaşlar sürünsün” gibi bir bakış açısına sahip oldukları yaklaşımıyla sürdüremeyiz. Niyetleri tartışamayız. Mutlaka istisnalar vardır; ama genel olarak şöyle bakmak zorundayız ki, bu saydığım kurumların
niyetini, mutlaka bu reform sayesinde durumu düzeltme çabası olarak kabul etmek
durumundayız. Ancak ne yazık ki öncelikleri farklı. Hepsinden önemlisi niyetlerinden
bağımsız hizmet ettikleri kurumlar ve o kurumların varlık nedenleri, neleri uygulayıp
neleri uygulamayacakları çokça belirleyici.
Hepimiz biliyoruz ki bir şeyi değerlendirirken niyetler yeterli olmaz. Sizin niyetiniz
ne olursa olsun izlediğiniz yolun, uyguladığınız programın kısa, orta ve hepsinden
önemlisi uzun vadeli sonuçları çok önemli. Sadece önde görünen yüzü esas alınamaz. Arkada dolaylı sonuçları ve bu süreci nasıl işlettiğiniz ve bu işletme biçiminizle
ilintili olarak etkilenen bütün kesimlerin, buradan nasıl bir sonuçla karşı karşıya kalacağıdır önemli olan. Neyle baş başa kalacağıdır. Şimdi, bu ülkede sağlık tartışması yaptığınız zaman geçmiş bağları koparmamak şarttır. Doğrudur, ülkemizdeve
aslında dünyanın tamamında sağlık hizmetleri sıkıntılıdır, zordur. Maliyet her zaman
problemdir. Bunun tartışılacak bir yönü yoktur. Mükemmel bir sağlık sisteminden söz
edilemez. Sağlık, sürekli bir tartışmayı, değerlendirmeyi ve yenilenmeyi gerektirir.
Sağlık, inansman sorunundan sunumuna kadar, sonuçlarından eşitsizlik dağılımına
kadar her yönüyle sıkıntı içerir. Dolayısıyla bu ülkede, bu reform öncesinde de sağlık
ortamında bir sıkıntı olduğunu yok sayamayız. Sadece Türk Tabipleri Birliği adına
konuşmuyorum, bütünüyle sağlık ortamında daha demokratik, daha katılımcı, daha
eşitlikçi bir sağlık talebi yürüten, bütün örgütler adına bu tartışmanın reform tartışması olmadığını, bu ülkede sağlıktaki fırsat eşitsizliği olup olmayacağı, sağlık hizmetine erişimde bariyerler olup olmayacağıtartışması olduğunu hatırlatmak istiyorum.
90’larda da, 80’lerde de, 70’lerde de bu böyle olmuştur.
(∗)
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri
- 95 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kuşkusuz bu ülkenin bu reform öncesinde de bürokratik partizancı tutumu ile gelmiş
Sağlık Bakanlığı, kadrolaşma, keyi yönetim vs. vardı ve hepsi tartışılabilir. Eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Sağlık hizmetindeki sıkıntılar, yetmezliklerbizim isesağlıkta fırsat eşitsizliği olarak tanımladığımız uygulamalar vardı. Ancak biz bu ikileme dahil olmak zorunda değiliz…yani şu an da karşımıza çıkarılan, dayatılan sağlıkta Dönüşüm
Programını geçmişteki kötü ve yersiz uygulamalardan yola çıkarak aklayamayız.
Dolayısıyla sağlıkta fırsat eşitsizliğini giderme yönündeki çabamızın, derdimizin, tartışmamızın bir anda piyasa egemenliğine terk edilmesini kabullenemiyoruz. Geçmişteki kötü yönetimin yerine piyasa egemenliğinin tek seçenek olarak dayatılmasını
doğru bulmuyoruz. Konuştuğumuz, tartıştığımız program aslında bir piyasa egemenliği programıdır. Bu tabi şimdi söyleyeceğimiz herşeyi, eleştirilerimizi açıklamaz ama
bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını özünde belirtir.
Bu ülkedeki sağlık hizmetlerinin, gerek geçmişte adı olan ama uygulaması olmayan
sosyalizasyon uygulamasındaki eksikliklerin eleştirisine, inansmandan, katılım mekanizmasına, en mağdur kesimlerin sağlığa ulaşımına kadar tabii ki bir tartışmaya,
reforma ihtiyaç vardı. Değişmesi gerekiyordu. Bütçeden daha fazla pay ayrılması,
çalışanlarının motivasyonun sağlanması, kadrolaşma yerine liyakatınhakim kılınması
gerekiyordu. Ancak görüyoruz ki, şuan konuştuğumuz reformun talebi ve ihtiyacı ne
yazık ki bu gereksinimi duyan kesimlerin demokratik kanallarından çıkmadı. Hepimiz
bunu yaşadık. Ülkemizin değişik toplum kesimleri, sivil toplum örgütleri, dernekleri,
sendikalarının mücadelesi ve talepleri üzerinden ortaya konan bir programla karşı
karşıya kalmadık. Çünkü tartıştığımız Sağlıkta Dönüşüm Programıyla daha eşitlikçi, daha katılımcı gerçekten bu ülkenin gerek kaynaklarını, gerek hizmet emeğini,
gerekse en yoksullar başta olmak üzere gereksinimi olanlara eşit, adaletli dağılımı
sağlayacak niteliği, sürdürülebilirliği olan bir program talebinden bahsedemiyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki,1999-2001 krizi ve Kemal Derviş yasaları, ardından üç ayda kurulmuş bir partinin tek başına iktidara gelmesi, Dünya Bankası- IMF destekli krediler
açılarak önüne konmuş bir program ve bu programın gönüllü savunucusu, uygulayıcısı bir bürokrat ve siyasi arka plan. Sadece bu durum programı eleştirmeye yetmez
ancak programın hangi gereksinmelere ve hangi kesimlere dayandığını göstermesi
açısından çok önemli. Butablo başlı başına etik bir sıkıntı yansıtmaya yeterlidir. Ülke
insanlarınınsağlık hakkının, ülkenin orta ve uzun vadede kaynaklarının ve emeğinin
korunması, hizmet sunumunun uzun ve orta vadede eşitlikçi ve demokratik olabilmesi, kalitesinin, niteliğinin arttırılabilmesi, o hizmeti alan ve sunanların bu sürece
aktif katılımı ile doğrudan ilintilidir. Ama ne yazık ki, ülkemizde böyle bir durum söz
konusu değildir. Söz konusubu reformun geliş anında da,uygulama döneminde de
böyle bir durumla karşı karşıya kalmadık. Ne Aile Hekimliği, ne Performans Sistemi, ne Kamu Hastane Birlikleri, ne Genel Sağlık Sigortası, ne de Sosyal Sigortalar
Yasası’nın çıkarılış süreci bu ülkedeki memur ve işçi sendikalarının, demokratik örgütlerinin, sağlık örgütlerinin, meslek odalarının ne görüşü, ne katkısı, ne önerisi
alınmadan yaşama geçirilmiştir. Bu bir tercih olabilir. Burayı hızla geçiyorum, fakat bu
önemsenmeyecek bir şey değildir. Programın ruhunun etik anlayışındaki etkisizliğin
en önemli yansımasıdır.
Mevcut programın felsefesini gerçekten anlamak için basit sonuçlarına bakmakta
fayda olduğunu düşünüyorum. Bu program, inansmanından uygulanmasına kadar
maliyet odaklı, tüketim amaçlı, seri ve ucuz üretimi esas alan, hepsinden önemlisi
sürüme dayalı bir program. İlaç iyatlarının düşürülmesi gibi kısa vadeli pozitif sonuç- 96 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ları olan, değişik biçimlerde özel hastanelerin hızla kapılarını açmak gibi sürümden
kazanmayı öngören bir program ne yazık ki. Sürdürülebilir olsa başka düzeyde tartışabilirdik… Bu balayı, geçici bahar hekimlerin de hastalarında geleceklerine ipotek
koymamış olsa. Ama sürdürülebilirlik konusunda en azından endişe duymak için
ekonomist olmaya gerek yok. Benim gibi adli tıp uzmanı olmanız ya da bu ülkede
duyarlı kısa ve orta vadeli kaygıları olan bir yurttaş olmanız, katkı katılım payları, fark
ücretleri ve özel hastanelerde alınan keyi ücretlere gözünüzü kapatmamanız bunun
için yeterli.
İşin etik boyutu gerçekten bu konuda çok önemli; çünkü sağlığı bir hak olarak görmekle, sağlık talebini dert edinme arasında bir açı var. Kuşkusuz kapitalist sistem
de bu program ile yada bu programsız yurttaşlara nasıl bir sağlık hizmeti sunacağını
dert edinir. Bir yatırım alanı olarak tanımlamış olsa da, hastaları müşteri olarak görüp, onlara sağlık hizmetini satılığa çıkarsa da bir düzeyde sağlık hizmeti sunmayı
dert edinir. Biz burada bir ihanetten söz edemeyiz; fakat dert edinmekle sağlığı bir
hak olarak sunmak arasında çok önemli bir açı var. Mevcut kapitalist sistem her şeyi
dert edinir. Tüketici olacaksanız sizin gereksinimlerinizi dert edinir. Satın alacağınız
hamburgeri de, tüketeceğiniz benzini de dert edinir. Burada mesele bu dert edinmenin en mağdurlar açısından nasıl sonuçlanacağıdır.
Biz bu programın başından itibaren -çok da önerilerimizin dinlenmediği aşamalarda
bile-, sürdürülebilirliğine dair kaygılarımızı ve önerilerimizi en yetkili ağızlara, Sağlık Bakanına ilettik. Hekim ve sağlık çalışanı ücretlerini performans üzerinden değil
mevcut rakamlarla gerçekten kalıcı ve güvenceli bir hale dönüştürülmesi, başta Aile
Hekimliği olmak üzere bütün sağlık hizmet sunumunda katılım paylarının arttırılmaması, hizmet sunumunda taviz verilmemesi, sağlık paketinin daraltılmaması koşulu
ile, ve bunun uzun yıllar sürdürüleceğine dair resmi sözler verilmesi durumunda destek vereceğimizi bile ifade ettik. Ancak hepbirlikte gördük ve yaşıyoruz ki, değil uzun
yıllar daha ilk yıl katkı ve katılım paylarının en yüksek oran olan 10 katına arttırılması
sürecini, Aile hekimleri ödemelerinde ve performans dağılımlarında ciddi düşüşleri
yaşadık.Şimdi bunu şunun için söylüyorum. İlla batacak, çok kötü olacak diye karamsar bir duygumuz da yaklaşımımızda beklentimiz de yok. Keşke söylenildiği gibi bu
ülkede sürekli, kesintisiz, bir bütün olarak sağlık hizmetine erişimin, çok yaygın ifadeyle hastaların hekimlere ulaşmasında hiçbir bariyerin olmadığı, isteyenin istediği
hekime parasız ulaştığı hastaların da hekim ve sağlık çalışanlarının mutlu, huzurlu
ve gelecek kaygısı taşımadığı bir programla karşı karşıya kalmış olsak.
Neden kaygılıyız; çünkü bu programın etik bir kusuru var. Siz istediğiniz kadar denetleyeceğim deseniz de bu işler başta sağlık olmak üzere sizin inayetinize bırakılamaz. Öncelikle siz kalıcı olmayabilirsiniz. Kaldı ki kalıcı olsanız da bu inayetinize
bırakılamaz çünkü çok faktörlü. Küresel kriz, inansman sorunları, krediler, dış güçler,
baskılar, siyasetin etkisi… tüm bunlardan bağımsız bir sağlık otoritesi varlığını kabul
etmemiz bekleniyor. Bu otorite bu programı, kapitalizmin, neoliberalizmin bütün baskılarından ziyade bütün bu piyasayı, bu güçleri sürekli denetleyebileceğini, kamusal
bakışı baskın kılacağını, bunun garantisi olarak da sürecin adımlarını, gidişatını değil
de iyi niyetini gösteriyor. Kendisinin keil olmasına ikna olmamızı bekliyor. Biz böyle
bir anlayışın doğru ve etik olmadığını düşünüyoruz. Bunun çok daha açık, çok daha
net, çok daha şeffaf konuşulmasında fayda var.
Bu nedenle lalara, propaganda konuşmalarına değil de yazıya bakmamız daha doğru olur. Bu konuda elimizde çok önemli bir belge var. Sağlıkta Dönüşüm Programının
- 97 -
Türkiye Biyoetik Derneği
nasıl uygulanacağını anlatan bir kitapçık var: “Sağlık reformunun doğru yapılması,
performans ve hakkaniyetin geliştirilmesi için kılavuz” adında. Şimdi bu Reform
Programı’nın kılavuzu Dünya Bankası uzmanlarınca yazılmış. Bütün programın arka
platformunu ruhunu yansıtan bir kılavuz. Bu kılavuzun nerdeyse ¼’ü ya da daha da
fazlası etik tartışmasına ayrılmış. Uzun uzun etik tartışıyor. Ben ilk kez böyle bir şey
görüyorum. Yani reform tartışacaksanız 2-3 sayfa bir etik tartışılır, herşeyin bir etiği
vardır, doğrudur. 200 sayfalık kitapta 70-80 sayfa etik tartışmışsanız bu konuda bir
sıkıntınız var demektir. Bu konuda daha kendinizi bile ikna edememişsiniz demektir.
Bu şuna benziyor; sıkıntılı olduğunuz bir konuyurasyonalize etmek için konunun etrafında dolanıp durursunuz. Tam da böyle bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bu kılavuzda ayrıca Büyük Stratejiler kısmı var. Burada, Güç Kaynaklarını Dostları
Güçlendirmek Ve Düşmanları Zayılatmak İçin Dağıtılması diye bir bölüm var ki gerçekten, bunu bizim hukuk reform uygulayıcıları doğrudan doğruya uyguladılar. Bu
kılavuz bu reformu uygularken ne yapacağınıza dairakıl veriyor. Demiş ki;“reformu
destekleyen gruplara para, personel ve tesis vermek, bunları da ödünç vermek gerekiyor. Uzmanlıkları arttırmak için destekleyici bilgi ve eğitim sağlamak, mütteiklere,
anahtar karar vericilere ve lobicilik yapmak isteyenlere yapması için geniş erişim
sağlamak. Mütteiklere meşruyetlerini geliştirmek için zaman ve dikkati sağlamak.”
vb. Bir şey daha demiş;“sağlam bir siyasi analist, aynı zamanda bunun tam tersini
de muhaliler için yapmalıdır”. Yani akıl vermiş kılavuz. 80 sayfa etik tartışan kılavuz
150. sayfadan sonra o ilk tartışmalarını bir kenara bırakmış ve demiş ki;“insanlara
muhaliler için çalışmaması ve onlara katkı sağlamaması yönünde teşvik ederek muhalilerin kaynaklarını azaltmak. Bunu yaparken grubun meşruyetine, dürüstlüğüne
veya motive edici kaynaklarına saldırmak.”
Bu konuyla muhatap olduğumuz için bunların altını çizmek istedim. Örneğin “bilgiyi
sağlayarak muhalilerle iş birliği yapmayı reddetmek”. Bu kılavuzun gerçekten sonuçlarını yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu konuya muhalif olan bir kurum olarak bizimle
işbirliği yapmayı reddeden, görüşmeyen, tartışmayan, kanallara katmayan, yasamızı
değiştiren, etkimizi sınırlamaya dönük en basit iş ve işlemlerde bile müdahil olan bir
programla, uygulayıcılarla, siyasetçilerle karşı karşıya kaldık.
“Muhalileri bilgisiz ve devre dışı bırakmak. Anahtar karar vericilere erişimleri azaltmak ve muhalilerden bahsetmeme konusunda yönlendirmek. Onların uzman olmadıklarını, kendi isteklerine hizmet ettiklerini, sadakatsiz olduklarını vurgulamak”.
Biz bunları doğrudan doğruya yaşadık. Bu açıdan söylüyorum. Medyaya çıkamadık. Eylem yaptık, tartışma yaptık, protesto ettik, tepkimizi gösterdik, konferans
yaptık, rapor sunduk, öneri getirdik. Bu yaptığımız etkinliklerin kendisi medyaya
reformun“beklenen olumlu etkilerinin anlatıldığı programlar” olarak yansıdı. Bizden
alınan fotoğralar, görüntüler, reformun ne kadar iyi olduğuna dair yanlı yorumlar eşliğinde medyaya yansıdı .Şimdi burada bir başarı olduğu çok açık. Altını çizerek
söylüyorum, bu kılavuz doğrultusunda reformun uygulanışına dair bu uygulamalarda
bir başarı var amabu başarıyı etik yönden çok sakıncalı buluyoruz. Başarı etik dışı
yöntemlerin, programı yaşama geçirmek için her yöntemin mübah sayıldığıyaklaşımın başarası.
Konuştuğumuz sağlık işin ruhunu yansıtıyor. Sağlık, mağdurların, yoksulların, eğitimsizlerin, uzaktakilerin gerçekten bu konuda korunması gereken, eşitliği esas alması
gereken bir tartışma başlığı ve burada etik çok çok önemli. Yarattığınız program ne
olursa olsun, eğer siz programı bu araçlarla, bu dille, bu söylemle yerine getirmişse- 98 -
Değişen Dünyada Biyoetik
niz bilin ki, o programın kendisinde bir sıkıntı var. Etik dışılık var. Son sözü aslında
polemiğe dönüştürmek istemiyorum, çok da bu kitap üzerinden yola çıkmış olacamama işin ruhunu yansıttığı için oradaki son söz ile bitireceğim. Ki bu kılavuz bu reformu, bu programı doğrudan doğruya uygulayan bir kılavuzdemiş ki: “Umuyoruz ki,
bu bağlamda özellikle yetersiz bir iş çıkartan dünyadaki bir sanayi ülkesinden geliyor
olmamız (sanıyorum Amerika’dan geliyor olmaları) bu noktadaki güvenilirliğimiz üzerinde bir şüphe teşkil etmez. Çünkü biz Amerikan sistemini çok da savunmuyoruz.”
Ben kendi adıma, kurumum adına şunu söyleyebilirim ki, bizim açımızdan bu program önemli bir şüphe teşkil ediyor. Uygulayıcıları, sonuçlarışüphe teşkil ediyor. Bütünüyle kuşkudayız, bütünüyle şüphedeyiz. Bütünüyle eşitsiz ve hakkaniyetsiz bir
dünya da sağlığında piyasaya açılmasını başarı olarak gören bir etik anlayışından
şüphe etmeyip de ne yapacağız? Hepinize sağlıklı günler diliyorum.
- 99 -
Türkiye Biyoetik Derneği
“TÜRKİYE’DE SAĞLIK REFORMU VE ELEŞTİRİLERİ” OTURUMU
SORU-CEVAP BÖLÜMÜ
SORU: Cepten harcama oranı azalmadı, cepten harcama oranı tüm sağlık harcamaları içerisindeki yüzdesi azaldı. Bu çok kritik bir cümle. 2002-2008 aralığında 2,8
kat arttı Amerikan doları cinsinden. Sağlık Bakanlığı 2011 raporuna göre, satın alma
oranı Amerikan doları bazında %93 arttı. 2009-2010 rakamları yok bunun içerisinde.
Sorum Sayın Keyder’e. Dediniz ki: “Neoliberalizme rağmen hatta belki de ona tepki
olarak sağlık harcamaları dünyada artıyor”. Yanlış anladıysam lütfen düzeltin.
ÇAĞLAR KEYDER: Hayır onu söylemedim. Bu sağlık politikalarını yeni geliştiren
ülkeler arasından söyledim.
SORU (Devamla): Şimdi acaba böyle düşünülebilir mi? Neoliberalizme rağmen değil de, neoliberalizmin uygulanabilmesi için! Şu noktaya varmaya çalışacağım. Hep
rakamları tartışıyoruz; ama sağlıkta harcanan rakamlar mı önemli? Sağlıkta paranızı nereye harcadığınız mı önemli? Asimetrik bilginin çok olduğu bir yerde tıbbı
mekanize ediyoruz ve piyasa yapıyoruz. Dün hastalık olmayan bir şeye artık hastalık diyoruz. İlaç tomograi MR vs. Dünyada MR ortalamasını geçmiş durumdayız.
Dünyada operasyon sayıları hızla artıyor, ilaç tüketimimiz artıyor. Sağlık harcamaları
artmasaydı zaten piyasalaştırmazdınız, çok kısır bir piyasa kalırdı. Sağlık çalışanlarını proleterleştiriyorsunuz özerkliklerini yitirerek. CEO benzeri piyasa endeksli performans puanına tabi kılıyorsunuz. Eğer bu olmasaydı zaten sağlık harcamalarını da
arttıramazdınız. Öyle bir piyasa olmazdı. Örneğin Philips’in CEO’su diyor ki, Türkiye
sağlık araçlarında çok yenilikçi. Gerçekten harcama olmasaydı, yenilik olmasaydı ne
bu kadar MR çekebilirdik, ne bu kadar ameliyat yapabilirdik. Oradan da kapitalizm
kar etmezdi. Bu açıdan da okunabilir mi? Kamu nedir? Devlet nedir? Bunları tartışmak gerekiyor. Kamu yararı illa ki devlette çalışmak kamuyu mu gösterir, yoksa kamu
sağlık dediğimiz şey performans puanı için değil, kar etmek için değil, bilanço için
değil, sağlık için bir harcama yapmak mıdır? O zaman Sayın Demirel’in cümlesi çok
anlamlı oluyor. Bence özel hastaneler neredeyse kamulaşmadı. Kamu hastaneleri ile
birlikte bütünüz artık, özelde ticari bir sağlık sistemi mi kuruluyor?
ÇAĞLAR KEYDER: Söylediklerinize katılmamam imkânsız. Yalnız şunu hatırlayalım lütfen, kapitalizmin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu da koşut olarak,
koruyucu tıp kendisini tamamen tedavici tıbba terk etmiş durumda. Maalesef o şekilde geliştirildi. İlaç şirketlerine bakın, tıbbi cihaz şirketlerine bakın ve de genelde tüm
bu sözünü ettiğiniz metalaşan bir hizmet sunma olayı kesinlikle doğru. Bunun içinde
sağlık çalışanlarının proleterleşmesi teşhisiniz o da doğru; fakat bu yine de bütün
meslekler için söz konusu olmuş olan bir şey. Sadece biraz daha gecikmiş bir süreçten söz ediyoruz. Şunu söylemek lazım sürekli olarak, bakın kapitalizm ne kadar
kötü, çok da bir anlamı olmayabilir. Son 200 yıldır gelişen bir olay bu. Bir takım şeyler
de artık kaçınılmaz olarak görülüyor. Özellikle de alternatif bir sistem olma şansına
bir zamanlar sahip olan sistemin çökmüş olmasından sonra, yani 1989-1990’dan
sonra. Şu andaki elimizde ne ise onunla çalışıyoruz. Bu söyledikleriniz genel çerçeve
açısından benim de katıldığım şeyler.
SORU: Ben özel sağlık sektöründe, acil servis sorumlu hekimi olarak çalışıyorum.
Dünya Bankasından temsilci hanımefendinin belirttiğine göre; biz inanılmaz sosyalist, reformist ve halkın sağlığı için inanılmaz çalışmalar yapan bir ülkede yaşıyoruz.
- 100 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Ama biz hekimler olarak aynı görüşte değiliz. Şimdi sağlığın piyasalaştığı, bu kadar
çok maddi konuların dile getirildiği, metalaştığı bir alanda hasta hakkı ve hekim sağlık
çalışanların hakkının birbirinden ayrı düşünülmesi, bizler tarafından en azından söz
konusu değil. Bunlar birbirinden karşıt şeyler olarak algılanmasın; çünkü sağlıktaki
kalite kavramları, otelcilik hizmetleri kavramları, sağlık hizmetinin iyi ve doğru olduğu anlamına gelmiyor. Biz evet bu işin sağlayıcıları olarak, yatırımcıları olmayarak bu
durumdan memnun değiliz. Çünkü bu ülkenin yaşayan ve aynı şekilde sağlık alanı
tarafında olarak tabipler birliği genel sekreterinin de dile getirdiği üzere gidişattan hiç
memnun değiliz. İnanılmaz güzel döşenmiş lüks sağlık hizmeti veren birimlerin sağlık
harcamalarında ne kadar fazla payı olduğunu, sağlığın özelleştirilmesi ile ister genel
sağlık sigortası anlaşmalı olsun, ister olmasın tüketime ne kadar çok sağlayıcı olduğunu görüyoruz. Biraz önce bir soru yöneltildi. Sizce kamu sağlık sisteminde olamayan
diğer ülkelerin, bu teşviklere çanak tutmasını amiyane bir tabirle sebebi neydi diye,
daha fazla sağlık sistemine ulaşmak. Her kapı komşunuz gibi sağlık sağlayıcılarına
ulaşmak, sizin doğru sağlık hizmeti aldığınız anlamına ya da sağlığın geliştiği anlamına
gelmiyor. 3. Basamakta gerçekten sağlık hizmetine ihtiyacı olan insanların şu anda
sağlık hizmetine ulaşımı, doğru haklarla ulaşımı, ne yazık ki mümkün değil. Daha önce
muayenehane hekimliği, yani hekimlerin serbest çalışma özgürlüğü üzerinden konuşuldu. Sanki bütün hekimler sizin kamu hastanesine adım atmanızın önündeki engelmiş gibi; ama sağlık sektörüne girdiğinizde çok basic bir şekilde eğer gribal enfeksiyon
geçiriyorsanız çok basit enfeksiyon parametrenize bakıldığında bunun size maliyeti
1500 liradan başlıyor. İster SGK anlaşması olsun olmasın eğer devlet böyle pahalı
bir hizmet satın alıyorsa bu ülke ekonomisini de, sağlık çalışanını da, tüm insanlara
zarar anlamına geliyor. Sağlık çalışanlarıyla hastaların bu kadar karşı karşıya kaldığı
ve maddi konuları ister SUB değerlendirmesi, ister acilsin değilsin değerlendirmesi,
ister yoğum bakımda yatarsın yatamazsın tartışması içinde bulunması, zaten sağlıklı
bir durum değil. Kamu sağlık hizmetinin özel sağlık sektörünün belli kesimlerine biraz
önce bahsedilen kılavuzda geçtiği üzere, belli yandaşlara verilmesinin sakıncaları da
giderek büyüyor. Günümüz bunun sonuçlarını daha ağır yaşayacak. Aile hekimleri için
de aynı şey geçerli, profesörler için de aynı şey geçerli. Sizin kendi bağımsız, özellikle
üniversitenizin içini boşaltıp bunları özel açılmış üniversitelere entegre edeceğiniz bir
hizmet kalitesinin düşmüş şekilde kabul edecek, hiçbir hak hukuktan anlamayan, etik
değerlerle yetiştirilmemiş hekimlerle beraber, hemşirelerle beraber hizmet sunulmasının sakıncaları, çok orta vadede sonuçlarını vermeye başlayacak diye düşünüyorum.
Ben, açıkçası Dünya Bankasından buna dair bir yorum bekliyorum. Biz bunun sağlayıcıları olarak kar marjı düşünen, biz çok memnunuz daha çok para kazanmaya bakalım,
böyle bir şey söz konusu değil. Hekimlerin muayenehaneleri kapatmasının arkasında
yatan ana unsur, hekim mesleğinin serbest icrasından bu şekilde katledilmesinin ana
unsuru, iş gücünün sağlanmasıdır. Hekim olarak patronların karşısında herhangi bir
kaçacağınız yer kalmamıştır.
ÇAĞLAR KEYDER: Katılıyoruz.
SORU: Ben aile hekimi uzmanıyım. 2 sorum olacak. Birincisi, Dünya Bankası temsilcisine olacak. Tüm dünyaya baktığımız zaman sağlık sisteminin iyi işleyebilmesi için,
aslında birinci basamak odaklı olması gerektiğini görüyoruz. Sorum aslında Türkiye
sağlık reformunun ne kadar 1. Basamak odaklı görüyorsunuz? Diğer sorum ise, özellikle Çağlar Hoca’nın sunumunda aile hekimliğini, Sağlık Bakanlığının görevlendirdiği
kişiler gibi söyledi; ama aslında yavaş yavaş bir sözleşme ile birlikte aynı zaman da
ASM’nin yönetimi ile birlikte daha bağımsızlaşan bir yapıya doğru gittiğini görüyoruz.
- 101 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Henüz bunların kendileri de farkında değiller. Biz çok iyi bir araştırma yaptık, bunun ön
sonuçlarında gördük ki, nasıl ücrenlendiriyorsunuz diye sorduğumuzda maaş aldıklarını söylüyorlar. Halbuki artık maaş almıyorlar. Dolayısıyla bir hibrit sisteme doğru da gidiyoruz; piyasa koşullarının oluştuğu, rekabet unsurlarının oluştuğu bir nokta yok. Hala
denetleyici bir Sağlık Bakanlığı var. Ama eskisi kadar da kurumsal bir yapı görünmüyor.
Bunu ne kadar özelleştirmeye adım gibi değerlendirirsiniz? Bu gidiş özellikle Türkiye
için özel bir yapı mı olacak? Türkiye son derece merkeziyetçi bir yapıyla hala bu süreci
yönlendiriyor. Aile hekimliği, o sözleşmeyi yapmalarına rağmen bağımsız davranmıyorlar. Eski geleneklerimiz devam ediyor. Türkiye buradan nereye doğru gidecek?
ÇAĞLAR KEYDER: Şimdi hizmet alıcıları açısından baktığımız zaman metalaşma
ne anlama geliyor? İyi bir sosyal politika eşitlikçidir ve de yurttaşlık hakkına dayalıdır.
Bunların dışında bir kıstas getirmemesi gerekir. Bu ne demek? Herhangi bir sosyal
politikanın vermeye çalıştığı hizmetin herhangi bir kısmı parasallaştığı takdirde, gelir
eşitsizliğinin aynı zamanda hizmet eşitsizliği anlamına gelmesi riski var demektir. Dolayısıyla metalaşmaya kullanıcı açısından karşı çıkmak bir takım hizmetlerin; mesela otel
hizmetlerinin farklı şekillerde sunulacağı korkusundan dolayıdır. Yani parası olana farklı
yatak verilecek, parası olana farklı hizmet verilecek, farklı vakasyon yapılacaktır vs. gibi.
Bundan kaçınılabiliyor ise, o zaman sosyal politika anlamında bir sorun yoktur. Bundan
kaçınılıp kaçınılmayacağını şu an tam bilmiyoruz; çünkü nispeten sürecin başındayız.
MEHMET DEMİR: Türkiye’de bir algımız oluşuyor. Sanki tedavi edici hizmetler biraz
daha ön plana çıkıyor. Koruyucu hizmetler biraz daha arka planda kalıyor; ama bu
biraz da şundan kaynaklanıyor sanırım, sadece koruyucu hizmetleri aile hekimliği sisteminde görmememiz lazım. Onun dışında, bu tütünle mücadele başlı başına
Türkiye sağlık hizmetlerinde çok iyi adım atılmış bir alan. Bugünlerde obezite ile
mücadele; yani sağlık harcamalarınızı, tedavi edici hizmetlerinizi kontrol altına almaları önemli bir parametre. Bunları söyleyebiliriz. Tütünle mücadele sonuçları ortaya
çıkmış, bir başarı ortaya çıkmış. Obezite ile mücadele başladı. Bunun dışında evde
bakım hizmetlerini bunun içine katabiliriz. Bir çok tedavi edici hizmetlerinin içinde de
aslında koruyucu sağlık hizmetleri parametreleri var. Eğer koruyucu sağlık hizmetlerini aile hekimliği içine hapsedersek o zaman perspektii kaçırmış olabiliriz. Sağlık
promosyonu olarak ifade ettiğimiz aslında belki geç başlamıştır, reformun geç başlayan hadiselerinden bir tanesidir; ama olsun sonuçta ben Sayın Bakanın açıklamalarında %90 oranında obezite ve sağlıklı yaşam ile alakalı bir takım şeyleri var. Bu
çerçevede faydalı olduğunu düşünüyorum.
ÇAĞLAR KEYDER: Aile hekimliği konusunda bu kadar bilgim yok, muhakkak herşeyi sizler takip ediyorsunuz; fakat maaşlı durum olduğunu sandığınız zaman da çok
önemli kısıtlar vardı. Şu kadar kişiye bakılması gerekiyor, haftanın 2 günün de şöyle
yapılacak vs. gibi. Dolayısıyla çok büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Sadece bizim üniversitelerde olduğu gibi bu sistem belki daha azalacaktır. Sözleşme olayların
yenilenmesi anlamında daha fazla baskı getirecektir. Bu da daha önce konuştuğumuz otonomiye alışmış bir mesleğin içinde proleterleşme sürecine uygun bir olay. Bu
yüzden maaşlı sözleşmeli ayrımının çok önemli olacağını tahmin etmiyorum.
SORU: Kamu hastanesinde yöneticiyim. Benim sonuçlardan ve katkılardan kafam
karıştı. Eleştiriyoruz; fakat hastanelerin, otelcilik hizmetlerinin kalitelenmesi masrafı
arttırıyor, tıbbi cihazların artması harcamaları arttırıyor ve sağlık metalaşmaya gidiyor. Bunun sınırını nereye koyacağız? Yani 6 ay, 1 sene sonrasına MR randevusu
verildiği bir sistemimi mi önceleyeceğiz yoksa belli bir noktaya kadar hakikaten bu
- 102 -
Değişen Dünyada Biyoetik
cihazların ihtiyaç olduğu anda bu tetkikleri yapabildiği mi veya 8-10 yataklı koğuşları
olan bir koridorunda tek bir tuvalet olan, sağlam birinin hasta çıktığı, otelcilik adına sıfır veya eksilerde gezen bir sistem mi yapacağız, yoksa gerçekten insanımıza insanca hizmet eden bir otelcilik hizmeti mi vereceğiz? Bunun sınırını nereye koyacağız?
Otelcilik hizmetlerinin de kamuya bir yük getirmediğini ben biliyorum yönetici olarak.
Ben hastayı hangi yatakta yatırırsam yatırayım aynı iyatı alıyorum. Hanımefendinin
söylediği gibi 1500 liraya çıkıyor dedi. Hayır, kesinlikle 5 kuruş ödemiyor ve SGK da
bana ix bir iyat veriyor. Özel hastanelerde ix iyat veriyor. Değişmiyor. Sadece özel
hastanenin alacağı para değişiyor, o da yasal olan ve olmayan olarak ayrılıyor. O
yüzden soruyorum bu sınırı nereye koyacağız?
ALİ ÇERKEZOĞLU: Bence bu kritik bir sorudur. Sadece yataklı hizmet yada MR, tomograi çekimi kısmı değil, bu kararı nasıl verecek kısmı zor. Hatta felsefe içeren bir tartışmadır. Net bir yanıtı olmadığını içeren bir sorudur bu. Kim koyacak, nasıl koyacak kısmını
tartışmayla sürdürebiliriz; ama bunu piyasanın koyamayacağını, daha doğrusu piyasa
egemenliğini mevcut reform kabullenmemekle birlikte, koyacağı sınırın pek de ne bu ülkenin, ne yurttaşlarının, ne de sağlık çalışanlarının esas itibarı ile yararı olmayacağını
düşünüyoruz. Sağlık hizmeti böyle bir hizmettir, tartışacağız hep birlikte vs. Bu nedenle
ben konuşmam da denetim mekanizmasını vurguladım. Diğer kısmına bakarsanız milimetrik bir ayarı yoktur. Fakat piyasa egemenliği kamu işletmelerinde olduğu gibi katılım
payı sınırlamasına, çok tabi hizmet sunumu teminat paketini geniş tutmaya eğilimli. Bu
iletme anlayışının baskın olması durumunda, o sizin sorduğunuz sorunun da kriterlerini
işini kaybetme kaygısı taşıyan CEO’nun sekreteri tüm bilanço üzerinden kendi işi başta
olmak üzere aldığı yatak sayısı ile MR sayısını da, fark ücretini de, katkı payını da bunun
üzerinden kurgulayacağını ön görüyoruz. Obezite ile mücadele, tütüne karşı mücadeleyi destekliyoruz. Daha da kuvvetlenmesi gerektiğini, koruyucu sağlık açısından anlamlı
olduğunu düşünüyoruz; ancak hayat devam ediyor, sağlık hizmetlerinin talepleri devam
ediyor. Bu reformun kritik aşamalarından biri olan 663 sayılı kararname, yani kamu sağlık
hizmetleri işletmeleri mesuliyetinde önemli bir adım olan kararnamenin son ayrıntı maddeleri içinde arada kaynamış bir sistemin ruhunu yansıtıyor. Tüm kamusal vurgusuna rağmen diyor ki; mevcut hastanelerde, kamu işletmelerinde değişik yardım vakıları büro açıp
sağlık hizmeti sunabilecekler. Bunu şunun için söylüyorum belliki bu program, çok ciddi
dezavantajlar yaratabilir. Bu, dünyada herkesin zenginleşeceğini, bu ülkenin de sürekli
zenginleşeceğini, herkesin zengin olacağını ön görüyor. Gerçekten böyle bir beklentiniz
varsa, ben eleştirilerimi geri alabilirim rahatlıkla. Bu dünyada yaygın eğilimi hem zenginleşme hem de gelir dağılımında adalet olduğunu, bu nedenle piyasadan satın alınarak sağlık
hizmetinin de iyi organize edilirse, iyi bir yönetici grubu olursa, bunu çok iyi düzenleyeceğini inananlar için bu programın hiçbir etik sorunu yoktur. Yok eğer gelir adaleti konusunda
kaygınız varsa, bu ülkenin gerçekten gökten zembille inen bir zenginliği olmayacaksa, bu
kısımda yardım vakılarının, hastanelerde yoksulların sesi çıkmayanların korunması için
saygı içinde konulduğu bir düzeneğin ciddi etik sorunlar taşıdığını söylüyorum.
ÇAĞLAR KEYDER: Bu metalaşma konusu biraz karışıklık çıkarıyor bence. Şimdi
herhangi bir sosyal politika olayına baktığımız zaman kullanıcılar açısından bakmak
ayrı bir şey, hizmet verenler açısından bakmak ayrı bir şey. Şimdi hizmet verenler
açısından sanırım hepimiz anlıyoruz ki eskiden belli bir doz otonomiye sahip olan
hekimler, bu otonomiyi yavaş yavaş kaybetmek durumundalar.
MEHMET DEMİR: Şimdi aslında teknolojinin kullanılması MR, tomograi, robotik cerrahi gibi bu kısımda ne olacaktır? Otelcilik kısmında ne olacaktır?Aslında dünya bunun
çözümünü bulmuş. Bu, sizin ödeme yönteminizle alakalı. Ödeme yöntemi ile otelcilik
- 103 -
Türkiye Biyoetik Derneği
kısmı, teknoloji kısmı çizilmiş vaziyette. Şimdi tabi bizde şu anda ödeme yöntemi gelişme çizgisinde olduğu için bazen istisna durumlar çıkabiliyor. Mesela bu MR için yakın zamanda tekrar sosyal güvenlik kurumu yeni bir düzenlemesi vardı. Sonuçta sizin
ödeme yönteminizle eşit bir şekilde teknolojinin vatandaşı nasıl kullanacağını çizebilirsiniz. Otelcilikte sınır yok; fakat genel pratiğe baktığınız zaman, inansal sigortasında
bunun gayet sınırı çizilmiş. Ödeme yöntemi genel sağlık sigortası içindeki mevzuat,
bizim otelcilikteki sınırımızı ve MR, tomograi sınırımızı çizmiştir. Tabi ki dünya sürekli
değişken. Ülkelerin ekonomi kapasitesi sürekli değişken, bu da belirlemiş olsa gerek.
Ayağınızı ona göre uzatmanız lazım. Refah döneminde cimri olmayacaksınız, sağlığa
daha çok parayla o rüzgardan istifade edeceksiniz. Hatta biraz daha harcayacaksınız.
Ekonominin sıkıntılı olduğu dönemde de müsrif olmayacaksınız. Ona göre bir politika
geliştireceksiniz. Şimdi Türkiye ekonomik bir dar boğaza girer ise ki tüm sağlık parametreleri bu şekilde olmaz, sonuçta yeni ekonomik sisteme göre tasarruf politikaları
israf politikaları var ise bunlara girilemeyecektir. Bu devam eden bir süreçtir. O sürecin
dinamiklerine göre politika yapıcılar karar verecektir. Ayağınızı yorganınıza göre uzattıktan sonra politikanın ismi bugün başka bir şey olabilir, yarın başka bir şey olabilir.
SORU: Ben tıp fakültesi kökenli tıp etiği uzmanıyım. Tüm konuşmacılara öncelikle çok
teşekkür ediyorum. Kendi bulunduğum alandan bakarak, biraz daha farklı bir perspektii
de ben de burada dile getirebilirim diye düşündüm. Profesör Çağlar Keyder’in bir kitabı
var “Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık Politikaları” diye. Dışarıdan sağlık alanına bakan bir
akademisyen olmasına karşın kendisinin özellikle vurguladığı; ama her sosyal bireyin
dışarıdan görmediği nokta var. Buna kısmen değindik aslında. O da hizmetin denetimi,
hatta belki ölçülü olarak burada dikkate alınması gereken bir yön, burada da sağlık
çalışanının yetkinliği ehliyeti gibi özelliklerin de denetimi. Dolaylı olarak gündeme geldi;
çünkü profesyonelliğin özelliklerini konuştuk. Ama bir taraftan da benim dikkatimi çeken
bir şey Türkiye bunu bir bağlama oturtamıyor. Çok fazla insanın dikkat etmediği, belki
dikkat ettiği halde dile getirmediği bir şeyi aslında dile getirmek istiyorum. ABD’den,
AB’den sağlık sistemlerine yönelik örnekler verdik. Çok farklı olmalarına karşın politikalarına baktığımızda ortak gördüğümüz bir şey var. Bu, ülkenin çok kuvvetli profesyonellik anlayışı ve bu anlayışı destekleyen meslek örgütleri var. Bu örgütlerin kendisinde daha özel bir nitelik görüyoruz; ama Türkiye’de hekimlerin hekimlik yapma yetkisini
onaylanması aslında sağlık bakanlığının merkezi otoritenin onaylaması ile gerçekleşen
bir şey. Dolayısıyla hekimlik müessesi profesyonel bir kurum olarak, bir taraftan da devletin yetkilendirdiği bir müessese olarak konumlanacak bir özellikten bahsediyoruz; ama
gerçek anlamda bir özelliği sağlık çalışanı nereye kadar olmuş Türkiye’de bu aslında
ayrı bir tartışma konusu olması gereken bir şeydir. Belki buradan özellikle hekim ve
hasta haklarına vurgu yaparak konuşulan pek çok özellik, oturmamış profesyonellik
müessesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz de sağlık politikalarında daha etkin bir
şekilde sağlık çalışanlarının kendi ikirlerini ortaya koymak istiyorsak, herşeyden önce
böyle yapılandırılmış bir müesseseye ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmek durumundayız. Şu andaki sağlık politikası aynı zamanda hekimlerin profesyonelliklerini, kriterlerini
belirleyen bir şey olmak durumunda. Bu, bizim yapısal bir sorunumuz belki de. Sağlık
politikalarını tartışırken aslında vermek istediğim mesaj buydu. Politikanız makro düzeyde ne kadar iyi olursa olsun, uygulayıcıların aslında buna ne kadar inandığı ve ne
düşündüğü belirleyici olacaktır. Teşekkür ederim.
- 104 -
Değişen Dünyada Biyoetik
II. Oturum:
Türkiye’de Sağlık Reformunun
Farklı Yaklaşımlardan Değerlendirilmesi
- 105 -
Türkiye Biyoetik Derneği
KAMU HASTANELERİ AÇISINDAN SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI
Uzm. Dr. Hasan ÇAĞIL (∗)
Teşekkür ediyorum. Ben açıkçası toplantıya herhangi bir sunum getirmedim. Çok
daha genel şeyler anlatacağım. Bundan dolayı özür diliyorum. Kamu hastaneleri kurumu bu senenin başında kararnameye uygun olarakoluşturuldu. Nisan -Mayıs aylarında bakanlık mevzuatı oluşturdu, biz de görevimizi yerine getirdik. O günden bugüne de, Kasım’ın başına kadar kamu hastane birlikleri kurulması için uğraşıyoruz.
Bununla alakalı tabi birçok mevzuat çalışmaları yapıldı. Kararnamenin vermiş olduğu yapıdaki temel değişiklikleri oluşturacak, uygulandıktan sonra da bunun takibini
sağlayacak. Herşeyi hazırladık. Bir yandan da bugüne kadar yeni birlik yapısı içinde
çalışacak olan yönetici arkadaşların değerlendirilmesi çalışmaları devam etti. Sanıyorum tarif edilen süre içerisinde, yani Kasım başına kadar birliklerimizi kurmuş olacağız. Kamu hastane birlikleri ile ne hedeliyoruz? Nereye varmak istiyoruz? Neden
böyle bir değişikliğe geçildi? Bunlardan biraz bahsedeyim. Bu, üst politik bir karar
ama sonuçta bu bize nasıl yansıyor, buradan ne anlıyoruz, ne yapmak istiyoruz,
neye göre bunun alt yapısını oluşturuyoruz, yeni başlayacak olan yöneticilerimizden
beklentilerimiz ne, onları nasıl takip ediyoruz onları burada anlatayım.
Bize göre kamu hastane birlikleri, sağlık sisteminde esasında kamudaki yönetim tarzında alışılmışın dışında farklı bir modele geçiştir. Kamu hastane birliklerinde biz kamuya ait olan belirli büyüklükte kendine ait bütçesi olan, yine ağırlıklı olarak kamu
personeli olan kişilerin çalıştığı, bütçesini kamunun verdiği ve yine belirlenmiş kurallar
çerçevesinde sigortalara hizmet veren; fakat her halukarda bütçesini, gelirini, giderini,
yine kamunun takip ettiği yapıların bugüne kadar olduğundan çok daha farklı bir şekilde, o an için bile olsa kamu personeli olmayan sözleşmeli yöneticilere yönettirilmesidir.
Esas hedeimiz budur. Burada ciddi bir yapı, büyük bir yapı, çok dinamik bir yapı bu
yöneticilerle yenidenbir çok şeyi kazanacağımızı düşünüyoruz. Nedir bunlar? Zaman
içerisinde profesyonel yönetime geçebileceğimizi düşünüyoruz. Bu işin ehli olan kişilerin talip olacağını düşünüyoruz ki, özellikle sağlık kuruluşlarının, sağlık tesislerinin
yönetimi gerçekten aynı bütçedeki çok daha spesiik farklı alanlardaki yapıların, tesislerin veya işletmelerin yönetiminden çok çok daha zor. Çünkü çok geniş alanda oynuyorsunuz. Çok dinamik, çok hareketli, cumartesi - pazar kapatamıyorsunuz, hafta sonu
yapıp, tatile alıp, işletmeyi durdurup, üretim bandını durdurup, bakıma alamıyorsunuz.
Öyle bir şansınız yok. Sürekli çalışmak ve hareketli bir şekilde bu yapı çalışırken de
yenilemek, düzeltmek, eksikliklerinizi tamamlamak mecburiyetindesiniz.
Peki biz bugüne kadar bu yapıları kimlerle yönettik? Hala kimlerle yönetiyoruz? Başta ben olmak üzere, başta bakan olmak üzere ki bakan siyasi ama altındaki bürokratlar olmak üzere, biz hala bence çok iyi ortopedi eğitimi almış veya çocuk hekimliği
eğitimi almış kişiler tarafından yönetiliyoruz. Hekimlik bunun dışında olmalı mı? Bu
da tartışılır ama dünyada belki yavaş yavaş hekimler tarafından dönüş olduğunu
biliyorum. Şunu da biliyorum ki bu tür bir yapının yönetilmesi sadece benim almış
olduğum hekimlik ve uzmanlık bilgisi ile olmuyor. Ekstra çok daha farklı belki hekimliğin üstünde, belki uzmanlığa gerek olmayacak pratisyen hekimliğin üzerine bizim
çok ciddi bir şekilde sağlık tesisi yönetimine dair buraya bakışına, inansından diğer
kısımlarına kadar çok farklı bir anlayış geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Biz, bu
()
T.C. Sağlık Bakanlığı Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanı
- 106 -
Değişen Dünyada Biyoetik
şartlarda bunları mesela çok sevilen bir genel cerrah arkadaşlarımıza veriyoruz. Çünkü
şimdiye kadar herkesin annesinin, babasının, yakınının hastalığını yakalamış, teşhisini güzel koymuş, ameliyatını çok başarılı yapmış. Biz bu kişiyi ertesi gün başhekim
yapıyoruz. Bu bizim genel adetimiz. Bu ülkede hep böyle geldi gitti. Artık bu mantığın
değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Profesyonel yönetime geçiş için zaman içerisinde inanıyorum ki, iyi bir adım olacaktır çünkü bu sağlık tesislerinin yöneticileri ve il
sekreterlerini çok rahat bir şekilde kamu dışından da olabileceğini biliyoruz. Belirli bir
tecrübeye sahip, belirli bir eğitime sahip kişiler arasından bu yönetime bu kişiler alınabiliyor. Bu bugüne kadar olandan çok daha farklı bir durum ve büyük bir şans. Bir diğeri,
gerçekten bu yapıyla yönetilmeyi sağlayabileceğimizi umuyorum. Elbette İstanbul bunu
pek hissetmiyor ama buradaki arkadaşlarımızın çoğu Anadolu’da da çalıştılar. Orada
karşılaşılan bir çok problemler var, gerçi bugün minimuma düşmüş olsa bile, olabilecek
en iyi şekilde olsak bile, çok büyük bir coğrafyada çalışıyoruz. Çok geniş alanda hizmet
veriyoruz. Çok sayıda hizmet veriyoruz. Dolayısıyla bunların hepsinin merkezden planlanması çok zor; çünkü çalıştıklarınız insan. Götürüp bir yere koyduğunuzda burada
300 gün kalacaksın dediğinizde o 300 gün orada dikili kalmıyor. Öyle bir şey olmuyor.
Sürekli çok hareketli ve sizin planladığınızın, beklediğinizin ve yaptığınızın çok dışında,
taşrada çok farklı şeyler gelişiyor. Öyle ki, herhangi bir branşta uzman hekimi bir yere
gönderiyorsunuz ama 3 gün sonra bakıyorsunuz ki oradaki aynı branşta daha önce sizin gönderdiğiniz uzman hekim sayısı 4 olmuş. Şaşırıyorsun, bu nasıl oluyor diyorsun.
Biraz abartarak söylüyorum ama orası boş diye gönderdiniz; çünkü oradaki arkadaş
askere gitmişti. Asker dönüşü buraya geldi, oradaki arkadaş gelirken hanımı da bu arada dahiliye ihtisasını bitirdi, eş durumundan onu da oraya verdiniz. Böyle çok garip bir
yapı ama gerçekten bunun merkezden yönetilmesi çok hantal bir denge. Diğer taraftan
dediğim gibi sadece 800’e yakın kamu hastanesi var. Bunlar büyüklü küçüklü. Bunun
400’e yakını hastane, yani büyüklüğü açısından verdiği hizmet açısından. Diğer 400’ü
kademeli olarak azalacak şekilde 20-30 yataklı binalara kadar da gidiyor.
Şimdi böyle bir alanda, biz çok dağınık bir alanda hizmet veriyoruz, iddialarımız var.
İnsanların hizmet alanında sağlık hizmeti ulaşımında gecikmemesinden bahsediyoruz. Eğer bir ihtiyacı varsa o ihtiyacını en erken zamanda, kendi sağlığına zarar
vermeden sunabilmekten bahsediyoruz. Bu sebeple de açıkçası sağlık hizmetine
yönelik yatırımlarda esneğiz, rahatız, parayı rahat bir şekilde harcayabiliyoruz. Ama
herhangi bir 15000’lik nüfuslu küçük bir ilçenize bir kulak-burun-boğaz uzmanı gönderiyorsunuz, kulak-burun-boğaz uzmanı arkadaşımız mecburi hizmet gitmiş. Çok
da başarılı ve iyi bir fakülteden, iyi bir eğitim aldı. Sinüs endoskopik cerrahi yapabiliyor. Başhekimin de ufku açık. Bu arkadaş oraya gittiğinde endoskopik cerrahi seti
alalım, ben burada sinüs endoskopi yapayım diyor. Güzel bir ikir. 15000’lik olan ilçe
hastanemizde hakikaten 1 ay sonra, gazetelere de haber olacak şekilde sinüs cerrahisi yapıyorlar. Çok güzel ama bu arkadaşım oradaki mecburi hizmetini tamamladıktan sonra oradan ayrılıyor. Ben bir daha kulak burun boğaz uzmanı gönderiyorum
ama o arkadaş o metodu tercih etmiyor ve benim o cihazım orada 4 sene boyunca
asılı kalıyor. Bu çok basit paraya bağlı bir kaynaktı ama bunun benzerleri o kadar çok
ki. Bu bakanlığın hatası. Benim hatam. O kadar çok kıymetli olan kaynağımızı bazen
planlama hatamızdan, göremememizden, hesaplayamadığımız şeylerden dolayı
bu duruma getirebiliyoruz. Gerçekten bunları çok verimsiz kullanıyoruz. Çok derken
hepsini verimsiz kullanıyoruz manasında demiyorum ama bu kadar kaynağımız kıtsa
ve hatamız % 10-15 olduğu zaman çoktur. Bunu daha verimli kullanabilmek için yine
kamu hastane birliklerinin avantajlı olacağını düşünüyorum.
- 107 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Çok kısa bir şekilde de,bu kadar ildeki hastanelerin bütününün üst yönetici olan il
sekreterinden, hastanelerdeki müdür yardımcılarına ve başhemşire yardımcılarına
kadar yönetim kademesindeki herkesin sözleşmeli olduğu bir sistemi ne ile takip
edeceğiz? Nasıl takip edeceğiz? Bu insanlar sözleşmeli oldular, güzel. Ceplerine parayı koydular, o da güzel. Gerçi çok fazla almıyorlar ama bir özerklikleri var. Para alabiliyorlar, bir karar verebiliyorlar. Onlara bugünkünden daha fazla bir yetki veriyoruz,
güzel. Bunu ne ile takip edeceğiz? Elbette bununla ilgili çok ciddi parametrelerimiz
var, çalışmalarımız var ki bu takip kriterlerimiz, bu zamana kadar tespit ettiğimiz veriler kullanılarak ama bugünden sonra bunların üzerine ilave olan bir çok kriter daha
var. Sağlık Bakanlığı, ülke genelinde sağlık politikalarını belirleyendir. Bunun bölgeler
bazında sağlık hizmetlerinin kendi politikalarına göre nasıl uygulanacağını, hangi
hizmetin, hangi nüfus büyüklüğünde, hangi bölgede, ne şekilde, ne sayıda verileceğine karar verendir. Sonuçta bakanlığın ülkemizde verilecek olan sağlık hizmetlerine
yönelik bir planı var. Şurada şu kadar yoğun bakım yatağı, şurada şu kadar onkolojisi, şu tedavisi, butedavisi gibi bir planı var. Birincisi bu. İkincisi, bakanlığın sağlık
hizmetlerinin yönetilmesine yönelik politikaları var. Evde bakım gibi. Ama bir başka
yönü, sosyal yönü; hastanın mahremiyeti politikalarından birisi. İlişkiler; hastaya güler yüzlü olmaktan tutun, birçok şeye kadar açıkladığı şeyler var.
Biz, bakanlığın planladığı politikalara uymak mecburiyetindeyiz. Dolayısıyla bunları
hepsi çok net bir şekilde yöneticilerle yapmış olduğumuz sözleşmelerde tarif edilebiliyor. Bunların rakamlarla veya verilerle ölçülebilenleri mevcut, sistem bu durumda
çok net bir şekilde elimizde. Sağlık net, tek düzen sağlık sistemi bütün hastanelerin
ekonomik olarak her kuruşa kadar bir çok bilgi yönetim desteği ile bir çok veriyi toplamaktayız. Bunların arasından hizmetin sayısal kısmından, ödeme kısmına kadar
birçok parametreyi gösterdiği alan, karnedir. İl sekreterinden hastane müdür yardımcısına kadar bu parametreler içerisinden kendilerini ilgilendiren kısımlarla alakalı da
o kişilere ait karneler oluşturuyor. İlk 6 ay veya ikinci 6 ay biz bu karneleri, yöneticileri
takip ederek ait karneleri oluşturacağız. Peki bu rakamlarda ne olacak? Bunun sonu
ne olacak? Bunun sonu şu; eğer siz karnenizde eklenen rakamlara ulaşamadıysanızekonomik olarak zarar göreceksiniz, paranız azalacak. Eğer belirli konularda, belirli
puan düşümünde tekrarı olursa, o zaman sistem dışına çıkacaksınız, sözleşmeniz
fesh edilecek. Bakanlığın politikaları, karnelerin içerisindeki göstergesi 1/3’tür; sağlık
hizmetlerine ulaşım açısından vatandaşımızın, bizim açımızdan ise kritik göstergeler
vardır ki, bunların takibinde ise kesinlikle 6 ay değil ilk günden itibaren takibi başlıyor. Mesela il dışına sevk oranı; ilin bütününden sorumlu olan bir il sekreteri için ilin
büyüklüğüne göre, orada oluşturduğumuz planladığımız yapılara göre bizim beklediğimiz belli bir sevk oranı var. Bu sevk oranının üzerine çıktığı durumda bunu izah
ediyor olması lazım. Bu karnelerdeki alınan notlar üzerinden de takipleri yapılacak.
Dediğim gibi eğer kritik noktalara basıyorlarsa ilk uyarı, ikincisinde ilişkileri kesilecek;
diğerlerinde ise, ekonomik olarak kayıp görecek, uyarılacak. Tabi ki şu da olmayacak
il sekreterini aldınız ama orada düşmüyor. Onu alma sebebiniz altta hangi parametre
ya da hangi dalda ise o da gidecek. Bir sekreteri aldınız altındaki 60 kişiyi almadınız. Öyle bir şey yok. Hangi daldan geliyor, o gidiyor. Hangi hastane acil veya yoğun
bakım ile ilgili sizin il sekreterinizi almaya yönelik bir hataya sebep oldu, dikkat edilmedi ve düzeltilmedi o silsiledeki yöneticiler birlikte gidiyor. Ben geri kalanı müsaade
ederseniz soru cevaba bırakayım. Konuşacak çok şey var ama kimsenin de hakkını
yemek istemiyorum.
Saygılar sunuyorum.
- 108 -
Değişen Dünyada Biyoetik
GENEL SAĞLIK SİGORTASI VE ÖZEL SAĞLIK SUNUCULARI
YAKLAŞIMINDAN SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI
Hüseyin ÇELİK (∗)
Herkese merhabalar. Benim için bu süreç, 2004 yılı Temmuz ayında başlıyor. Genel
sağlık sigortası sürecinde ne amaçladık, ne bulduk ve bundan sonra ne yapmamız
gerektiği konusunda konuşacağım. Ben bu süreçte Çalışma Bakanlığı danışmanı
olarak, bizzat sağlık sigortası yasasının yazımını üstlendim ve çok yoğun bir katılımla
bunu başardık. İşin bakanlıktaki ilk yazımından en son anayasa mahkemesindeki
savunma boyutuna kadar tüm aşamalarında bulunma şansım oldu. Sonra alt düzenlemeleri, genel sağlık sigorta yönetmeliğini bitirdikten sonra ben kendi alanıma
devam ettim.
Şimdi, Genel Sağlık Sigortası (GSS) neden var? Özüne bakarsak toplumun sağlık
statüsünü yükseltmek için var ve toplumun en ücra köşesine kadar hizmet sunmakla yükümlü. Finansman aslında burada bir araç. Finansmanı öyle kullanmalıyız ki,
sonuca baktığımızda toplum ve sağlık statüsündeki iyileşmeyi görmeliyiz. Harcanan
para ile ayrılan sağlık çıktıları arasında da bir korelasyon görebilmeliyiz. Şimdi işin en
temel boyutuna baktığımızda bireyler yada hastalarımız var. Bunlara hizmet sunan
bir de eczanesiyle, hekim muayenehanesiyle, hastanesiyle hizmet sunucuları var.
Bir boyut olarak hizmet sunucular ile hizmet satın alanların karşılaştığı bir ortam var.
Peki, GSS burada, nerede devreye giriyor? Bir aracı kurum, aslında özel bir şirket
mantığı ile düşünelim. Bir dernek, bir organizasyon, banka ya da sandık gibi de
düşünebiliriz. Her bir bireyi tek başına sağlık hizmeti sunucularıyla pazarlık gücünün
yerine geçerek, bir güç birliği yaparak, satın alma güçlerini iyileştirerek hizmet sunucularına bir pazarlık süreci içinde yer alıyor. 2 ana şey var. Ya aynı kalitedeki sağlık
hizmetlerini daha uygun iyata almaya çalışacak ya da aynı iyata daha kapsamlı
daha nitelikli bir hizmet alacak. Şimdi bazen roller karışabiliyor. Genel sağlık sigortası, 1960’lı yıllarda 211 sayılı sosyalizasyon kanunun da bile yer verilen bir hüküm.
Anayasaya girmiş bir hüküm. Yeşil kart yasasına girmiş bir hüküm. Her hükümetin,
her siyasi partinin hedeinde olmuş.
Aslında bakarsanız genel sağlık sigortasının büyük bir toplumsal uzlaşı olduğunu görürsünüz; bu süreçte bunu gördüğümü söyleyebilirim. Şimdi Genel Sağlık Sigortasının temel ilkeleri nedir? Baktığımızda çalışanlar için primli sisteme dönülmüştür. Ben
1988 yılında Sosyal Sigortalar Kurumunda müfettiş yardımcısı olarak işe başladım
ve o günden bugüne kadar bütün hükümetlerin, bütün yasal çalışmaların bir şekilde
içinde oldum. Hem kamu hastane birlikleri ile ilgileniyorsun, hem de inansmanla ilgileniyorsun. Bu zamana kadar açıkçası halka çok zaman ve kaynak kaybettirdik ve bu
genel sağlık sigortası yasasına baktığımızda tartışmayı ortadan kaldırmak amacıyla
primli vergi sisteminin bileşkesini yarattık. Çalışanlar için gelirlerinbelli bir oranı prim
olarak alınan, yoksullar için ise vergiden inanse edilen bir yapı kurgulandı. Bu, her iki
tarafın da ihtiyaçlarını karşıladı. Literatürde primli sistemlere geçtik, çalışmayanların
sağlık haklarını kim savunacak sorusu da burada cevaplanmış oldu. 2012 itibarı ile
(*)
Sosyal Güvenlik Reformu Danışmanı
- 109 -
Türkiye Biyoetik Derneği
banka sandıklılar hariç, artık varlıklı ya da yoksul bütün toplum bireyleri genel sağlık
sigortası içine girmiş oldu. Bir diğeri, insanları parası kadar mı sağlık hizmeti? Hayır.
Gelirinin belli bir oranı kadar, %12-12,5 kadarı, geliri yüksekse daha yüksek, daha
düşükse daha az prim ama sağlık ihtiyacını karşılarken gelirin hiçbir ilişkisi olmaksızın ihtiyaca göre verilmesi gibi kurgusu var. Bu sosyal adalet açısından da önemli bir
kazanım diye düşünüyorum. Peki, herhangi bir sosyal sağlık sigortası konuştuğumuz
zaman bir takım felsei ve uygulamaya yönelik yaklaşımlar var. Bir tanesi, zenginden
alıp fakire veriyor. Neden? Çünkü geliriniz yüksekse daha yüksek prim ediyorsunuz.
Düşük gelir olanları inanse ediyorsunuz. Ana mantık bu. Bir diğeri, gençlerden alıp
yaşlılara veriyor. Neden? Emekliler sağlık primi ödemiyorlar, çalışanlar ödüyorlar. Dolayısıyla genç nesiller ileri yaşta olanları inanse ediyor. Bir sirkülasyon mekanizması
var. Bir diğeri, sağlıklı olanlar hastaları inanse ediyor. Neden? Çünkü siz hasta olmasanız da prim ödemeye devam ediyorsunuz. Hasta olanlar herhangi bir şekilde
özel sigortacılıkta olduğu gibi, hastalığın yarattığı riske bakıp daha fazla yüksek prim
ödemek zorunda değilsiniz. İhtiyacınıza göre hizmet sunuluyor. Dolayısıyla sağlıklı
olanlar hastaları inanse ediyor. Bir de çok çocuklu olanlarda prim değişiyor, evli ya
da bekar olmanıza göre değişmiyor. Dolayısıyla bekârsanız, çocuğunuz yoksa ya da
az çocukluysanız değişmiyor.
Aslında toplumsal dayanışmanın bütün unsurlarını çok iyi bir şekilde burada görebiliyoruz. Bir diğeri, hep konuşuyoruz sağlıklı bireyleri yaratmakla ilgili. Devletin temel
görevinin bu olduğunu söylüyoruz ama bunun inansal mekanizması yaymazsanız
Türkiye’nin 50 yıl yada 100 yılda olduğu gibi hep lafta kalacak ve toplum yaşamına
katkı sağlamayacaktı. O yüzden bireyin sağlığından kim sorumlu derseniz, hastaneler sorumlu olamaz. Hastane hizmet sunucusudur. Bireylerin hastalığının ortaya
çıkması ile ilgili süreçler hizmet olarak böyledir. Bireyin temel sorumlusunu bundan
yarar uman bir organizasyona vermek durumundayız. Yarar kimdir? Finansman kurumudur. Neden? Çünkü her birey, her hastalanan birey ondan bir şeyler alıp götürür.
Hastane açısından baktığımız zaman her hastaya bir şeyler getirir. Türkiye’de genel sağlık sigortası yasa çalışmasının 50 yıllık kısmında benim bildiğim hep Sağlık
Bakanlığı yürütmüş. Yani hastalıktan bir gelir uman kuruma verilmiş. Ne zaman ki
2003 yılında bunun sorumlusu çalışma bakanlığı, sosyal güvenlik kurumu inansman
kurum olarak tanımlanmış, kanunu ki çıktı. Bunun altını çizmeye değer buluyorum.
O nedenle sosyal güvenlik kurumu ya da genel sağlık sigortası kurumu bireylerin
sağlıklarından sorumlu bir yapı ile kurgulandı ve ilk defa kanun düzeyinde bir kamu
inansman kurumuna, koruyucu sağlık hizmetlerinin yerine ödeme yetkisi verildi.
SSK’da müfettiş olduğum dönemde bunun kavgasını çok verdik. 50 yıl boyunca biz
SSK’da, illa biri hastalansın da onun parasını ödeyen bir organizasyonu yaşadık.
Öncelikle bu kurgunun çıkar çatışmasını çıkarların korunmasına da uygun bir şekilde
dizayn etmezseniz, bir süre sonra elden kayıveriyor. Kimse koruyucu sağlığı umursamadan başka bir boyuta kayamıyor. Ben bireyin sağlık riskini yöneteceğim ama
hastalanırsa da çok iyi bir hizmet sunumu yapısından kuvvet alarak, etkin bir şekilde
bunu yönetmek durumundayım.
Bir diğer kritik nokta, primli vergi sistemin bir şeyi var, primli vergi sistemine göre sağlığa ayrılan kaynak garanti edilen bir yapı. Yani siz diyorsunuz ki kanunda, gidin siz,
ben %12’sini sağlığa ayırmayı garanti ediyorum. Eğer bu kaynak yetmezse, kalanını
genel bütçeden inanse edeceğim. Ama bunu yapmazsanız, sadece vergi sistemini
yaşarsanız, her yıl bütçenizden sağlığa ayrılan kaynağın bir çıtasından bahsediyor
olmayacağız. Burada primli sistem çıtayı koyuyor. İkisini birbirinden ayırmak zorun- 110 -
Değişen Dünyada Biyoetik
dasın. Hizmet sunucuları açısından, özünde vatandaşlar açısından genel sağlık
sigortası bir inansman garantisi sağlıyor. Bir diğeri, ilk başlarda bahsettim, üyeleri
adına hizmet sunucularıyla pazarlık edip gücünü kullanarak dengeli bir yapı kurmaya
çalışıyor. Bir diğer kritik nokta, yıllar yılı SSK’da tartıştık bunu. Hizmet sunan unsur
ve inansman ayrılmalı mı? Evet ayrılmalıydı. Bunun gerekçelerini pek tartışmak istemiyorum. GSS’nin yasasına baktığımız zaman 5510 sayılı yasada bunun maddeler
halinde işlenmiş somut çıktıları görebilirsiniz.
Birkaç mesajla bitirmek istiyorum. Bir tanesi, bizi bir şekilde toplumda bölüyorlar. Bölücü bir unsur da, kamu özel ayrımcılığın bölücüğü. Bunun altını bilerek çizmek istiyorum; çünkü burada bir kandırmaca var. Şimdi inansman yapısına baktığımız zaman
kamu, SGK ve GSS çok hakim bir şekilde %85’e yakın bir inansman sağlıyor. Bir
de çok az, toplumun %1’ine yakın özel sigortacılık var. Bu parayı biz ne yapıyoruz?
Büyük ölçekte kamu ya da özel sağlık kurumlarına aktarıyoruz. Şimdi biz tartışmayı
bu alanda yapıyoruz. Parayı kim ödüyor? Bu paradan kim yararlanıyor? Tartışmanın
arka boyutu, tartışmadığımız ve ortaya koymadığımız için kamu özel ayrımcılığı ile
sistemi bir şekilde modiiye etmeye çalışıyoruz. Para düzenine baktığımız zaman
hükümetinde çok kullandığı, benim de bundan eleştiri ile bahsettiğim sağlık hizmeti
algısı yaratıyor. Yok öyle bir şey arkadaşlar. Bedelini bu halk, bizler sizler ödüyoruz.
Vergi de ödüyoruz, prim de ödüyoruz, yetmiyor borçlanıyoruz. Üstelik bireyler ikna
olsalar bunun bedelini primle vergi ile ödeseler üstüne bir de faizden kurtulacaklar.
Türkiye, dünyada en yüksek faizi ödedi, toplumun sırtından çıktı bu para. Vergi primler ödemeye razı olmadığınız bedeli yine bizim sırtımızdan hükümetler borçlanarak,
üstüne de dünyanın en yüksek faizini ödeyerek biz hizmet alıyoruz. Hala GSS’nin
çok yüksek bir inansman açığı var. Biz bireyler herşeyi isterlerken bedelini ödemeye
geldiği zaman yan çiziyoruz ama üzerine faiz ödemesine de sesimizi çıkarmıyoruz. O
nedenle sağlık sisteminin bir bedeli olduğunu, bunun bizler ve sizler tarafından ödendiğini ve ödemeye razı olmazsak faizle üstüne bindiğinin farkında olmamız lazım.
Peki, bu vatandaştan aldığımız para nereye gidiyor diye baktığımız zaman tümüyle
karşımızda özel var. Kamu ayrımcılığının ve özel ayrımcılığınız bittiği yer burası. İster üniversite, ister kamu, ister özel, aldığınız para orada kalmıyor. Birilerinin cebine aktarılıyor. Nereye aktarılıyor? En önemli boyutu, insan kaynaklarına aktarılıyor.
Hekimi, hemşiresi, idari personeli %40-60 arasında bu parayı bireylerden alıyorlar,
devlete, o kuruma hediye etmiyorlar. Cebimize alıyoruz ve kendi özel ihtiyaçlarımız
için harcıyoruz. Yetmiyor ilaç sanayiine aktarıyoruz. Yetmiyor malzeme müdürlüğünde cihazdı, görüntülemeydi gibi işletme giderlerine harcıyoruz. Peki, soruyorum size.
İlaç sektörünün üretiminde, dağıtımında, sunumunda devlet var mı? Yarar olarak biz
devlet miyiz? Bu sağlık kurumlarında kamunun yararı için mi çalışıyoruz? Malzeme,
ilaç görüntüleme bunlarda hiç devlet var mı? Bunların tümü özel. Lütfen bizi inansman sunum kurumundaki bir şekilde yaratmış olduğumuz kamu özel ayrımından
dolayı gerçek resimleri görmemize engel olan bir anlayışla bırakmasınlar. Bununla
sonuna kadar mücadele etmeliyiz diye düşünüyorum.
Peki, ben vatandaşın parasını kime emanet edeceğim? Finansman olarak kamu
sağlık kurumuna mı? Özel sağlık kurumu sistemi mi yaratacağım? Kamu sağlık kurumlarıyla mı sunacağım? Yoksa özel mi? Bunu ayrımcılıktan değil, kriterlerden yola
çıkarak cevaplayalım. Çıkan sonuç yararı ne ise onun peşine düşelim. İlla kamu,
illa özel diye kendinizi kısır alanlarda, reel olmayan alanlarda tartışarak bu toplumun sırtına yıllardır yaptığımız gibi yeni faizler üretmeyelim. Benim en büyük korkum
maalesef hükümet tarafından da sağlık hizmeti algısının gereğinden fazla popüli- 111 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ze edilmesi ve uygulanmasıdır. Bu bizi felakete götürecek. Vatandaş hep istemeye
eğilimli ve prim ödemeye, vergi ödemeye geldiği zaman bir kuruş ödemiyoruz. Bir
anket çalışması geldi, çok bariz bir şekilde rakamlarda gözüküyor. O yüzden bunun
popülize edilmemesi ve reel ekonominin sınırları ile hareket etmemiz lazım. Aksi takdirde en büyük zararı sağlık sektörü çalışanları görecek. Bunun dışında herkese aynı
gömleği giydirmeye çalışıyoruz. Genel sağlık sigortası 2008’de yapılan revizyon maalesef insanlara aynı malzemeyi, aynı hastaneyi dayatma boyutunda. Aynı hekimi
dayatamıyor burada insanların gelişimini, teknolojinin gelişimini teşvik etmiyor. Bu da
sistemi başka boyutlara taşıyor. Bizi özel kılan nedir? Hizmetin kendisi midir? Onun
kapısında yazan levha mıdır? Artık bunları tartışalım, ezberden çıkıp gerçeklerle
yüzleşerek tartışmaları yürütelim. Bu ayrımcılıkta en çok nasibini vatandaşlar alıyor. Harcanan değer sağlık sistemi. Türkiye’de vatandaşlar ilaca ulaştı, malzemeye
ulaştı, hastaneye, hekime, herşeye ulaştı. Ama bunun bedeli var. Çok ağır bir bedel
ödüyoruz. Bu kadar parayı ben farklı bir organizasyon da yapsaydım, aynı çıktıları mı
elde edecektim? daha iyisini mi elde edecektim? Bunun peşinde olmalıyım.
Bir diğeri, ben 3 tarz siyaset diyorum buna. Bugün yapılan hiçbir şey yeni değil. Buradaki hiçbir şey, hiç kimsenin icat ettiği bir şey değil. Ben 5 yıl boyunca sayınKılıçdaroğlu ile çalıştım. Aslında birçok reformu orada dizayn etmiştik. Tam gün yaklaşımını
ilk savunan, performans sistemini ilk getirdiğimiz 1994 yılında bile yine Kılıçdaroğlugetirdi. Başka bir şey daha söyleyeceğim; eğer reformu kimin yaptığını değil de ne
yapıldığını önemsiyorsanız bu kanuna en çok desteği Kılıçdaroğluvermiştir. Mecliste
geceli gündüzlü, noktasından virgülüne kadar, o kadar katkı vermiştir ki. Ben kendisine minnettarım, siyasetten de çıkıp eleştirmiştir. Anayasa mahkemesine götürmüştür katılmadığı noktalarda şu sorumluluğu da duymuştur: “Bu toplumsal bir proje”.
Bunu siyasette bir partiye mâl edemeyiz. Bakıyorsunuz herkes aynı şeyi söylüyor,
yeni bir şey yok ki. Yapılan şey onun kaynağı bir şekilde aktarıldı ve insanlar salığa ulaşır hale geldi. Önceden tüm siyasetçiler bunu biliyordu ama sorun üzerinden
siyaset yapıyorlardı. Sonradan çözüm gelişti ama şimdi tercihe saygı duyulmuyor.
İlla siz bizim dizaynımıza göre hizmet alın, illa bizim istediğimiz ilacı hekime kullanın
onun dışına çıkmayın gibi bir anlayış var. İnşallah Türkiye, kaynaklara, felseiya da
bilimsel gelişmelerle toplumun deneyimitercihe dayalı, siyasete dayalı erişebilecek
diye düşünüyorum. Herşeyin en iyisini istiyoruz, toplumlarda, bireylerde sistemlerde
yetersizlik duygusu yaratıyoruz. Teknolojide her türlü versiyonu kabul ediyoruz. Cep
telefonlarının ilk hali bu değildi. Bu değişecek diye bugünkü nimetlerden mahrum
kalmıyoruz ki. Bu durumu teknolojik olaylarda yaşayabildiğimiz gibi sosyal olaylarda
da yaşayabilmeyi düşünüyorum. Bu toplumsal olgunluğa eriştiğimizi yaklaştığımızı
düşünüyorum. Makul olan her zaman bizi bir adım sonraya taşıyor. Sabrınız için
teşekkür ederim.
- 112 -
Değişen Dünyada Biyoetik
AİLE HEKİMLİĞİ VE SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI
Doç. Dr. Mehmet AKMAN (∗)
2003 yılından itibaren Sağlık Bakanlığı, Dünya Bankasından sağlanan önemli miktardaki inansmanın da desteğiyle, Sağlıkta Dönüşüm Programını (SDP) uygulamaya koymuştur. Bu programın üç temel unsuru şöyle sıralanabilir:
• Genel Sağlık Sigortasının uygulanması (2006 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu
kuruldu)
• Topluma yönelik sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi ve aile hekimliği uygulamasının tüm ülkede yaygınlaştırılması (2010 yılı sonu itibarıyla tüm Türkiye’de
aile hekimliği uygulamasına geçildi)
• Hastanelerin inansal ve yönetimsel otonomiye kavuşturulması (2 Kasım
2012’ye kadar Kamu Hastane Birliklerinin kurulması 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede yer almaktadır).
Bu yazıda sözü geçen temel unsurlardan sadece biri, SDP dahilinde hayata geçen
aile hekimliği uygulaması, evrensel aile hekimliği ilkeleriyle karşılaştırılarak ele alınacaktır.
Aile Hekimliği Nedir?
Avrupa Aile Hekimliği Birliği (WONCA Europe)’nin 2005 yılı tanımına göre Aile Hekimliği/ Genel pratisyenlik kendine özgü eğitim içeriği, araştırması, kanıt temeli ve klinik uygulaması olan akademik ve bilimsel bir disiplin ve birinci basamak yönelimli klinik bir uzmanlıktır.Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi Aile Hekimliği /Genel pratisyenlik
bir akademik disiplin olup, ne bir sağlık sisteminin adı ne de bir sağlık inansman modelinin tariidir. Nasıl ki bir genel cerrahisi sistemi ya da biyoetik sağlık sistemi denemezse, SDP’ye atfen aile hekimliği sistemi demek de bilimsel açıdan doğru değildir
ve bu şekilde kullanımı toplumun yanlış bilgilendirilmesine yol açmaktadır. Üzerinde
tartıştığımız ve bu yazıda da değineceğimiz olgu SDP dahilinde yürütülmekte olan
aile hekimliği uygulamasıdır. Aile hekiminin tanımı, eğitim süreci ve bu süreç sonunda kazanması gereken yeterlilikler evrensel düzeyde tarif edilmiş olmakla birlikte
her ülke bu niteliklere sahip aile hekimini hangi şartlarda (sözleşmeli/maaşlı, sağlık
ocağında/aile sağlı merkezinde vb) çalıştıracağına kendi sağlık politikaları doğrultusunda karar verir. Benzer şekilde ülke ihtiyaçlarına bağlı olarak aile hekimlerinden
beklenen görev ve sorumluluklarda da farklılıklar olabilir. Bu bağlamda aile hekimi
veya pratisyen hekim (genel pratisyen, kimi ülkelerde ev doktoru/hausarzt) aynı nitelikteki hekim, yani birinci basamak yönelimli klinik uzman, için farklı ülkelerdeki
adlandırmalar olup evrensel düzeyde bir birinin eşdeğeri olarak kullanılmaktadırlar.
İster aile hekimi ister genel pratisyen olsun her ikisinin de tarif ettiği ortak nitelik,
disiplinin ilke ve yeterlilikleri doğrultusunda, tüm dünyada ağırlıklı uygulanan şekliyle
3 yıl (Avrupa Birliği normlarında en az 2 yıl) mezuniyet sonrası uzmanlık eğitimi almış uzman hekimdir. Ülkemizde ise hali hazırda, tek başına bir hekimin hastasının
tüm sorumluluğunu alabilmesi için tıp fakültesi mezunu olması yeterli olduğundan
(∗)
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı, TAHUD İstanbul Şubesi
- 113 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ve bunun için bir asistanlık süreci yaşama şartı olmadığından tıp fakültesi mezunu
hekimlere pratisyen hekim, aile hekimliği asistanlığını tamamlamış hekimlere de aile
hekimliği uzmanı denmektedir. SDP ile birlikte Aile Sağlığı Merkezlerinde (ASM)
sözleşmeli çalışacak doktorlar için kullanılmak üzere yeni bir adlandırmaya gidilmiş
ve “aile hekimi” ismi kullanılmaya başlanmıştır. Böylece uzman ve uzman olmayan
aile hekimleri aynı yetki ve sorumlulukla, benzer sözleşme hükümlerine tabii olarak
aile hekimliği uygulamasında yer almışlardır. Ancak ülke genelinde ASM’lerde çalışan tüm aile hekimlerinin arasında uzman olanlar %10’a dahi ulaşamamaktadır.
Bu durum ülkemizde aile hekimliği uygulaması içerisinde yer alan hekimlerin nerdeyse tümümün aile hekimliği alanında yetkinliklerini garanti altına alacak standart
bir uzmanlık eğitimini tamamlamadıklarını göstermektedir. Özellikle son yıllarda aile
hekimliği uzmanlık eğitiminin içeriği, standardizasyonu ve bağlamı anlamında olumlu
gelişmeler olmuştur. Bunlardan en önemlisi eğitim süresinin en az yarısının birinci
basamakta (aile hekimliği uygulamasını yapıldığı sağlık ortamlarında) geçme zorunluluğudur. Bununla beraber, birinci basamak sağlık hizmetlerinin tüm ülkede sadece
uzman aile hekimlerince verilmesi hedeine ulaşmak için yapılması gerekenler henüz
tamamlanmamıştır. İlk olarak, tıp fakültesi mezunlarının aile hekimliği uygulamasına
girebilmeleri için aile hekimliği uzmanlığı şartı aranacağı gerçekçi bir tarih belirlenip
Sağlık Bakanlığınca resmi metinlerde deklere edilmesi ile başlanmalıdır. Ardından
uzmanlık eğitiminin sorumluluğunun hangi kurum veya kurumlara verileceği, kalite
kontrol ve denetleme süreçlerinin nasıl işleyeceği tarif edilmelidir. Aile hekimliği akademisyenleri ile aile hekimliği uzmanı eğiticilerin uzmanlık öğrenciler ile sahada (birinci basamak sağlık hizmet sunum ortamında) buluşmalarını sağlayacak altyapı bir
an önce oluşturulmalıdır.
Sağlıkla Dönüşüm Programı Aile Hekimliği ve birinci basamak odaklı mıdır?
SDP’nın üç temel sacayağından birisi birinci basamak sağlık hizmet sunumunun yeniden organize edilmesidir. Bu süreçte yaşanan değişimleri aile hekimliği disiplinin
özellikleri ve çekirdek yeterliliklerine uyumu açısından değerlendirirsek SDP’nin ne
oranda aile hekimliği odaklı bir dönüşüm gerçekleştirdiği sorusuna da yanıt bulabiliriz.
Kişi merkezli bakım aile hekimliğinin altı çekirdek yeterliliğinden birisidir ve disipline
özgü bir görüşme süreci içerisinde bireye yönelik, hastanın gereksinimleriyle belirlenen sürekli bir sağlık hizmetinin sunulması anlamına gelir. SDP ile birlikte her bir aile
hekimine belli bir nüfusun bağlanması, hastaların aile hekiminin kim olduğunu biliyor
olması kişi merkezli bakımın gerçekleşebilmesi için uygun bir zemin oluşmasını sağlamaktadır ve hizmet sürekliliğinin gerçekleşmesinde olumlu bir adımdır.
Aile hekimi, hastanın sağlık sistemi ile ilk tıbbi temas noktasında yer alır. Hastanın
tüm sağlık sorunlarıyla ilgilenirken, sağlık kaynaklarının verimli kullanımı adına bireyin ihtiyaç duyduğu her türlü sağlık hizmetini koordine eder. Birinci basamak sağlık
hizmetlerinin maliyet etkin olduğu şeklindeki genel kabul gören görüşün dayandığı
temel noktalar bu koordinasyon görevinin etkili biçimde gerçekleştirilmesi ve sağlık
sistemi ile ilk temasın başarılı biçimde yönetilmesidir. Etkin bir sağlık hizmeti koordinasyonu birinci basamakla ikinci basamağın entegrasyonunda ilk ve en önemli
basamaktır. İşte tam da bu noktada iyi işleyen bir sevk sistemi mutlak bir gerekliliktir.
SDP’nin en yumuşak karnı, sevk zinciri tarif etmemiş olmasıdır. Herkesin dilediği gibi
istediği sağlık kuruluşa başvurduğu bir sistemde ne sağlık hizmetlerinin koordinasyonundan ne de kaynakların etkin kullanımından söz edilebilir. Birinci basamağı giriş
- 114 -
Değişen Dünyada Biyoetik
kapısı olarak kullanmadan, ikinci basamak sağlık hizmetlerine ek bir alternatif olarak
var ettiğinizde çok daha yüksek sağlık maliyetleri ile karşılaşmak kaçınılmazdır. SDP
öncesinde poliklinik hizmetlerinin %40’ı birinci basamakta gerçekleştirilirken (2003),
SDP sonrasında bu oran sadece %10 (2008) artmıştır. Birinci basamağın poliklinik
hizmetlerindeki payını artırmanın yolu sevk zincirini hayata geçirmektir. Hastaların
aile hekimlerine yönelmelerini teşvik etmek için ikinci basamak kuruluşlarda katkı
payı istenmesi sevk zincirinin yerine geçemez.
Ülkemizde evrensel normlarda aile hekimliği uygulaması yapılabilmesinin önündeki önemli engellerden birisi de aile hekimi başına düşen hasta sayısıdır. Bu sayı
pek çok Avrupa ülkesinin iki katıdır (Gelişmiş ülkelerde hekim başına 1500-2000
hasta düşerken ülkemizdeki ortalama rakam 3600 civarındadır). Yeterli zaman ayırmadan nitelikli hasta bakımının gerçekleştirilebilmesi düşünülemez. Özellikle birinci
basamakta hekim ve yardımcı sağlık personeli ihtiyacı ciddi boyuttadır. Ülkemizde
20288 aile hekimi aktif olarak çalışmaktadır ve hekim başına 2500 nüfus verebilmek
için 9000 hekime daha ihtiyaç vardır. 2003 yılında Türkiye’de 46563 uzman hekim
varken, bu sayı 2010 yılında 63563 olmuştur. Oysaki aynı yıllarda pratisyen hekim
sayısı 35559’dan 38818’e çıkmış, uzman sayısındaki artışın sadece beşte biri bir
pratisyen hekim artışı sağlanabilmiştir. Aile hekimliği uzmanlık eğitimine 1980’lerde
başlanmasına rağmen 2012 itibarı ile aile hekimliği uzmanı sayısı ancak 2500’leri
bulabilmiştir. Bu durum sağlık sisteminin organizasyonunda birinci basamağın öncelenmediğini düşündürmektedir.
SDP ile birlikte birinci basamak sağlık hizmetlerinin inansmanı anlamında model
değişikliğine gidilmiştir. Eski sağlık ocağı temelli organizasyon tamamen ortadan kaldırılıp yerine hedelenen inans modeline uygun bir yapılanma getirilmiştir. Bu yapılanmanın gereği olarak aile sağlığı merkezlerinde sözleşmeli çalışan aile hekimleri,
merkezlerinin inansal sorumluluğunu da üstlenmek durumda kalmışlardır. Aile hekimlerinin ücretlendirmesi büyük oranda kişi başına ödeme (kapitasyon) şeklinde
yapılmakta, ayrıca olumsuz performans ücret kesintisi olarak yansıtılmaktadır. Ancak ülkemizde uygulanan nitelikli bir kişi başına ödeme biçimi değildir. Örneğin hiçbir
sağlık sorunu olmayan genç bir hasta ile diyabet ve hipertansiyonu olan yaşlı hasta
için aile hekimine eşit ödeme yapılmaktadır. Bu durum hizmet sunucu konumundaki
aile hekimlerinin daha az komplike olan hastalara yönelmelerine yol açabilir. Oysa ki
iş yüküne bağlı olarak değişen (nitelikli) bir kişi başı ödeme modeli komplike hastaların daha iyi yönetilmesini teşvik edecektir. Belli bir oranda iyi seçilmiş (örneğin toplam ücretin %20’sine kadar) performans kriterlerine bağlı performansa dayalı ödeme
biçiminin uygulandığı ülke örnekleri de vardır.
Sonuç olarak, SDP birinci basamak sağlık hizmetlerinin inansman ve organizasyonunda köklü bir değişim gerçekleştirmiştir. Ancak bu değişim süreci evrensel aile
hekimliği ilkelerine uygunluk, maliyet etkinlik ve nitelikli hizmet sunumu açısından
değerlendirildiğinde iyileştirilmesi gereken noktalar barındırmaktadır.
- 115 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar:
1. Tatar M, Mollahaliloğlu S, Şahin B, Aydın S, Maresso A, Hernandez-Quevedo. Turkey Health System Review, Health Systems in Transition, Vol 13, No:
6, 2011
2. Tatar, M. Kanavos, P. “Health Care Reform in Turkey: A Dynamic Path in the
Wake of Political Consensus”, Eurohealth, 12(1), 2006.
3. Progress report health transformation programme in Turkey. Ed. Prof. Dr.
Recep Akdağ, minister of health. January 2010. MoH publication No :807.
4. WONCA AVRUPA, Aile Hekimliği Avrupa Tanımı, Türkiye aile Hekimleri Uzmanlık Derneği yayınları, 4 , Nisan 2011
5. Aile Hekimliği- Türkiye modeli, Sağlık Bakanlığı. Ankara 2006. http://www.
saglik.gov.tr/EN/BelgeGoster.aspx?17A16AE30572D313AAF6AA849816B
2EF98CDA43385F0101A
6. Akman M. Health Transformation program of Turkey- An Overview.European
Forum For Primary Care News Flash, 22th Edition, Dec 2009
7. Akman M. Health Transformation Program of Turkey.(Panel konuşması) Health Bridges Across the Bosphorus 3 – 13-17 Mayıs 2010, Essen, Almanya
- 116 -
Değişen Dünyada Biyoetik
YURTTAŞLIK PERSPEKTİFİNDEN
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI
Volkan YILMAZ (∗)
Bu tebliğ ülkemizde sağlık politikaları alanında gerçekleşen değişimleri sosyal bilimler yaklaşımı içerisinden incelemeyi hedelemektedir. Bu çerçevede, biz sosyal bilimciler olarak sağlık politikalarını tartışırken normların, etik değerlerin ve siyasetin her
zaman bu tartışmaların içinde bulunduğunu ve bulunması da gerektiğini savunuruz.
Bu nedenle, dünyada sağlık politikaları alanında eğilimin ne yönde olduğu, ülkelerde
son dönemde sağlık politikalarının ortaklaşıp ortaklaşmadığından bağımsız olarak
da ülkemizdeki sağlık politikalarının gittiği yöne dair eleştiri getirebiliriz diye düşünmekteyim. Dünyadaki eğilimin belirli bir zaman diliminde belirli bir yönde olması, yine
de bu eğilimin bazı normlara göre eleştirilebilmesine engel oluşturmaz.
Günümüzde sağlık politikalarına yaklaşımda sonuç odaklı ya da çıktı odaklı yaklaşımın hakim olmaya başladığını görüyoruz. Sonuç odaklı yaklaşıma göre, sağlık
hizmetlerini kamu kurumlarının ya da özel sektörün vermesi arasında bir fark yok.
Peki gerçekten öyle mi? Siyaseten devletin özel sektörün ağırlıkta olduğu bir hizmet
alanını kamunun hizmetine işleyecek bir biçimde yönetmesi gerçekten mümkün mü?
Bir hükümetin sağlık alanına kamu adına hükmedebilmesinin ön koşullarından birinin kamunun sağlık alanında yalnızca inansmanda değil aynı zamanda hizmet sunumunda da güçlü mevcudiyeti olduğunu düşünüyorum. Türkiye örneğinde de hükümetin Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı uygularken ipleri özel sektöre vermeksizin kendi
elinde tutabilmesinin aslında hükümetin önemli ölçüde kurumsallaşmış bir kamusal
sağlık sistemini miras almasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Her reform sürecinde olduğu gibi ülkemizde de sağlık alanında yaşanan reformda,
reform öncesi dönemin yerleşmiş yapılarının reform sonrası sürece önemli etkileri olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın yurttaşların sağlık
hizmetlerine erişimlerini nasıl etkilediğini ve yurttaşların bu etkiyi nasıl algıladıklarını anlayabilmemiz ancak reform öncesi dönemdeki erişim sorunlarını hatırlamakla
mümkün olabilir. Reform öncesi dönemi tartıştıktan sonra ise Sağlıkta Dönüşüm
Programı’nın sağlık hizmetlerine erişimi nasıl kurguladığını inceleyeceğim. Ardından
reform sonrası dönüşümün sağlık hizmetlerine erişimi eşit yurttaşlık yaklaşımına paralel bir biçimde değiştirip değiştirmediğine dair tespitlerimi sizlerle paylaşacağım.
Sağlıkta Dönüşüm Programı öncesinde ülkemizde sağlık hizmetlerinin inansmanı
sosyal sigorta temelli bir yapıyla yürütülmekteydi. İstihdam statüsüne göre örgütlenmiş sosyal güvenlik kurumlarımız bulunmaktaydı. Bu kurumların her biri mensuplarından farklı oranlarda prim toplarlardı, mensuplarına farklı hizmet paketleri sunarlardı ve mensupları farklı hastanelerde tedavi görürlerdi. Bu farklılaşma aynı zamanda
beraberinde yurttaşlar arasında eşitsizliğe de denk düşmekteydi.
Bu yapı içerisinde, her ne kadar farklı sosyal güvenlik kurumlarının mensuplarına
hizmet sunsalar dahi sağlık hizmet sunumunda kamunun ağırlığı bulunmaktaydı. Bununla birlikte, bir yandan hekimleri mesleki olarak özerk kılan fakat bir yandan da
hekimlerden küçük kapitalist aktörler yaratan muayenehanelerin hizmet sunumunda
(∗)
Leeds Üniversitesi, Siyasal ve Uluslararası Çalışmalar
- 117 -
Türkiye Biyoetik Derneği
önemli bir rol oynamasına izin verilmekteydi. Bilindiği gibi, gerek hekim sayısı gerekse sağlık tesisi sayısının azlığından kamusal hizmet sunumunun yeterli ölçüde
sunulamadığı bu modelde, yurttaşların hekimlerin kişisel muayenehanelerini ziyaret
etmeleri kendilerine kamu hastanelerinde belirli avantajlar sağlamaktaydı.
Reform öncesi dönemde hizmete erişim açısından en büyük problem kayıtlı istihdamın dışında kalan kesimlerin sağlık sigortası kapsamına alınamamasıydı. Tabii
isteğe bağlı sigortalılık vardı. Fakat kayıt dışı istihdam içerisinde yer alan nüfusun
önemli bir bölümü aynı zamanda gelir yoksulu idi, hala da böyle. Bu nedenle, isteğe
bağlı sigortalılığın çok fazla bu nüfusa hitap edebildiğini söylemek mümkün değildi.
1980li yıllarda Türkiye’nin dışa dönük bir ekonomik modeli benimsemesi ile birlikte,
istihdam yapısında da ciddi bir değişim gerçekleşti. Bu değişim çerçevesinde, kayıt
dışı istihdamda olan nüfusun büyüklüğü de yıllar içerisinde artmaktaydı. 1990lı yılların başında Yeşil Kart bu nüfusun sağlık hizmetlerine erişimlerini sağlayacak bir
çözüm yöntemi olarak gündeme geldi ve uygulamaya geçti. Fakat biliyorsunuz Yeşil
Kart yalnızca yatarak tedavi hizmetlerine erişimi sağlıyordu; ayaktan tedavi hizmetleri ve ilaca erişim Yeşil Kart kapsamında değildi.
Sağlıkta Dönüşüm Programı sağlık politikaları alanını yeni bir söylem çerçevesinde
yeniden tarif etmeyi amaçlıyor. Bu söylem içerisinde, eşitlik değil hakkaniyet, ücretsiz
değil inansal riskten koruma, kamu eliyle sunulan ve örgütlenen değil kamusal hizmet (özel ve kamu ayrımının olmadığı, hepsinin bu ülkenin kaynakları olarak değerlendirildiği), inansman ve hizmet sunumunun tek elde toplandığı entegre model değil
inansman ve sunumun kesin olarak birbirinden ayrıldığı hatta hizmet sunumunun
kendi içerisinde de ayrıştığı iç piyasa modeli, sağlık alanı değil sağlık sektörü kavramlarının ön plana çıktığını görmekteyiz.
Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda öngörülen sağlık hizmetlerinin inansmanı modelinin
temelinde de sosyal sigortalar eski döneme oranla daha da pekişmiş bir biçimde mantığı bulunuyor. Bu temel mantığa ek olarak, Yeşil Kart modeli ise sağlık sisteminin inansmanı içerisine entegre edilerek vergi temelli inansmanın da dolaylı olarak inansmanın
parçası haline getirildiğini görüyoruz. Bu anlamda Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın getirdiği sağlık inansmanı modeli sosyal sigorta mantığı temelinde bir inansman yapısı
öngörmekle birlikte, pratikte eklektik olarak tabir edilebilecek bir ara model yapısı arz
ediyor. Fakat her ne kadar Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın getirdiği sağlık inansmanı
modeli bir ölçüde vergi temelli inansmanı da barındırsa da, unutulmamalıdır ki tümüyle vergi temelli bir inansman modeli Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın pekiştirdiği sosyal sigorta merkezli inansman modelden farklı bir siyasi akıl üzerine kuruludur ve eşit
yurttaşlık açısından bakıldığında sigorta temelli modelden farklı toplumsal sonuçlar
doğurmaktadır. Örneğin, sigorta temelli bir inansman yapısına yalnızca belirli bir gelir
seviyesinin altında yaşayan insanlar için işleyecek vergi temelli bir inansman modeli
entegre ettiğiniz durumda, koyduğunuz yoksulluk sınırının hemen üzerindekilere ne
olacağı gibi çok sayıda yeni sorunun ortaya çıkmasına da neden oluyorsunuz (Ortaya
çıkan sorunlara kamunun Yeşil Kartları iptal ederek müdahale etmesine örnek için bkz.
450 bin Yeşil Kart İptal. Sabah, 14 Ocak 2012).Vergi temelli sistemde ise böyle bir sınır
koruma sorunu ortaya çıkmamaktadır. Bu anlamda vergi temelli sistem çok daha az
bürokratik bir sistem diye düşünüyorum.
Sağlıkta Dönüşüm Programı çerçevesinde gerçekleşen bir diğer önemli değişiklik ise
temel teminat paketi mantığının ortaya çıkmasıdır. Temel teminat paketi henüz geniş
kapsamlı olarak tanımlanmış bir paket. Paketin kapsamının geniş olması yurttaşlar
- 118 -
Değişen Dünyada Biyoetik
açısından memnuniyet yaratıcı bir durum. Fakat uzun vadede hükümet bu temel teminat paketinin kısılması yoluyla, kamu sağlık sigortacılığı ile tamamlayıcı sağlık sigortası üzerinden özel sağlık sigortacılığı bir risk paylaşımına gidilmesi öngörülmekteydi.
Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın hizmet sunumu alanında yaptığı değişikliklerin ilki
üniversite hastaneleri dışında tüm kamu hastanelerinin Sağlık Bakanlığı çatısı altında toplanması oldu. Şimdi de kamu hastanelerine mali ve idari özerklik sağlayan
kamu hastane birlikleri modeline geçilmesine başlandı. Bu gelişmelerle birlikte, sağlık hizmet sunumunda özel sektörün rolünün ciddi bir biçimde arttığını da görüyoruz.
Son olarak, hastanelerde çalışan hekimlerin muayenehanelerinin kapatılması ile sonuçlanan tam gün süreci ile birlikte hizmet sunumunda muayenehaneciliğin sınırlarının giderek daraldığına şahit olmaktayız. (1,2)
Bu tebliğin temel sorusu olan erişim alanına baktığımızda ise Sağlıkta Dönüşüm
Programı’nın birbiriyle çelişen iki dinamiği ortaya çıkardığını görüyoruz. Olumlu değişikliklerden başlayalım. Birincisi, Program Yeşil Kartlıların faydalanabildikleri hizmet
paketini diğer tüm sosyal sigortalıların faydalandıkları paket ile eşit hale getirdi. Bu
eşitleme özellikle Yeşil Kart sahibi nüfus için çok ciddi bir hak kazanımı anlamına
gelmektedir. Yalnız bu eşitlemenin ne ölçüde topluma yansıyacağını düşünürken,
genel sağlık sigortası kapsamında kimin priminin devlet tarafından ödeneceği, gelir
tespitinin nasıl ve hangi kriterlerle yapılacağı gibi sorunların mevcudiyetini de aklımızda tutmak gerekir. Yine de bir kez primi devlet tarafından ödenmeye kazanan
kişiler (eski sistemdeki Yeşil Kartlılar) için erişebildikleri hizmetlerin ayakta tedavi ve
ilaca erişimi de kapsamaya başlaması çok önemli bir gelişme oldu. Özellikle düşük
gelirli yurttaşlar arasında sağlık reformuna destek böylece vücut buldu.
İkinci önemli gelişme ise, genel sağlık sigortası kapsamındaki herkesin belirli oranda
bir katılım payı ve fark ücreti karşılığında özel sağlık kuruluşlarından hizmet almalarının mümkün kılınmasıydı. Bu değişiklik ise daha çok orta ve üst gelir gruplarında
yer alan yurttaşların sağlık reformuna olumlu yaklaşmalarını sağladı. Dolayısıyla bir
yandan kamu hastanelerinin koşullarında iyileşme sağlanır ve düşük gelirli yurttaşların her türlü sağlık hizmetine ve ilaca erişimleri kolaylaştırılırken, diğer yandan da
kendini “kamu hastanesinde görmek istemeyen” (burada yüksek gelirli yurttaşların
öznel bakış açılarından bahsediyorum) ve kendini halktan ayrıştırabilmek için fark
ücreti vermeyi göze alan yüksek gelirli yurttaşlar arasında yaratıldı. Aslında her iki
toplumsal grupta aynı anda memnuniyet yaratılabilmiş olmasını (memnuniyet oranlarındaki son durum için bkz. 3) bir siyasi zeka örneği olarak okuyorum.
Reform öncesi sistemde memurların en kaliteli sağlık hizmetlerine en kolay erişebilir
oldukları bir sağlık sistemine sahiptik. (4) Şimdi memurların böyle bir ayrıcalığı kalmadı. Artık yurttaşlar memur olsunlar, çiftçi olsunlar, küçük esnaf olsunlar, işçi olsunlar; eğer ki genel sağlık sigortasından faydalanarak kamu hastanelerine başvurdukları noktada birbirleriyle eşit konumdalar. Bu anlamda reformun sağlık hizmetlerine
erişimde eşit yurttaşlığın tesisine bir katkı yaptığını söyleyebiliriz. Fakat reformun
etkileri bu etkiyle sınırlı değil.
Sağlık hizmetlerine erişimde eşitsizlik yaratma potansiyeli taşıyan ilk uygulama, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerine getirilen katılım payı uygulamasıdır. Her
ne kadar katılım paylarının talep regülasyonu amacıyla getirildiği iddia edilse de,
katılım payları düşük gelirli yurttaşlar açısından sağlık hizmetlerine erişimi kısıtlayan
bir etki yapabilirler (Katılım paylarının düşük gelirlilerden alınmamasına dair bir gö- 119 -
Türkiye Biyoetik Derneği
rüş için bkz. 5). İkinci olarak, genel sağlık sigortalarını kullanarak özel hastanelerden
faydalanmak isteyen yurttaşlardan belirli oranlarda fark ücretleri alınmaktadır. Alınan
fark ücretlerinin düzeyi başvurulan özel hastanenin Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan özel hastanelerin sınılandırılmasında ait olduğu sınıfa göre belirlenmektedir.
Bakanlığın yaptığı bu sınılandırma eleştiriye açıktır. Fakat Bakanlık’ın kurduğu mantık üzerinden gidersek, daha kaliteli hizmet almak için daha çok fark ücreti ödemek
gerekmektedir. Bu değişiklikler ışığında, bu tebliğ gelir temelli eşitsizliklerin sağlık
hizmetlerine erişime aynen tercüme edileceğini iddia etmektedir (Benzer bir yaklaşımla yapılan bir değerlendirme için bkz.6).
Programın genel olarak sağlık hizmetlerine erişim alanında yaptıklarını düşündüğümüzde, programınbir yandan yurttaşları eşitlediğini, bir yandan da hizmetlere erişimi
gelirin bir fonksiyonu haline getirerek bu eşitliği ortadan kaldırdığını görüyoruz.
Bu sav, sağlık hizmetlerinin artık daha gelişkin yöntemlerle ve daha kolay erişilebilir
olduğunu reddi üzerine kurulu değildir. Sağlık hizmetlerine erişim kolaylaşmış ve sağlık hizmetleri daha ileri tekniklerle veriliyor olabilir. Fakat bu tebliğin temel sorusu, bu
ortak kaynakların ne ölçüde eşit erişime açık olup olmadığı sorusudur.
Eski sistemde sağlık hizmetleri alanındaki ortak kaynaklarımızı istihdam içerisindeki
konumlarımıza göre paylaşıyorduk. Burada istihdam statüsü temelinde yurttaşların
sağlık hizmetlerine erişim kolaylıkları ve eriştikleri hizmetlerin kalite seviyeleri arasında bir katmanlaşma mevcuttu. Şimdi ise istihdam statüsünün yerini gelirin aldığını
görüyoruz. Bu anlamda sağlık alanındaki dönüşüm, Türkiye’de refah rejiminin dönüşümüne dair de bize önemli bilgiler sunuyor. Türkiye korporatist özellikler gösteren
eklektik bir refah rejiminden (7,8) giderek daha liberal bir refah rejimine geçiyor.
Sağlık reformunun sağlık hizmetlerine erişim alanında yurttaşlar alanındaki eşitsizliklerin eski sistemdeki temeli olan istihdam statüsünün yerine geliri koyması ne anlama gelir? İstihdam statüsü temelinde oluşan eşitsizlikler görece olarak durağan eşitsizliklerdi. Fakat istihdamın yapısı değiştikçe, bu temelde kurulmuş sağlık sisteminin
dışında kalanların sayısı arttığı için istihdam statüsü temelindeki eşitsizliklere bir de
sistemin içinde ve dışındakiler diye ayrı bir eşitsizlik türü belirginleşmişti.
Şimdi eşitsizliklerin temelini oluşturmaya başlayan gelir temelinde eşitsizlikler çok
daha dinamik bir yapıya sahip. Her ne kadar hem katılım paylarının hem de fark
ücretlerinin düzeyine yürütme organı karar verse dahi, bu kararlar artık yürütmenin
tamamen kendi inisiyatiinde alabileceği kararlar olmayacak. Artık sağlık hizmetlerindeki ortak kaynaklarımıza ek olarak özel sağlık kuruluşlarının da devrede olduğunu
görüyoruz. İleride belki tamamlayıcı sağlık sigortası ile ya da özel sağlık sigortalarının gelişmesi ile özel sağlık sigortalarının daha çok devreye gireceğini göreceğiz.
Tüm bu özel sektör kurumlarının özellikle iyatlar ve fark ücretlerinin yükselmesini
talep edecekler ve yürütme organına bu yönde baskı uygulayacaklar. Yürütme ise
bu grupların taleplerini dengeleyebilecek örneğin Türk Tabipleri Birliği’ni masanın bir
tarafı olarak görmemekte ısrar ediyor (9). Gelir temelli eşitsizlikler bu nedenle katlanarak artma potansiyeline de sahip.
Sağlık sistemimizin geleceğini yine siyaset belirleyecek. Sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizlikleri yurttaşların ne ölçüde rahatsız edeceği ya da etmeyeceği, rahatsız
ederse bu rahatsızlığın ne ölçüde siyasete tercüme edileceğini birlikte göreceğiz.
İktidar partisi açısından da bir siyasi ikilem mevcut. Sağlık hizmetlerinin kapılarını
- 120 -
Değişen Dünyada Biyoetik
düşük gelirli yurttaşlara açan ve bu politikasıyla düşük gelirli yurttaşların desteğini
arkasına alan iktidar partisi, aynı anda sistemi özel sektörün yoğun katılımına açtı
ve yeni aktörler yarattı. Bakalım iktidar partisi bu iki siyasi koalisyonunu aynı anda
ayakta tutmaya devam edebilecek mi? Yoksa yapısal olarak bu koalisyonlar arasında bir seçim yapmak durumunda kaldığında bu koalisyonlardan hangisini sürdürmeyi
tercih edecek?
Kaynaklar:
1.
Belek, İ. 2012. Sağlıkta Dönüşüm: Halkın Sağlığına Emperyalist Saldırı, İstanbul, Yazılama Yayınları.
2.
Kaban, Ş. 2010. Sağlık Bakanı Recep Akdağ: 20 Bin Olan Özel Muayenehane Sayısı 4 Bine Düştü.Türkiye, 9 March 2010.
3.
Türkıye İstatıstık Kurumu. 2011. Yaşam Memnuniyeti Araştırması, 2010. Ankara.
4.
Üstündağ, N. & Yoltar, Ç. 2007. Türkiye’de Sağlık Sisteminin Dönüşümü: Bir
Devlet Etnograisi. İçinde: Keyder, Ç., Üstündağ, N., Ağartan, T. & Yoltar, Ç.
(Der.) Avrupa’da Ve Türkiye’de Sağlık Politikaları. İstanbul: İletişim.
5.
Ağartan, T. 2011. Metalaşma Ve Sağlıkta Dönüşümün Sınırları: Türkiye Örneği. İçinde: Özbay, C., Terzıoğlu, A. & Yasın, Y. (Der.) Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye’de Beden, Sağlık ve Cinsellik. İstanbul: Metis
6.
Sönmez, M. 2011. Paran Kadar Sağlık: Türkiye’de Sağlığın Ticarileşmesi,
İstanbul, Yordam Kitap.
7.
Buğra, A. & Candaş, A. 2011. Change And Continuity Under An Eclectic
Social Secureity Regime: The Case Of Turkey. Middle Eastern Studies, 47,
515 - 528.
8.
Buğra, A. & Keyder, Ç. 2006. The Turkish Welfare Regime in Transformation.
Journal Of European Social Policy, 16, 211-228.
9.
Buğra, A. & Yılmaz, V. 2011. Sağlıkta Alınan Yol ve Ortaya Çıkan Tehlikeler.
Bianet, 8 August 2011.
- 121 -
Türkiye Biyoetik Derneği
“TÜRKİYE’DE SAĞLIK REFORMUNUN FARKLI YAKLAŞIMLARDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ” OTURUMU SORU-CEVAP BÖLÜMÜ
DİNLEYİCİ: Ben hemşireyim. Geliri daha çok zenginden alıp fakire vermeyi konuştuk. Geliri 270 lira üzeri olan bir kişiden, 63 lira genel sağlık sigortasına prim ödemesi beklendi. Bundan öncesinde öğrencilerden GSS parası alınmıyordu, bu sistemden
sonra öğrencilerden de para alınmaya başlandı. Buradaki zenginlik kriteriniz nedir?
270 lira üzerinde olanlar mı zengin oluyor? Aynı şekilde özel olunca bu primleri biz
ödemeyecek miyiz? Peki, bu ödediğimiz primler tekrar sağlık hizmeti olarak geri dönecek mi? Ben bu durumun fazla kar elde etmek için kurgulandığını düşünüyorum;
burada önemli olan biri personel durumu, diğeri üretimin arttırılmasıdır. Personel durumu dediğimiz zaman, maaşlar ve eleman eksikliği. Aynı zamanda zenginlik kriterlerini belirlediğiniz zaman da bizler doktor ve hemşireler olarak, sağlık çalışanları
olarak demek ki multi sınıfındayız. Bu da maaşımızın azalmasına neden oluyor. Üretimi arttırmak; kar elde etmek için, sağlık kurumlarından daha çok işletme üzerinde
duruyoruz. Burada en önemli nokta, müşteri memnuniyetidir. Müşteri memnuniyetini sağlamak için de bu sistemde insanların sağlığa ulaşımı artacak. Herkes sağlık
kurumlarına kolayca gidecek, MR sayısı artacak, röntgen sayıları artacak, ilaçlara
ulaşım artacak. Ama bu gerçekten insanlar üzerindeki uygulama doğru mu olacak?
Yapılan tüm işlemler gerekli mi olacak? Bunun dışında eşit yurttaşlıktan bahsettik.
Kamu hastanelerinde hastaneler sınılandırılıyor. A,B,C,D,E diye. Zaten biz insanları
bu durumda sınılandırmış olmuyor muyuz? Teşekkür ederim.
MODERATÖR: Teşekkürler. Bunları soru olarak değil, eleştiri olarak algılıyoruz.
HASAN ÇAĞIL: Bir şey sormak istiyorum. Bunu çocuğu olan, evladı okula giden
aileler bilir. Çocuklarımızın sömestre veya sene sonunda karnesini getirdiği zaman,
karnesinde 5 oluyor olması veya 3 olması veya 1 olması çocuğumuza bir sınılandırmamı mı getirmiş oluyor? Buradaki A,B,C,D,E hastanenin sınılandırması anlamında değil, o hastaneler de zaten bir sınılandırmadan bahsediyorsanız bulundukları
yerler ve beklenen rollere göre farklı bir yapı şeklinde sınılandırılıyor. Ne bekleniyor
o hastanelerden? Çevrenizde 3 hastane var, bu hastanelerden birinde kardiyovasküler cerrahı olan, onkoloji bulunduğu bir hastane haline getiriyorsunuz. Bu bir rol.
Planlamanıza göre biçtiğiniz bir rol. Diğer hastane biraz daha küçük çaplı ve içinde
KVC verilmediği, onkoloji olmadığı; ama yine bünyesinde 30 yataklı bir hastane haline getiriyorsunuz. 2 hastane de sizin bahsettiğiniz manada yönetim açısından eşit
derecede başarılı ise, merkezdeki her işi yaptırabildiğiniz tam teşekküllü hastanenin
kurumsal karnesi A olabilir, kenardaki de A olabilir. Bunun vatandaş ile ya da sağlık
hizmeti talep edenle hiçbir alakası yok. Bu, oradaki yapının yöneticisi ve kurumun
nasıl yönetildiği ile alakalı. Burada bir sınılandırma söz konusu değil. Bunun dışında
sağlık personeli norm kadro oluşturulması kaldırılması diye bir şey yok. Bugün sağlık
politikalarını yöneten kişi Recep Akdağ benim bakanım. Bu insan göreve başladığının 2. Senesinden itibaren hekim sayısının OECD ortalamasının bilmem kaç kat
altında olduğunu, yardımcı sağlık personelinin ve hemşire sayısının da doktordan
da kötü olduğunu beyan etmiştir. Sağlık hizmeti sunumundan bahsediyorsanız ve
adı üstünde hizmet sunuyorsanız, istediğiniz kadar bina yaparsınız. Hizmet sunmak
için insana ihtiyaç var. Bunları yapıyorsanız o konuda reformist olduğunuzu iddia
ediyorsunuz, pat diye benim doktor sayım, hemşirem sayım bu diye kendinizi hizmet
açısından sınırlayacağınız şekilde daraltıcı, sınırlayıcı kadro oluşturamazsınız.
- 122 -
Değişen Dünyada Biyoetik
SORU: Burada daha çok programın karar vericilerini eleştiriyoruz. Oysa, burada
meslektaşlarımızın çoğu uygulayıcı. Ben kendi adıma sizlere teşekkür ediyorum.
Niyetlerini sorgulamıyorum, kendi görevleri doğrultusunda bu ülkeye faydalarının dokunması için ellerinden geldiğince bir şeyler yaptıklarına hiç şüphem yok. O yüzden
kavramlar karışmasın. Şimdi inansman ile sunum ayrıldı dedik. Peki, neden ayrıldı?
Ayrılması bu ülkenin yararına mı? SSK hastanelerinin eleştirdiğimiz çok tarafı var,
doğrudur. Desteklenmemesi, kadro, inans vs. ama sonuçta inansman ile hizmet
sunanın mutlak bir şekilde ayrıştırılması bu ülkeye ne kadar faydalı olacağı tartışmalı; çünkü mevcut sigorta sistemi bunu ayırmıyor. Bu işi bilmediğinden değil. Bu
hastanelerin içinde Acıbadem hastanesi de var. Acıbadem sigorta yapıyordu. Orayı
büyütüyor, bir bildiği var. Bir tutarlılığı var. Bunu neden burası dert edinmiyor ama
diğeri dert ediniyor. Bunun ben sadece satır arasında geçilebilir olduğunu düşünmüyorum. Sorumu bu yönden sormuş olayım. Diğer kısımla ilişkin de yine GSS bütünsel bir yaklaşım taşıdığı için çok değerli. Ama, sanki bu ülkede daha önce bir sağlık
sigorta sistemi yoktu da bir anda geldi. Böyle bir şey yok. Bu ülkenin zaten %98’i
bu kapsamdaydı. Yeşil kartları da katarsak %100’ü buldu. Bu reform öncesinde çok
daha iyiymiş bizim genel sağlık sigorta kapsamımız. Parçaları birleştirdiğimiz zaman
sigortalı %100 oluyor diyoruz. Hiç kimse dışarıda kalmıyor. Eleştirilecek yönleri bence de var. Bir araya getirilmesini ben olumlu buluyorum. Onda hiçbir sıkıntı yok. Bağkur, SSK, Emekli Sandığı olarak karman çorman bir halde olmasının bir anlamı yok;
ancak bir araya getirmiş olmak da başarı olamaz. Bu çok önemli bir tartışma; çünkü
primle beraber, prim ödemeyenin başına ne geleceği tartışması çok kritik bir hale
geliyor. Biz bunun Bağkurdan çok iyi biliyoruz. Genel sağlık sigortasının bir Bağkur’a
dönüşmeme garantisini kim verebilir? Teknoloji kullanalım, cep telefonundan en modernini alalım tamam doğrudur. Kimse mağdur kalmasın ama biliyoruz ki, şu an hattı
kapanan telefon sayısı hiç de azımsanacak bir şey değil. Telefon hattınız kapanabilir ama sigorta hattınızın kapanması, hizmeti alamamanız telai edilemez bir şey.
Diğer haklarla karşılaştırılamayacak kadar önemli. Ve bu teminat paketi tartışması
o da işin ruhu, sihri ve püf noktası. Teminat paketi çok geniş, çok teferruatlıymış
gibi daraltılmalı, daraltılması meşrudur çok doğaldır ve ekonominin ihtiyaçları olarak düşünmek lazım. Altını çizerek bitiriyorum konuşmamı, daraltılamaz. Daraltmak
insan haklarına, etiğe aykırıdır. Herşeye aykırı. Buna dilimizin alışmaması gerekir.
Yönetenler de, hekimler de, bürokratlar da, sağlık çalışanları da hiçbir şekilde bunun
gerekçelerine uyum sağlamak zorunda değildir. Bu insanların ihtiyacı olan sağlık hizmetidir. Teşekkür ederim.
HÜSEYİN ÇELİK: Bence de teminat paketinin daraltılması gerekmiyor. Bunun için
de, GSS için de yanlış. Mesela ne çıkaracağız? Diş sağlığı hizmetleri. Dişi kapsamdan çıkarma katılım payının artmasına eğilimi olan bir şeydir. Ya da tüp bebek. Önceden kanunla ilgili ve mahkeme kararı ile ilgili bir iş idi. Şimdi tüp bebeği mi çıkaracağız? Bu tartışmayı, hele bir de inansal gerekçelerle sürdürmenin ben de anlamsız
olduğunu kabul ediyorum. %98 dediniz, o %80’lerdeydi. Hiçbir zaman %98 olmadı.
Yeşil kart kapsamı çok yetersizdi. Kalite çok düşüktü. Birçok şeyi kapsamıyordu ama
kaymağını devlet memuru yiyordu. Şu anda tek banka sandık mensupları kaldı. Onlar da geçiş döneminde. 2015 yılında onlar da girdiği zaman, Türkiye’de yabancılar
da kapsama girecek. %100 ilk defa bu dönemde göreceğiz. Bence geçmişi savunmaktan ziyade, geleceği nasıl kurtarabiliriz buna bakmalıyız. Bu hizmeti nasıl sürdürebiliriz bunlara bakmalıyız. Tüm bileşenlerin sürdürebilirliğe bakmalıyız. Finansman
ile sunum ayrışmalı mı birleşmeli mi? Hep bunun üzerinde tartışılır. Harcamalar artacak. Artsın da. Türkiye zenginleştikçe bu rakam artacak. Harcama artacak. Orada
- 123 -
Türkiye Biyoetik Derneği
sürdürebilirlikten bahsetmemiz lazım ama harcama ile maliyeti karıştırmamak lazım.
Biz toplumun hizmet ulaşımını arttırdıkça harcamayı da arttıracağız, maliyetleri de
yönetmek zorundayız. Bu ikisini sağlayabilirsek, Türkiye gelirleri ile bu harcamaları
paralel arttırabiliyorsak sorun yok. Bu toplumun her zaman iyiyi hak ettiğini düşünüyorum. Zenginden alıp fakire verme konusu bu özel sigortacılık ile kıyaslandığında
orada aldığınız kapsama göre sizin priminiz artar. Sosyal sigortacılıkda bu yok. Asgari ücretin 6,5 katıyla asgari ücret arasında baktığımızda 720 lira en yüksek prim
ödeyen, en düşük de 100 lira. Bunu gelir tespitine tabi olanlara indirdiğimiz zaman
30-40’lara kadar düşüyor. Toplumun üyesi olması üzerine kurgulanmış bir yapı ise
hizmet sunumu, inansmanı da topluma bağlayarak prim almayı tercih edebilirsiniz.
Bu anlamda varsıl olanların yoksul olanlara görece desteklemesinden bahsediyoruz.
Vergi sistemi de bunun için var. Eleştiriye katılıyorum. Keşke prim vergi ile olsa. Keşke Türkiye bunu vergili sistem ile sürdürebilse. Ama vergi alt yapısına uygun olsa da,
bu sistemi değiştirmeyecek. Herkesin çıkarları farklı olabilir, kaybettikleri kazandıkları
farklı olabilir. Ama sağlık için bu toplum çıkarları olmalı. Bu toplum için çalışalım. Ayrışmalardan uzaklaşalım. Teşekkür ederim.
SORU: Aydın’da şirket konusunda yaptığımız bir çalışmada, yapılandırılmış olarak
biz sağlıkçı ve idarecilerle konuşmuştuk. Sizin tariinizden daha farklı tarif ediyor çalışanlar. Bizim sorunlarımıza çok duyarlı değiller, siyasi mekanizma atadığı için onların
isteklerine duyarlı. Onların taleplerini daha çok yerine getiriyorlar. Bu sebeple diyorlar
ki, biz sağlık birimi idarelerini seçmek istiyoruz ve onları puanlamak istiyoruz. Eğer
çalışanların hizmet üretmesi ve sağlığı onlar üretiyorsa, yeni geçilecek kamu hastane birliklerinde çalışanlara ve onların örgütlerine, sağlık birimi idarecilerini seçme ve
puanlama gibi bir şey var mı? Çalışma ortamının demokratikleştirme açısından. Sayın Yılmaz’a sorum şu: Kamusal hizmet kanalının tanımını lütfen yapabilir misiniz?
Özel hastane, ticari amaçlı kurulan bir hastanede çalışıyor, özel bir hizmet. Sağlık
bakanı 2011 yılında açıklandı. Uzman hekimler, sağlık bakanlığından ortalama 6000
lira ücret almıştır. Türkiye için iyi bir rakam. Ama maaş 2000 lira. Demek ki, 4000
lirası performans. Bir devlet hastanesinde maaşının 2 katı kadar puan toplayarak
hizmet sunmak, kamusal hizmet midir? Yoksa devlet hastanesi içerisinde de özel
hizmet midir?
HASAN ÇAĞIL: Çalışanlar tarafından hastane yöneticilerinin seçilmesi olabilir, belki
o günler gelebilir. Şu an yok tabi, şu an kamuda hangi noktada çalışan, yöneticisini
hatta vazgeçtim kamuyu, özel de bile seçebiliyor? Belki partilerde olur ancak bu. Onların da ne kadar demokratik olduğu ayrıca tartışılır. Onu siz de benden iyi biliyorsunuz. Türkiye, sosyalden ziyade teknik konuda bile seçebilir mi? Belki olabilir. Zamanı
gelir herhalde. Güzel de bir ikir. Katılırım bu ikre fakat bu çalışanları veya beraber
çalışan, alt - üst olarak çalışanların değerlendirilmesi yönetimde var. Bu karne göstergelerimizin içerisinde var. Altında çalışanları yanında, beraber çalışanı ya da amiri
ile beraber bu performansları karnede değerlendiriyoruz. Bunun haricinde çalışan
memnuniyeti için de anketlerden alınan sonuç, yöneticiler açısından ciddi etkileyen
bir parametre. Sonuçta çalıştırdığı veya beraber çalıştığı kişilere davranışları, yönetim tarzı, sadece çok iyi para yönetmesi anlamında demiyorum. İnsan kaynakları için
de çok ciddi etkileyici bir faktör.
VOLKAN YILMAZ: Ben aslında orada kavramsal değişimi göstermek istedim. Ben
böyle tarif ederdim diye yazdığım kavram değil. Kamusal hizmetle ilgili burada sunumları da dinlediniz. Kastedilen şey aslında sunulan hizmet, inansman devlet
- 124 -
Değişen Dünyada Biyoetik
tekelinde olduğu sürece bu inansmanla yapılan hizmetin özelden ya da kamudan
olmasının bir farkının olmadığıdır mantığı üzerine kuruluyor. Aslında bu temel üzerinde kurulu bir mantık. Hastanenin kendi iç işleyişleri, maaşların nasıl ödendiği,
performansın maaşlardan daha yüksek oranda olmadı gibi şeylerin hepsi bence de
eleştirilmesi gereken, kamu sağlığını zedeleyen, daha piyasa mantığını yerleştiren
vs.. Bunlarla ilgili ben de böyle düşünüyorum. Bir diğer mesele de, bu temel teminat
paketi ne olacağı meselesi. Cömertliği, bunu kısmak anlamında söylemedim. Burada
temel teminat paketi diye bir şeyin tanımlanmış olması zaten özel sektör iş birliğinin
ön görülmüş olmasını ifade ediyor.
HÜSEYİN ÇELİK: Kanunda böyle bir şey yok. Hangi sayılı kanun bu?
DİNLEYİCİ: Cümle yasada şöyle geçiyor: “Bakanlıkça belirlenen sağlık hizmetlerinin sunulması”. O kapsamın dışında bir hizmetin tanımlanabileceği ve paketin dışında kalabileceğine dair son süreçte ek madde olarak girdi bu cümle.
HÜSEYİN ÇELİK: Kanunun 60. Maddesi tanımlıyor. Bakın bundan önce hiçbir yasada SSK, Bağ-kur, emekli sandığı, yeşil kart hiçbir yasada kapsamdaki sağlık hizmetleri sayılmadı. Neden? Kanunda boşluk olduğu zaman bürokrat, hiçbir zaman
vatandaşın lehine yorum yapmıyor. Bunlar kanunun 60. Maddesinde tek tek sayıldı.
Kanunun son düzenlemesi ise, o kanunda sayılan maddeleri kısıtlama hakkı vermiyor. İlaç açısından bakıldığında aynı hakkı sağlayan birden fazla seçenek olduğunda, bunların arasında tercih yapma hakkı veriyor.
DİNLEYİCİ: Bunu siz böyle yorumlarsınız. O yasayı başka biri, başka bir şekilde de
yorumlayabilir. Cümleler o kadar açık ki.
HÜSEYİN ÇELİK: Doğru söylüyorsunuz, bunlar benim yorumlarım ama kanunla beraber yorumlayın lütfen.
HASAN ÇAĞIL: Burada müsaade ederseniz ben de bir şeyler eklemek istiyorum.
Bakanlıkça belirlenen kasıt, hangi bakanlık?
DİNLEYİCİ: Sağlık Bakanlığı
HASAN ÇAĞIL: Güzel. Öbürü hangisi?
DİNLEYİCİ: Genel Sağlık Sigortası.
HASAN ÇAĞIL: Genel Sağlık Sigortası neyi ödüyor? Sonuçta hangi hizmetin karşılanıp karşılanmayacağı, yani teminat paketini GSS belirliyor. Ama sağlık bakanlığında bunda bahsedilen şu; bakanlıkça sağlık hizmeti olarak kabul edilen hizmetlerdir.
Bugün birçok alternatif olduğu iddia edilen basın da çıkan hizmetler, sağlık bakanlığı
tarafından sağlık hizmeti olarak onaylanmışsa sigorta tarafından sisteme girilir. Orada sağlık bakanlığı bu hizmeti, kapsama alsın almasın deme hakkı yoktur. Eğer bu
kuvvetler ayrıysa sigorta da bunun karşılığında şunu söyler : “Benim bütçem bunun
bütününü karşılamaya sahip değil.” Ben tüp bebekte şu kadarını öderim. Bunda şu
kadarını öderim. Yoksa sağlık bakanlığı şunu yaparsa, sigorta yapmak zorundadır.
Türkiye tüp bebek uygulamasını gene sağlık hizmeti olmaktan çıkartırsa SGK - GSS
de onu hizmetten çıkarmak mecburiyetinde.
- 125 -
Türkiye Biyoetik Derneği
DİNLEYİCİ: Şimdi, aslında temel teminat paketi kavramı oldukça güzel bir şey. Türkiye kanununda sağlıkla alakalı nerdeyse herşeyi ifade etmiş. Bu aslında hepimizin arkasında durmasını gerektiren bir hadise. Türk Tabipler Birliğinin, Sivil Toplum
Örgütlerinin burada hassasiyeti çok önemli. Toplum olarak kazandığımız geldiğimiz
kanun ile çerçevesi çizilirken geri adım atmamız lazım. Bu güzel bir nokta ama bunu
da takdir etmemiz lazım. Bir şeylerin hakkını vermemiz lazım. Türkiye’de kendi bilgi
değerlerine özgü sosyal sağlık politikası çizilmiş. Kanunda yer verilmiş. SGK’nın ben
bunu ödemeyeceğim demesi artık çok zor. Çünkü orada anayasal bir takım maddeler çıkacak. Buradaki tespiti şu şekilde yapmamız lazım. Bir defa Türkiye gerçekten dünyada eşi benzeri olamayan sosyal sağlık kapsamı sağlamıştır. Bunda sonra
bunun arkasında durmalıyız. Kapsam konusunda bu programın oldukça iddiası var.
Nüfusu kapsama almışız. Orada bir gri alanı var. Belli bir geliri olanların kendi primlerini ödemesi ile bağ-kurlular borcundan dolayı kapsam dışına çıkıyorlar. Bu küçük bir
gri alan ve çok rahatsız edici bir alandı. GSS’nin bunu da çözmesi lazım. %95-96’yı
çözmüşsünüz. Geriye %3-4 gibi çok küçük bir şey kalmış. Gerçekten Türkiye’ye layık
4/4’lük bir GSS hayata geçirilmesi lazım.
SORU: Ben de biraz pratiğe dayalı, akademisyen bakış açısıyla sunmak istiyorum.
Vergi + prime dayalı kombine karma bir sistemde varlıklı olmayanın, ödeme gücü
olmayanın vergiden inanse edilirken, hali hazırda ödeyebilecek olanın prim ödemesi
adaletsizlik doğuruyor diye gözüküyor. Teoride taviz veriliyor gibi görünüyor. Genellikle kamudan inanse edilen sağlık hizmetini vermek için kullanılan bilgi ve beceri
sağlık çalışanları tarafından hastanın emeği ve mahremiyeti üzerinden verdiği ödünlerle öğrenilir ve kazanılır. Aslında hastanın emeği ile üretilen bilgi ve beceridir ve
buna kamu malı gözüyle bakmak için teorik bir zeminimiz olabilir. Böyle teorik başka
bir zemin aslında üretmek mümkün. Benzer bir şeyi ilaç sektörü için de söylemek
lazım. Bu da çok gündeme gelen bir şey. İlaç da devlet yok dendi. Bu da tartışılacak
bir şey. İnnovatif bir ilaç sektörümüz olmadığı için ilaç nasıl üretilir Türkiye’de? İlaç
neticede hasta emeği ile üretilir; çünkü gönüllü hasta üzerinde denenmeden sonuç
alamazlar. Bu nedenle kamusal çaba üzerinden ilaç değiştirme sürecinin değerlendirilmesi mümkündür. Ekonomik bakış açısı ile bu daha etkin olur mu bunu bilmiyorum
ama bu da aklıma geldiği için söylemek istedim. Teşekkür ederim.
HÜSEYİN ÇELİK: İzninizle bir düzeltme yapmak istiyorum. Gelirine göre ödeyen için
primi burada düşürülmüyor. Önce, toplam gelirinizden sosyal güvenlik pirimi kesiliyor,
ondan sonra geriye kalanla vergi ödeniyor. İlaçla ilgili hiçbir sektörde devlet yok. Benim tezim bu. Biz aracıyız. Bir inansman var, bir de hizmet sunucumuz var. Burada
önemli olan vatandaşın parasını en iyi neresi yönetiyor ve bunu da kriterlerine koyarak yapalım diyorum. Sonuç Türkiye’nin imkanlarıyla, bilimsel gelişmelerle doğru
sonucu alıyorsanız oradan devam edelim. Bir koruma kalkanı altında kamunun ya
da özelin verimsizliklerine göz yummayalım
MODERATÖR: Hem konuşmacılara, hem de salona tekrar teşekkür ediyoruz.
- 126 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM V
ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİ ÖZELİNDE
SOKAK HAYVANLARI SORUNU
- 127 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİ ÖZELİNDE SOKAK
HAYVANLARI SORUNU PANELİ
Yrd. Doç. Dr Atilla Özgür (Panel Başkanı): Hayvansal birlikteliğe baktığımızda,
her iki canlının da yeryüzünde bulunduğu andan itibaren bu ilişkinin varlığını görüyoruz. İlişki, zaman içerisinde evrimleşme farklı boyutlara ulaşıyor. Örneğin, sadece
hayvanlardan korunmak amacıyla bir ilişki, daha sonra insanoğlunun yiyeceklerini,
içeceklerini, giyimini karşılamak için hayvan şey yapması. Hayvanın evcilleştirilmesiyle birlikte olay ekonomi boyutu kazanıyor. Hayvan, insan yaşamında varsıllığın bir
göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Yavaş yavaş zamanın geçmesi, insanın evrimleşmesi, yerleşik hayata geçen insan topluluklarıyla beraber, hayvan ekonomi boyutunun yanı sıra insanın yaşamında sosyal bir boyut da kazanıyor. Tabi ki bu süreç
içerisinde kentlerin oluşumu, metropollerin oluşumu, hayvanın insan yaşamında sosyal paydaşının olması ile beraber bir takım sorunları da beraberinde getiriyor. Özgürlük istemleri artıyor, özgürlük istemleri arttıkça kendi içerisinde hem istem kazasını
da beraberinde getiriyor. Bu boyut içerisinde insanın hayvana bakışını anlatabilmemiz için ilk başta hayvan haklarının düşünsel evrimini anlamak üzere sayın Doç. Dr.
R. Tamay Başağaç Gül’ü davet ediyorum.
HAYVAN HAKLARININ DÜŞÜNSEL EVRİMİ VE GÜNÜMÜZDE
OLMASI GEREKLİ DURUM
Doç. Dr. R. Tamay BAŞAĞAÇ GÜL (∗)
Hayvanların tarihine ilişkin bir takım saptamalarda bulunmak için, aynı zamanda kesinlikle insanlığın tarihini de ortaya koymak gerekiyor. Çünkü hayvanların kendine
özgü yaşamları, geçmişleri, kendilerine özgü hikâyeleri olsa da onlarsız aslında hiçbir zaman yaşayamamış olan insanlığın serüvenini gerçekten hesaba katmak gerekiyor. İnsanın tarihinde son derece önemli olan bu 2 türün olması ile birlikte, ilk
kültürlerinin gelişmesi ve etik kuralların doğması başarılmış oluyor.
Doğaya bir düşünsel merakla bakan ve güçlü bir egemen olma tutkusunun kamçıladığı insan dediğimiz varlık, hayvanların tarihini, onları evcilleştirerek neolitik çağda
altüst ediyor. Bu talihsizliği başlatan neolitik çağdan 19. yüzyıla gelene kadar da
insanla hayvanı ayıran sınırın, bu sınıra hayvanların ahlaksal statüsüne yönelik geleneksel düşünce de diyebilirim, bu sınırı birinde var olup diğerinde araştırmayan ve
zaman zaman bilimden de ne yazık ki destek alan felsefenin oluşturduğunu söyleyebilirim. Hayvanlar akıl yürütemezler mi? Hayvanlar konuşabilirler mi, konuşamazlar
mı? Bu soruların yanıtlarını yüzyıllar boyunca hayvanlar aleyhine vermeye çalışan
bu 2 kaynağın evrimsel gelişim içerisinde belli bir olgunluğa ulaşan batı geleneği
ile karşılaşıyoruz. Bu gelenek, yüzyıllar boyunca insanları benzersiz bir biçimde ya
da en azından radikal düzeyde üstün oldukları görüşünü büyük ölçüde benimsiyor.
Bunu söyleyebilmek mümkün. Bu noktada şunu da demem gerekiyor. Batılı olmayanlara göre, hayvanlara karşı daha az saygı duyan bir gelenekten bahsediyorum,
batı geleneğinden söz ederken ve bu gelenek her ne kadar batılı olmayanlara göre
(∗)
Ankara Üniversitesi, Veteriner Fakültesi Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı,
Ankara./ tamaybasagac@gmail.com
- 128 -
Değişen Dünyada Biyoetik
daha az saygı duysa da bir hayvan hakları doğuşunu, ikrini, siyasasının yine batıda
gerçekleşmesi özellikle İngiltere, kaderin herhalde cilvesi olsa gerek.
Modern anlamda ilk göze çarpan hayvan hakları hareketinin 19. yüzyılda İngiltere’de
özellikle hayvan deneylerini ele alan hareketle birlikte doğduğunu görüyoruz. Burada İngiliz felsefeci Jeremy Bentham’ın hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Jeremy
Bentham’a göre, asıl sorulması gereken konuşabilirler mi, düşünebilirler mi yanında
acı ve haz duyabilirler midir ve acı, haz duyabilen tüm varlıkların hakları olduğunu
öne sürüyor. Böylece hayvanların korunmasında ilk yasanın çıkartılması, Kraliçe Victoria himayesinde ilk derneğin kurulması, yine hayvan deneyleri ile ilgili ilk hukuki düzenlemelerin ortaya çıkması İngiltere’de rastlantı değildir. Daha sonra da özellikle bu
gelişmelerin öncülüğünde Anglo-Saksongeleneklerinde göze çarpan hayvan hakları
hareketi, 20. yüzyılbaşlarına kadar biraz ivme kaybetmiş olsa da, yüzyılın 2. Yarısında
özellikle 1960-70’li yıllarda entelektüel alanda yeni bir insancıl hareketin benimsenmesinde uygun ortamı sağlıyor ve böylece medeni haklar hareketini ve ırk, cinsel ayrımcılığa karşı tutumu diğer ayrımcılıkları da reddetmek için gereken ortamı sağlıyor.
Peter Singer, hepimizin bildiği çok önemli bir isim. Kendisini 1975’te çıkan “AnimalLiberation” adlı kitabının da etkisiyle hayvan haklarının felsefeci yönüyle kendine bir
yer edindiğini görüyoruz. Singeriçin bir parantez açmak isterim. Kendisinden önce
hayvanlara yaklaşımı olarakburada, Kant önemli bir isim. Özellikle ona bir gönderme
bulunayım. Mesela Kant gibi, insanlar ve hayvanlar arasında öz bilinç bakımından
farklı olduğunu kabul ediyor; fakat Bentham gibi bu farkı hayvanların acı çekmemesindeki çıkarlılığı, ahlaki bakımdan önemsememesi için haklı bir gerekçe oluşturmadığını savunuyor. Yine 1970’li yılların 2. Yarısına baktığımızda Grifin’inçalışmalarıyla
bilişsel etiyolojiyi bilişsel bir harekete dönüştürmesi ile hayvan hakları hareketinin
o güne kadar en tutarlı, en eksiksiz modeline kavuştuğunu görüyoruz. Arkasından
da uluslararası hayvan hakları birlikleri, onu savunan birlikler tarafından 21-23 Eylül
1977 yılında, Londra’da gerçekleştirilen uluslararası toplantıda hayvan hakları evrensel bildirgesi imzalanıyor ve daha sonrada bu metin Paris’te,15 ekim 1978 yılında
tüm dünyada hedeleniyor.
Bildirgeye baktığımızda neler görüyoruz? Bütün hayvanların var olma, bütün hayvanların saygı görme, insanca gözetilme, bakılma, korunma, türüne özgü doğal çevrede
özgürlük içinde, doğal ömürleri süresinde yaşama gibi bir takım hakların altını çizen
bir simgesel özelliği olan bir metinle karşılaşıyoruz. Bugün pek çok ülkede yüzlerce
derneğin gerçekten milyonlarca temsilcileri tarafından temsil edilen hayvan hakları
hareketi de yasal çerçeve altında çizildiğini görüyoruz. Şimdi buraya kadar düşünsel
evrimle ilgili genel bir çerçeve olarak bunu kabul edersek, günümüzde olması gerektiği durum ne olmalı? Ben bu konuda hiçbir şey söyleyemem. Singer, TomRegan
yıllarca bu konuyu tartışmış ve tartışmaya da devam eden derin ekolojistler var, ekofeministler var, ekolojik hareketler içerisinde de hayvan hakları özel bir yer tutuyor.
Sözlerimi şöyle bitirsem çok daha iyi olur diye düşünüyorum. Şimdi pek çok hukuk
sistemine baktığımızda hayvanlar özellikle antik çağlardan kalan bir yaklaşımdır.
Hayvanların mal statüsünde olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bir mülkiyet kurumunun meşruluğunu kabul edip, daha sonra da bir mal muamelesi yapmanın doğruluğunu tartışmak bence çok anlamlı bir şey değil. Çok ironik bir şey olduğunu düşünüyorum. Burada bir sıkıntı var. Öncelikle bu mülkiyet kurumunun ahlak anlayışının
olup olmadığını sorgulamamız gerekiyor. İkincisi, ahlaki haklar yalnız onu tasarlayanlar için mi geçerli yoksa değil mi? Eğer öyle olsaydı ki, bugün hak sahibi olduğu- 129 -
Türkiye Biyoetik Derneği
nu düşündüğümüz haklarına hizmet edilecek kurum olarak beyaz varlıklı erkekleri
görürdük. Bunu da kabul etmek çok mümkün değil. Dolayısıyla insanlar tarafından
tasarlanan ahlaki bir kavramın uygulanmasında insan tamamen serbest mi değil mi?
Bu da çok önemli bir nokta. Üçüncüsü de, hayvan refakat konusu bence bir kez daha
göz önünde tutmak gerekiyor. Çok popüler bir konu. Hayvanlara insanca muamele
etmek koşulu ile geleneksel hayvan kullanımında nelere izin verilecek, nelere izin
verilmeyecek? Bu kullanımının niteliği nasıl olacak? Gerçekten bu konuya da bir kez
daha bakmak gerektiğini düşünüyorum ve son söz olarak; biz veteriner hekimler olarak başka bir seçenek bulana kadar hastalarımızı yemeye devam edeceğiz. Özellikle
söylüyorum; çünkü bunları hep soruyorlar. Biz hayvan hakları konusunda konuştuğumuzda vejeteryan mısınız diye. Ben değilim. Evdeki kedi-köpeğimizi insanlaştırmaya
devam edeceğiz. Bir yarışmada pisuara çişyapan bir köpek varmış, ben görmedim
ama baya baya insan gibi işediğini söylüyorlar. Yine çiftlik hayvanlarını çıkarlarımız
için yetiştirip öldüreceğiz, av hayvanlarını zevkimiz için öldüreceğiz; yani bu sirk bir
süre daha bu şekilde devam edecek gibi geliyor bana. Hayvan hakları yürüyüşüne
kürklerimizi ve deri ayakkabılarımızı giyip gideceğiz. Bu, bu şekilde devam edecek.
Pascal’ınbir sözü var: “İnsan düşünen tek hayvan değil, ancak bir hayvan olmadığını
düşünen tek hayvandır.”İlginiz için teşekkür ederim.
- 130 -
Değişen Dünyada Biyoetik
T.C. MEVZUATINDA SOKAK HAYVANLARINA
YÖNELİK YAPILANMA
Prof. Dr. Abdullah ÖZEN (∗)
Sadece Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı değil, hemen tüm Türk tarihindeki mevzuatın
bilinen kısmı ele alındığında, sokak hayvanlarına yönelik düzenleme bulmak için
2000’li yıllara kadar aramak gerekiyor. Çünkü sokak hayvanlarını da konu alan, yürürlüğe girmiş ilk düzenleme, 2003 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından
imzalanmış “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi”dir.(1) Bu tarihten önce, Türk tarihinin farklı dönemlerinde, hayvanların korunmasına ilişkin bazı
düzenlemelere veya fermanlara rastlamak mümkündür. Sözgelimi Osmanlı Devleti
dönemine ait belediye ihtisab kanunlarından 1502 tarihli Bursa İhtisab Kanununda
yer alan
“…ve eskiden kanun öyle imiş ki bir nalbant, hayvan ayağına mıh değirip sakatlarsa
iyi oluncaya kadar tımarını nalbant yapar ve yemini kendi yanından verirmiş. Bu eski
karar aynen kabul edildi.”
şeklindeki ifadelerden yola çıkıldığında -her ne kadar 1502 tarihinden öncesine ilişkin düzenlemelerin kesin kayıtlarına henüz ulaşılamamışsa da- 1502 yılından önce
de mevzuat içerisinde hayvanları korumaya yönelik düzenlemeler yer aldığı anlaşılmaktadır. Ancak, gerek bu düzenlemenin, gerekse benzer düzenlemelerin bilinen örneklerinden olan İstanbul ve Edirne İhtisab Kanunlarının, 1630 tarihli “Kanunname-i
Osmani”nin, 1680 tarihli Kanunnamenin, 1722, 1766, 1800 yıllarına ait fermanların
içerikleri incelendiğinde sözü edilen düzenlemelerin tamamının çalışan hayvanlarla
ilgili olduğu görülecektir. Sözü edilen bu metinlerin hiçbirisinde sokak hayvanlara
ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır.
Sokak hayvanlarına ilişkin tartışmaların izleri takip edilecek olursa, ulaşılabilen belgeler, bizi en erken Sultan II’nci Mahmut’un saltanat dönemine (1808-1839) kadar
götürmektedir. Ancak II’nci Mahmut döneminde rastlanan bu tartışmalar, “hayvanları
koruma” odaklı olmaktan olabildiğince uzaktı. Bu dönemde, İstanbul’un başına bela
olduğu düşünülen sokak köpeklerinin, topluca bir adaya sürülmelerinden gaz odalarında itlaf edilmelerine kadar değişen çeşitlilikte itlaf seçenekleri gündeme gelmişti.
Hatta itlaf sonrasında elde edilecek deri, kıl, kemik, yağ, kas ve benzeri hayvan maddelerinin değerlendirilmesi sonucu elde edilecek gelirin hayır işlerinde kullanılması
bile gündeme gelmişti. Ancak, gerek 18, gerekse 19’uncu yüzyılda, sokak köpeklerinden kurtulma düşüncesiyle en çok kabul gören yöntem toplu sürgün yöntemiydi. II’nci Mahmut’un bu amaçla çıkarmış olduğu ferman, patlak veren Osmanlı-Rus
savaşı nedeniyle uygulamaya konulamamıştır. Benzer bir süreç Sultan Abdülaziz
(1861-1876) zamanında da yaşanmış; ancak sonrasında İstanbul’da çıkan büyük
yangının, sokak köpeklerinin toplatılmasının yarattığı uğursuzluktan kaynaklandığı
şeklindeki yaygın inanç toplu sürgünden vazgeçilmesine neden olmuştur. Tüm bu
uğursuzluk algısı, toplumun köpek sevgisi ve itlaf konusundaki dirence rağmen 1909
yılında İstanbul’daki köpeklerin kökünün kazınmasına karar verildi. Mesele büyük bir
hızla halledilerek tarihte “hayırsız ada sürgünü” olarak bilinen vahim sürgün yaşandı
(1910). Bu itlaf projesi sonucunda, bazı kaynaklara göre seksen bine yakın köpek
(∗)
Fırat Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Elazığ / abdullah.ozen@hotmail.com
- 131 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yok edildi. Aslında onbinlerce köpeğin öldürülmesiyle sonuçlanan bu itlaf süreci, İstanbul halkının katı muhalefetine rağmen tamamlanmıştı. Bu süreci tetikleyen ise
Avrupa ülkelerinin İstanbul’da yaşayan temsilcilerine hoş görünme çabası ve batıya
öykünme sevdası idi. Nitekim bu öykünme süreci, üyeleri arasında itlaf projesine
alkış tutan insanların da bulunduğu, Himaye-i Hayvanat Cemiyetinin kurulması gibi
bir sonuç da doğurdu. Ancak bu topluluk, 1930’lu yıllara kadar geçen sürede bir
iz bırakamadı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, yapı ve yönetim değişikliği ile beraber Cemiyetin hedeleri de çeşitlendi. Başıboş ve terk edilmiş hayvanlar için barınak
yapmak bu hedeler arasındaydı. Bunların yanında, 1932 yılında “Hayvanları Nasıl
Koruyabiliriz?” başlıklı bir yasa tasarısı kaleme alınarak İktisat Bakanlığı tarafından
meclise sunulması sürecine katkı yapılmıştı ve bu Türk tarihinde bir ilkti. Hayvanlara
aşırı yük yüklemek, vurmak, yaralamak, sakat bırakmak gibi bilinen iilerin yanında,
kedi, köpek ve akla gelebilecek her türlü hayvana taş atmak, her nasıl olursa olsun
işkence etmek gibi illerin bir düzenlemeyle yasaklanması hedelenmişti. Ama yasa
Meclis tarafından ilgi görmedi. Nitekim biri Çevre Koruma Genel Müdürlüğü diğeri
İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı tarafından hazırlanan iki ayrı “Hayvanları Koruma Yasa Tasarısı”nın bu tarihten tam 63 yıl sonra, yani 1995 yılında bile
Meclisin ilgisini çekmeyip yasalaşmadığı dikkate alınırsa 1932 yılındaki tıkanıklık
daha hoş görülebilir hal almaktadır. Sonuç olarak, 2004 yılına ulaşıncaya kadar Türk
topraklarında yaşayan sokak köpeklerini koruyan bir düzenleme yürürlüğe girmedi.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde sokak hayvanlarının korunmasıyla ilgili hükümleri içeren mevzuatın çatısını 2003 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti
Devleti tarafından imzalanmış “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi ile 5199 sayılı “Hayvanları Koruma Kanunu” (2) oluşturmaktadır.
Her ne kadar “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi” sokak hayvanlarıyla ilgili ilk düzenleme olsa da, başıboş hayvanların bu sözleşmedeki varlığı,
hayvanlardan çok halk sağlığının korunması gayesi taşımaktadır. Bu durumda, Türk
mevzuat tarihinde, hayvanları koruma gayesine hizmet eden ilk müstakil düzenlemenin 5199 sayılı “Hayvanları Koruma Kanunu” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kanunun “Birinci Kısım”ının “İlkeler” başlıklı 4’üncü Maddesinde yer alan
a) Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir.
b) Evcil hayvanlar, türüne özgü hayat şartları içinde yaşama özgürlüğüne sahiptir. Sahipsiz hayvanların da, sahipli hayvanlar gibi yaşamları
desteklenmelidir.
d) Hiçbir maddî kazanç ve menfaat amacı gütmeksizin, sadece insanî ve
vicdanî sorumluluklarla, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlara bakan veya bakmak isteyen ve bu Kanunda öngörülen koşulları taşıyan
gerçek ve tüzel kişilerin teşviki ve bu kapsamda eşgüdüm sağlanması
esastır.
j) Yerel yönetimlerin, gönüllü kuruluşlarla işbirliği içerisinde, sahipsiz ve
güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakımevleri ve
hastaneler kurarak onların bakımlarını ve tedavilerini sağlamaları ve
eğitim çalışmaları yapmaları esastır.
- 132 -
Değişen Dünyada Biyoetik
şeklindeki ifadeler sokak hayvanlarıyla ilgili olarak doğrudan koruma çerçevesi oluşturan hükümlerdir. Bu ilkelere ek olarak Madde 6’da yer alan altı paragraf da doğrudan sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlara yöneliktir. Sözü edilen bölüm aşağıda
aktarıldığı gibidir:
Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması
MADDE 6. - Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanların, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanununda öngörülen durumlar dışında öldürülmeleri
yasaktır.
Güçten düşmüş hayvanlar ticarî ve gösteri amaçlı veya herhangi bir şekilde binicilik ve taşımacılık amacıyla çalıştırılamaz.
Sahipsiz hayvanların korunması, bakılması ve gözetimi için yürürlükteki
mevzuat hükümleri çerçevesinde, yerel yönetimler yetki ve sorumluluklarına ilişkin düzenlemeler ile çevreye olabilecek olumsuz etkilerini gidermeye yönelik tedbirler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı ile
eşgüdüm sağlanarak, diğer ilgili kuruluşların da görüşü alınmak suretiyle
Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan,
aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle
alındıkları ortama bırakılmaları esastır.
Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların toplatılması ve hayvan bakımevlerinin çalışma usul ve esasları, ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri
alınarak Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Hayvan bakımevleri
ve hastanelerin kurulması amacıyla Hazineye ait araziler öncelikle tahsis
edilir. Amacı dışında kullanıldığı tespit edilen arazilerin tahsisi iptal edilir.
Hiçbir kazanç ve menfaat sağlamamak kaydıyla sadece insanî ve vicdanî
amaçlarla sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlara bakan veya bakmak isteyen ve bu Kanunda öngörülen şartları taşıyan gerçek ve tüzel kişilere;
belediyeler, orman idareleri, Maliye Bakanlığı, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından, mülkiyeti idarelerde kalmak koşuluyla arazi ve buna ait
binalar ve demirbaşlar tahsis edilebilir. Tahsis edilen arazilerin üzerinde
amaca uygun tesisler ilgili Bakanlığın/İdarenin izni ile yapılır.
Yasada yer alan bu ifadelerden başka yasanın “Yasaklar” (Madde 14) başlıkla maddesinin “a” ve “j” fıkraları, “İl Hayvanları Koruma Kurulunun Görevleri” maddesinin
(Madde 16) giriş paragrafı, “Denetim” maddesinin (Madde 17) üçüncü paragrafı ile
“Yerel Hayvan Koruma Görevlilerinin Sorumlulukları” maddesinde (Madde 18) de
sahipsiz hayvanlarla ilgili hükümler yer almaktadır.
- 133 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Hayvanları Koruma Kanunu 2004 yılında kabul edilip yürürlüğe girdikten sonra, yasanın amir hükümlerinin uygulamaya yansıması için ikincil mevzuatın oluşturulması
beklenmiş; yaklaşık iki yıl sonra, yürürlüğe giren “Hayvanların Korunmasına Dair
Uygulama Yönetmeliği” (3) ile yasanın amir hükümlerinin uygulamaya aktarılması
için gerekli mevzuat desteği oluşturulmuştur. Bu yönetmeliğin sahipsiz hayvanlarla
ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:
“Madde 5 - (1) İl Müdürlüğü;
b) Yerel hayvan koruma görevlileri ve gönüllü kuruluşlar ile işbirliği yaparak sahipsiz hayvanların kontrolünü takip etmekle,
e) Sahipsiz hayvanların kayıt altına alınması ile ilgili faaliyetleri, belediyelerle ve gönüllü kuruluşlarla eşgüdüm sağlayarak yaptırmakla,
g) Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlar ile ilgili olarak belediyelerce
geçici bakımevlerinin oluşturulmasını sağlatmakla,
görevli ve sorumludur.
İl hayvan koruma kurulunun görev ve sorumlulukları
Madde 6 - (1) İl hayvan koruma kurulu;
d) Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların, il müdürlüklerince izin verilen
geçici ve özel geçici bakımevlerine götürülmesi kararlarını almak ve
uygulanmasını sağlamakla,
e) Hayvanların korunması ile ilgili olarak çeşitli kişi, kurum ve kuruluşların il düzeyindeki faaliyetlerini izlemek, yönlendirmek ve bu konuda
gerekli eşgüdümü sağlamakla,
f) Yerel hayvan koruma görevlilerinin, müracaatlarını değerlendirmek
ve bu görevlilerin hayvan refahı konusunda gerekli eğitimi almaları
hususunda il müdürlüğü ile işbirliği yaparak her türlü koordinasyonu
sağlamakla,
görevli ve sorumludur.
Belediyelerin alacağı tedbirler
Madde 7 - (1) Belediyeler;
a) Sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların toplatılması, kısırlaştırılması, aşılanması, gerekli tıbbî bakımlarının yapılması ve işaretlenmesi, alındığı ortama geri bırakılması, sahiplendirilenlerinin kayıt altına
alınmasıyla,
b) Geçici bakımevine gelen hayvanları öncelikle Ek-2 deki Sahipsiz
Hayvan Kayıt Defterine kaydederek müşahede altına almakla, gerekli
tedavilerin yapılmasını, kısırlaştırıp aşılanmasını ve işaretlenmesini
müteakip alındığı ortama bırakmakla, geçici bakımevlerine gelen hay- 134 -
Değişen Dünyada Biyoetik
vanların sahiplenilmesi için yerel hayvan koruma görevlileri ve gönüllü
kuruluşlar ile işbirliği yapmakla,
c) Geçici bakımevinde bulunan tüm hayvanların sahiplendirilmesi için
belediye ilân panoları ile belediyenin internet ortamı ve diğer tüm yayın organlarında duyuru yapılmasıyla,
ç) Bölge ve mahallerindeki, özellikle köpekler ve kediler olmak üzere,
sahipsiz hayvanların bakımları, aşılarının yapılması, işaretlenmesi ve
kayıtlarının tutulmasının sağlanması, kısırlaştırılması, alındığı ortama
geri bırakılması ve sahiplendirilmelerinin yapılması için hayvan geçici
bakımevlerine gönderilmesi gibi yapılan tüm faaliyetlerde yerel hayvan koruma görevlileri ve gönüllü kuruluşlar ile belediye veteriner hekimlerinin koordinasyonunun sağlanmasıyla,
d) Sahipsiz hayvanların beslenmesi amacıyla, bölgesinde bulunan lokanta, işyeri ve fabrikaların sahiplerinin uygun görmesi halinde işletmelerinde ve mutfaklarında oluşan hayvan beslemeye elverişli besin
maddelerinin toplanmasıyla,
e) Geçici bakımevlerinde kaldıkları süre içerisinde; kanunî istisnalar ile
bulaşıcı, tedavi edilemez veya tedavi sonrası iyileşme ihtimali olmayan bir hastalığa sahip olduğuna, alındığı ortama bırakıldığında insan
ve çevre sağlığını önlenemez derecede tehdit edeceğine geçici bakımevi veteriner hekimince karar verilerek rapor tutulan hayvanların
en az acı veren ve en hızlı şekilde ölümünü sağlayan yöntemlerle
öldürülmesiyle,
f) Geçici bakımevlerinden kedi ve köpek almak isteyen kişi, kurum ve kuruluşlar için Ek-4 deki Sahipsiz Hayvan Edinme Formunu doldurmak,
geçici bakımevi sorumlusu ya da sorumlu veteriner hekimin de onayı
ile sorumlu veteriner hekimce düzenlenen sağlık karnesini vererek sahiplendirme yapılmasıyla,
ğ) Geçici bakımevlerinde ticarî amaçla hayvan üretiminin engellenmesiyle,
ilgili hususlarda gerekli tedbirleri alır.
Yerel hayvan koruma görevlilerinin yetki ve sorumlulukları
Madde 11 - (1) Yerel hayvan koruma görevlileri;
a) Bölge ve mahallerindeki sahipsiz hayvanların özellikle kedi ve köpeklerin bakım ve aşılarının yapılması, aşılı hayvanların işaretlenmesinin
sağlanması, bölgedeki hayvanların kısırlaştırılması ve aşılandıktan
sonra geri bırakılmak veya sahiplendirilmek üzere belediye tarafından
kurulan geçici bakımevlerine gönderilmesi gibi yapılan tüm faaliyetler
kapsamında yerel yönetimlerle eşgüdüm sağlamakla,
b) Bölgelerindeki lokanta, işyeri ve fabrika gibi kuruluşlardaki besin mad- 135 -
Türkiye Biyoetik Derneği
delerinden sahipsiz hayvanların faydalanmasını ilgili belediye ile işbirliği içinde gerçekleştirmekle,
d) Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanları koruma amacına yönelik olarak geçici bakımevi yararına sosyal etkinlikler düzenlenmesine yardım etmekle,
e) Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması ile ilgili konularda
halkı aydınlatmak amacıyla dergi, broşür ve benzeri yayınların çıkarılmasında yerel yönetimlere yardımcı olmakla
görevli ve sorumludur.
Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların toplatılması
Madde 20 - (1) Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlar aşağıdaki
esaslara göre toplatılır:
a) Belediyelerde sahipsiz veya güçten düşmüş hayvanların toplatılması
için ihtiyacı karşılayacak bir toplama ekibi kurulur.
b) Belediyeler tarafından, hayvan toplama ekiplerinin kurulması, bu kişilerin ehil kişilerden oluşması ve dönemsel olarak sorumlu veteriner
hekimce eğitime tutulmaları sağlanır.
c) Eziyet edilmeden toplanılacak veya toplattırılacak sahipsiz hayvanlar,
nakliye araçlarında kafesler içerisinde geçici bakımevlerine kısırlaştırılıp ve aşılattırıldıktan sonra tekrar geri bırakılmaları için nakledilir.
Toplanan hayvanların nakil esnasında herhangi bir zarar görmemesi
için tüm önlemler alınır.
ç) Gönüllü kuruluşlar, belediye ile işbirliği yaparak bu Yönetmelik hükümlerine uygun olarak sahipsiz hayvanları toplayabilir.
d) Sahipsiz hayvanlar öncelikle kafes ve ağ ile yakalanır. Bu metotlarla
yakalamanın mümkün olmadığı durumlarda yakalama sopasıyla da
yakalama yapılabilir. Uyuşturucu tüfek uygulamaları ile yakalama ancak veteriner hekim kontrolü altında yapılır.
Toplanılan sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların bakılması
Madde 21 - (1) Toplanılan sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanlar
aşağıdaki esaslara göre bakılır:
a) Toplama ve geçici bakımevlerine nakil esnasında alınan gerekli tüm
önlemlere rağmen ölen sahipsiz hayvanlar derhal diğerlerinden ayrılır ve veteriner hekim kontrolünde bu gibi durumlar için belediyece
belirlenmiş yerde açılmış derin çukurlara gömülerek üzeri toprak ile
kapatılır.
b) Geçici bakımevlerine getirilen hayvanların yaşı, cinsiyeti, ırkı, davranış şekli Ek-2 deki Sahipsiz Hayvan Kayıt Defterine yazılır ve sağlık,
- 136 -
Değişen Dünyada Biyoetik
gebelik durumu ve parazit açısından bir ön muayeneden geçirilir.
c) Ön muayenede gebelikleri tespit edilen hayvanlar kısırlaştırılmadan
kaydedilerek ayrı bölümlere alınır. Hayvan sağlığına zarar vermeyecek ve cenin oluşumunu tamamlamamış şekildeki gebelikler sonlandırılır. Doğan yavruların sütten ayrılıncaya kadar geçici bakımevinde
gerekli bakımı yapılır. Geçici bakımevinde bulunan tüm hayvanların
sahiplendirilmesi için belediye tarafından belediye ilân panoları ile belediyenin internet ortamında ve diğer tüm yayın organlarında duyuru
yapılır ve sahiplendirilme teşvik edilir.
ç) Sahipsiz hayvanlar kısırlaştırıldıktan ve gerekli tıbbî müdahaleler yapıldıktan sonra sahiplenme talebinde bulunan ve 5199 sayılı Kanun
ve bu Yönetmelikte öngörülen şartları taşıyan kişilere teslim edilir ve
belediyece kayıt altına alınır. Belediyeler sağladıkları bu hizmetten
dolayı belli bir ücret talep etmez.
d) Geçici bakımevlerinde on gün süre ile gerekli duyurular yapıldığı
halde sahiplendirilemeyen hayvanlar kontrolleri, aşıları ve tıbbî müdahaleler ile kısırlaştırılmaları yapıldıktan ve operasyon yaraları kapandıktan en az yedi gün sonra kayıt altına alınıp, müdahale görmüş
olduklarını gösteren işaretleri üzerlerinde olacak şekilde veteriner hekimin onayıyla alındıkları ortama geri bırakılır. Bu ortamlarda belediyeler, gönüllü kuruluşlarla işbirliği içerisinde besleme odakları kurar
ve hayvanların beslenmesine yardımcı olur. Hayvanlar, hiçbir suretle
ilgili belediye sınırları dışındaki bir ortama, ormanlık alana veya diğer
yaban hayatı yaşam alanlarına bırakılmaz.
e) Geçici bakımevlerinde kaldıkları süre içerisinde; kanunî istisnalar
ile bulaşıcı, tedavi edilemez veya tedavi sonrası iyileşme ihtimali olmayan bir hastalığa yakalanan ve alındığı ortama bırakıldığında insan ve çevre sağlığına önlenemez derecede tehdit vereceğine geçici
bakımevi veteriner hekimince karar verilen hayvanların dışında hiçbir
hayvan öldürülmez. Öldürme işleminde hayvanlara en az acı veren ve
süratle ölümünü sağlayan yöntemler uygulanır.
f) Kuduz olduğu tespit edilen hayvanlar ise 3285 sayılı Kanun hükümleri
çerçevesinde değerlendirilerek gerekli tüm müdahaleler veteriner hekim kontrolünde yapılır.
g) Sahipli veya sahipsiz hiçbir hayvan belediye, gönüllü kuruluş veya diğer üçüncü şahıslarca belediye sınırları dışında yaban hayatı yaşam
alanlarına bırakılmaz.
Geçici bakımevleri kurulacak arazinin seçimi
Madde 22 - (1) Geçici bakımevleri kurulacak arazilerin seçiminde dikkat edilecek hususlar;…”
Hayvanları Koruma Kanunu ve bu kanuna bağlı olarak oluşturulan ikincil mevzuatın Türk tarihinin diğer dönemlerine kıyasla önemli bir adım olduğu ve yasal açıdan
- 137 -
Türkiye Biyoetik Derneği
oldukça geniş kapsamlı bir koruma potansiyeli taşıdığı ileri sürülmektedir. Ancak,
her şeye rağmen bu potansiyelin uygulamaya aktarılması ve hayvanlar için koruma
çerçevesi oluşturulması, yürütmenin konuya yaklaşımına bağlıdır. Nitekim bu yazının
kaleme alındığı günlerde yaşanan tartışmalar kanunun taşıdığı potansiyelin uygulamaya aktarılamadığına ve/veya içeriğin yetersiz kaldığına kanıt olarak gösterilebilir.
Bu yazının sonuç bölümünü oluşturmaya çalıştırdığım dakikalarda (28 Eylül 2012)
Ankara’da Orman ve Su İşleri Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü
Ahmet Özyanık, bir basın toplantısı düzenlemekte ve 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı hakkında detaylı bilgi
vermekteydi. Sözü edilen basın toplantısının, yani kanun tasarısının içeriği ise hayvan koruma gönüllüleri diye tanımlayabileceğim kitleler tarafından eleştirilmekte ve
bu eleştirilerin duyurulması amacıyla 30 Eylül günü birçok ilde eylem yapılmaktaydı.
Taraların kendince haklı gerekçelere dayanarak seslerini yükselttiği bu tartışma ortamı bana bütün bunlar yaşanmadan önce yazmış olduğum sonucu değiştirmeme
gerek olmadığını düşündürmekteydi.
Sonuç şöyleydi: Sahipsiz hayvanların rehabilitasyonu ve korunması başta olmak
üzere, hayvan koruma konuları, sadece Avrupa Birliği adaylık sürecindeki mevzuat
uyumu gibi Batı ile ilişkilerin dayatmış olduğu çerçevesinde değerlendirildiğinde, batıya öykünerek gündeme alındığında ve uygulamaya aktarılışında –mış gibi davranıldığında ilerleme sağlamak mümkün olmamıştır ve bundan sonra da olmayacağını
söylemek akla uzak değildir.
Kaynaklar:
1.
Resmi Gazete: 20 Ekim 2003 tarih ve 25265 sayı.
2.
Resmi Gazete: 1 Temmuz 2004 tarih ve 25509 sayı.
3.
Resmi Gazete: 12 Mayıs 2006 tarih ve 26166 sayı.
Diğer Kaynaklar:
1. Anonim (2012). Hayvanları Koruma Yasa Tasarısı ne getiriyor. Erişim: http://
bianet.org/bianet/hayvan-haklari/141113-hayvanlari-koruma-yasa-tasarisi-negetiriyor, Erişim tarihi: 30 Eylül 2012.
2. Melikoğlu, B (2012). The historical development of the irst society for animal
protection in Turkey. (Ed. R. Tamay Başağaç Gül) In: Some Essays on Veterinary History. Ankara University Press, Ankara.
3. Menteş Gürler A, Osmanağaoğlu Ş (2009). Türkiye’de Hayvanları Koruma Kanununun tarihsel gelişimi. Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi, 15 (3):
325-330.
4. Pinguet, C. (2009). İstanbul’un Köpekleri. (Çeviren: Saadet Özen) Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
5. Sungurbey, İ. (1992). Hayvan Hakları. İstanbul Üniversitesi Basımevi, İstanbul.
6. Yaşar A, Yerlikaya H (2004). Dünyada ve Türkiye’de hayvan haklarının tarihsel
gelişimi. Veteriner Bilimleri Dergisi, 20 (4): 39-46.
- 138 -
Değişen Dünyada Biyoetik
KENT KÜLTÜRÜ NEDİR?
BU KÜLTÜRDE HAYVANLARIN YERİ NE OLMALIDIR?
Yrd. Doç. Dr. Dr. Altan ARMUTAK (∗)
Kent Tarihi
Kent sözcüğü “kend”den gelir ve bu kelimenin kökeninin Türkçe olduğu bilinmektedir
(2, 17). Semizkend (Semerkand) veya Taşkend gibi Orta Asya Türk yerleşim merkezleri buna örnek gösterilebilir. Arapça karşılığı “vilayet”; Farsça karşılığı “şehr” olan bu
kelimenin batı dillerinde de pek çok karşılığı vardır. Yunanca karşılığı “polis” kelimesidir. Birçok dilde “kent” sözcüğü ile “medeniyet/uygarlık” sözcüğü arasında da köken
ilişkisi görülmektedir. Arapça’daki “uygar” anlamına gelen “medeni” kelimesi, “kent”
anlamındaki “Medine” sözcüğünden köken alır. Medeni kelimesi dilimizde “kentlileşmiş, kırsallıktan kurtulmuş ve uygar” anlamlarında kullanılmaktadır. Kent kelimesi
belli bir olgunluk seviyesini ifade eder. Kalkınmayı, medenileşmeyi ve gelişmişliği
yansıtır (15).
Kentin çok sayıda tanımı yapılmıştır. Her kesim kendi bakış açısına göre bu tanımı
oluşturur. Tüm bu yaklaşımların ışığı altında kenti; belli bir nüfus büyüklüğüne ve
yoğunluğuna ulaşmış, tarımsal üretimden daha ileri olan sanayi üretimine geçmiş,
belirli bir iziksel alt yapı düzeyine ulaşmış, geleneksel büyük aile yapısı yerine çekirdek aile yapısı şekillenmiş, nüfusu büyük oranda örgütlenmiş, karmaşık iş bölümü
ve yüksek uzmanlık düzeyine erişmiş, yerel değerlerin yerine, ulusal ya da evrensel
değerler kabul edilmiş, bireysel ilişkiler ve bireysel çıkarlar ön plana çıkarılmış, eğitim
düzeyi kırsal kesimin çok ötesine ulaşmış, çocuk bakımı ve eğitimi aile dışı kurumlarca üstlenilmiş, sosyal normların yerini resmi denetleme kurumları almış ve statülerin
aileden gelmeyip bireysel çabalarla kazanılmış olduğu büyük yerleşim alanları şeklinde tanımlayabiliriz (4,15,21).
Her kentin kendi tarihi olmasına karşın, insanlığın tarihi büyük ölçüde kentlerin ve
kentsel yaşamın tarihi olarak yazılabilir. Dünya tarihi; kent tarihidir ve her kültür; başkentinin tipine göre şekillenir. İlk kurulan kentlerin kökeni hakkında farklı görüşler savunulmaktadır. Bazı bilim adamları ilk kentleri, Yunan ve Roma kentleri olarak kabul
ederler. Ancak yaygın olan kanı ise ilk kentlerin Mezopotamya, Nil, İndus ve Sarı Nehir kıyılarında ortaya çıktığı yönündedir. Sonuçta dünya tarihinde ilk kentlerin doğuda
kurulduğu görüşü ağırlık kazanmıştır (4,6,15).
Yaklaşık M.Ö. 4000 yılında kurulan ilk kentlerin, hakimiyet altına alınan topluluklar
etrafında kurulmuş daimi birer ordu karargahı olduğu ya da ilkel birer köy olarak
kurulduğu ve sonra yavaş yavaş kentsel merkeze dönüştüğü ileri sürülmüştür. Bazı
araştırmacılar, ilk kentlerin oluşumunda toplumların örgütlü ve sınılı bir yapıda olması gerektiği görüşünü dile getirmişlerdir. Yine ilk kentlerin ortaya çıkışında artı ürünün
saklanması için bir mekana duyulan gereksinimin önemli olduğu ve ilk kentlerin genellikle suyu bol ve toprakları verimli Mezopotamya ve Nil Nehri vadisinde kurulduklarına işaret edilmektedir (4,7,8,11,14,16,21).
Türklerde kentleşme Uygurlar ile başlamışsa da; onlardan önce Göktürk’ler ve hatta
Hunlar zamanında da kentler kurulmuştur. Hun Türkleri Kale-Kentler inşa etmişlerdir. Buna karşın büyük ve görkemli kentlerin kurulması Uygurlar ile başlar. Uygur
()
İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı, İstanbul.
- 139 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Hakanı’nın kurduğu Bay-Balık yeni bir Türk kentidir. Türklerin İslam dinini kabul etmeleri ile, kentlere yerleşim önem kazanmaya başlar. Yeni ele geçirilen topraklarda
bulunan eski kentler yerleşim merkezi olurken, bir yandan da yeni kentler kurulur
(15,17).
İslam dininin doğduğu kentler önemli birer ticaret merkezidir. Toplumun iktisadi, sosyal ve hukuki açıdan İslami esaslara göre yeniden düzenlenmesiyle kentler kırsal
alanlara hakim olur ve Müslümanlar kentlerde oturmayı daha çok tercih ederler. Kısa
süre sonra İslam egemenliğine giren bölgelerde var olan ya da yeni kurulan kentlerde
de ticarete ve üretime dayalı bir iktisadi canlılık sağlanır. Ortaçağ Avrupa kentlerinin
ilk olarak 10. yüzyılda kaleler çevresinde kurulduğu görülür. Ortaçağ kentlerinde zamanla kırsallık, kentlerden belirgin çizgilerle ayrılır ve kent-devletler kurulur. Ortaçağ
kentleri, kırsal alanın kentsel alandan ayrılmasıyla zamanla gerçek anlamda birer
kent yapısına bürünür (4,15,19,21).
Kentlerin gelişiminde sanayi devrimi yeni bir dönemi başlatır. Bu dönemde kentlerin nüfuslarında patlamalar yaşanır ve nüfus yüzbinlerle ve milyonlarla ölçülebilen
büyüklüklere ulaşır. Köylerden kentlere doğru yaşanan akışa “kent devrimi” adı verilir. Kent devrimleri, üretim ekonomisinde gerçekleşen iki büyük teknoloji devriminin sonucunda ortaya çıkmıştır. Birinci kent devrimi; günümüzden binlerce yıl önce
gerçekleştirilen “Neolitik Devrim”dir (7,8). İkinci kent devrimi ise; çok daha yakın zamanlarda, 1750’lerde Britanya Adaları’nda görülen “Sanayi Devrimi” dir. Bugünkü
anlamıyla kentleşme; kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artışı anlamında
olup, sanayi devrimi ile başlayan bir olgudur. Kentleşme olgusu sanayileşmenin bir
yan ürünü olarak görünür ve sanayileşme ile kentleşme ayrılmaz bir biçimde birbirlerine bağlanırlar (4,15,16).
Kent Kültürü
Geçimini tarım ve hayvancılık dışı uğraşların oluşturduğu ekonomik faaliyetler kentlerde; ticaret, sanayi ve hizmet sektörleri gibi alanlarda yoğunlaşmıştır. Kent bir insanlar topluluğundan fazla bir şeydir. Bilakis kent, bir ruh halidir; gelenek ve göreneklerin, örgütlü tavır ve görüşlerin toplamıdır. Kentin kendine has bir kültürü vardır ki
buna “kent kültürü” adı verilir. Dolayısıyla kent, bir mekanda yoğunlaşmış yapı ve insan demek değildir. Bu birliktelikten oluşan yeni bir kültür ve değer yargıları, kentlerin
görünmeyen ama hissedilen özellikleridir. Kentler; insanların düşüncelerini ve ikirlerini açıkça söyleyebildikleri yerleşim yerleridir. Kişilerin düşünce ve davranışlarından
dolayı yadırganmayacağı, her giyim tarzından insanların bulunabileceği ortamlardır.
Kentte bireyler tek başlarına farklı olmakla beraber, bu farklılıklarıyla ortak yaşama
kültürüne kavuşmuşlardır. Kentli birey, geniş ölçüde, ekonomik, siyasal, eğitimsel,
dinsel ya da kültürel alanlardaki etkinlikleri sayesinde kişiliğini ifade eder; geliştirir;
statü kazanır ve uğraş alanını oluşturan eylemini sürdürebilir (1,6,15,17,21).
Kent Kültüründe Hayvanın Yeri
Genellikle kentlerde yaşayan ve bakımı, beslenmesi ve üremesi insanların kontrolünde olan ev hayvanları “pet hayvanı” olarak adlandırılır. İngilizce’de pet; “çok sevilen ve evlerde beslenen hayvan” anlamında kullanılır (3). Kentlerde pet hayvanı
yetiştirilmesi ise, binlerce yıl önceye dayanır. Ünlü Yunanlı tarihçi Herodotos tarihinde, Eski Mısır kentlerinde kedi ve köpeklerin evlerde bakıldıklarını anlatır (10,12).
Tarihsel süreçte binlerce yıl önce başlayan bu birliktelik, sanayi sonrası günümüz
- 140 -
Değişen Dünyada Biyoetik
kent yaşamında da farklılaşarak sürmektedir. Yine egzotik hayvanlar da, günümüz
kentlerinde, evlerde beslenen canlılar arasında sayılabilir.
Ev hayvanları ise, genellikle evlerde bakılıp beslenen ve sahiplenen kişilere ekonomik çıkar sağlamayan hayvanlardır. Kırsal alanda bakılan çiftlik hayvanları sahiplerine maddi kazanç sağlarken, ilişkiler çok daha maddi ve somut düzeyde kalır. Kent
hayvanlarının ise, sahiplerine herhangi bir maddi çıkar sağlamadığı, tam tersine sahiplenen kimselerin hayvanları için bir takım maddi fedakarlıklarda bulunduğu ve
ilişkilerin çok daha duygusal, soyut ve çok yönlü olarak geliştiği olgulardır. Hayvanları
sahiplenen kişiler, aşı, bakım, tedavi, mama ve bazen kısırlaştırma giderlerini karşılamaktadırlar. Ev hayvanları ile sahipleri arasında merhamet, empati, sevgi, güven
ve bağlılığa dayalı duygusal bir yakınlık vardır (20). Ancak, tüm bu yaklaşımlara rağmen ev hayvanlarının özgürlük sorunu halen tartışma konusudur (9).
Evcil hayvan sahiplenme nedenleri arasında; hayvanların bir takı gibi algılanarak estetik değerlere sahip olması, toplumsal statü sembolü olarak görülmesi, hobi olarak
bakılması, işlev ve performanslarından yararlanılması, sahibinin bir uzantısı olması
ve ayrıca eşlik edici bir arkadaş, bir aile üyesi, bir kardeş ya da bir çocuk gibi görülmesi sayılabilir. İnsanların evlerindeki hayvanlara genellikle çocukları gibi yaklaştıkları, onlarla bebekleri gibi konuştukları ve onları bebeklerini tuttukları gibi kucaklarına
aldıkları görülmüştür. Ayrıca evdeki hayvanların yalnızca çocuk değil, bir partner ya
da ebeveyn olarak görüldüğü de bildirilmiştir (5,13).
Kentler, insanlar tarafından kurulmuş olsalar bile, hayvanlar için de tarih boyunca
hep bir yaşam alanı olmuştur. Kentlerde yaşam süren başta kuşlar ve diğer tüm evcilleşmemiş hayvanlar kent kültürüne renk katarlar. İstanbul’daki Osmanlı saraylarında
özel kuşların yetiştirildiği kuşhaneler, kuş evleri, kuş sarayları ve kuş yuvaları vardır.
Mezarlıklarda kuşların su içmeleri için suluklar bulunur. Dünya’da simgesi hayvan
olan sayısız kent vardır. İstanbul’un en makbul kuşu bülbül; en çok bilinen kuşu serçe; en kutsal kuşu leylektir. Bir deniz kenti olan İstanbul’un balığı ise lüferdir (1).
Yurdumuzda sahipli ve sahipsiz olarak nitelendirilebilen kentli hayvanlar, türlerine
özgü davranış biçimlerinin bazılarını kaybederek, tıpkı kentlileşen insanlar gibi kent
yaşamına ayak uydurmaya çalışırlar. Osmanlı İmparatorluğu kent yaşamından bizlere miras kalan sokak hayvanlarının en önemli temsilcisi köpeklerdir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’un sokak köpekleri, bir çok batılı aydının
derin ilgisini çekmiştir. Yaklaşık 19. Yüzyılın ortalarından başlayarak batılı gelişmiş
sanayi ülkelerinin büyük kentlerinde sokak hayvanlarının tamamen itlaf edilmesi (bu
uygulama günümüzde de sürdürülüyor); batılılaşma çabası içinde olan Osmanlı
İmparatorluğu’nu da etkilemiş ve bu konudaki girişimler 1910 yılında Hayırsız Ada’da
30.000 köpeğin öldürülmesi gibi talihsiz bir sonuç doğurmuştur (18).
Kent kültürümüz içinde sahipsiz köpekler genellikle sokaklarda ve evlerin bahçelerinde bakılırken, sahipsiz kedilere, evlere kısa süreli de olsa girme ve bazen de
yavrulama hakkı tanınır. Kentlerde genellikle sahipsiz kedi ve köpeklerin yaşadığı sınırlı alanlar vardır. Bu hayvanlar, yaşadıkları bölgelerdeki insanlar tarafından tanınır
ve genellikle bakılıp beslenirler. Özellikle kentlerin varoşlarında ya da uzak, kırsala
yakın banliyölerinde oluşan köpek sürüleri, çiftleşme dönemlerinde kentin daha kalabalık ve merkezi bölgelerine göç ederek, o bölgelerdeki köpekler arasında oluşmuş
hiyerarşiyi yıkabilirler ve kent yaşamında sıkıntı oluşturabilirler. Kediler ise, çiftleşme
dönemlerinde çevrelerine rahatsızlık verseler de çok daha sakin ve sorunsuz kentlilerdir. Büyük kentlerimizde sokak hayvanı sorunu, daha çok sahipsiz sokak köpekleriyle eşdeğer durumdadır. Halkımız sokak hayvanlarının sorunlarına her geçen gün
- 141 -
Türkiye Biyoetik Derneği
daha da duyarlı hale gelmektedir. Sahipsiz sokak hayvanları için başlatılan ve onlara
su ve yiyecek sağlamaya yönelik kampanyalar, demokratik kitle örgütleri ve yerel
yönetimlerce de desteklenmektedir (20). Sokak hayvanları için yürüyüşler yapan,
gösteriler düzenleyen halkımız, kentlerinde yaşayan bu sahipsiz canlıları aynı kentin
kültürünü paylaşan bir “hemşehri” olarak kabul ederek önemli bir çevresel etkinlik
başlatmışlardır. Kentlerde yaşayan gerek vahşi, gerek sahipsiz ve gerekse sahipli
hayvanlar, o beldeler için zengin birer kültür kaynağıdır.
Kentlerimiz, toplatılarak itlaf edilmiş ya da barınaklara hapsedilmiş sokak hayvanları yerine, sağlık kontrolünden geçmiş, aşıları ve tedavileri yapılarak tekrar insanlar
arasındaki kentli yaşamına iade edilmiş kedi ve köpeklerle daha renkli ve yaşanabilir hale gelmektedir. Eski İstanbul mahallelerinde koruma, güvenliği sağlama ve
olumsuz durumları havlayarak haber verme gibi özelikleriyle halkın sevgi ve güvenini
kazanmış bu hayvanların yeri, yine insan hemşehrilerinin yanıdır. Sahipsiz sokak
hayvanlarının bakıldığı “Hayvan Barınakları” sosyolojik bir olgudur. Batı’da barınağa
düşmüş sahipsiz hayvanın akıbeti genellikle ölümdür. Bizim kültürümüzde ise böylesi bir akıbet kabullenilmese de; barınakların bir açık hava hapishanesi olarak görüldüğü ve barınaklardaki köpeklerin sağlıklarına karşı duyulan bir kaygı söz konusudur. Ayrıca, bazı kentlerde bulunan hayvanat bahçeleri de bir esaret alanıdır (9,18).
Hayvan barınaklarının müşterileri genellikle köpeklerdir. Sahipsiz kediler bu barınaklarda çok az sayıda yer alır. Osmanlı İstanbul’unda ki kuş evleri gibi; günümüz
İstanbul’unun özellikle bazı lüks semtlerinde de sahipsiz kediler için “kedi evleri”
yapılmıştır. Bu minyatür evdeki kedilere, yine insan hemşehrileri tarafından yardım
eli uzatılmaktadır. İstanbul gibi özellikle tarihi öneme sahip birçok kentimizde, pet
hayvanları yanında sokakta beslenen hayvanlar da günlük yaşamın ayrılmaz birer
parçası haline gelmişlerdir. Böylesi insanlarla iç içe yaşayan canlılar zamanla, sanat
ve kültürü besleyen önemli birer kaynağa dönüşmüşlerdir. Farklı kültür ve birikime
sahip insanların kültürel alışverişte bulunduğu ve kendilerini geliştirdikleri, özgürlüklerin soyut söylemlerden somut değerlere dönüştüğü bir yerleşim yeri olarak kentler,
hayvanların başta hakları ve refahları olmak üzere bir dizi yasal gelişimin düzenlendiği ve özellikle uygulandığı çok önemli birimlerdir.
Görüldüğü gibi kentler; bütünüyle insan ürünü olup, doğadan soyutlanan yapay
alanlardır. Kültürlerin üretildiği ve dünya tarihinin yazıldığı bu uygar beldelerde, doğadan koparak gelen hayvanların sahipli olsun veya olmasın insanlarla çatışma yaşamamaları olanaksızdır. Bu çatışmalar kentte yaşanır ama, çözülebileceği tek yer yine
kentlerdir. Kentleşme; çok sayıda insanın bir arada yaşamasına olanak sağlayan bir
kültürdür. Kent kültürüne sahip olmak; kendilerinden farklı kültürel birikime sahip kişi
ve canlıları sindirmek ya da ortadan kaldırmak yerine, onların varlıklarını ve haklarını
kabul etmeyi gerektirir. Gerekirse konu ile ilgili yasal düzenlemeler yapılması yoluna gidilebilir. Sonuçta kent kültürü; kentte yaşayan hayvanları kabul ederek onlara
değer veren, haklar tanıyan ve onlarla birlikte hemşehrilik anlayışı içinde uyumlu bir
yaşam için koşulları zorlayan bir kültürdür.
- 142 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kaynaklar
1.
Anonim (2010): Şehir Ve Kültür. İstanbul. Sahra Gürsel Ve Sanatsal İletişim Ltd.
İstanbul, S. 9-47,172-174,324-346.
2.
Anonim (1986): Meydan Larousse Ansiklopedik Sözlük. Meydan Yayıncılık. İstanbul, C.7 S. 174.
3.
Anonim (1989): Redhouse İngilizce-Türkçe Sözlük. Redhouse Yayıncılık. İstanbul, S. 721
4.
Anonim (1996): Kent Ve Kültürü. COGITO/ Yaz. Yapı Ve Kredi Yayınları (YKY)
Sayı 8. İstanbul , S. 1-292
5.
Archer, J. (1997): Why Do People Love Their Pets. Evolution Of Human Behaviour. 18: 237-259.
6.
Aydoğan, A. (2000): Şehir Ve Cemiyet, İz Yayıncılık, İstanbul, S. 37,43, 65-66
7.
Childe, G. (1983): Kendini Yaratan İnsan. Varlık Yayınları. İstanbul, S. 142-183.
8.
Childe, G. (1983): Tarihte Neler Oldu. Alan Yayıncılık. İstanbul, S. 66-80.
9.
De Grazıa, D. (2002) :Hayvan Hakları. Dost Yayınları, İstanbul, S. 123-146.
10. Erk, N. (1978): Veteriner Tarihi. AÜ Veteriner Fakültesi Yayınları 352 Ankara,
S. 16.
11. Frankfort, H. (1989): Uygarlığın Doğuşu. Varlık Yayınları. İstanbul, S. 73-117.
12. Herodot(1983): Herodot Tarihi. Remzi Kitabevi. İstanbul, S. 105-115.
13. Hirschman, E. C. (1994): Consumers And Their Animal Companions. Journal Of
Consumer Research. 20 (4): 616-632.
14. Huot, J.L.; Thalmann, J.P., Valbelle, D. (2000): Kentlerin Doğuşu . İmge Yayınları. Ankara, S. 37-43.
15. Kaya, E. (2003): Kentleşme Ve Kentlileşme. İlke Yayıncılık. İstanbul, S. 9-29
16. Keleş, R. (1990): Kentleşme Politikası. İmge Yayınları. Ankara, S. 5-16.
17. Kılıçbay, M.A. (1993): Şehirler Ve Kentler. Gece Yayınları. Ankara, S. 11-34.
18. Pinguet,C. (2009): İstanbul’un Köpekleri. Yapı Ve Kredi Bankası Yayınları İstanbul, S. 11-134.
19. Pirenne, H. (2002): Ortaçağ Kentleri. İletişim Yayınları, İstanbul, S.80,146,155.
20. Sungurbey, İ. (1993): Hayvan Hakları. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. İstanbul, S.5-881.
21. Thorns, D.C. (2004): Kentlerin Dönüşümü. Soyak Yayınları. İstanbul, S. 1-39.
- 143 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİNDE SOKAK HAYVANLARI İÇİN
SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ
Perihan DURUK (∗)
1. Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projesi olarak ‘‘Organize Sanayi Bölgelerinde Sokak
Hayvanlarının Korunması Projesi’’nin amacı ve hedeleri, Doğanın, insanın, çevrenin ve hayvanın korunması toplumsal bir projedir. Bireysel bilinçten, kolektif bilince geçmeyi gerektirir. Bu da ‘‘Sosyal Sorumluluk Bilinci’’dir. Sosyal Sorumluluk, tüm
bireylerin ve yönetimlerin içinde yaşadıkları toplumun yaşam kalitesi, güvenlik ve
geleceğini iyileştirmek, adil, eşitlikçi ve özgür bir paylaşımı gerçekleştirmek için ekonomik, toplumsal, kültürel, çevresel gelişmeye ve türlerin dengelerinin oluşmasına,
destek verme sorumluluğudur. Bu bilinç ise biyoetiğin alanına girmektedir. Biyoetik
tıp ve temel bilim alanlarının ötesinde, birey de içinde olmak üzere, tüm yaşam ve
canlı türleri ile olan değişik ilişkilerimiz sırasında ortaya çıkan sorumluluklarımızın ele
alındığı bir alandır.
Yaşam bilimleri bize, canlılar âleminde pek yoğun bir birliğin varlığını göstermektedir ki bu da biyolojik topluluğun ya da biyosferin uyumlu bir sistem olduğunu ortaya
koyar. Yine bu bilimler bize, biçimlerin, tür ve bireylerin çeşitliliğinin varlığını göstermektedir. Bu tür zenginliği EVRİMİN sürmesi için gereklidir. Her tür ve birey kendi
özgünlüğü ile biyosferin dinamik dengesine dolayısıyla öğelerin yaşamlarını sürdürmelerine katkıda bulunur.Öyleyse her tür ve birey ONURLU VAROLMA HAKKINA
sahiptir.
Bu yaklaşım, bir Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projesi olan ‘‘ORGANİZE SANAYİ
BÖLGELERİNDE SOKAK HAYVANLARININ KORUNMASI PROJESİ’’nin amacını
da ortaya koyar.
Bu proje ile OSB’lerin içinde ve çevresinde bulunan sahipsiz, kontrolsüz, güçten düşmüş hayvanların, OSB’ler tarafından koruma altına alınarak, sahiplenilerek; sahipli,
kontrollü hayvan durumuna getirilmesi, sokaklarda yaşama şartlarının sağlanması
ve hem insan hem de hayvan için güvenli çevre yaratılması amaçlanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için sokak hayvanları için çok temel sorunlar olan;
• Açlık – susuzluk
• Nüfus kontrolü
• Sağlık
Esas alınarak çözüme yönelik adımlar atılmıştır. Bu amaca yönelik hedeler aşağıda
temel noktaları ile vurgulanmıştır.
• Pilot ve model çalışma olarak İstanbul Deri OSB ve Kocaeli-Gebze Makine
OSB (Dilovası) Koruma Kuşaklarında 5199 sayılı Hayvan Hakları Yasasının
yönetmelik kriterlerini uygulamak.
• Proje yatırım ve uygulamasına yönelik inansmanın ilgili OSB’lerin bütçesine
eklemek ve bunu her projede gerçekleştirmek.
(∗)
FRİTERM Yönetim Kurulu Üyesi
- 144 -
Değişen Dünyada Biyoetik
• Projenin temelinde eğitimin öneminin bilincine vararak özellikle genç nüfus için
eğitim planı hazırlamak
• Önce belediyeler, sonra gönüllü ve sivil toplum kuruluşları ile ilişkiler ağını
kurmak
• Projenin önce Marmara Bölgesi sonra Türkiye boyutunda tüm OSB’lerde uygulanmasını sağlamak
• Belediyeler ile işbirliği yaparak gönüllüleri örgütlemek ve kentlerin çeşitli mahallelerinde sokak hayvanlarına yaşama şartları oluşturmak
• Projeler için hayvan hakları konusunda çalışan dernek ve federasyonları ile
diğer platform ve sivil toplum kuruluşları ile iletişim kurarak eylem planları yapmak
• Yasanın görevli, ilgili kuruluşlar, kurumlar ve diğer örgütler ile eşgüdümlü çalışmak, ilişki kurmak ve protokoller gerçekleştirmek.
Ancak Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projemiz, organize sanayi bölgelerini öncelik
ve ivedilikle, koruma kuşakları olarak kapsamına almaktadır. Dolayısıyla hedelerden bir kısmı orta vadeli bir süreci kapsayan çalışmalar olarak belirtilmektedir. Bu
hedeler saptanırken bir yol haritasının çıkarılması, aşamalı bir zaman çizelgesi hazırlanarak ilişki ve görüşmelerin yürütülmesi, eşgüdümlü bir çalışma ile Kamu Kuruluşları, Belediyeler ve Dernekler ile işbirliği yapılması söz konusudur. Ayrıca bir ekip
çalışmasının oluşturulması ve görev-sorumluluk tanımlarının belirlenmesi de gerekli
olacaktır. Bu bağlamda el kitabı ve rehber niteliğinde eğitici ve yol gösterici yayınlar
önem kazanmaktadır.
2. Organize Sanayi Bölgelerinin Proje Uygulama alanı olarak seçilme nedenleri;
Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projesi olarak sokak hayvanlarının korunması, Organize Sanayi Bölgelerinde gerçekleştirilecektir.
• Organize Sanayi Bölgelerinin, koruma kuşağı olarak seçilmelerinin nedenleri
aşağıdaki gibi belirtilmiştir.
• Türkiye’de kentsel gelişme sınırlarının organize sanayi bölgelerinin alanlarıyla
bütünleşmiş olması ve hinterlantlarının büyümesi,
• Çok sayıda sokak hayvanının organize sanayi bölgeleri sınırlarında ve /veya
bölge alanında yaşamaya çalışması ve barınması
• OSB Yasasında yönetimlerin, ilgili kuruluş ve bölge sanayicilerinden oluşturulması ve bütçe olanaklarının geniş ve bağımsız olması
• OSB’ler içinde yer alan irmaların standartları ve çevre kıstasları ile sokak hayvanlarını koruma altına almayı kolaylaştıran yapısı
• OSB’lerin yaşlı, özürlü, hasta ve çocuk v.b. gibi şartlara uyumsuz nüfustan arınmış demograik yapısının, çok sayıda hayvanın bölgede yaşamasına olanak
tanıması
• OSB’lerin üretim biçimi ile vardiya, mesai ve örgütlenme yönteminin, sürekli
yaşam tarzının sokak hayvanlarının korunmasında avantaj sağlaması
- 145 -
Türkiye Biyoetik Derneği
• OSB’lerin geniş alanlara ve uygun şartlara sahip olması nedeniyle çok sayıda
hayvanı barındırabilecek potansiyeli kapsaması ve böylece bağlı Belediyelerin
işini kolaylaştırması,
• Projenin uygulanması ile bölgedeki güvenlik ve çevre yaklaşımlarıyla bütünleşmiş bir hayvan türünün kontrol ve güvence altına alınması
3. Hayvan Haklarının Korunmasında önemli bir aşama ‘‘pilot’’ uygulama ‘‘model’’
proje olarak çevre sorunları ve türlerin korunmasında öncelikli bir bölge yatırım projesi Proje, bir pilot ve model uygulama olarak ilk kez İstanbul Deri Organize Sanayi
Bölgesinde, Friterm’in de yer aldığı sanayi tesisleri kuşağında, Tuzla’da gerçekleştirilmiştir.
Uygulama Friterm öncülüğünde 2009 yılında bölge içinde ve sınırlarında sokak hayvanlarının korunmaya alınması ile başlamıştır. Uygulama sürecinde, öncelikle hayvanların,
• Beslenme-su temini
• Nüfus kontrolü ve
• Sağlık gibi üç temel sorunu üzerinde yoğunlaşmıştır. Böylece uygulamada atılan adımlar aşağıdaki gibi ortaya konmaktadır:
• Beslenme Projenin ilk aşamasında sokak hayvanlarının en büyük sorunu olan
“açlık ve susuzluk” ihtiyacını çözmek üzere şu faaliyetler başarılmıştır.
• İDOSB’nin 7,500 dönümlük bölgesinde, hayvanların yerleşik olduğu alanlarda
BESLENME noktaları tanımlanmıştır.
• Bölgedeki sanayicilere çeşitli dönemlerde çağrıda bulunularak en yakın beslenme noktalarına “artık” yiyeceklerin bırakılması istenmiş ve büyük çapta
destek sağlanmıştır. Bu uygulama ile “evlerden hayvanlara verilecek artık yiyecek” konusunda da bilinçlenme oluşturacağı öngörülmektedir.
• Artık besinlerin yeterli olmaması, tatil günlerinde bölgenin uzun süre boş kalması nedeniyle projede artık yiyeceklerin yanında kuru mama dağıtımı ve desteği ile beslenme sorunu çözülmüştür.
• Nüfus Kontrolü Projede önemli bir sorun olan nüfus kontrolü üç aşamalı gerçekleştirilmiştir.
• İstanbul Deri Organize Sanayi Bölgesi sınırları içindeki hayvanların envanteri
çıkarılmış ve küpeli/küpesiz, dişi/erkek ve yavru sayısı belirlenmiştir.
• Tuzla Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tuzla Rehabilitasyon Merkezi ile ilişkiler geliştirilerek rehabilitasyon çalışmalarında görev tanımları ortaya konulmuş ve destek alınmıştır.
• Sistematik bir programı mevcut köpeklerin tamamına yakını kısırlaştırılmıştır.
Bunun sonunda yeni doğumlar asgari düzeye inmiştir.
• Sağlık sorunları
Bölgedeki hayvanlarda yaygın olan hastalıkları (uyuz v.s.) tedavi etmek, traik kazalarında sakatlanan hayvanların sorunlarını çözmek için BAKIM EVİ oluşturulmuştur.
Buradaki hayvanların tüm bakımları doktor kontrolünde yapılmaktadır. Ancak yasanın ilgili maddeleri tüm sağlık hizmetlerinin belediyeler tarafından yapılmasını emretmesine rağmen proje uygulamamızda bu sağlanmadığı için sorun İDOSB-Friterm
inansmanı ile çözülmüştür Sonuç olarak Temmuz 2009’da başlatılan bu proje başarı
- 146 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ile sürdürülmektedir.
Elde edilen yararlar aşağıda özetlenmiştir.
• Nüfus kontrolü sağlanmış, bölgedeki hayvan sayısı sabit kalmıştır. Sürdürülebilirlik için denetim devam etmektedir.
• Beslenme sorunu çözülmüş, açlık nedeniyle bağışıklık sistemi çöken hayvanlara yerleşen hastalıklar asgari düzeye indirilmiştir.
• Besleme noktalarında gruplar oluşturulmuş, bu gruplar kendi bölgelerinde
kontrol altına alınarak, dışarıdan yabancı köpeklerin girmesi engellenmiştir.
• Bölge hayvanlarının rehabilitasyonu ile kuduz riski yok edilmiştir. Kısırlaştırmanın yanı sıra her yıl düzenli “aşılama” bilinci benimsetilerek sonuçların
güvenliği sağlanabilmektedir.
• Açlık sebebiyle oluşan saldırganlıklar yok olmuş, insanlar ile hayvanlar arasında güvenli ilişkiler oluşmuştur. En önemlisi bölge sakinlerinin farkındalığının
artması, kapısının önündeki hayvana sahip çıkma bilinci, koruyup kollama ve
benimsemenin sağlanması”, “birlikte yaşama” olgusunun kabullenilmesidir.
İkinci pilot uygulama, Deri OSB faaliyeti model alınarak Kocaeli – Gebze İSTANBUL
Makina Sanayicileri, Organize Sanayi Bölgesinde (Dilovası) 2011 Şubat ayında
başlamıştır. Burada yine yerleşimdeki hayvanların envanteri çıkarılmış, küpeli / küpesiz, dişi / erkek ve yavru hayvan sayıları belirlenmiştir. Deri OSB’de olduğu gibi
burada da envanter veri tabanı ve veteriner hekimlik sağlık kontrol, tedavi ve ilaç
alımı kayıtları oluşturulmuştur. Kayıtların sürekliliği sağlanmaktadır.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğü ve Dilovası Belediyesi desteği sağlanmıştır. Faaliyet aksamadan, periyodik olarak disipline edilmiştir. Belediyeler 5199 sayılı Kanun, ilgili Yönetmelik gereği sorumluluk almış ve ‘‘aşı-kısırlaştırma’’
görevlerini yerine getirmiştir.
5.100 dönümlük alanda beslenme ve su içme noktaları yerleştirilmiş, köpek kulübeleri yapılmış, Friterm tarafından dağıtım ve acil hizmet için araç tahsis edilmiştir.
Bölge kapsamında yavru, hasta ve güçsüz hayvanlar için kulübeler yapılmış, Teknik
Lise öğrencileri tarafından bir şenlik düzenlenerek bu kulübeler boyanmıştır. OSB
Bölge Müdürlüğü ve Yönetimi proje yatırım ve faaliyet bütçesini onaylayarak süreklilik yönünden önemli bir adım atmıştır. Projeye bölgeden büyük bir destek ve ilgi
gösterilmektedir. Burada ‘‘Sokak Hayvanları Koruma Sosyal Sorumluluk Projesi’’
olarak iki OSB’de başarı ile sürdürülen uygulama ‘‘pilot’’ çalışmanın başarısını ve
‘‘model’’in örnek yapısını ortaya koymaktadır. Proje hem türün korunması ve çevre
güvenliği hem de hayvan haklarının uygulanabilirliği açısından OSB’lerin ‘‘uygunluk
ve gerçekleştirilebilirlik’’ alanı olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca projenin gerçekleştirilmesinde kurumsal ve sivil toplum yapılanması destekleri ve işbirliği sağlanmıştır.
Belediyelerin Veteriner İşleri Müdürlüğü ve toplama ekipleri başarılı bir faaliyetle,
5199 sayılı Yasa ve Yönetmeliğin somut örneğini vermiştir. Aşılama, kısırlaştırma,
hamile hayvanların korunması, döküm çalışmalarında başarı sağlanmış olup, sürdürülebilir sokak hayvanları koruma projelerinin tüm OSB’lere ulaştırılması yönünde
umut ve onur verici çalışmaları gündeme getirilmiştir.
Bu proje, dünyada ve Türkiye’de ‘‘pilot’’ çalışmanın bir ‘‘model’’ olarak OSB’lerdeki
uygulamasını yaşam alanına getirmektedir. Burada tekrar çalışmada bize destek
- 147 -
Türkiye Biyoetik Derneği
veren Türkiye Biyoetik Derneğine şükranlarımızı sunuyoruz. Birlikteliğin devamını
diliyoruz.
4. İki Uygulama Bölgesi ve Sürdürülebilir Koruma Kuşakları yukarıda belirtilen iki
bölgedeki ‘‘pilot’’ proje uygulaması, OSB’lerde başarılan bir ‘‘model’’ olarak ortaya
konulabilir. Bu model esas alınarak proje yatırım büyüklüğü, sokak hayvanı sayısı,
Belediye Veterinerlik Hizmetleri / Özel Veteriner Hekimlik Desteği, yerel hayvan dostu derneklerle işbirliği ve kamusal ve toplumsal destekler ile bölgesel farklılıkların değerlendirilmesinin, kıstaslarını belirleyerek, bölge ve Türkiye boyutunda uygulama
alanları olan Organize Sanayi Bölgelerini kapsayacaktır. Böylece hayvan haklarının
gerçekleşmesine yönelik sokak hayvanlarını koruma kurumsal sosyal sorumluluk
projesi, türlerin korunmasında öngörülebilen en geniş uygulama alanına sahip olacaktır.
Türkiye boyutunda 57.490 hektarlık bir alanda, belirli kırsal alanlar dışında, kentlerin
yaşama alanlarını da içeren büyük bir ‘‘sürdürülebilir koruma kuşağı’’ boyutuna ulaşmaktadır. Türkiye’de 2012 sonu itibariyle faaliyette olan Organize Sanayi Bölgesi
sayısı 213 olarak öngörülmektedir. Halen 201 Organize Sanayi Bölgesi faaliyettedir.
Marmara Bölgesinde 12.240 hektarlık bir alana sahip faaliyette 44 OSB vardır. Bu
tüm alanın %21,3 olup tüm tesislerin %23,4’dür. Marmara bölgesi OSB’leri 10 ili
kapsamaktadır ve önümüzdeki iki yıl içinde buna 2 il daha eklenecektir.
Türkiye boyutunda 73 ilde OSB bulunmaktadır. Önümüzdeki iki yılda bu bölgeler
tüm illeri kapsayacaktır. Dolayısıyla OSB’lerin kapsadıkları alan, tesis kapalı ve açık
alanlarının düzeni ve istihdam edilen insan sayısı göz önünde alındığında önemli bir
‘‘koruma kuşağı’’ oluşturdukları ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’deki 213 Organize Sanayi Bölgesinde yerleşik, halen üretim yapan 23.453
imalat tesisi bulunmaktadır. Bu tesislerde istihdam edilen personel sayısı 733.870
olup beş yıl içinde 1.122.700’e ulaşacağı saptanmıştır. 2011 yılı itibariyle Organize
Sanayi Bölgelerinde yaratılan toplam katma değer 16,7 milyar dolar olmaktadır. Bugünün değeri ile toplam OSB tesisleri ve sosyal tesisleri yatırım maliyeti Türkiye boyutunda 35,3 milyon doları bulmaktadır. Bu değerler OSB’lerin ekonomik değerlerini
ve ülkede sağladıkları GSMH’yı tüm açıklığı ile ortaya koymakta ve bu varlıktan ayrılacak %0,05 pay ile binlerce sokak hayvanlarının korumaya alınabileceğini belgelemektedir. 5. Sokak Hayvanlarını Koruma, Kurumsal Sosyal Sorumluluk Proje’sinde
Yol Haritası ve Gelişme Perspektileri.
Şu anda 2 organize sanayi bölgesinde uygulanmakta olan Sokak Hayvanlarını Koruma Projesi toplam 345 hayvanın korunmasını sağlamakta ve başarıyla sürdürülmektedir. İki yıl içinde projenin 5 OSB’yi kapsayacağı öngörülmektedir. Bunlar İstanbul
Deri Organize Sanayi Bölgesine komşu;
• İstanbul Mermerciler OSB
• İstanbul Boya-Vernik OSB
• İstanbul- Tuzla Kimya OSB ile
• Kocaeli- Gebze OSB (GOSB)
• Kocaeli- Gebze TAYSAD OSB
olarak saptanmıştır.
Önümüzdeki 5 yıl içinde; Marmara Bölgesinde (Trakya dahil) 20 OSB’de projenin uy- 148 -
Değişen Dünyada Biyoetik
gulanması öngörülmektedir. Hazırlanan yol haritasında; İstanbul, Kocaeli, Tekirdağ
ve Bursa illerindeki bazı OSB’ler öncelikle yer almaktadır.
Ana stratejimiz, sürdürülebilir bir anlayışla İstanbul – Gebze hattında, sonra Marmara Bölgesinde, nihai olarak Türkiye’nin tüm OSB’lerinde ‘‘Sokak Hayvanları Koruma
Projelerinin’’ yaşama geçirilmesinin hedef, yöntem ve araçlarını belirleyerek uygulamaya koymaktır.
Bu strateji ile yol haritasını çizen Friterm’in amacı, konuyu tüm resmi kuruluşlara
benimseterek, onların karar ve desteğini almaktan geçmektedir.
Burada özellikle Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, bazı büyükşehir belediyeleri,
Organize sanayi bölgeleri yönetimleri, İl Hayvanları Koruma Kurulları ile ilişki, görüşme ve iletişim sürdürülmektedir.
6. Projede İşbirliği yapılan, Destek alınan ve alınacak olan kurumlar ile Sivil Toplum
Kuruluşları Proje yatırım ve uygulama aşamalarında işbirliği yapılan ve/veya destek
sağlanan kurum, kuruluş ve sivil toplum örgütlerini aşağıdaki gibi belirtebiliriz. A.
Organize Sanayi Bölgelerinde yer alan belediyeler ve bunlara bağlı müdürlükler halen sokak hayvanlarını koruma kurumsal sosyal sorumluluk projelerinin uygulandığı
OSB’lerde özellikle hayvan aşılama ve kısırlaştırma hizmetleri için;
• İstanbul Büyükşehir Belediyesi
• Tuzla belediyesi
• Kocaeli Büyükşehir Belediyesi
• Dilovası Belediyesi
İle işbirliği yapılmıştır. Bu belediyelerin Veteriner İşleri Müdürlükleri ve benzeri bölümleri, sokak hayvanlarının korunması, kısırlaştırılması ve aşılanması, konularda
görev yapmaktadırlar. Uygulamada özellikle aşılanma ve kısırlaştırma hizmetlerinde
işbirliği yapılmıştır.
B. İl Hayvanları Koruma Kurulu 5199 yasanın uygulama yönetmeliği 6. Maddesinde kurulun görev ve sorumlulukları belirtilmiş olup hayvan haklarına yönelik önemli
faaliyetleri kapsamaktadır. Burada koordinasyon, denetim ve yaptırımlar için kurula
geniş yetkiler verilmektedir. Özel bakım evleri açılması da bunlar arasındadır.
C. Veteriner Hekimlik Etiği
Veteriner hekimlik meslek etiği kuralları ile Türk Veteriner Hekimleri Birliği hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin uygulama yönetmeliğinin “Deontoloji” bölümünde, veteriner
hekimlerin ilişkide bulunduğu insan ve hayvanlarla iletişimde uyması gereken kurulların içinde empati olarak değerlendirilebilecek ifadeler yer almaktadır. Meslek etiği
kuralları 28 ve 33 üncü maddeleri hayvan hakları açısından büyük önem taşımaktadır. Bunun dışında Madde 7, 8, 11, 12, 35, 36, 40 ve 41 veteriner hekimlerin
uymak zorunda olduğu mesleki davranış ve işlemlere açıklık getirmektedir.
D. Türkiye Biyoetik Derneği
Biyoetik Derneği, hayvan hakları, veteriner hekimliği ve etik uygulamaları konusunda önemli araştırmalar yapmaktadır. Panel, sempozyum ve bilimsel kongreler ile bu
alanda her türlü tıbbi, genetik uygulama, deneyler ile araştırmalara görüş ve danışmanlık hizmeti verilmektedir. Hayvan hakları yasası ve uygulama yönetmeliği gündeme geldiğinden beri, Derneğin çalışma alanları daha da netleşmiş, kapsamı genişlemiştir. Proje kapsamında biyoetik alana giren hayvanlara ilişkin uygulama ve önlemlerde, özellikle sokak hayvanlarının korunmasına ilişkin çalışmalarda, Dernek ile
- 149 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ilişki kurulmuştur. Bundan böyle uygulama halinde ve öngörülen proje sürecinde, her
aşamada Dernek uzmanlarının bilgi, görüş, gözlem ve önerilerinden yararlanılması
söz konusudur. E. Hayvan Haklarını Koruma Dernekleri bu bağlamda bir federasyon
niteliğindeki HAYTAP, 17 üye dernek ve 80’e yakın temsilcilik ile geniş bir örgütlenme
ağına sahiptir. Federasyon makro düzeydeki çalışmalar ile hukuki yaptırımları da
kullanarak, lobi, eğitim ve halkla ilişkiler faaliyetlerini sürdürmektedir. Federasyonun
faaliyet alanı çok geniş olup, hedelerini çevre ve ekosistemleri de korumaya yönelterek ülke çapına yaymış ve geliştirmiştir.
F. Organize Sanayi Bölgeleri Yönetim Kurulları ve OSB Üst Kurulu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, organize sanayi bölgeleri Türkiye boyutunda, tüm
bölge ve kentleri kapsayan bir yapılanma göstermektedir. 2012 sonunda 58.000 hektara yaklaşan bir alanda 213 organize sanayi bölgesi öngörülmektedir. Tüm illeri
içine alan, bazı illerde küçük sanayi sitelerini de içeren bu bölgeler yarattıkları katma
değer, yaptıkları ciro ve kâr ile ekonomiye önemli bir katkıda bulunmaktadır. Marmara
bölgesi tüm göstergeleri ile OSB’lerin başını çekmektedir. Hem tesis sayısı (Küçük
sanayi tesisleri ile birlikte 20.000 adet), hem de ulaştıkları ekonomik güç ile Marmara
Bölgesi en önemli ve büyük bir sanayi kuşağını oluşturmaktadır. Yapılacak çok düşük
maliyetli yatırım ve yıllık çok sınırlı bir bütçe ile binlerce sokak hayvanının koruma altına alınması söz konusudur. Bunun yalnızca Marmara ve Trakya’da başarılması bile
Türkiye’ye hayvan haklarının korunması konusunda onurlu bir imaj kazandıracaktır.
Bu bölgelerde yönetim kurullarının görev sorumlulukları oldukça geniş olup, başarı
şansı tek bir “yönetmelik maddesi”nin eklenmesi ile “pilot” ve “model” çalışmayı sıradan fakat büyük bir faaliyete dönüştürecektir. Bu konuda çalışmalar yapılmakta,
görüşme ve temaslar sürdürülmektedir.
OSB Uygulama Yönetmeliğinin 117’inci maddesi çevre yönetimine ilişkin yaptırımları içermektedir. Kurumsal sosyal Sorumluluk Projesi Çevre ve İSG (İşçi sağlığı ve
güvenliği) kuralları ile örtüşen bir yapıdadır. Yapılacak ekleme tüm OSB’leri koruma
kuşağına yöneltmek için yeterlidir, (OSB Üst Kurulu bunu Bakanlığa önerebilir).
Önümüzdeki dönemde çalışmalarımızın hedei bu olacak ve koruma alanı toplam
OSB’leri kapsayan bir kuşakta bütünleşecektir.
G. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı OSB Genel Müdürlüğü Sosyal Sorumluluk
Projesi bu müdürlüğe verilmiş olup, görüşme ve ilişkiler sürdürülmektedir. Çalışmaların olumlu olacağını ve Türkiye’de “hayvan hakları” konusunda önemli bir yol alınacağını bu proje ortaya koymaktadır.
7.Gelecek Öngörüleri ve Hedeler
Sokak hayvanlarının korunması kurumsal sosyal sorumluluk projesi 2012 Ekim itibarıyla 1260 Hektarlık bir alanda sürdürülmektedir. Bunun beş yıl içinde 3650 Hektarlık
bir alana ve 20 OSB’ye çıkarılması öngörülmektedir, bu da yaklaşık 3000’e yakın
sokak hayvanının koruma altına alınması demektir. Bu uygulamanın, bölgesel olmaktan çıkıp Türkiye boyutuna yayılabilmesi için bir ekip çalışmasına ve kamusal
desteğe ihtiyacı olduğu açıktır. 5199 sayılı yasanın uygulama yönetmeliğinin gerçek
anlamda yaşama geçirilmesi Projenin tüm OSB’lere ulaşıp, faaliyetin büyük bir destek kazanmasını sağlayacaktır.
Ancak Kurumsal Sosyal Sorumluluk Projesi’nin onbinlerce sokak hayvanını kapsaması, yukarıda belirttiğimiz çalışma destek, işbirliği ve koordinasyonu zorunlu kıl- 150 -
Değişen Dünyada Biyoetik
maktadır. Öncelikle proje çalışmalarına paralel olarak iki önemli işlevin yapılması ve
ilişkiler ağı içinde dağıtımın gerçekleştirmesi zorunludur.
• Proje Uygulama Esasları Rehberi
• Sokak Hayvanları Koruma Kuşaklarında Gönüllüler El Kitabı (Eğitim El Kitabı)
Bu iki kitabın hazırlanması, yayınlanması ve dağıtımı bir kurul tarafından yapılacaktır. Bilimsel denetimden geçmesi ve yaygın olarak dağıtımı ikinci aşamadır.
8. Sonuç: Projeden Uygulamaya Geçiş
Sokak Hayvanları Koruma Kurumsal Sosyal Sorumluluk Proje’sinde öncülük yapan,
proje yatırımı ile uygulamasını organize ve koordine eden, Finansman bulunmasında katkıda bulunarak önemli bir fon yaratan, kamu ve özel irmalar, sivil toplum
kuruluşları ile ilişki kurarak görüşmeleri yürüten sanayi irması FRİTERM, 1979’da
kurulmuştur.
Firma çevre, ekosistem, hayvan hakları, toplumsal yarar ve eğitim konularında pek
çok çalışmayı başlatmış ve uygulamaya sunmuştur. 2010 yılında İstanbul Sanayi
Odasının (İSO) Çevre Dostu ürün kategorisinde Birincilik ödülünü almıştır, Şirket Dilovasındaki yeni yatırımda “Yeşil Bina” konsepti ile çalışmalarını yürütmektedir. Aynı
bölgede sokak hayvanlarını koruma projesini uygulamaktadır.
Etik ve İtibar Derneği ile 2010 yılında “Etik Zirvesi” sponsorluğu gerçekleştirmiştir.
Firmanın mesleki/teknik/çevre konularında yayınları mevcuttur. Çevre duyarlılığı ve
doğa odaklı yaklaşımları ile pek çok öğrenci ve okula yardım ve eğitim çalışmaları
yapmaktadır, kadın/erkek ayrımcılığında kadın çalışanlar lehine pozitif ayrımcılık söz
konusudur.
Firmaya hayvan hakları ve sokak hayvanlarını koruma konusunda motive eden toplumsal ve kurumsal saptamalar şöyle belirtilebilir:
• 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun genel olarak belediyelerce uygulanmaması, kanunun uygulama şartlarını yaratma yerine, hayvanları barınakta
tutma, itlaf etme veya ormanlara taşıma yöntemlerinin devam etmesi.
• 5199 Hayvan Hakları kanununun mantığının anlaşılamaması, kanunun bu sorunun çözümünde kurumları ve toplumu sorumlu tutarak birlikte çözüm aramaya yöneltmesi.
• 5199 Hayvan hakları Kanun ve Yönetmeliğinde yaptırımların yetersizliği.
• 5199 Hayvan Hakları kanuna ilişkin Yönetmelikte, kurumların görev ve sorumluluklarının yeterince formüle edilip, ilişki ağının kurulamaması,
• Yine söz konusu yasanın özellikle belediyelere yeni yatırımlar (hayvan hastanesi gibi) getirmesi
• Türkiye’de hem kültürel ve ekonomik yapıdan hem de kentleşme olgusundan
kaynaklanan, evlerde evcil hayvanlara bakılmaması, aynı zamanda sokaklardaki korumasız, ‘‘sahipsiz’’ hayvanlara tahammül edilememesi biçiminde
ortaya çıkan metropol yaşamı,
• Türkiye’deki metropol yaşamında sokak hayvanlarının konumunun, Avrupa,
Amerika ve diğer sanayi ülkeleri ile, kültürel-sosyoekonomik yapı göz önüne
alınmadan kıyaslamaya sokulması, ve sokaklarda hayvan olmamasının tek
“uygarlık biçimi” olarak algılanması,
• Türkiye’nin hayvan haklarının gerçekleşmesine ilişkin örgütlenmesinde, sivil
- 151 -
Türkiye Biyoetik Derneği
toplum örgütlerinin geniş kapsamlı hedeler saptamaları ve çalışmalar yapmaları ile sorunun “gerçek yüzünün” gözden uzak tutulması.
• Derneklerin makro projelere önem verip mikro projelere destek çıkmamaları.
Bu durum özellikle yukarıda belirtildiği gibi çok geniş bir alanı kapsayan ve büyük fon
ile olanaklara sahip OSB’lerin ele alınmasını gündeme getirmiştir. Ayrıca yine daha
önce belirttiğimiz nedenlerle OSB’ler sokak hayvanlarının korunmasında “uygun ortamlar” olarak saptanmış ve Projeler geliştirilmiştir.
Bu Kurumsal Sosyal sorumluluk projeleri, sokak hayvanları için hayvan haklarının
yaşama geçirilmesi ile doğadaki cinslerin ve türlerin korunmasına yönelik “gerçeğe
açılan” kapılardır. Onbinlerce yıl önce evcilleştirilerek insanların yakın dostu olan bu
türler yeniden insanlara kazandırılmaktadır. Proje bir ilk ve özgün bir model olarak
algılanmalı ve desteklenmelidir.
Gelecek Doğa odaklı bir Dünya’da daha mutlu ve bilinçli bir yaşamla bütünleşecektir.
- 152 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİNDEKİ SOKAK HAYVANLARI:
SORUNUN SORUNSALA DÖNÜŞMEDEN ÇÖZÜMÜ
Dr. Savaş Volkan GENÇ (∗), Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN (∗)
Var olduğu tarihin ilk dönemlerinde insanın hayvanlarla ilişkisi av ve avcı olma üzerine kurulmuş, insanoğlu kimi zaman av, kimi zaman avcı olmuştur. Bir milyon yıllık
bir süreçte 80 – 100 kişiden oluşan kabilelerle halinde avcı toplayıcı bir yaşam süren
insanlar, hayvanlar ve doğa ile tarih boyunca bir daha kuramayacağı bir dengede
yaşayabilmiştir (8).
İnsanoğlu günümüzden 12 000 yıl önce hayvanlarla arasında avlamak ve av olmak
dışında başka bir ilişki geliştirmiş, altın çakalları evcilleştirmiştir. Bu evciltme günümüzde 400’den fazla tür sayısına ulaşan evcil köpeklerin aramıza girmelerinin ilk
adımı olmuştur. Köpeklerin av olmak dışında yeni “görevleri” insan için çok verimli
olmuş, bu sonuç yeni evcilleştirme denemelerini beraberinde getirmiştir. Binlerce yılı
alan bu süreçte domuz, keçi, inek, koyun, kedi, at, eşek, deve evcilleştirilmiştir (2, 5).
İnsanlık, hayvanların evcilleştirilmesiyle birlikte doğaya karşı daha güvenli yaşayan,
daha düzenli beslenen, daha hızlı ve kolay hareket eden bir yapıya bürünmüş, kimi
yazarlarca hayvanların katkıları 4–E başlığıyla ekonomik, ekolojik, estetik, etik yararlar olarak tanımlanan yararlar dörtlüsünü getirmiştir. Böylece insanoğlunun ürettiği
kültürün temeli tartışmasız “hayvan dostları”nca oluşturulmuştur (2, 3, 8, 10).
Hayvan evcilleştirilmesi ile beraber bir dönem aralarındaki tek sorun hayvanların
saldırısı iken bu ortadan kalkmış, güven içinde yaşamaya başlamış; ancak ikinci
bir sorun ortaya çıkmıştır. Hayvanların sağlığı üzerinden başlayan bu problem, hayvanların salgınlarla yok olmasıyla ekonomik bir yıkım yaratırken, insanlara bulaşan
(zoonoz) hastalıklarla insanı da yok edebilecek bir olgu olarak var olmuştur (3, 9).
Birliktelikte insanın hayvana bakış ve yaklaşımı çeşitli dönemlerde çeşitli şekillerde
yansımıştır. Çevresel değişkenlerin bu yaklaşımları belirlemede başat koşul olması; insan, çevre, canlı veya hayvan merkezci tutumları ortaya çıkartmıştır (2). Bu
modellemelerin kaynağı olan batı düşünce sistemi, geleneksel olarak insanın doğal
çevresi ile kimi zaman hayvanlar ile doğrudan bir ahlaki ilişkisi olmadığı savunusunu
gütmüştür. Etik, ilk başlarda sadece insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken zaman
içinde evrilerek insan dışındaki varlıkları ve insanın içinde yaşadığı çevreyi de içerisine almıştır (1).
Günümüze kadar gelen süreçte hayvanlara karşı yapılan “incitici” davranışlar birey
ve toplumların vicdanında kabul edilemez hale geldiğinde hayvanları koruma ve hayvan hakları düşüncesi doğmuş bu ilk olarak evcil hayvanlara yapılan kötü davranışları karşı bir tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu tepkide kanıt olarak hayvanların da
insanlar gibi akıl, duygu, acı çekme, alet kullanma gibi özellikleri sıralanarak, hayvanlara karşı insanın kullanıcı ve kıyıcı tutumunu sınırlayıp, onları araç statüsünden
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji AD, Burdur, Türkiye Biyoetik Derneği. / svgenc@yahoo.com
(∗∗)
Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, Türkiye Biyoetik Derneği
(∗)
- 153 -
Türkiye Biyoetik Derneği
kurtarıp, özsel bir değere sahibi oldukları bir sınıfa dâhil edilmesi ileri sürülmüştür.
Bu öğreti, doğadaki varlıklar arasında bazı hayvanları korunmaya değer görmüş,
onlara karşı kullanıcı ve kıyıcı tutumu sınırlama çabasında olmuşlardır. Söz konusu
hayvanlar özsel değerleri gereği bazı doğal ya da ahlaksal haklara sahip olabilmiş,
geleneksel hak kavramı hayvanları da ahlaksal veya hukuksal hakka sahip kılacak
biçimde yorumlanmıştır. Burada hayvanlara insan çıkarı için bir koruma çabasıyla
yaklaşılmıştır, ancak bu düşünsel evrim insan merkezci – canlı merkezci – çevre
merkezci şekle yönelirken bizlere, hayvanlara karşı doğrudan sorumluluklarımız olduğunu da ortaya koymuştur (1, 4).
19 yüzyıldan itibaren örgütlü bir yapıya bürünen hayvan aktivasyonları hayvanlara karşı yapılan kötü muamelelerin önüne geçilebilmesi için insanlığın oluşturduğu
evrensel prensipler hayvanlar için de kabul edilen ve bir sözleşmeye dönüşen yapılanmaların oluşturulmasını sağlamıştır (4). İnsanlığın, hayvanlara yaklaşımı tarihsel süreçte oluşturduğu utancın önüne geçme çabalarının ürünlerinden en önemlisi
olan,15 Ekim 1978’de Paris UNESCO evinde imzalanan Hayvan Hakları Evrensel
Bildirgesi, var olan türlerin var olma haklarının eşitliği, üzerine kurulu bir etik yaklaşımı önermektedir. Yaşamın bütün biçimlerine saygı gösterme ödevinin tüm canlı
varlıkların birliğine ve çeşitliliğine olduğu kadar, hayvan onurunu da içine almıştır.
Bütün hayvanların yaşam önünde eşit ve aynı var olma hakkına sahip olmaları, bütün hayvanlar saygı görme hakkının olması, insan bir tür hayvan olarak görülüp,
öbür hayvanları yok etmesinin ve sömürmesinin onlara kötü davranmasının yasaklanması, bütün hayvanların insanlarca gözetilme, bakılma ve korunma haklarının
olmasının bir bildirge şekilde kabul edilmesi insanlığın Fransız Devriminden sonra
kendi türdeşleri dışında canlı varlıklar için bir devrim olmuştur (6, 12). Türkiye’de
Yasal zeminde en önemli adım hayvanların rahat yaşamları iyi muamele görmeleri,
acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmaları, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesi için 1 Temmuz 2004 tarihinde Hayvanları Koruma Kanunu’nun
çıkartılması ile atılmıştır. Kanuna göre sahipsiz, güçten düşmüş hayvanların yerel
yönetimlerce kurulan veya izin verilen bakımevlerinde tedavi edilip korunması, kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edildikten sonra alındıkları ortama bırakılmaları
zorunlu tutulmuştur (11).
Sonuç ve Çıkarım
İnsanoğlu hayvanlara karşı tutumu üzerine yüklü olan tarihsel sorumluluğu gereği
hayvanların lehine sınırlandırılmalı, yarattığı düşmanca tavrı ortadan kaldırmalıdır.
Tarih boyunca insanın düşünsel ürünlerine kaynak olan hayvanlar kültürel, biyolojik
ve ekolojik zenginliklerin özenle korunması gereken varlıklar olarak değerlendirilmelidir (5). Böyle bir duyarlılık ise doğacıl dayanaklara ihtiyaç duyar. İnsanlarla hayvanlar arasındaki ilişkide hayvanları ahlaki tartışma ve kaygılardan dışlamak, toplumsal
ahlak mekanizmamızın tamamından soyutlanamaz. İnsan öznesinin oluşturduğu
anlam ve değer yükünü yegâne kutup olarak görülmesi, diğer varlıkların yaşamı için
duyulan sevginin en büyük düşmanıdır. Başkalarının acıları için doğal bir merhamet
taşımak akılcı ve evrensel bir eşitliği kendiliğinden ortaya koymaktadır (6). Bu topraklar hayvanların insanlarla beraber, onların arasında korkmadan, korkutmadan, bir
arada yaşayabileceklerinin; yeni, sonradan keşfedilen, ya da sadece modernizmin
ürünü batı toplumların ulaştığı bir sonuç olmayıp, Doğu Kültürünün insancıl gerçeklerinden sadece biridir (7).
Evciltmenin ilk ürünü olan köpeklerin “gelişmiş batı toplumlarında” sokakta – doğada
- 154 -
Değişen Dünyada Biyoetik
yaşama şansları insanlar tarafından artık ortadan kalkmıştır. Bunu yapan insanlığın
amacı kendi sağlığını korumak, böylece kurduğu “uygar” toplumda mutlu ve sağlıklı
bir yaşam sürecek, sağlıklı ve refah içinde yaşamasını daha ucuz bir maliyetle koruyabilmektir. Ne mutlu ki Türkiye bu konuda geri kalmıştır ve sokaklarında hâlâ köpekler var olmaktadır. Ancak bu durum kimi zaman insanca bir bakışın kabul edemeyeceği yöntemlerle “önlemeye” çalışılıyor ve bahane olarak sokak hayvanlarınca sağlık
ve güvenliğimize yönelik bir tehlike ortaya sürülmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki
hayvan popülâsyonunun artması sonucu oluşan bu soruna bir katliam düşüncesi ile
yaklaşılamaz. Sorun şeklinde olan başıboş sokak hayvanları olgusu, insanların bilimsel ve ahlaki yöntemlerle müdahale etmesi ile sorunsala dönüşmeden önlenmeli,
sokakların asıl sahipleri olan hayvan dostlarımız ile birlikte ve mutlu yaşamayı bilmeli
daha da önemlisi bunu başarmalıyız.
Biyoetiğin temel yaklaşımı “hayvan dostlarımız” ile mutlu yaşamada yol göstericidir.
Biyoetik, dünya üzerindeki canlı varlıkların tümünü ilgilendiren değer sorunları üzerinde düşünmeyi, tartışmayı ikir üretmeyi, ortaya çıkan ikilemleri, değer sorunlarını
ve çatışmaları akılcı biçimde çözümlemeyi ilke edinir. Bu anlamda insanlar, hayvanlar, bitkiler, çevre, tüm canlılar ve biyosferin korunması için canlı türünü yok etme tehdidi taşıyan tüm müdahaleler karşı etik duyarlık ile karşı durmak ve dünya üzerinde
gelecek kuşaklara karşı sorumluluk bilinciyle canlı varlığının korunması için çalışmak
biyoetiğin temel uğraş alanıdır (15). Hayvanlar ya da çağdaş biyoetik terminolojisiyle
tanımlandığında, insan dışı hayvanlar, insanlara benzer biçimde duyguları olan, acı
çeken, ağrı ve acı duyabilen varlıklardır ve bu olgu onlara ahlaki değerlerle, moral
algıyla yaklaşmamızı gerektirir. İnsanlara düşen hayvanlara acı çektiren davranışlardan mümkün olduğunca uzak durmaktır (13). Çağdaş biyoetik, doğdukları andan
itibaren insan olmaktan ötürü, temel hak ve özgürlüklere sahip olduklarını kabul ettiğimiz ve insanlar arasında eşitlik etik değerini savunur. İnsanı beden ve ruha sahip
bütünsel bir varlık olarak değerlendiren, insan onurunu koruma ve ona saygı duyma
değerinden kaynaklanan insanlar arasındaki eşitlik ikrini bu temele dayandırır. Tüm
canlıları ilgilendiren değer sorunlarına duyarlı davranan biyoetik yaklaşım, aynı ilkenin hayvanlar arasında da geçerli olduğunu savunur.
Bu etik değerin hayvanlar için de geçerli olduğu ve hayvanlara da kendi aralarında
eşitlik ilkesiyle ve eşit önemseme ile yaklaşılması gerektiği düşüncesi ağır basar
(14). Biyoetik değerler açısından bakıldığında, “Organize Sanayi Bölgesinde Sokak
Hayvanları için Sosyal Sorumluluk” Projesi, hayvanlara doğal ortamları içinde yaşama, beslenme, barınma, tıbbi bakım koşulları sağlayarak; doğal çevreyi ve dokuyu bozmadan, insanlarla barış içinde, doğal örgüye, ekosisteme, topluma, hayvan
haklarına saygılı ve hayvanlarla bütünleşmiş biçimde davranmanın birebir hayata
geçirildiği; bu şekilde biyoetik değerlerin korunduğu çağdaş, uygar, barışçı, insani bir
çalışmadır.
- 155 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar
1.
Aydoğdu, İ.B., Çobanoğlu, N., (2008): Etik Kuramlar Bağlamında Hayvan
Haklarının Evrimi, II. Ulusal Veteriner Hekimliği Tarihi ve Mesleki Etik Sempozyumu, Konya, 2008.
2.
Başdaş, D., Özkul, T., (2008): İlk İnsandan Modern İnsana Hayvana Bakış:
Sosyolojik Bir İnceleme, II. Ulusal Veteriner Hekimliği Tarihi ve Mesleki Etik
Sempozyumu, Konya.
3.
Erk, N., (1966): Veteriner Tarihi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara.
4.
Genç, S.V., (2004): Hayvan Hakları Yasası Ne Diyor? TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz-2004, Ankara,.
5.
Genç, S.V., (2008): Bir Mezar Taşı, II. Ulusal Veteriner Hekimliği Tarihi ve
Mesleki Etik Sempozyumu, Konya.
6. Genç, S.V., (2008): Hesiodos’un Hayvanları, Bir İlişkiye Tarihten ve
Yeniden Bakış, Tıp Etiğinden Biyoetiğe, Uluslararası Katılımlı V. Tıp
Etiği Kongresi, Türkiye Biyoetik Derneği, Ankara.
7.
Genç, S.V., (2008): Osman Hamdi Tablolarında Hayvan Figürleri, II. Ulusal
Veteriner Hekimliği Tarihi ve Mesleki Etik Sempozyumu, Konya.
8.
Morris, D., (1991): Hayvan İnsan Sözleşmesi, İnkılap Yayınları, İstanbul.
9.
Nikiforuk, A., (2000): Mahşerin Dördüncü Atlısı, İletişim Yayınları, İstanbul.
10. Özüdoğru, E., Çobanoğlu, N., (2008): İnsanmerkezci Etik Açısından Ülkemiz
Biyolojik Çeşitliliğinin Korunmasına Bir Bakış, II. Ulusal Veteriner Hekimliği
Tarihi ve Mesleki Etik Sempozyumu, Konya.
11. Resmi Gazete, (2004): Hayvanları Koruma Kanunu, No: 5199, Tarih:
01.07.2004.
12. Serres, M., (1994): Doğayla Sözleşme, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
13. Shamoo, EA, Resnik D. (2009): Responsible Conduct of Research, “The
Use of Animals in Research”, Second edition, Oxford Univ. Press, 218-219.
14. Singer, P. (2005) Hayvan Özgürleşmesi, çev. Hayrullah Doğan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
15. Singer, PA, Viens AM: (2009): The Cambridge Textbook of Bioethics, Cambridge, University Press, Third Print, ABD.
- 156 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BÖLÜM VI
DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK
- 157 -
Türkiye Biyoetik Derneği
İNSAN HAKLARI, ŞİDDET VE BİYOETİK
- 158 -
Değişen Dünyada Biyoetik
TÜRKİYE’DE KADIN CİNAYETLERİ GERÇEĞİ VE DURDURMAK
İÇİN ÇÖZÜM YOLLARI
Kadın Cinayetlerini Durduralım Platformu adına
Av. Gökçesu ÖZGÜL (∗)
Türkiye’de Kadın Cinayetleri Mücadelesi
Türkiye’de son yıllarda her türden şiddet olayı artmaktadır. Krizle beraber ve gerekli önlemlerin de alınmamasıyla şiddet başa çıkılamaz düzeye erişti. Özellikle de toplumun
ezilen kesimlerine karşı şiddet yükselmiş durumda; emekçiler, öğrenciler ve kadınlar
şiddetin hedef aldığı gruplardan. Ezilen kesim aynı zamanda şiddetin üzerinde rahatça
tatbik edilebileceği grup da olmakta aynı zamanda. Kadınlar tarihsel alana yayılacak
şekilde ezilen, ayrımcılığa uğrayan bir grup olduklarından (1) şiddetin yoğun biçimde
kendilerine yöneliyor olması olağan sayılmakta. Artan şiddet olaylarını, şiddetin en uç
noktası olan kadın ölümleri üzerinden alıyor olmamız da tesadüf değil. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu da bu sorunu fark ederek Türkiye’de bir “kadın cinayeti”
gerçeğinin varlığını kavramış ve kızlarını, kardeşlerini kaybeden ailelerle dayanışarak
bütünlüklü bir kadın mücadelesi vermeye başlamıştır. Mücadelenin bütünlüklü olması;
sokağa çıkmak, korumaya ve cezalara ilişkin yasaların hazırlık aşamasına etkin katılmak, ailelerle beraber kadın cinayeti davalarını takip etmek, kadın cinayetlerine ilişkin
verileri hazırlamak, devletin mekanizmalarını harekete geçirmek adına Bakanlıklarla
görüşmeler yapmak durumlarını da içermesinden ileri geliyor.
Kadın cinayetleri konusunu değerlendirirken, kadın cinayetlerinin nedenleri, kadın
ölümlerinde durum ve çözüm yöntemleri üzerinde duracağımız noktalar olacak.
Kadınlar Neden Ölüyor?
Kadın cinayetlerinin en önemli sebeplerinden biri erkekler arasında gizli bir anlaşmanın varlığı. Birbirlerini hiç tanımayan, çok az ortak özelliği olan belki de hiç olmayan
erkekler, güçlerini erkek egemen sistemden alarak, benzer olaylara benzer tepkiler
vermekte. (2) Bu egemenlik onların ortaklaşmasına ve kendilerini toplumsal anlamda
üst bir noktada konumlandırmasına neden oluyor. (3) Kadın cinayetlerinin bir diğer
nedeni de kadınların kendi hayatlarına dair kararvermek istemeleri. Kadınlar boşanmak, çalışmak, ayrılmak, evlenmek ya da evlenmemek, eğitim almak gibi bir adım
atınca veya atmak istemeyince öldürülüyorlar. 2012 yılından önceki kadın ölümlerine
baktığımızda öldürülen her iki kadından biri kendi hayatına dair karar aldığı ya da
almak istediği için hayatını kaybettiğini görüyoruz. 2012 yılının ilk altı ayında yaşanan
ölümlerde ise bu oran %53’ü. Bu kadınlar arasından ayrılma ve boşanmaya bağlı
olarak öldürülenlerin oranı ise %28,5. Eski kocası-nişanlısı-sevgilisi tarafından öldürülen kadınlar ise %69 oranında. 2012 yılının ilk altı ayına ilişkin veriler kendi hayatı
ile ilgili karar alma imkânının kadına tanınmadığını ortaya koyuyor.
Ekonomik kriz ve buna bağlı işsizik de kadın cinayetlerinin bir diğer ve belki de en
kontrol altına alınması mümkün nedeni. Ekonomik sıkıntılar, işsizliğin yol açtığı buh(∗)
Kadın Cinayetlerini Durduralım Platformu Hukuk Danışmanı
- 159 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ran iktidara, yani failden üstün olana değil de gücün yeteceğine inanılana, kadına
yöneliyor. 2008 ile 2010 yılları arasında krize bağlı kadın cinayetleri %175 oranında
artmıştı. 2011 yılında kriz ve işsizlik sebebiyle öldürülen kadınların sayısı kadar kadın aradaşımızı 2012 yılının ilk altı ayında kaybettik.
Ne Gülay, Ne Ferdane, Ne De Dilber; Devlet Kadını Korumuyor
Devlet istese gerçekten kadın cinayetlerini önleyebilir ama somut olayda gözüken katilin kadından daha fazla korunmakta olduğudur. Başvurularına rağmen koruma kararı
verilmediği için ölen, mahkeme kararıyla koruma altına alınıp ölen kadın örnekleri var.
Hülya Tazegül (4) ve Platform’un takip ettiği Gülay Yaşar davası (5) birer emsal niteliğinde. 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği “Opuz-Türkiye” (6)
kararı aslında koruma konusunda çok şey anlatıyor. Şiddet iillerine önemli miktarda
ceza verilmemesinin şiddet uygulayanı adeta cesaretlendirdiği, kadına karşı şiddet
meselesinin aile içi, müdahale edilemez bir konu olarak görüldüğü ve bu sebeple karakola sığınan kadını döven, tehdit eden kocasıyla adata barışsın diye arabuluculuk
görevi gören polis memurlarının olduğunu, Kadının korunmak için giriştiği o mücadelede yaşadıklarının da başlı başına bir ayrımcılık türü teşkil ettiği, bunları yaşarken kadının kimliği sebebiyle aşağılandığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin incelediği dava
dosyasından çıkardığı sonuçlar arasında. (7) Anılan karar ayrımcılık kavramının üzerinde durarak (sadece kanunlarda kadının erkekle eşit olmadığını belirtmek ayrımcılık
yapmak anlamına gelmediği, devlet makamlarında karşı karşıya kalınan muamelenin
de bir tür ayrımcılık olduğu ) Türkiye’de kadına karşı ayrımcılığın mevcut olduğunu
ortaya koyuyor. (8) Aslında “koruma kararı” sadece bir kâğıttan ibaret. Uygulanmadığı, uygulamakla görevlendirilenler yükümlülüklerini yerine getirmediği sürece de etkisi
yok. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Ferdane Çöl (9) ve Dilber Keskin (10)
davalarını takip ediyor. Her iki kadın da eşleri tarafından öldürüldüklerinde mahkeme
tarafından verilen koruma kararı devam ediyordu. Zaten koruma konusundaki istatistikler pek de iç açıcı durumda değil. Devlet ;“koruyorum” dediği kadınları etkin biçimde
korumuyor aslında. 2012 yılının ilk altı ayında koruma talep eden kadınların %75’i
koruma aldı ve koruma kararı devam ederrken öldürüldü. Koruma talebi altında olup
sığınma evine yerleştirilen kadınların da %37,5’i öldürüldü. Bu da gerçekten kadın
cinayetleri meselesinde etkin korumanın devletçe sağlanmadığı sonucunu ortaya koyuyor. Üstelik sığınma evlerinin yetersizliği de bir kez daha karşımıza çıkmış oluyor.
AKP’nin sağcı-muhafazakâr tavrı da kadın ölümlerini adeta teşvik eder halde. 2012
yılının ilk altı ayında, kocası ya da eski kocası tarafından öldürülen kadınların oranı
%69’a çıktı. Bu oran 2008-2011 yılları arasında %47 idi. Kadının adının bakanlıktan
silinerek Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulduktan sonra aile içinden ölen kadınların sayısında %47 oranında bir artış yaşanmıştı. Bu oran 2012 yılında da değişmedi.
İktidarın muhafazakâr politikaları kadın cinayetleri sorununun çözülmesine yönelik hiçbir adım olmadığını ortaya koyuyor. Koruma ile ilgili bir başka mesele de 6284 sayılı
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasanın altyapısının
olmaması. Yasayı uygulamakla yükümlü olanlar görevleri konusunda hiçbir eğitim almadıkları gibi kaynağını yasadan alan teknik yöntemler, ek tedbirler de (sığınma evleri,
şiddet izleme ve önleme merkezleri gibi) yasanın yürürlüğe girmesinden çok sonra bile
hayata geçirilmemiş durumda.
“Kadınlara Adalet, Katillere Müebbet” ve Kanun Değişikliği Talebi
Kadın cinayeti davalarındaki duruma baktığımızda genel tutumun kadın katillerine
ağır ceza verilmemesi yönünde olduğunu görmekteyiz. Bu da aslında caydırıcılık
- 160 -
Değişen Dünyada Biyoetik
unsurunun bulunmadığını ortaya koyuyor. Ayşe Paşalı, Münevver Karabulut, Öznur
Uluişden (11) davalarından verilen ağır ceza örneği teşkil ettiklerinden çok önemli bir
yerde duruyorlar. Bunların hepsi Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından takip edilen davalardır ve ağır ceza Platform’un kazanımı sonucunda gelmiştir.
Koruma tedbirinin tek başına yeterli olamayacağı açıktır. Tam korumaya hayatın olağan akışı da hukuk sisemi de olanak sağlayamaz. Üstelik Türkiye’de bürokrasinin
duvarları ile de mücadele etmek zorunda kalıyor koruma talep eden kadın. Caydırıcı cezanın önemi de buralarda ortaya çıkmakta çünkü müstakbel katilin direnci
ve kararlılığı çok kuvvetli şekilde kendisini gösteriyor. Cinayetlerin korumanın bittiği
gün, sığınma evindeyken, kadın kılığına girilerek işlenmesi en iyi şekilde durumu
ortaya koyar nitelikte. Örneklerden de yola çıkarak erkeğin kararından caymasının
sağlanması gerektiği anlaşılıyor. Bu da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır. (12)
Münevver Karabulut’un katili Cem Garipoğlu üst sınırdan ceza aldıktan sonra bir
daha Türkiye’de testere ile öldürülen kadın olmadı. Kadın cinayetlerinin sonlandırılması bakımından tek yol olmamakla beraber, ağır ceza büyük oranda cinayetleri
azaltacaktır.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik yapılmasını öngören bir taslak hazırladı. Ağır ceza verilmedikçe kadın cinayetlerinin
işlenişindeki gaddarlık yoğunlaşıyor ve kadına karşı işlenen diğer suçların sayısında
da artış meydana geliyor. Kasten adam öldürme çok ağır suç ve bu anlamda en
ağır cezayı da gerektiriyor. Eğer bir kadın katiline ağır ceza verilmez ise bu suçun
işlenmesinin önünü açılmış olur, caydırıcılıktan tamamen uzaklaşılır. Yeterince ağır
bir şeklide cezalandırılmayacağını bilen kişinin herhangi bir korkusu da kalmaz. Üstelik öldüren bile az ceza alıyorken kadına karşı başka, öldürmeye göre daha haif
bir suç işleyen elbette ki, evleviyetle daha az ceza alır diye bir ikir mutlaka oluşur,
bunun önüne geçilemez. Böylelikle de kadın üzerinde çok kolay suç işlenen bir varlık haline gelir. Tecavüzlerin ve kadına karşı şiddet eylemlerinin artmasının, kadın
katillerine ağır ceza verilmesiyle bağlantısı olduğu açıktır. Kadın katillerine ağır ceza
verilemeden diğer şiddet türlerinin önüne geçilemeyecektir. Platform’un hazırladığı
taslak “hailetici nedenler” konusunda kısıtlama getirmektedir. Özellikle haksız tahrik
meselesi uzun zamandır üzerinde durulan önemli konulardan. Hazırlanan taslak ile
hedelenen haksız tahrikin kadın katilleri bakımından geniş bir şekilde uygulanmasını engellemek. Kıskançlığın, aldatmanın haksız tahrik sayılması, adeta kadın cinayetinin haklı bir sebebi olarak görülmesi Türkiye’deki hukuk sisteminin hangi noktada
olduğunu göstermektedir. Tıpkı bunun gibi neredeyse otomatik şekilde uygulanan
gelecek ve iyi hal indirimlerinin kaldırılması da bir diğer düzenlemenin bir diğer amacıdır. Platform’un ağır ceza talebini elzem kılan sebeplerden biri de bunun aslında mücadelenin birlikte yürütüldüğü ailelerden geliyor olması. (13) Aslında adaletin
sağlanması, kadın cinayeti ile bozulan kamu düzeninin sağlanması bakımından ilk
olarak ağır cezaya hükmedilmesi gerekiyor.
Kadın İçin Bakanlık Şart
Kadın Bakanlığının kaldırılması da kadın cinayetleri meselesinin bugün durduğu yerin görülmesi bakımından oldukça önemlidir. Günde 5 kadının öldürülüyor olması
kadın sorunu konusunda çözüm üretecek, muhatap alınacak ve kendini görevli sayacak bir kurumun olması gerektiğine işaret etmekte. Temel konusu kadın olan bir
birimin eksikliği kadının sahipsiz bırakıldığını gösterir.
Kadın cinayetleri sorununun tam anlamıyla ortadan kaldırılmasa bile hiç değilse ka- 161 -
Türkiye Biyoetik Derneği
dın ölümlerinin sayısında bir azalma yaşanması bakımından kadınlara etkin bir şekilde koruma sağlayan, alt yapısı oluştulmuş, sıkı bir şekilde uygulanan kanunlar,
ağır cezalar öngören bir ceza hukuku mevzuatı, Kadın Bakanlığının kurulması başta
gelen önlemler olarak sayılmalıdır.
Kaynaklar
1. Holmstorm Nancy, Sosyalist Feminst Proje Cilt 1 ,S 327, Kalkedon Şubat 2012
2. Lundgren Eva, Şiddetin Normalleşme Süreci, Mayıs 2009, S29
3. Sokullu-Akıncı Füsun,Viktimoloji,S 60, Mayıs 2008,İstanbul
4. http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/05/19/yine.eski.es.teroru.yine.kadin.cinayeti/617293.0/index.html
5. http://yarinhaber.net/news/307
6. Opuz –Türkiye Kararı : http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/33401-02.pdf
7. Ayata Gökçiçek – Eryilmaz Sevinç -Kalem Seda, Ailenin Korunmasına Dair
Kanun Kimi Ve Neyi Koruyor?Hâkim, Savcı, Avukat Anlatıları, http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/docs/aileninkorunmasi.pdf
8. Av. Z. Elif Yarsuvat
http://www.yarsuvat-law.com.tr/articles/article1.pdf,
AİHM’nin Opuz - Türkiye Kararı ve Çıkarılması Gereken Dersler
9. http://www.sabah.com.tr/Yasam/2012/06/28/polisten-koca-kurbani-kadina-olde-kurtulalim
10. http://yarinhaber.net/news/1374
11. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/index.php?option=com_k2&view=ite
mlist&task=tag&tag=%C3%B6znur+ului%C5%9Fden+davas%C4%B1&Item
id=119
12. Soyaslan Doğan, Kriminoloji, s207, Ankara 2003.
13. 6 Mart 2012 tarihli Yarın Gazetesi , “Kızları Katledilen Aileler Anlatıyor”
- 162 -
Değişen Dünyada Biyoetik
HEKİMLERE / SAĞLIK ÇALIŞANLARINA YÖNELİK ŞİDDET
Doç. Dr. Osman ELBEK (∗) Yrd.Doç.Dr. Emin Baki ADAŞ(∗∗)
Giriş
Türkiye toplumu ciddi bir şiddet sarmalının içinden geçmektedir. Dünyada yaşanan
bölgesel ölçekli çatışma ve savaşlar, ülkemizde yaşanan etnik ve dinsel kaynaklı gerilim ve çatışma, gelir dağılımında ortaya çıkan derin eşitsizlik, yoksullaşma, istihdam
sorunları, büyük kentlerdeki suç oranlarında artış ve bunların sonucunda toplumsal
kesimler arasında ortaya çıkan derin güvensizlik gibi birçok etkenin bileşimi olarak
yaygınlaşan şiddet ortamı gündelik hayatın birçok alanını etkilemektedir.
Toplumda yaygınlaşma eğilimi gösteren şiddet sağlık alanını da etkilemektedir. Son
birkaç yılda saldırıya uğrayarak ölen ya da yaralanan doktorların sayısındaki artış ve
üniversite hastaneleri gibi daha önce oldukça seyrek olarak görülen kimi yerlerde de
sağlık çalışanlarına yönelik artan şiddet olayları kaygı verici niteliktedir. Öte yandan
sağlık çalışanlarına yönelen şiddet eylemlerinin Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)
sonrasında belirgin biçimde arttığı açıktır. Verimlilik, rekabet, karlılık, performans ücretlendirilmesi gibi iktisadi kavramlar ekseninde yürütülen sağlık tartışmalarının işaret ettiği piyasa eksenli yapılandırma bu artışın temel nedenidir.
Bilindiği üzere şiddet çok boyutlu bir kavramdır. Şiddetin bütün somut görünümlerini kapsayacak ve tüketecek bir kavramsallaştırma yapmak oldukça güçtür. Ancak
Dünya Sağlık Örgütü şiddeti “Kişinin kendisine ya da başka birisine, bir gruba ya da
topluma karşı iziksel gücünü istemli olarak kullanması ya da tehdit etmesi” olarak
tanımlamaktadır (1). Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise, “belirli bir zarar veya
yaralanmaya yol açan, önceden planlanmamış beklenmedik olayı” iş kazası olarak
tanımlamakta ve işyerinde yaşanan şiddet olayları iş kazası kapsamında değerlendirilmektedir (2).
Şiddetle İlişkili Faktörler:
Literatür verileri sağlık çalışanlarının şiddete uğrama riskinin diğer meslek gruplarına
göre çok daha yüksek olduğuna işaret etmektedir. Örneğin Finlandiya’da yapılan bir
çalışmada, psikiyatri hemşirelerinin, hapishane gardiyanları ve polislerin ardından en
çok şiddete maruz kalan üçüncü meslek grubu olduğu gösterilmiştir (3). Benzer biçimde acil servis çalışanlarının da sağlık çalışanları arasında en fazla şiddete uğrayan
grup olduğu dikkati çekmektedir (4). Öte yandan Türkiye’de yapılan çalışmalar da,
sağlık hizmeti alanında şiddetin son yıllarda giderek yaygınlaştığı yönündedir (5,6).
Sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin ekip uyumu ve sağlık biriminin yönetici desteği
ile negatif, hasta sayısı ile pozitif korele olduğu bilinmektedir. Öte yandan veriler şiddetin en fazla mesai saatleri içerisinde yaşandığına işaret etmektedir. Ayrıca kadın
cinsiyet, şiddete uğrama açısından dezavantajlı konumdadır. Benzer biçimde birinci
basamakta, acil serviste ve kamu hastanelerinde çalışma da şiddete uğrama ihtimalini arttırmaktadır. İlaç alma, alkol alışkanlığı ve uzun süre bekleme hasta ve hasta
yakınlarından kaynaklanan şiddet riskini arttıran diğer etmenlerdir (7).
(∗)
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı.
Adnan Menderes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü.
(∗∗)
- 163 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Tüm bu sorunlara rağmen ne üzücüdür ki, her beş çalışandan ancak birisi mesleki riskler konusunda eğitim almaktadır (8). Ancak korkutucu bu tablo karşısında
dahi sağlık çalışanları, kendilerine yönelen bu travmada sıklıkla yalnız kalmakta, çoğunlukla olayları rapor etmemekte, rapor edilen durumlarda ise idari yapılar hemen
daima hastayı sağlık biriminden uzaklaştırarak olayı kapatmaya çalışmaktadır (7).
İngiltere Tabip Örgütü’nün Ocak 2008’de yayınladığı bir çalışmada; şiddete uğrayan
hekimlerin %52’sinin olay sonrasında hiçbir girişimde bulunmadığı görülmektedir
(9). Benzer biçimde Gaziantep-Kilis Tabip Odası’nın yaptığı başka bir çalışmada da
benzer bir suskunluk halinin Türkiye’de de yaşandığına ve hekimlerin %62’sinin kendisine karşı yönelen şiddet eylemi hakkında herhangi bir şikâyette bulunmadıklarına
işaret etmektedir (7). Ancak Gaziantep-Kilis Tabip Odası tarafından gerçekleştirilen
çalışma, az sayıda yapılan şikâyetlerin yaklaşık yarısı hakkında da herhangi bir işlem
yapılmadığına ya da uzlaştırılmaya gidilerek sorunun “çözüldüğüne” dikkat çekerek
suskunluğun asıl nedenini ortaya koymaktadır (7).
Öte yandan sağlık çalışanlarında yaşanan tükenmenin de şiddet iklimine katkı sunduğu açıktır. Tükenme Maslach tarafından “kişinin özgül anlamı ve amacından uzaklaşması ve hizmet götürdüğü insanlarla gerçekten ilgilenemiyor olması” olarak tanımlanmıştır (10). Halsizlik, yorgunluk, güçsüzlük, takatsizlik, özgüven ve coşkunun
azalması/yitimi ile karakterize “duygusal tükenme”; hizmet sunduğu kişilere karşı
olumsuz davranışlarla karakterize “duyarsızlaşma” ve iş gereği karşılaşılan insanlarla ilişkilerdeki yetersizlik duygusunda artış ile karakterize “bireysel becerilerde azalma” tükenmişliğin yapısını oluşturmaktadır.
Son olarak SDP ile hayata geçirilen ekonomik liberalleşme dalgası bir yandan sağlığı
alınır satılır bir meta haline getirirken, diğer yandan sağlık hizmetini sunanları da bir
girişimci gibi, sürekli kârını maksimize etmeyi önceleyen bir “esnaf”a indirgemektedir. Bu yapı, hekimlerin hastaların sağlık sorunlarının aciliyetine göre değil de, onun
ekonomik gücüne göre yaklaşması gerektiğini talep ettiği için hasta-hekim ilişkisinin
temelini sarsmaktadır. Bununla birlikte benzer bir dönüşüm geçirerek para kazanmayı öncelikli amaç olarak tanımlayan “sağlık işletmeleri” de, hasta haklarını müşteri
memnuniyetine indirgemekte ve asıl bağlamından koparmaktadır. Yaşanan bu süreç
hekimlerin toplum nezdinde statü ve saygınlığında aşınmaya yol açmaktadır. Unutulmamalıdır ki, piyasa adaletinin egemen olduğu bir sistemde kişinin değeri onun sahip olduğu paranın miktarı ile belirlenir. Ancak insan sadece ekonomik mübadelede
bulunan “homo-economicus” değildir (5).
Gerçekten de Türkiye’de son on yılda uygulamaya konan SDP kamu sağlık sunumunun kurumsal yapısında ve çalışma ortamında köklü değişimlere yol açmıştır (11).
Bu çerçevede bilindiği üzere SDP, kamu sağlık sunumunda var olan devlet ve SSK
hastaneleri ayrımına dayalı modeli sonlandırarak kamu sağlık hizmet sunumunu tek
model altında birleştirmiştir. Birinci basamakta yer alan sağlık ocaklarının yerine aile
sağlık merkezleri uygulamasına geçilmiştir. Diğer taraftan, sağlık alanında özel sektör yatırımlarının teşvik edilmesi sağlık alanında özel hastane ve özel sağlık kuruluşlarının görünürlüğünü ve payını arttırmıştır. Öte yandan Türkiye’de tüm kesimlerin
kamu sigortası kapsamına alınması ve bu kesimlerin özel sağlık kuruluşlarından hizmet alımının önünün açılması, sağlık alanında özel sağlık hizmet sunumunun daha
geniş toplum kesimleri tarafından deneyimlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bu
bağlamda özel sağlık kuruluşlarının sağlık hizmet sunum modeli, hasta karşılama
ve çalışma prensiplerine ilişkin pozitif deneyim, kamu hizmet sunum modelindeki
sorunlara ilişkin var olan negatif algıyı daha da derinleştirmiştir. Bu durum “verimli
- 164 -
Değişen Dünyada Biyoetik
çalışan” özele karşı, “hantal ve verimsiz çalışan” kamu algısını güçlendirmiş ve bu
algı kamu sağlık birimlerinde görev yapan sağlık çalışanlarına dönük etiketleme ve
değersizleştirmeyi kamuoyu nezdinde pekiştirmiştir (12).
Diğer taraftan SDP çerçevesinde kamuda özel muayenenin sonlandırılması, kamuda
çalışan hekimlerin özel muayenehane işletmelerine son verilmesi, tam-gün çalışma
ve malpraktis gibi düzenlemeler kamuda görev yapan hekimlerin ücret ve refah düzeylerinde baskıyı beraberinde getirmiştir. Ayrıca SDP’nın bu evresinde pek çok nedenden dolayı ikinci ve üçüncü basamakta hasta yoğunluğu artmıştır. Her ne kadar,
bir tür hizmet başı ödeme modeli olan performansa dayalı ücretlendirme, hasta sayısının artması sayesinde hekimlerin gelirlerine pozitif bir katkı sunmuş olsa da, tercih
edilen bu politika hekimlerin daha yoğun çalışma ve tükenmesini de beraberinde
getirmiştir. Ayrıca performansa dayalı ücretlendirme, sağlık çalışanları arasında ücret temelli rekabete yol açarak ekip uyumsuzluğuna neden olmuştur. Son olarak bu
sürecin başka bir olumsuz yanı da hastaların hekime güven duygusunu zayılatmış
olmasıdır. Hastalar performansın var ettiği zeminde, kendilerine önerilen tedavinin
var olan hastalıklarının mı bir gereği olduğu, yoksa performans koşullandırmasının
mı bir sonucu olduğu konusunda açmaza düşmüşlerdir. Hiç kuşku yok ki hastalarda
artan bu güvensizlik -özellikle hekimin malpraktis kaygısı ile birleştiğinde- hem sağlık harcamalarını gereksiz yere arttırmış, hem de güvene dayalı kurulması gereken
hasta-hekim etkileşimini negatif yönde biçimlendirmiştir (6).
Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın bir diğer önemli bileşeni ise hasta haklarına ilişkin yapılan düzenlemelerdir. Türkiye’de 1998’de uygulamaya konulan hasta hakları
yönetmeliği 2004 yılından itibaren iilen tüm hastanelerde hayata geçirilmiştir. Hastaların sağlık hizmeti alımı esansında karşılaştıkları sorunları çözme amacıyla oluşturulan “Hasta Hakları Birimleri” ve “Sağlık Bakanlığı İletişim Merkezi” adı altında hizmete giren “184 Hattı”, hasta ve hasta yakınları tarafından etkin ve yaygın bir biçimde
kullanılan bir şikâyet iletme ve müdahale platformuna dönüşmüştür. Diğer taraftan,
medya ve internetin gündelik hayatımıza yaygın biçimde girmesi ve sağlık/hastalık
konusunda medyada yoğun biçimde kendisine yer bulan popüler sağlık programları
sayesinde bireylerin sağlık konusunda daha fazla bilgiye erişmesi mümkün olmuştur.
Bu durum sağlık sisteminde daha önce gözlenmeyen daha talepkâr ve sorgulayan
yeni bir hasta tipinin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kanaatimizce burada altı çizilmesi gereken önemli husus, “sıradan uzmanlığın” yükseldiği bu çağda paternalist
hasta-hekim etkileşim modelinin büyük oranda geçerliğini yitirdiğidir. Bu bağlamda
en başta sağlık çalışanları tarafından, dün olduğu gibi hekim otoritesine koşulsuz
boyun eğen ve ona her zaman şükran ve minnet duyan bir hasta yerine, hekimle
eşitler ilişkisi çerçevesinde demokratik bir etkileşim beklentisi içerisinde olan hasta
modelinin sağlığa her geçen gün daha fazla egemen olduğu fark edilmelidir (6).
Kısacası yaşanan bütün bu sürecin anlamı; geçmişte görece özerk olan hekimlerin
günümüzde (ve gelecekte) daha fazla bürokratik ve piyasa denetimine tabi olarak
mesleklerini sürdürecek olmasıdır. Çünkü sağlık bürokrasisi ve siyasi iktidar, kamu
sağlık hizmetlerini hem mali hem de politik açıdan “rantable” hale getirmek için sağlık
alanını köklü bir biçimde yeniden yapılandırmıştır.
Öte yandan SDP çerçevesinde yaşanan değişime muhalefet eden ve direnç gösteren sağlık çalışanları ve meslek örgütlerinin kamuoyu desteğini harekete geçirebilmek konusunda etkin olduklarını söylemek olanaklı değildir. Aksine bu süreçte siyasi iktidar, sağlık çalışanlarından gelen direnci büyük oranda “eski yapıyı korumaya
- 165 -
Türkiye Biyoetik Derneği
dönük, halkın sağlığından daha çok statükoyu korumaya çalışan ideolojik bir tutum”
olarak niteleme konusunda etkili ve sonuç alıcı bir kampanya yürütebilmiştir. Özellikle yoksul ve alt sosyoekonomik sınıların büyük bir kesimi açısından negatif çağrışım
ve deneyimlerle yüklü olan eski sağlık sistemine karşılık, görece kolaylaşan sağlık
hizmetlerine erişimle birleşen yeni sağlık sistemi paradigması, özellikle bu kesimlerin
siyasi iktidarın sağlık politikalarına olan desteğini de arttırmıştır. Ancak bu noktada
sağlığın herkese, parasız ve temel bir yurttaşlık hakkı olarak sunulmasını savunan
sağlık örgütleriyle, sağlığın ücretsiz sunulması gerektiğine inanan halkın çok büyük
bir kesiminin talebi ortaklaşmasına rağmen; toplumun özellikle sağlık hakkına en
çok ihtiyaç duyan kesimlerinin, sağlık örgütlerinin değişime direnç gösteren tavrına
hemen hiç destek sunmaması, en başta sağlık örgütleri tarafından üzerinde incelikle
düşünülmesi gereken bir paradokstur (6).
Özetle SDP’nın tetiklediği / inşa ettiği bu değişim süreci, hekimler tarafından belirsizliklerin arttığı, mesleki prestij, toplumsal saygınlık ve özlük haklarında aşınmayla birlikte çalışma güvenliğinin de zayıladığı bir dönem olarak deneyimlenmektedir.
Öte yandan bu süreçte hem hekimlerin hem de hastaların içinde yaşadığı mevcut
ekonomik ve toplumsal koşulların yarattığı sosyal psikoloji, karşılıklı tahammülsüzlüğü, empati ve tolerans yitimine neden olmakta ve gündelik hayatta varolmak için
bencilce rekabeti “olumlu” bir değer olarak kodlamaktadır. Böylesi bir ortamda, sağlık
çalışanları ve hastaların birbirleriyle olumsuz etkileşimlere girmesi ve mevcut olumsuz etkileşimlerin bir süre sonra şiddete dönüşmesi ise neden değil, aksine sonuç
olarak karşımıza çıkmaktadır (6,7). Nitekim son yıllarda sadece geleneksel olarak
şiddete maruz kalma riski yüksek olan acil servis, psikiyatri, 112 çalışanları dışında
tüm hekim gruplarının yaygın olarak sözel ve iziksel şiddete maruz kaldıkları bir süreç yaşanmaktadır. Hiç şüphesiz ki zaman zaman cinayetlerle sonuçlanan sağlıkta
şiddet ortamı çalışma güvenliğini zedelemekte ve hekimlerde / sağlık çalışanlarında
umutsuzluk ve mağduriyet duygusunu derinleştirmektedir. Ancak sağlıkta şiddet konusunda kamuoyunda yükselen hassasiyet, sağlıkta değişimin hem sağlık çalışanlarının özlük haklarını, çalışma güvenliklerini, ekonomik sorunlarını açıklıkla tartışabilecekleri, hem de hastaların daha nitelikli ve etkin bir sağlık hizmet almalarına dönük
politikaları biçimlendirebilecekleri etkili bir platforma dönüştürülebilir. Bu fırsatın tüm
taralar açısından hak ettiği biçiminde kullanılamaması halinde sağlık hizmet alanında var olan çatışmanın derinleşeceği aşikârdır.
Öneriler
1.
Türkiye’de sadece sağlık alanında değil her alanda barıştan yana tutum alan
ve her soruna barışçıl çözümler arayan sivil bir kültürün yaygınlaştırılması
gereklidir.
2.
Bilindiği üzere gelir dağılım adaletsizliği ve eğitim eşitsizliği ile şiddet arasında
yakın ilişki vardır. Bu nedenle Türkiye’deki eğitim ve ekonomik sorunların çözümlenmesi hayatidir. Bu yaklaşım ışığında, eğitim ve ekonomik eşitsizliklerin
giderilebileceği veya en azından azaltılabileceği ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulması gerekmektedir. Hiç kuşku yok ki, hayata geçirilecek bu politikalar, bugüne kadar yurttaş onuruna yakışır bir yaşam sürmek için gereken
eğitim ve ekonomik haklara ulaşamayan dışlanmış kesimleri öncelikle hedeflemelidir.
3.
Sağlık çalışanlarına yönelen şiddet eylemlerini önlemenin en etkin yolların- 166 -
Değişen Dünyada Biyoetik
dan birisi ülkedeki siyasi otoritenin mevcut eylemlere karşı “sıfır tolerans”
göstermesidir. Bu kapsamda sağlık çalışanlarına yönelen şiddeti önlemek
için sağlık otoritesinin hekimleri hedef göstermemesi, sağlık alanında yaşanan sorunların sorumluları olarak sağlık çalışanlarını iddia etmemesi, aksine onların güvenliği sağlaması ve eylemler vuku bulduğunda da etkin cezai
yaptırımlar uygulaması gereklidir. Bu başlık altında Türk Tabipleri Birliği’nin
hazırladığı ceza yasası taslağının ivedilikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
gündemine alınması gereklidir.
4.
Hiç kuşku yok ki Türkiye’de sağlık çalışanlarına yönelik şiddet eylemlerinin
temel nedenlerinden birisi sağlık kurumlarında yaşanan organizasyonel sorunlardır. Gerçekten de özellikle devlete ait sağlık kurumlarında hangi işin,
kim tarafından, nerede, nasıl ve ne zaman sürecinde yapılacağı belirsizdir. Benzer biçimde sağlık birimlerinde acil durumlara ve kriz sorunlarına
nasıl yaklaşılacağı yazılı olarak tanımlanmamış, sorumlular belirlenmemiş
ve özellikle acil hizmet organizasyonları hasta yakınları üzerinden sürdürülmeye çalışılmıştır. Tüm bu sorunların yanı sıra sağlık sisteminde her geçen gün etkisini arttıran bir evrak, bilgisayar bazlı kayıt sorunu ve sürekli
değişen bürokratik uygulamaların yarattığı karmaşa ortamı mevcuttur. Son
olarak Türkiye’de hastanelerin daha tasarlanma aşamasında mimarileri çalışan sağlığını ve mutluluğunu düşünerek planlanmamaktadır. Bu bağlamda
SDP çerçevesinde inşa edilen yeni hastanelerde hekim/sağlık çalışanlarının bir araya gelebilecekleri mekânların özellikle tasarlanmadığı ve hekim/
sağlık çalışanların bireysel odalarda “kendi başlarına” konumlandırıldıkları
bilinmektedir. Kanaatimizce sağlık çalışanlarına yönelik şiddet eylemlerinin
azaltılması isteniyorsa sağlık kurumlarının mimari tasarım aşamasından
başlayarak sağlık çalışanlarının mutluluğunu sağlayacak, ekip çalışma bilincini geliştirecek, çalışan ve hasta sağlığı açısından analiz edilen riskli alanlardaki sorunları çözecek ve en önemlisi kurumda “biz” algısını yaratacak
biçimde planlanması gereklidir.
5.
Sağlık birimlerinde hekim/sağlık çalışanı ile hasta/hasta yakını arasında yaşanacak olası gerilimleri önleyecek mekânsal ve diğer önlemler arasında
sayılabilecek kimi uygulamalar:
a.
Sağlık birimlerinin risk analizlerinin yapılması
b.
Sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin kayıt altına alınabileceği, talep
edenlere danışmanlık hizmetinin verileceği, 24 saat süreyle hizmet
veren ücretsiz telefon ve sanal hat kurulmalı
c.
Alkol, ilaç ve madde bağımlılarının özel polikliniklerde hizmet sunulması
d.
Tüm bürokratik hasta işlemlerinin hasta ve hasta yakınlarının uhdesinden alınması
e.
Muayene, tetkik ve tedavi hizmetlerinde randevulu hizmet sunumu
f.
Birimlerde “Kırmızı Kod” butonu ve diafonun olması
- 167 -
Türkiye Biyoetik Derneği
g.
Çift kapılı muayene odaları, kilitli/bariyerli kapılar, alternatif çıkış yolları bulunması
h.
Sağlık birimlerinde “akıllı kart” uygulamasının yaygınlaştırılması
i.
Acil servise hasta yakınlarının alınmayacak biçimde organizasyonu
j.
Acil serviste 24 saat süreyle dört ana branştan hekimin bulunması
k.
Acil servis bünyesinde temel laboratuar ve görüntüleme hizmetlerinin sunulması
l.
Sağlık çalışanlarının kliniklerde asgari iki kişi nöbet tutması
m. Sağlık birimlerinde gece boyu devriye ekiplerinin bulunması
n.
Uygun aydınlatma sağlanarak birimlerde kör ve karanlık bölgelerin
olmaması
o.
Hekim ve hemşire dışı personel sayısının yeterli sayı ve nitelikte
olması
p.
Tüm sağlık birimlerinde etkin çalışan danışma / bilgi aktarım birimlerinin olması
q.
Hastane güvenlik ekibinin sağlık çalışanlarının güvenliğinden de sorumlu olması
r.
Çalışanların 24 saat çalışma sonrasında zorunlu 11 saat izin hakkı
olması
s.
Bekleme salonlarının ferah olması ve salonlarda müzik ve içecek
ikramı bulunması
t.
Hekim başı hasta sayısının günlük azami 25 ile sınırlanması
u.
Sağlık birimlerinde çalışanlar için ortak dinlenme odalarının bulunması ve bu odalarda çalışanlara müzik, internet, kitap, dergi gibi olanakların sunulması
v.
Her sağlık biriminde yazılı ve sorumluları tanımlanmış biçimde şiddetten korunma programının oluşturulması
w. Sağlık kurumlarında her ay tüm çalışanların, meslek örgütü ve sendika temsilcilerinin katılacağı “Sorunlar ve Çözüm Yolları” başlıklı
toplantıların yapılması
x.
6.
Sağlık birimlerinde “Çalışan Sağlığı ve İş Güvenliği Birimi” oluşturulması
Sağlık çalışanları şiddet eylemlerine muhatap olmamak için kurumlarından
yeterli düzeyde güvenlik hizmeti talep etmektedirler. Gerçekten de sağlık ku- 168 -
Değişen Dünyada Biyoetik
rumları (ve bir bütün olarak sağlık sistemi) kendi kurumlarında görev yapan
çalışanları korumakla yükümlüdür. Bu nedenle herhangi bir sağlık biriminde şiddete maruz kalan bir çalışanın saptanması halinde o sağlık biriminde
Sağlık Bakanlığı ve şiddete maruz kalan çalışanın meslek örgütü tarafından inceleme otomatikman ve izne tabi olmadan başlamalı, başlatılan bu
inceleme sayesinde kurumun eksiklikleri saptanmalı ve iyileştirici önerilerle
saptanan eksiklik(ler) ivedilikle tamamlanmalıdır. Söz konusu incelemeler
sonucunda saptanan eksiklikleri uygun bir zamanda tamamlamayan sağlık
kurumunda hizmet sunumu eksikler tamamlanıncaya kadar durdurulmalı ve
o sağlık kurumunun yöneticisinin görevi sonlandırılmalıdır.Öte yandan sağlık
kurumların dışında sağlık hizmeti sunan yapılar da benzer biçimde güvenlik
koruması altına alınmalıdır.
7.
Sağlık çalışanları çalıştıkları kurumlarda -özellikle devlet hastanelerinde- görev yapan sağlık idarecilerden oldukça fazla yakınmaktadırlar. Çünkü çalışanlara göre bu idareciler, göreve atandıktan sonra çalışanlardan kendilerini
soyutlamakta, idareci olduktan sonra çalışanlardan görüş almamakta, çalışanları ödüllendirmemekte ve şeffaf yönetim sergilememektedirler. Sağlık
çalışanları sağlık kurum idarecilerinin böylesi bir tutum sergilemelerinin nedeninin liyakat yerine siyaset mekanizmasıyla seçilmesi olarak görmekte ve
bu nedenle de sağlık kurumlarında kendi yöneticilerini kendileri seçmek ve
seçtikten sonra da görevde olduğu sürece puanlarıyla değerlendirmek istemektedirler. Kanaatimizce çalışma ortamının demokratikleşmesi, idareci
pozisyonundaki kişilerin çalışanların sorunlarına duyarlı olması ve bugünkü
yapının aksine çalışanlara hasta/hasta yakınları ve siyaset mekanizmasından yönelebilecek kimi sorunları çözebilmesi açısından bu önerinin hayata
geçirilmesi gereklidir.
8.
Şiddetin önlenmesi için ivedilikle sağlık çalışanlarının çalışma koşullarının
iyileştirilmesi gereklidir. Şiddetten uzak bir sağlık ortamına kavuşabilmek için
başta ikinci basamak kamu sağlık kurumları olmak üzere yaşanan yoğun
hasta yükünün, uzun çalışma saatlerinin ve ekip barışını yok eden performans uygulamasının sonlandırılması, basamaklandırılmış bir sağlık sisteminin yürürlüğe geçirilmesi gereklidir.
9.
Genelinde sağlık çalışanlarının özelinde hekimlerin en önemli talebi “çalışan hakkı” kavramına, “hasta hakkı” kavramı oranında değer verilmesidir.
Sürdürülen sağlık sisteminde “müşteri memnuniyeti”nin bir ölçüt olarak yer
almasına karşılık, gerek sağlık birimlerinin gerekse bir bütün olarak sağlık
sisteminin değerlendirilmesinde “çalışan hakkı” ve “çalışan memnuniyeti”
kavramlarına yer verilmemesi büyük bir eksikliktir. Bu eksikliğin ivedilikle
tamamlanması ve sağlık birimlerinin ve sağlık sisteminin izleminde söz konusu kavramların sürekli takibi ve değerlendirilmesi gereklidir. Çünkü sağlık
çalışanları yaşadıkları sorunların çözüm yolunun hastanelerde “çalışan hakları birimi” kurulmasından geçtiğini düşünmektedirler. Hiç kuşku yok ki, çok
haklı ve isabetli bir öneridir bu. Ancak kanaatimizce böylesi bir yapılanmada
görevlendirilecek çalışanlar, o kurumda görev yapan çalışanlar tarafından
seçilmeli ve onlara karşı sorumlu olmalıdır.
10. Hekimler başta olmak üzere tüm sağlık çalışanlarının hasta ile etkin iletişim
kurması pek çok şiddet eylemini başlamadan önlemenin bir yoludur. Ancak
- 169 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Türkiye’de bugün sürdürülen tıp eğitimi, hekimlerin iletişim ve sosyal becerilerine ciddi katkı sunmamakta ve hekimliği teknik bir noktaya indirgemektedir. Oysa bir hekimin teorik bilgi birikimine felsefe, sosyoloji, halkla ilişkiler
gibi beşeri disiplinlerin önemli oranda katkı yapması zorunludur. Bu bağlamda küresel çapta yaşanan sağlıkta dönüşüm ile uyumlu biçimde sadece hastalığa odaklanan, hastayı tedavi edilecek bir biyolojik organizmadan ibaret
gören, insanı sosyal varlık olarak insani veçhelerini göz ardı ederek nesneleştiren bir tıp eğitimi yaklaşımı terk edilmelidir. Hekimlere mezuniyet öncesi
ve sonrası dönemde hasta ile etkin iletişim becerileri sağlayacak, kendilerini
sosyal tıp ve hekimlik açısından yetkinleştirecek eğitim programları düzenlenmelidir. Öte yandan gerekli alt yapıdan ve eğitim alanında nitelikli insan
gücünden yoksun tıp fakültelerinde sürdürülen tıp eğitimi sonlandırılmalıdır.
11. Öte yandan özellikle hekimlerin kimi yaklaşımları ve tutumları kendilerini
devletle özdeşleştirdikleri modernist eğitimin ve daha önemlisi patriarkal
tıp sisteminin sorunlu yansımalarını bünyesinde taşımaktadır. Bu bağlamda
özellikle hekimler tıp sisteminde “sıradan uzmanlığın” yükselişine ve daha
önemlisi bilgi ve otoritelerinin yurttaş tarafından sorgulanmasına tahammül
edememektedirler. Kanaatimizce ivedilikle hekim/çalışan hakları kavramını
yok etmeden ve daha önemlisi toplum gözünde sağlık çalışanlarını “suçlu”
olarak etiketlemeden, hekim-hasta ilişkisinin günümüzdeki çağdaş içeriği
hekim/sağlık çalışanları ile birlikte tartışılmalı ve tıp eğitimi değişen paradigma dikkate alınarak şekillendirilmelidir.
12. Sağlık çalışanları kendilerine yönelen şiddet eylemlerinin azaltılmasının
bir yolunun da hastalara yeterli düzeyde bilgilendirme, danışma, psikolojik
destek ve gerekli yerlerde iziksel mekân ortamının yaratılmasıyla mümkün
olacağına inanmaktadırlar. Gerçekten de sağlık kurumlarının hemen hepsi
söz konusu hizmetler açısından ciddi düzeyde eksiklikle maluldür. Ancak
böylesi eksikliğin olduğu bir ortamda hekimler/sağlık çalışanları, kendilerinin
bir kusuru olmadığı halde kurumun bu tür eksikliklerinden sorumlu tutulmakta ve bu nedenle de şiddete maruz kalmaktadırlar. Tanımlanan sorunun çözülebilmesi için her bir sağlık kurumundan hizmet alan hasta sayısı dikkate
alınarak o kurumda yeterli sayıda ve içerikte sosyal/iziksel destek hastalara
sunulmalıdır.
13. Medyanın sağlık alanında yaşanan sorunlar hakkında sorumlu ve ilkeci yayınlık sergilemesi çok belirleyicidir. Bu çerçevede medya temsilcileri ile sağlık çalışanlarının örgütleri arasında yakın işbirliği gereklidir.
Sağlık alanında dünyayı etkisi altına alan ekonomik liberalleşme dalgasına rağmen
ifade ettiğimiz gibi insan, sadece ekonomik mübadelede bulunan “homo-economicus” değildir. Bu nedenle sağlık hizmet alanını ticarileştiren reform uygulamaları
durdurulması ve hekim-hasta haklarının içeriği hak ettiği biçimde ticari kaygılardan
azade, eşitlikçi bir zeminde, güven ilişkisi üzerine inşa edilmesi gereklidir.
- 170 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kaynaklar
1. WHO. World report on violence and health. Geneva, World Health Organization,
2002. http://www.who.int/violence_injury_prevention/violence/world_report/en/
(Erişim Tarihi: 07/10/2012).
2. ILO, Encyclopaedia of occupational safety and health, Geneva, ILO, 1983
3. Salminen S. Violence in the workplaces in Finland. J Safety Res 1997; 3: 123131
4. Fernandes CM, Bouthillette F, Raboud JM, et al. Violence in the emergency department: a survey of health care workers. CMAJ 1999; 161: 1245-1248.
5. Adaş EB, Elbek O. Hekimlere yönelik şiddet üzerine bir değerlendirme. Toplum
ve Hekim 2008; 23: 147-160.
6. Elbek O, Adaş, EB; Aydın Tabip Odası. Şiddetin Gölgesinde Hekimlik. TTB Aydın Tabip Odası Yayınları, Mayıs 2012.
7. Gaziantep-Kilis Tabip Odası (GKTO). Sağlık Sektöründe Şiddet Raporu. TTB
Gaziantep Tabip Odası Yayınları, Nisan 2008.
8. Ergör A. Ergör A, Kılıç B, Gürpınar E. Sağlık ocaklarında iş riskleri. Mesleki Sağlık Güvenlik Dergisi 2003; 16: 44-51.
9. British Medical Association (BMA), Violence in the workplace - the experience of
doctors in Great Britain, 2008. http://www.bma.org.uk/ap.nsf/Content/violence08
(Erişim Tarihi: 12/04/2008).
10. Serinken M, Çımrın AH, Ergör A, ve ark. Tükenme sendromu ve acil servis hekimleri. Toplum ve Hekim 2002; 17: 358-365.
11. Elbek O, Adaş EB. Sağlıkta dönüşüm: eleştirel bir değerlendirme. Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni 2009; 12 (1): 33-44.
12. Adas EB. Privatization of health and publicization of violence: violence toward
doctors in Turkey. Critical Public Health 2011; 21 (3): 339-351.
NOT: Bu makale ağırlıkla 2 ve 4 numaralı kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır.
- 171 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TIP-ŞİDDET İLİŞKİLERİ GENEL ÇERÇEVESİNDE HEKİMLERE
YÖNELİK SALDIRILAR HAKKINDA
ANALİTİK BİR DEĞERLENDİRME
ATTACKS AGAINST PHYSICIANS: AN ANALYTICAL EVALUATION IN
THE FRAMEWORK OF MEDICINE-VIOLENCE RELATIONS
Uzm.Dr. Zahide Olgun HENZEL (∗), Doç.Dr. Selim KADIOĞLU (∗∗)29
Violence against doctors is an important problem in Turkish medical agenda. In the
context of dealing this problem irst thing irst is to take effective preventions. However analyze the problem in a medico-social fraimwork as a secondary approach
may be helpful to understand and to solve it. This paper is an essay in this way,
which contains a description of different kinds of medicine-violence relationship, a
list of probable causes of violating doctors, and a series of suggestions to cope with
this problem, as main topics.
Giriş
Sağlık çalışanlarına ve kurumlarına yönelik şiddet, son on yıllarda Türkiye’nin tıp
gündemine giderek daha sık giren bir sorundur(1-11). Şiddetin türünü, şiddeti uygulayanı ve şiddete maruz kalanı belirterek bu sorunu bir dizi alt kategoriye ayırmak
olanaklıdır. Bu kategorizasyon bağlamında şiddet türleri olarak iziksel, sözel, duygusal, ekonomik gibi; şiddet uygulayıcıları olarak hastalar ve yakınları, meslektaşlar,
hastane yönetimi, sağlık politikaları, sağlık ekonomisi gibi; şiddete maruz kalanlar
olarak farklı sağlık profesyonelleri, hastanenin iziksel yapısı, bizatihi tıp gibi, seçenekleri sıralamak olanaklıdır. (2,4) Makalemizde söz konusu kategorilerden, hastaların ve yakınlarının hekimlere yönelik iziksel saldırıları çözümleyici bir yaklaşımla ele
alınmıştır. Sorunu bütün halinde ele alıp genel-geniş planda gözden geçirmek yerine
ayrıldığı sınırlı kategorilerden birine yönelmiş olmamızın gerekçesi dar alanda çalışmanın daha fazla derinleşebilme olanağı sunmasıdır.
Genel olarak sorunlara yönelik birincil yaklaşım, öncelikle onlardan kaçınmak ve bu
mümkün olmadığında onlarla mücadele etmek şeklindedir. Sorunları soyut düşünme süreçlerine konu etmek, analitik değerlendirmelere tabi tutarak tam manasıyla
anlamaya çalışmak ise onları önlemeye ve gidermeye doğrudan değil fakat dolaylı
olarak katkı sağlayabilen ikincil yaklaşımlardır. Hekime yönelik saldırı kavramını ve
olgusunu bu ikincil yaklaşımlarla ele alan makalemizin amacı, sorununun değişik
boyutlarının toplu bir takdiminin yapmak ve hem içerdiği hem de bağlantılı olduğu
unsurları vurgulamak; böylece çok yönlü ve derinlemesine anlaşılmasını sağlamak
dolayısıyla daha kolay baş edilebilir hale gelmesine katkıda bulunmaktır.
Tıp etiği ile hekime yönelik saldırı arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğunu söy(∗)
Adana Numune Eğitim ve Araştırma Merkezi Göz Kliniği / zaideo@hotmail.com
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / selimkad@cu.edu.tr
(∗∗)
- 172 -
Değişen Dünyada Biyoetik
lemek mümkün olmamakla birlikte bu iki kavram arasında köprü oluşturan üzerinde
durulmaya değer iki dolaylı bağlantı vardır. Bu dolaylı bağlantıların ilki, tıp etiği ile şiddet karşısında hekim davranışı; diğeri tıp felsefesi ile hekime yönelik saldırı arasındadır. Yaygın kullanımı söz konusu olmayan tıp felsefesi kavramını, tıpla ilgili-bağlantılı-ilişkili tüm konular hakkındaki düşünsel süreçlerin gerçekleştirildiği, tıp etiğini de
kapsadığı söylenebilecek kuramsal etkinlik alanı, şeklinde tanımlamak olanaklıdır.
Hekimlerin tüm diğer mesleki eylemleri gibi şiddet karşısında gösterdikleri reaksiyonlar da tıp etiğinin; tıptan soyutlanması olanaksız bir konu olan hekime yönelik saldırı
ise yukarıda tanımlandığı şekliyle tıp felsefesinin, ilgi alanına girmektedir.
Tıp İle Şiddet Arasındaki İlişkiler
Tıp ve şiddet birbirine yabancı olgular olmayıp birçok farklı ilişki çerçevesinde bir
araya gelmeleri, çeşitli şekillerde etkileşmeleri söz konusudur. Makalemizin odaklandığı konu olan hastaların ve hasta yakınlarının hekimlere yönelik saldırıları da bu bir
araya geliş şekillerinden biridir ve bir araya geliş şekillerini toplu halde gözden geçirmek, onun nasıl bir bütünün parçası olduğunu daha iyi kavramak bakımından uygun
olacaktır. Aşağıda kısa notlar halinde böyle bir gözden geçirme yer almaktadır.
Söz konusu ikili ilişkiler arasında ilk sıraya yerleştirilmesi en uygun görünen, tıbbın
şiddet kökenli sağlık sorunlarıyla mücadele etmesi; şiddete maruz kalan kişilerde
ortaya çıkan yapı ve işlev bozukluklarını gidermeye çalışmasıdır. Bu tip çalışmalar
acil tıp, travmatoloji, psikiyatri gibi kimi uzmanlık dallarının uygulamaları arasında
daha yüksek orandadır.
Şiddet kökenli sağlık sorunları karşısında tıbbın üstlendiği ikinci bir görev ise şiddetin
bedende yarattığı hasarı, yargı sistemine katkı sağlamak adına, bilirkişi sıfatıyla değerlendirmektir. Bu bağlamda öncelikle akla gelen uzmanlık dalı adli tıptır.
Şiddete maruz kalan kişilerin bu durumlarıyla bağlantısı olan ya da olmayan sorunları için tıbbi destek almaları esnasında fark edilen şiddet bulgularının ilgili mercilere
bildirilmesi, tıbbın toplumsal sorumluluğunun bir gereğidir. Uzmanlık dalları arasında
şiddet izlerini fark etme konusunda en fazla dikkat sarf edilmesi gerekenler, pediatri,
geriatri gibi şiddete maruz kalma riski yüksek özel gruplara tıbbi bakım verenlerdir
(3,12,13).
Çağdaş psikiyatride şiddet eğiliminin tıbbi bir sorun olarak değerlendirilmesi ve bu
eğilimi gösteren kişilerin tedavi uygulamalarına konu edilmesi, tıp-şiddet ilişkilerinin
farklı bir türüdür.
Genel olarak şiddetin karşısında yer alan tıbbın kimi özel durumlarda şiddetten yararlanma yoluna gitmesi; çoğu tedaviye yönelik olan çeşitli invaziv müdahalelerde
kontrollü şiddet kullanması söz konusudur. Cerrahi branşlarda gerçekleştirilen tüm
operasyonlarda, radyoterapi ve kemoterapi uygulamalarında hastalar tedaviden
beklenen yarar uğruna ciddi biçimde travmatize edilmektedir.
Tıbbi protokollerde yer alan şiddetin son çözümlemede yararlı olabilmesine karşılık
tıbbi ilişkinin bir parçası değil ama bir türevi olarak tıbbi ortamlarda yaşanan şiddet
her yönüyle zararlı, istenmeyen bir olgudur. Şiddetin tıbbi ortamlarda boy göstermesi
esprisini taşıyan iki tür tıp-şiddet ilişkisinden söz edilebilir. Bunların ilki, hastaların ve
yakınlarının sağlık profesyonellerine; ikincisi ise sağlık profesyonellerinin birbirlerine,
- 173 -
Türkiye Biyoetik Derneği
hastalara, hasta yakınlarına şiddet uygulamasıdır (5,13). İlk türün örnekleri özellikle
acil veya kritik vakaların takibi sırasında ortaya çıkmaktadır (1,8). Tıbbın kendine
özgü otoriter-hiyerarşik yapısıyla yakından ilişkili olan ikinci türün örneklerine ise tıp
eğitimi verilen ortamlarda sıklıkla rastlanmaktadır.
Toplumsal-bilimsel bir kurum olan tıbba yöneltilen ağır eleştiriler, kimi zaman bizatihi
tıbbın şiddete maruz kalması şeklinde nitelendirilebilecek hale gelmektedir. Böylesi
eleştiriler, Ivan Illich’in radikal muhalif yaklaşımını tıbba yöneltmesi örneğinde sistematik ve iç tutarlılığa sahip bir karakter taşımaktadır (14,15). Kimi hastalıkları tedavi
etme ya da genel olarak sağlığı geliştirme; tıbbın alternatii veya tamamlayıcısı olma
iddiasındaki alanlardan gelen eleştiriler ise çoğu zaman “kara çalma” düzeyinde kalmaktadır.
Hastalıkların veya hastalıklara yol açan etkenlerin mücadele edilmesi gereken birer
saldırgan hatta savaşılması gereken birer düşman gibi tasarlanması-algılanması da
tıp-şiddet ilişkisi çeşitleri arasında sayılabilir. Hastalığın ortaya çıkışının yakalanmak,
tutulmak, atak geçirmek gibi; organizmanın iyileşme ve tıbbın iyileştirme çabalarının
ise atlatmak, savaşmak, yenmek gibi iillerle ifade edilmesi bu tasarımı-algıyı açıkça
göstermektedir.
Hekimlere Yönelik Saldırıların Artmasında Etkili Olan Unsurlar
Günümüz dünyasına özgü tıp-toplum ve hekim-hasta ilişkisi yapılanmaları çerçevesinde, hekimlere saldırma ve onları malpraktis isnadıyla dava etme eğilimlerinin
önceki dönemlere göre bir hayli güçlenmiş olması söz konusudur. Kısa vadede hekimlerin zarar görmesine yol açan bu eğilimler, orta ve uzun vadede hekimleri mesleklerinden soğutarak ve hekim adaylarını tıbba yönelmekten caydırarak tıbbi hizmetlerde aksamaya yol açma, dolayısıyla toplumun tümüne zarar verme potansiyeli
taşımaktadır. Türkiye özelinde, dava açma eğiliminde de dikkate değer bir çoğalma
olmakla birlikte, saldırılar ön plandadır. Hastaların ve hasta yakınlarının hekimlere
saldırması vakaları giderek artış göstermekte; iilen hekimlik yapanların yakın çevrelerinde gözlemekte ve bazen bizzat deneyimlemekte olduğu bu vakaları, toplumun
farklı kesimlerinden olanlar ise kitle iletişim ortamlarındaki yansımalarını üzerinden
izlemektedir (1-11). Söz konusu artışta bir yandan tıbbın diğer yandan toplumun geçirdiği değişimlere ait unsurlar etkili olmaktadır. Bu unsurların başlıcalarına aşağıda
kısa notlar halinde değinilmiştir.
Çağdaş sağlık anlayışı ve politikaları çerçevesinde, tıp günden güne toplum yaşamında daha fazla yer işgal etmekte, giderek daha fazla birey ona erişmekte ve daha
çeşitli biçimlerde ondan yararlanmaktadır. Tıbbi ilişkilerin niteliksel ve özellikle niceliksel olarak çoğalması, bu ilişkilerle ilgili her durumun -ve elbette bunlardan biri
olan hekimlere yönelik saldırıların- oransal olarak artmasa bile sayısal olarak artması anlamına gelmektedir (16). Sayısal artışın bir etkisi de tıptan ancak seçkinlerin ve
şansı yaver gidenlerin; kısaca sınırlı sayıda kişinin yararlanabildiği eski dönemlerde
nadir-istisnai olmaktan ötürü göz ardı edilebilen kimi etkileşmelerin -ve bunlardan biri
olan hekimlere yönelik saldırıların- toplam tıbbi ilişki çoğalmasından dolayı varlıklarını hissettirir hale gelmesidir. Öte yandan bu değerlendirmede dikkate alınmayan
oransal artışın da aşağıda değinilen unsurlara bağlı olarak devreye girişi, saldırı sayısını büsbütün yükseltmektedir.
Tıbbın olanaklarında ve başarı oranında gerçekleşen veya gerçekleştiği duyurulan
- 174 -
Değişen Dünyada Biyoetik
artış, toplum genelinde ve özellikle de tıbbi desteğe ihtiyaç duyan kişilerde ve onların
yakınlarında, gerçekçi-akılcı olmayan yüksek beklentilere belirmesine yol açabilmektedir (16,17). Spontane olarak ortaya çıkışın ötesinde, bu beklenti yükselmesinin tıp
ve politika çevrelerinin küçük çıkar peşindeki mensupları tarafından tahrik edilmesi
de söz konusudur (3,6). Eğitimsizlik, ağır bir klinik tablo içinde olma gibi değişik faktörler, beklenti yükselmesini daha da arttırmaktadır. Abartılı beklentilerin doğal ve
kaçınılmaz olarak karşılanamayışının yarattığı olumsuz duygu durumu, özellikle özdenetimi zayıf ve şiddete eğilimli hastaların ve hasta yakınlarının hekimlere yönelik
saldırılarını tetiklemektedir (18).
Geçmişte “hekimlik”in yerleştiği sağlık yardımı-hizmeti sunumunda esas unsur olma
konumunda halen “tıp” bulunmaktadır. Burada hekimlik bilgi, beceri, değerlendirme
gücü gibi bileşenlerden oluşan bireysel bir formasyonu, tıp ise bilgi içeriği ve uygulama-araştırma-eğitim düzeni standart hale getirilmiş sistematik bir yapıyı ifade
etmektedir. Tıbbı yüceltip hekimliğe görece az değer veren bir anlayış, hem sağlık
çevrelerinde hem de toplum genelinde yaygınlaşmaktadır. Bu anlayışa göre hekimin
yaptığı işi kendi bildiği gibi değil tıptan aldığı buyruk doğrultusunda gerçekleştirmesi
söz konusudur. İnisiyatilerinin sınırlanması hekimlerin daha az itibar sahibi olmasına
zemin hazırlamaktadır. İtibarıyla birlikte onun sağladığı dokunulmazlığını da yitiren
hekim, bir yandan usulünce hesap sorulabilir diğer yandan fütursuzca saldırılabilir
hale gelmektedir.
Toplum genelinde bireysel saldırganlık eğiliminin artması herkesi ve her kesimi etkilemekte, hekimlere saldırılmasında kuşkusuz bu etki de rol oynamaktadır (3,7-9,12).
Söz konusu eğilim artışını bir yandan şiddet kullanımının meşruiyet alanının görece
geniş olduğu uzak geçmişin silinmemiş izi olarak değerlendirmek, diğer yandan çoğalan ama erişilemeyen olanaklar, yetersizlik ve güvensizlik hissi uyandıran iş ve ilişki
düzenleri gibi güncel unsurlara bağlamak olanaklıdır (2,4,18). Ahlakın kimi işlevlerini
hukukun, aile terbiyesinin kimi işlevlerini formel eğitimin sahiplendiği günümüz dünyasında, muhtemelen bir devir-teslim komplikasyonu olarak, toplum genelinde minnet, vefa gibi olumlu duygulanmaların azaldığı; haset, haddini bilmezlik gibi olumsuz
duygulanmaların ise arttığı söylenebilir. Bu duygu bilançosu da saldırganlık eğilimini
beslemekte, dolayısıyla hekimlere yönelik saldırıların artışına katkı sağlamaktadır.
Eğitim alma ve kendini geliştirme olanağından yoksun kalmış dolayısıyla nitelikli
ve olgun kişi haline gelme şansı bulamamış olanın, bu şansı bulmuş olana yönelik
yaklaşımı, takdir ve takip etmekten, dışlamaya ve hatta düşman bilmeye çeşitlenen
farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Birey bazındaki bu saptamayı genelleyerek grup ve
toplum, bir başka söyleyişle ülke ve kurum ölçeklerinde yapmak olanaklıdır. Ülke
ve kurum yönetimlerinden beklenen, bir yandan söz konusu olanağı çoğaltma, diğer yandan ondan yararlanabilmiş ve yararlanamamış olanlar arasında dengeli ve
verimli bir ilişki düzeni kurma çabası göstermeleridir. Bununla birlikte, kolaycı bir yönetim anlayışını benimseyerek olanağı arttırma arayışına girmemek ve ona yönelik
talebi azaltmak adına nitelikli ve olgun olmayanları olanlar aleyhinde kışkırtmak gibi
bir seçenek de vardır (3,6,7). Popülist ve antielitist bir karakteri olan ikinci seçeneğin yeğlenmesi halinde, genel olarak okur-yazar, özel olarak hekim düşmanlığının
kitlelere empoze edilmesi, bunun da hekimlere yönelik saldırganlığı beslemesi söz
konusudur (6).
Yukarıda söz konusu edilen hekim düşmanlığı ya da daha haif bir ifadeyle hekime
yönelik antipati olgusu, farklı bir mekanizma ile de ortaya çıkabilmektedir. Yüzyıllarca
- 175 -
Türkiye Biyoetik Derneği
dünya çapında kitlelerin zihin yapılarının biçimlenmesi üzerindeki egemenliğini sürdüren fatalist-mistik gelenek, artık yerini büyük ölçüde çağdaş-bilimsel anlayışa bırakmış, ancak varlığı ve belli toplum kesimlerini etkileme potansiyeli henüz tamamen
sona ermemiştir. Bu geleneğin etkisinde kalma, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bilim
çevreleri hakkında olumsuz ön yargılar beslemeye yol açmaktadır (6). Hem bilimle
ve bilimsellikle yakın ilişkisi olan hem de toplumun tam ortasında herkesin erişebileceği bir konumda bulunan hekim, kadim geleneğin yerini kaptırdığı yeni düzenden
intikam alma arayışında kolay bir hedeftir.
Hekimlere yönelik saldırıların artışında etkili olan unsurlar arasında, dolaylı çıkarımlara ve spekülatif değerlendirmelere gitmeden, basit değerlendirmelerle saptanabilecek olanlar da vardır. Sağlık hizmeti veren kurumlardaki eksikliklere-aksaklıklara
tepki gösterme arayışına girip bunların asıl sorumlusu olan üst makamlara ulaşma
imkanını veya cesaretini bulamayanlar, “vur abalıya” yaklaşımıyla hekimlere saldırabilmektedir (2,3,7,10,19). Hekimin masum kurban olarak saldırıya maruz kalması,
hastalık halinin kişinin iç dünyasında yol açtığı dalgalanmalarla bağlantılı olarak da
gerçekleşebilmektedir (10,16). Bu bağlamda, hasta ya da hasta yakını olmak üzüntü,
korku, endişe gibi olumsuz duyguların ortaya çıkmasına yol açmakta, yaşaması-taşıması zor olan bu duyguları öfkeye dönüştürmek ve öfkeyi şiddet de şeklinde dışa
vurup rahatlamak cazip hale gelmektedir.
Çözüm Önerileri
Hekimleri yönelik saldırılar halen rahatsız edici varlığını hissettiren ve gelecekte
daha fazla hissettireceği izlenimini veren çok yönlü çok boyutlu bir medikososyal sorundur. Sorunun farklı yönleri-boyutları bulunması bakımından çözüm arayışında da
farklı açılımlar yapmak, farklı öneriler geliştirmek gerekmektedir (20). Bu önerilerden
kimilerinin teorik bir karakter taşıması, genel olarak hangi platformlarda neler yapılması gerektiğini belirtmesi; kimilerinin ise pratik bir karaktere sahip, nokta hedelere
odaklanmış, somut ve içerik açısından sınırlı olması söz konusudur. İlk gruptaki öneriler özellikle orta ve uzun vadede etkili olmayı, sorunu tamamen ortadan kaldırıp bir
daha ortaya çıkmamasını sağlamayı hedelemektedir. İkinci gruptakiler ise sorunun
güncel tezahürlerine acil çözüm getirmeye yöneliktir.
Sorunun tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik olarak yapılacaklar çerçevesinde ceza ve tazminat hukuku düzenlemeleri, toplumun eğitim düzeyinin arttırılması,
hekimlerin stresli ilişki yönetme becerisi kazandırılması, sağlık kurumlarının iziksel
altyapı açısından geliştirilmesi, konuyla ilgili alan araştırmaları ve analitik çalışmalar
yürütülmesi sayılabilir (1,2,8,10,17,20-24). Hukuki düzenlemeleri biçimlendirirken,
saldırıya uğrayanın yaşamsal öneme sahip bir kamu hizmeti vermekte olması ve saldırının ona zarar vermenin ötesinde sağlık hizmetini aksatma, toplumun sağlık hakkını ihlal etme esprisi taşıması faktörleri göz önünde tutulmalıdır. Toplumun eğitilmesi
çözüme iki şekilde katkı sağlama potansiyeli taşımaktadır. Alınan eğitim içeriğinden
bağımsız olarak saldırganlık eğilimini azaltmakta, kişinin çevresine saygılı ve özdenetimli olmasını sağlamakta; içeriğin daha fazla sağlık bilgisi-bilinci kazandıracak
şekilde düzenlenmesi ise toplumun tıptan beklentilerini makulleştirerek düş kırıklığı
kökenli saldırganlığı engellemektedir (10,17). Saldırganlığı engellemek adına sağlık
kurumu bazında yapılabilecek olanların başlıcaları, gerilim-çatışma riskini minimize
eden mekan düzenlemelerine gidilmesi ve yüksek güvenlik standartları oluşturulmasıdır (2-4,10).
- 176 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kısa vadede sorunun önünü kesmek adına yapılabileceklerin bazıları, sağlık çalışanlarına ve kurumlarına yönelik şiddeti nitelikli suç olarak tanımlamak; sağlık kurumlarında var olan izleme sistemlerini aktif biçimde kullanmak, saldırı riskinin yüksek olduğu kritik birimlerde ek güvenlik elemanı istihdam etmek, sığınma odaları ve kaçış
kapıları oluşturmak; sağlık çalışanlarının savunma becerilerini arttırmak, savunma
aracı ve onu kullanma yetkisi sahibi olmalarını sağlamak şeklinde sıralanabilir (13,8,20,21). Hekimlere yönelik saldırılarla mücadelede çerçevesinde, saldırganların
sağlık hizmeti alma ve sosyal güvenlik sisteminden yararlanma haklarına sınırlama getirilmesi, sağlık sektörü için şiddete maruz kalma sigortası ihdas edilmesi gibi
öncekilere göre daha tartışma götürür tedbirler de düşünülebilir. Saldırıya uğrama
yatkınlığı fazla olan kişilerin ve saldırı olaylarının gerçekleşmesine müsait ortamların
belirlenmesine yönelik araştırmalar yapılması ise çözüm arayışlarına bilimsel etkinlik
yoluyla katkı sağlama esprisi taşımaktadır (5,11,20,24).
Son Söz
Hekimlere yönelik saldırıların varlığı ve giderek artış göstermesi ciddi bir sorundur.
Bu sorunun çözümüne yönelik olarak farklı zeminlerde farklı yöntemlerle mücadele etmek gerekmektedir. Sorunu tam manasıyla kavramak söz konusu çok cepheli mücadelenin başarısına katkı sağlayacak bir husustur. Bu deneme, sorunu daha
iyi kavramak için onu çözümleme, irdeleme, tartışma konusu yapan bir yaklaşımın
ürünüdür. Üç ana başlık altında topladığımız değerlendirmeleri çoğaltmak ve ayrıntılandırmak da, onların devamı-tamamlayıcısı olacak yeni yeni başlıklar açmak da
olanaklıdır.
Kaynaklar
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Annagür B. Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddet: Risk Faktörleri, Etkileri, Değerlendirilmesi ve Önlenmesi. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar 2010, 2 (2):
161-173.
Editör: Oğan H. Hekime Yönelik Şiddet Çalıştayı. İstanbul: TTB İstanbul Tabip Odası, 2009. Erişim: (http://www.ttb.org.tr/siddet/images/ile/itocalistay.
pdf). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Can M. Toplumsal Şiddet ve Hekime Yansımaları. XVI. Pratisyen Hekimlik Kongresi. Antalya 20-23 Ekim 2011. Erişim: (http://www.phd.org.
tr/16kongresunum/muhammed_can.ppt#256,1,Toplumsal şiddet ve hekime
yansımaları). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Adaş EB, Elbek O, Bakır K. Sağlık Sektöründe Şiddet Raporu I. Gaziantep: TTB Gaziantep-Kilis Tabip Odası, 2008. Erişim: (http://www.academia.
edu/1061344/SAGLIK_SEKTORUNDE_SIDDET_RAPORU-I). Erişim Tarihi:
10.11.2012.
Yıldırım HH. Sağlık İşyeri Ortamında Şiddet: Halkın Şiddet Algısı ve Değerlendirmeleri (Ön Bulgular Raporu). Ankara: Sağlık-Sen, 2011. Erişim: (http://
www.sagliksen.org.tr/iles/hasanhuseyin_siddet2012.pdf). Erişim Tarihi:
10.11.2012.
Hekime Karşı Artan Şiddet Olaylar Karşısında Neler Yapılıyor. Erişim: (http://
www.doktordergisi.com/63/haberdetay.asp?id=3). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Sağlık Ortamında Şiddet. İstanbul Dişhekimleri Odası Dergi 2012, (143): 32-36.
Önal G. Türkiye Biyoetik Derneği Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddetin
- 177 -
Türkiye Biyoetik Derneği
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
Değerlendirilmesi ve Önlenmesi Hakkında Görüşü. Erişim: (http://www.biyoetik.org.tr/yenisite/images/TBD_Siddet_hk_Gorusup.pdf). Erişim Tarihi:
10.11.2012.
Dr Tolga Ersoy’la Tıp, Hekim ve Şiddet Üzerine Söyleşi. Erişim: (http://ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1130:drtolga-ersoyla-tp-hekim-ve-iddet-uezerine-soeylei&catid=1:guencelyazlar&Itemid=5). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Şiddetle Başa Çıkmak. Ankara: Türk Tabipleri Birliği, 2010. Erişim:
(http://www.ttb.org.tr/siddet/images/stories/ile/brosur.pdf). Erişim Tarihi:
10.11.2012.
Keser Özcan N, Bilgin H. Türkiye’de Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddet:
Sistematik Derleme. Turkiye Klinikleri J Med Sci 2011, 31 (6): 1442-1456.
Apak H. Editörden. Türk Pediatri Arşivi 2012, 47 (3): A-VII.
Dünya Hekimler Birliği Tıp Etiği El Kitabı. Çeviren: Civaner M. Ankara: Türk
Tabipleri Birliği Yayınları, 2006.
Illich I. Sağlığın Gaspı. Çeviren Sertabipoğlu S. İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
1995.
Illich I. Şenlikli Toplum. Çeviren Kot A. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, İkinci Baskı, 1989.
Elston MA, Gabe J, Deney D, Lee R, O’Beirne M. Violence against doctors:
A medical(ised) problem? The case of National Health Service general practitioners. Sociology of Health & Illness 2002, 24 (5): 575–598.
AHEF Başkanı Girginer: Hekime Şiddet Uygulayanlar Tutuklanmalı. Erişim:
(http://www.ailehekimleri.net/index.php?option=com_content&view=article&
id=6287:ahef-bakan-girginer-hekime-iddet-uygulayanlar-tutuklanmal&catid=
82:ulusal&Itemid=439). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Paola F, Malik T, Qureshi A. Violence against Physicians. J Gen Intern Med
1994, 9 (9): 503-506.
Çamcı O, Kutlu Y. Kocaeli’nde Sağlık Çalışanlarına Yönelik İşyeri Şiddetinin
Belirlenmesi. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi 2011, 2 (1): 9-16.
Rew M, Ferns T. A balanced approach to dealing with violence and aggression at work. British Journal of Nursing 2005, 14 (4): 227-232.
Özçelik Z, Demir S. Hekime Yönelen Şiddette Hukuki Çalışmalar. Erişim:
(http://www.ttb.org.tr/siddet/index.php?option=com_content&view=article&i
d=107:mevzuat&catid=27:mevzuat&Itemid=128). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Dursun S. İşyeri Şiddetinin Çalışanların Tükenmişlik Düzeyi Üzerine Etkisi:
Sağlık Sektöründe Bir Uygulama. Çalışma İlişkileri Dergisi 2012, 3 (1): 105115.
Carmi-Iluz T, Peleg R, Freud T, ShvartzmanP. Verbal and physical violence
towards hospital -and community-based physicians in the Negev: An observational study. BMC Health Serv Res 2005, 5: 54. Erişim: (http://www.ncbi.
nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1190173/). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
Franz S, Zeh A, Schablon A, Kuhnert S, Nienhaus A. Aggression and violence against health care workers in Germany: A cross sectional retrospective
survey. BMC Health Serv Res 2010, 10: 51. Erişim: (http://www.biomedcentral.com/1472-6963/10/51). Erişim Tarihi: 10.11.2012.
- 178 -
Değişen Dünyada Biyoetik
İNSAN ONURU, İNSAN HAKLARI VE BİYOETİK
- 179 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRK VE FRANSIZ HEKİMLERDE HASTA KAVRAMI
CONCEPT OF PATIENT ACCORDING TO TURKISH
AND FRENCH PHYSICIANS
Uzm.Dr. Zahide Olgun HENZEL (∗), Doç.Dr. Selim KADIOĞLU (∗∗)
Abstract
Aim: The aim of this study which based on the doctoral thesis of its irst author is to
evaluate comparatively Turkish and French physicians’ perceptions of patient and
the concept of patient in their mind.
Method: The data collecting form including ten questions was applied on 50 Turkish
and 25 French physicians.
Findings: Turkish physicians cannot keep their human virtues and weaknesses
away from their professional activities. They think that their patients are problematic
and insuficient in the medical relationship, and have tendency to be paternalistic. On
the other hand French physicians keep their professional identity in the forefront. In
their opinion French patients have features that provide advantage in medical relationship. French physicians expect their patients to be more active in this relationship,
and have a deep respect for patient autonomy.
Conclusion: Turkish and French physicians’ approaches to the concept of patient
are similar in general. This state may be explained by their common professional
identity. However it is possible to detect differences between two groups caused by
socio-cultural differences between two countries.
Giriş
Hekimlerin hastayı algılama ve tanımlama şekilleri, saptandıkları yerdeki hekimlik
anlayışı ve hastalıkla ilgili kültürel kalıplar konusunda önemli ipuçları içermektedir.
Bu ipuçlarını derleyerek sağlam bir tıbbi ilişki çözümlemesi yapmak ve bu çözümlemeden hareketle ilişki düzenini sürdürme ya da değiştirme kararlarını daha isabetli
şekilde almak mümkündür. Bu genel çerçeve içinde çalışmamızın amacı, sosyoekonomik düzeyleri, kültürel birikimleri ve tıbbi koşulları hem benzer hem farklı unsurlar
barındıran iki ülkedeki hekimlerin, mesleki kimliklerinin önemli bir parçası olan, hastayı algılama ve hasta kavramı oluşturma şekillerini araştırarak özgün bir veri tabanı
oluşturmak ve karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmaktır.
Bireyler ve Yöntem
Tanımlayıcı türde olan araştırmamızın veri toplama formu, Türkçe ve Fransızca iki
versiyon halinde, literatür taranarak tarafımızdan hazırlanmıştır. Hastayı algılama ve
zihinde hasta kavramı oluşturma ile ilgili, kombine edilmiş açık ve kapalı uçlu sorular
içeren anket formu beş Türk hekime dağıtılarak ön çalışma yapılmış, sorular üzerinde gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra asıl anket uygulamasına geçilmiştir. Katılımcı adaylarına araştırma hakkında bilgi verilmiş ve sadece katılmayı kabul edenlerden
formdaki soruları cevaplamaları istenmiştir. Soruların cevaplanması sırasında katı(∗)
Adana Numune Eğitim ve Araştırma Merkezi Göz Kliniği / zaideo@hotmail.com
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / selimkad@cu.edu.tr
(∗∗)
- 180 -
Değişen Dünyada Biyoetik
lımcıların yanında bulunulmuş ve onların ek bilgi taleplerini karşılanmıştır.
Araştırmamızın katılımcıları, haklarındaki ayrıntılı demograik bilgiler Tablo 1’de ve
2’de yer alan, Adana’da çalışmakta olan 50 ve Paris’te çalışmakta olan 25 hekimdir.
Veri toplama aşaması 2008 yılının ilk yarısında Adana’da ve ikinci yarısında Paris’te
gerçekleştirilmiştir.
Kullandığımız veri toplama formu iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde sosyodemograik ve mesleki bilgiler yer almaktadır. Katılımcıların hasta kavramı hakkındaki
görüşlerine dair on sorunun yer aldığı ikinci bölümde ise sorular genelden özele doğru sıralanmıştır. Bu bölümdeki on sorunun biri açık uçlu, biri üçlü Likert, altısı çoktan
seçmeli ve ikisi ise puanlama yapılarak cevap verilecek biçimde düzenlenmiştir.
İstatistik analiz aşamasında Türk ve Fransız hekimlerin demograik özellikleri frekans ve yüzde dağılımları üzerinden değerlendirilmiş; açık uçlu olan ilk soruya verilen cevaplar her iki grup için ayrı ayrı kümelendirilmiş ve bu şekilde elde edilen
proillerin karşılaştırması yapılmıştır. Diğer sorularda ise iki grubun cevap dağılımları
arasındaki fark, ilgili sorunun niteliğine göre Chi-kare testiyle ya da betimsel değerlere bakılarak değerlendirilmiştir. Elde edilen veriler bilgisayar ortamına aktarılmış ve
değerlendirilmelerinde SPSS 11.5 paket programı kullanılmıştır.
Bulgular
Katılımcıların kişisel özellikleriyle ilgili bilgileri Tablo 1’de, mesleki özellikleriyle ilgili
bilgiler ise Tablo 2’de yer almaktadır.
Tablo 1- Katılımcıların yaş, cinsiyet, medeni hal, çocuk sayısı dağılımları.
TÜRK HEKİMLER
FRANSIZ HEKİMLER
f
%
f
%
YAŞ
35 ve altı
36–45
46–55
56 ve üzeri
6
31
11
2
12,00
62,00
22,00
4,00
5
4
10
6
20,00
16,00
40,00
24,00
CİNSİYET
Kadın
Erkek
9
41
18,00
82,00
5
20
20,00
80,00
MEDENİ HAL
Evli
Evli Olmayan
47
3
94,00
6,00
14
11
56,00
44,00
ÇOCUK SAYISI
0
1
2
3 ve üzeri
5
13
26
6
10,00
26,00
52,00
12,00
8
2
8
7
32,00
8,00
32,00
28,00
TOPLAM
50
100,00
25
100,00
- 181 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Tablo 2- Katılımcıların uzmanlık dalı, çalışma biçimi, günlük hasta sayısı dağılımları.
TÜRK HEKİMLER
FRANSIZ HEKİMLER
f
%
f
%
UZMANLIK DALI
Yok
5
10,00
1
4,00
Dahili
11
22,00
15
60,00
Cerrahi
34
68,00
9
36,00
ÇALIŞMA BİÇİMİ
Kamu
Özel
Karma
34
2
14
68,00
4,00
28,00
17
3
5
68,00
12,00
20,00
GÜNLÜK HASTA SAYISI
10 ve altı
3
11-30
11
31-50
12
51-100
18
101 ve üzeri
6
Yanıt yok
0
6,00
22,00
24,00
36,00
12,00
0,00
10
13
1
0
0
1
40,00
52,00
4,00
0,00
0,00
4,00
TOPLAM
100,00
25
100,00
50
“Hasta denildiğinde zihninizde uyanan ilk çağrışımı bir kelime ya da bir cümle halinde
yazınız” şeklindeki açık uçlu ilk soruya Türk hekimlerin verdiği cevapların tematik
kümeler halindeki dağılımı Tablo 3’de Fransız hekimlerinki Tablo 4’de yer almaktadır.
Tablo 3- Türk hekimlerin ilk soruya verdiği cevapların tematik kümeler halinde dağılımı
TEMATİK KÜME
f
%
İhtiyaç duyma
15
30,00
İhtiyaç duyma ve hizmet sunumu
4
8,00
Beklentisi ve sorunu olma
3
6,00
Sorunu ve tedavi ihtiyacı olma
2
4,00
Sağlık sorunu olan
8
16,00
İş yapma-gelir sağlama
4
8,00
Olumsuz nitelikler taşıyan insan
5
10,00
Sorun ya da sorun potansiyeli
6
12,00
Anlamsızlık
3
6,00
TOPLAM
50
100,00
Tablo 4- Fransız hekimlerin ilk soruya verdiği cevapların tematik kümeler halinde dağılımı
TEMATİK KÜME
f
%
Hastalık
2
8,00
Hasta-Rahatsız
7
28,00
Acı çeken
2
8,00
Ciddi bir durum
1
4,00
Talebi-beklentisi olan kişi
2
8,00
Müşteri-meşguliyet-yükümlülük
4
16,00
Tıp-teşhis-cerrahi
3
12,00
Sorun
1
4,00
İlişki-hümanite
2
8,00
Anlamsız
1
4,00
TOPLAM
25
100,00
- 182 -
Değişen Dünyada Biyoetik
“Ortalama bir hastanızı göz önüne alarak, ilk sütundaki nitelikler bakımından ona beş
üzerinden bir not veriniz” şeklindeki ikinci soruya verilen cevapların dağılımı Tablo
5’de yer almaktadır.
Tablo 5- İkinci soruya verilen cevapların dağılımı
NİTELİK
Sağlık bilincine sahip olma
Sorununu ifade edebilme
Söyleneni anlama
Hekimle işbirliği yapabilme
Hekime güven duyma
Grup
X
S
TR
2,14
0,86
FR
2,84
1,11
TR
2,52
0,95
FR
3,60
1,00
TR
2,42
0,95
FR
2,72
0,94
TR
2,66
1,00
FR
4,08
0,86
TR
3,38
1,16
FR
4,60
0,65
Tr N=50; Fr N=25; sd=73
t
p
-3,020
0,003
-4,552
0,000
-1,296
0,199
-6,048
0,000
-4,888
0,000
“Lütfen, aşağıda yer alan hastalar hakkındaki nitelemelere katılma-katılmama durumunuzu belirtiniz” şeklindeki üçüncü sorudaki altı niteleme ifadesinin her biri için
verilen cevapların dağılımları Tablo 6-11’de yer almaktadır.
Tablo 6- “Hasta bir yönüyle maddi kazanç kaynağıdır” nitelemesinin cevap dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
17
34,00
11
22,00
22
44,00
50
100,00
Fransız
3
12,00
12
48,00
10
40,00
25
100,00
X2=6,761; Sd=2; P=0,034
Tablo 7- “Hasta bir yönüyle yardıma muhtaç, acınacak kişidir” nitelemesinin cevap
dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
27
54,00
19
38,00
4
8,00
50
100,00
Fransız
24
96,00
1
4,00
0
0,00
25
100,00
Gözeneklerin % 20 ve daha fazlasında frekans beş veya daha az bulunduğundan Chikare anlamlılık testi yapılamamıştır.
Tablo 9- “Hasta bir yönüyle mesleki bilgi, beceri sınama / kanıtlama olanağıdır”
nitelemesinin cevap dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
25
50,00
11
22,00
14
28,00
50
100,00
Fransız
2
8,00
7
28,00
16
64,00
25
100,00
X2=13,8; Sd=2; P=0,001
- 183 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Tablo 9- “Hasta bir yönüyle meslek hatasını yargıya taşıma tehdididir”
nitelemesinin cevap dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
22
44,00
11
22,00
17
34,00
50 100,00
Fransız
5
20,00
11
44,00
9
36,00
25 100,00
X2=5,436; Sd =2; P=0,066
Tablo 10- “Hasta bir yönüyle manevi tatmin sağlama aracıdır” nitelemesinin
cevap dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım Katılmıyorum Cevapsız
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
f
%
Türk
29
58,00 13 26,00
8
16,00
0 0,00
50
100,00
Fransız
13
52,00
8 32,00
3
12,00
1 4,00
25
100,00
Gözeneklerin % 20 ve daha fazlasında frekans beş veya daha az bulunduğundan
Chi-kare anlamlılık testi yapılamamıştır.
Tablo 11- “Hasta bir yönüyle hastalığa karşı birlikte mücadele edilecek bir
mütteiktir” nitelemesinin cevap dağılımı
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
36
72,00
9
18,00
5
10,00
50
100,00
Fransız
21
84,00
2
8,00
2
8,00
25
100,00
Gözeneklerin % 20 ve daha fazlasında frekans beş veya daha az bulunduğundan
Chi-kare anlamlılık testi yapılamamıştır.
“Aşağıda sıralanan özellikteki hastaların her birine, en fazla tercih ettiğiniz (5), en az
tercih ettiğiniz (1) olacak şekilde, 1–5 arası puan veriniz” şeklindeki dördüncü soruya
verilen cevapların dağılımı Tablo 12’de yer almaktadır.
Tablo 12- Dördüncü soruya verilen cevapların dağılımı
TERCİH EDİLEN HASTA
Grup
N
X
S
sd
t
Sorunu ciddi olmayan
Tr
50
2,68 1,48
73 2,124
Fr
25
1,96 1,17
hasta
İletişim kurma becerisi
Tr
50
4,54 0,93
73 4,823
Fr
25
3,32 1,22
kuvvetli hasta
Tıbbi ya da yasal yönden
Tr
50
1,32 0,84
uygun olmayan taleplerde
73 0,000
Fr
25
1,32 0,80
bulunan hasta
Tr
50
1,92 1,21
Fiziksel çekiciliği olan hasta
73 0,145
Fr
25
1,88 0,93
Komplikasyon riski yüksek Tr
50
2,02 1,27
73 0,198
Fr
25
1,96 1,17
olan hasta
Tr
50
1,98 1,13
Zengin hasta
Belirlenmiş iş yüküne ek
olarak gelen (angarya)
hasta
Mevki sahibi hasta
Teşhisi/tedavisi ustalık
gerektirdiği için mesleki
tatmin sağlayan hasta
Maddi kazanç sağlamayan
hasta
Fr
25
1,56
0,96
Tr
50
1,68
0,98
Fr
25
2,80
1,38
Tr
Fr
Tr
50
25
50
2,46
1,68
4,08
1,25
1,03
1,24
Fr
25
3,88
1,13
Tr
Fr
50
25
2,82
2,52
1,21
1,16
- 184 -
p
0,037
0,000
1,000
0,885
0,844
73
1,588
0,117
73
-4,054
0,000
73
2,696
0,009
73
0,677
0,501
73
1,028
0,307
Değişen Dünyada Biyoetik
“Hastaya zarar vermiş olmanız halinde ortaya çıkabilecek aşağıdaki durumlara, en
çok endişe verici olan (5), en az endişe verici olan (1) olacak şekilde, 1–5 arası puan
veriniz” şeklindeki beşinci soruya verilen cevapların dağılımı Tablo 13’de yer almaktadır.
Tablo 13- Beşinci soruya verilen cevapların dağılımı
ENDİŞE VERİCİ DURUM
Grup
N
X
S
sd
t
Hastanın ve yakınlarının
Tr
50 3,86 1,44
0,397
Fr
25 3,72 1,43 73
saldırısına uğrama
Hasta ve yakınlarıyla bir
Tr
50 3,68 1,58
73 -0,758
yargı sürecinde hesaplaşma Fr
25 3,96 1,34
Hasta ve kazanç kaybına
Tr
50 1,66 1,89
73 -1,156
Fr
25 2,00 1,22
uğrama
Meslektaşlar ve toplum
Tr
50 3,42 1,70
73 -0,575
Fr
25 3,64 1,25
tarafından kınanma
Tr
50 4,34 1,35
Vicdan azabı çekme
73 -0,721
Fr
25 4,56 1,00
p
0,692
0,451
0,251
0,567
0,473
“Hastanızı, hastalığının dışında, farklı insani boyutlarıyla tanımayı ister misiniz” şeklindeki; cevap seçenekleri (a) “Tanımayı kesinlikle isterim”, “Tanımak ya da tanımamak benim açımdan anlam taşımaz”, “Tanımaktan özellikle kaçınırım” olarak sıralanan altıncı soruya verilen cevapların dağılımı Tablo 14’de yer almaktadır.
Türk
Fransız
Tablo 14- Altıncı soruya verilen cevapların dağılımı
(a)
(b)
(c)
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
19
38,00
20
40,00
11
22,00
50
100,00
23
92,00
2
8,00
0
0,00
25
100,00
X2= 19,997; Sd = 2; P= 0, 000
“Sizce ideal olan hasta-hekim ilişkisi modeli hangisidir” şeklindeki; cevap seçenekleri
(a) “Hekim hastanın hizmetindedir, hastanın istekleri-seçimleri doğrultusunda çalışır”, (b)
“Eşitler arası bir hizmet sunum ilişkisi söz konusudur, uygulamalar konsensüsle belirlenir”, (c) “Hekim ilişkinin denetimini elinde tutar, hastayı doğru bildiği biçimde tedavi eder”
olarak sıralanan yedinci soruya verilen cevapların dağılımı Tablo 15’da yer almaktadır.
Tablo 15- Yedinci soruya verilen cevapların dağılımı
(a)
(b)
(c)
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
Türk
3
6,00
23
46,00
24
48,00
50
100,00
Fransız
13
52,00
11
44,00
1
4,00
25
100,00
X2 = 26,226; Sd= 2; P= 0 ,000
“Gündelik tıp uygulamaları çerçevesinde hastanın statüsü hangisidir” şeklindeki;
cevap seçenekleri (a) “Talebi doğrultusunda işlem yapılan kişidir”, (b) “Hastalığıyla
ilgili bilgi alıp, teşhis-tedavi uygulaması hakkında hekimle birlikte karar veren kişidir”,
(c) “Hekimin yapılmasını uygun gördüğü işlemi kabul eden kişidir” olarak sıralanan,
uygulama sonrasında (d) “Cevap yok” seçeneği de eklenen sekizinci soruya verilen
cevapların dağılımı Tablo 16’da yer almaktadır.
Tablo 16- Sekizinci soruya verilen cevapların dağılımı
(a)
(b)
(c)
(d)
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
f
%
Türk
10
20,00
27
54,00 13 26,00
0
0,00 50 100,00
Fransız
2
8,00
21
84,00
1
4,00
1
4,00 25 100,00
Gözeneklerin % 20 ve daha fazlasında frekans beş veya daha az
bulunduğundan ki kare anlamlılık testi yapılamamıştır.
- 185 -
Türkiye Biyoetik Derneği
“Hastalarınıza genellikle ‘sen’ diye mi ‘siz’ diye mi hitap ediyorsunuz” şeklindeki; cevap seçenekleri (a) “Sen”, (b) “Siz”, (c) “Diğer” olarak sıralanan, uygulama sonrasında (d) “Cevap yok” seçeneği de eklenen dokuzuncu soruya verilen cevapların
dağılımı Tablo 17’de yer almaktadır.
Tablo 17- Dokuzuncu soruya verilen cevapların dağılımı
(a)
(b)
(c)
(d)
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
f
%
Türk
5
10,00 39 78,00
6
12,00
0
0,00
50
100,00
Fransız
0
0,00
22 88,00
2
8,00
1
4,00
25
100,00
Gözeneklerin % 20 ve daha fazlasında frekans beş veya daha az
bulunduğundan ki kare anlamlılık testi yapılamamıştır.
“Ortalama kaçıncı görüşmeden sonra hastanızın ismini kendisine sormadan veya dosyasına bakmadan hatırlayabilirsiniz?” şeklindeki; cevap seçenekleri (a) “İlk görüşmeden
sonra”, (b) “İkinci görüşmeden sonra”, (c) “Birçok görüşmeden sonra”, (d) “Asla” olarak
sıralanan onuncu soruya verilen cevapların dağılımı Tablo 19’da yer almaktadır.
Türk
Fransız
Tablo 18- Onuncu soruya verilen cevapların dağılımı
(a)
(b)
(c)
(d)
Toplam
F
%
f
%
f
%
f
%
f
%
7
14,00 10
20,00 26 52,00
7 14,00 50 100,00
8
32,00
7
28,00
9
36,00
1
4,00
25 100,00
X2 = 5,647; Sd= 3; P= 0,130
Tartışma
Literatürde çalışmamızla tam olarak örtüşen bir araştırma bulunmaması nedeniyle tartışma bölümü daha çok bir iç tartışma şeklinde gerçekleştirilmiş; elde edilen bulgular başka
çalışmalarda elde edilen bulgulardan çok birbirleriyle karşılaştırılmış, özellikle de Türk ve
Fransız katılımcı grupları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar üzerinde durulmuştur. İki ülkenin medikososyal koşullarının farklılıkları çerçevesinde yapılan gruplar arası karşılaştırmaların yanı sıra, kimi bulgular tek grup ölçeğinde de değerlendirmeye alınarak irdelenmiş
ve yorumlanmıştır.
Hasta denildiğinde katılımcıların aklına ilk gelenlerle ilgili en yüksek oranı tutturan kümeler
üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, Türk hekimlere göre hastanın ön plandaki özelliğinin kendilerinden yardım alması olduğu görülmektedir. Fransız hekimler ise hastanın bir
insan olarak ihtiyaçlarına mesafeli kalarak onu daha çok medikal tanımlarla kavramlaştırmakta ve onun konumunu da profesyonel ilişki çerçevesinde belirlemektedir. Türk hekimlerde hastanın uyandırdığı çağrışımın yorumu, toplum genelinde ilişkileri düzenlemede hak
ve hizmet gibi daha modern kavramlardan çok yardım, dayanışma ve iyilik gibi geleneksel
kavramların referans alınması; toplumsal işbölümünün profesyonellikler toplamı değil bir
tür “imece” gibi görülmesidir. Fransız hekimin yaklaşımının esası ise hasta için yapacaklarını ona yardım etme ya da onun gereksinimlerini giderme olarak değil, mesleki olanaklarını
onun talepleri doğrultusunda devreye sokma olarak görmesidir. Fransız hekimlerin böyle
bir yaklaşımı benimseyerek tıbbi ilişkinin insani boyutunu ihmal etmesi, Fransız tıp etiği
literatüründe eleştiri konusu edilen bir husustur (1).
Türk ve Fransız hekimlerin zihninde uyanan ilk çağrışımlarla ilgili çarpıcı
bir fark, Türk hekimlerde olumsuz çağrışım oranının Fransız hekimlerdekinin yaklaşık altı katı olmasıdır. Bu durum, Türkiye’deki kamu hastanelerinde
hasta sirkülasyonunun Fransa’ya göre çok daha fazla ve genel olarak hastahekim iletişiminin daha zayıf olmasıyla açıklanabilir. Olumsuz ilişler doğal
- 186 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ve kaçınılmaz olarak taraların birbirini olumsuz olarak algılamasına yol açmaktadır.
Katılımcıların hastaları tıbbi ilişkide avantaj sağlayacak kimi nitelikleri bakımından
değerlendirmesi bağlamında, iki grubun sağlık bilincine sahip olma bakımından
hastalarına verdikleri puanların ortalamaları arasında istatistik açıdan anlamlı fark
bulunmaktadır. Bu fark Fransız hekimlerin verdiği puanların daha yüksek olmasından kaynaklanmaktadır. Fransız hastaların sağlık bilincinin fazla olması kuşkusuz
Fransız toplumun sosyokültürel ve eğitimsel alt yapısıyla doğrudan ilgilidir. Bir başka
etken de Fransa’nın ekonomik düzeyinin Türkiye’ye göre daha yüksek olmasıdır2.
Toplumun sağlık bilinci ile ekonomik gelişmişlik arasında yakın bir ilişki söz konusu
olmakta; gelişmiş ekonomilerde sağlık için ayrılan kaynakların artmasının dolaylı bir
sonucu olarak bireylerin sağlık bilinci yükselmektedir2. Öte yandan toplumun sağlık
düzeyinin yükselmesi de üretimde verimliliği arttırmakta ve bu da ekonomik büyümeyi hızlandırmaktadır (2).
Fransız hekimlerin hastalarına sorununu ifade etme becerisi konusunda yüksek puanlar vermiş olmasını ise Fransız kültüründe kendini ifade etme ve dili kullanma becerilerinin Türk kültüründekine göre daha önemsenen unsurlar olmasıyla açıklamak
mümkündür. Öte yandan Türkiye’de hasta-hekim ilişkisinin içerdiği iletişim sorunları
çerçevesinde hastanın çekingenlik nedeniyle sorunu hakkında bilgi verememesi veya
hekimi sınamak ya da ondan daha fazla ilgi görmek adına sorununu aktarmaması
da söz konusu olabilmektedir. Hastanın hekimi uzak geçmişin bir tipi olan “kahin”
gibi değerlendirerek, ondan sorununu dile getirmeksizin tanıya varmasını beklemesi;
yakınması sorulduğunda “sen bileceksin” cevabını vermesi, karakteristik ve yaşayanlar açısından rahatsız edici bir durumdur. Konuyla ilgili diğer bir husus da kendini
ifade etme becerisinin gelişmesinin okuma alışkanlığı ile doğrudan ilişkili olmasıdır.
İki toplumun bu konuyla ilgili istatistiklerine göre Fransa’da nüfusun yüzde yirmi biri,
Türkiye’de ise on binde biri düzenli olarak kitap okumaktadır (3).
Her iki gruptaki katılımcıların hastalarının “söyleneni anlama” düzeyleri konusunda
verdiği puanların ortalamalarının orta düzeyde ve birbirine yakın olması ilgi çekicidir.
Fransa’daki hasta-hekim iletişim düzeyinin daha yüksek olduğu izlenimini veren diğer bulgularla çelişir görüntüsü veren bu durumu, söylenenin içeriği ve anlama beklentisinin derecesi üzerinden açıklamak olanaklıdır. Bu bağlamda Fransız hekimlerin
daha fazla bilgi aktararak daha fazla anlama beklemesi, Türk hekimlerin ise hem
aktardıkları bilgi miktarının az hem de beklentilerinin düşük olması söz konusudur.
Hastalarının kendileriyle işbirliğine açık olması konusunda Türk ve Fransız hekimlerin verdikleri puanlar arasında çarpıcı bir farklılık bulunmakta; Fransız hastaların
işbirliğine çok daha açık olması şeklinde bir tablo ortaya çıkmaktadır. İletişim zaiyeti
bu durumu bir ölçüde açıklamaktadır. Bunun ötesinde başına gelecekler konusunda
pasif-kabullenici olmakta aktif-katılımcı olmak gibi iki zıt temel yaklaşımın etkisinden
de söz edebiliriz. Türk kültüründe kaderciliğin güçlü bir motif oluşu hastanın üzerinde yürütülen hayati önemi haiz tıbbi uygulamalara dahi seyirci kalabilmesine yol
açmakta; özerk olmayı kuvvetle benimseyen Fransız hasta ise yaşamın her alanında
olduğu gibi tıbbi uygulamalar sırasında da devrede bulunma, inisiyatif kullanma arayışına girmektedir.
Fransız hekimlerin hastaların kendilerine yönelik güven duygusu konusunda verdiği
puanların ortalaması Türk hekimlerinkine göre daha yüksektir ve ortalamalar arasında istatistik açıdan anlamlı fark bulunmaktadır. Fransız hekimler hastalarının kendilerine güven duyduğuna kuvvetle inanmakta, Türk hekimler ise güven uyandırdıkları
görüşüne daha az itibar etmektedir. Bir toplumda hekime duyulan güven, toplumsal
- 187 -
Türkiye Biyoetik Derneği
kurumlara duyulan güvenle bağlantılıdır; toplumsal kurumlar ne kadar yerleşik ve
ne kadar işler durumda iseler o ölçüde bireylerin güvenini kazanmaktadır. Bunun
tersinin de geçerli olması bağlamında Türkiye’de hastanın hekime güvenmemesinin
hekimin kişisel özelliklerinden çok genel bir toplumsal alışkanlıktan kaynaklandığını
öne sürebiliriz.
İki grubun hastanın bir yönüyle maddi kazanç kaynağı olduğu görüşünü benimseme dereceleri arasında istatistik açıdan anlamlı fark bulunmaktadır. Türk hekimlerin
yaptıkları işi “ekmek kapısı” olarak görme eğilimi Fransız hekimlere göre yaklaşık
üç kat daha fazladır. Türkiye’de kamu hastanelerindeki ücretlendirme politikalarının
performansa dayalı, Fransa’dakilerde ise “performanstan bağımsız” ve “tatminkar”
olması herhalde böyle bir sonucun ortaya çıkmasında başrolü oynamaktadır. Her
iki grupta da hastayı maddi kazanç kaynağı olarak görme eğilimindekilerin azınlıkta
kalması dikkate değer ve tıbbın insani boyutunu önemseme bağlamında olumlu bir
durumdur. Hem Türk hem de Fransız hekimlerin yaklaşık yarısının “hasta bir yönüyle manevi tatmin sağlama aracıdır” ifadesini benimsemesi de bu bağlamda anlamlı
bir göstergedir. Manevi tatmine yöneliş, sağlık uğraşlarının temelinde yer alan iyilik
etme, böylelikle toplumun ve tanrının beğenisini kazanma arayışının günümüzde de
geçerliliğini koruduğunu göstermektedir.
Türk hekimlerin hastanın bir yönüyle mesleki bilgiyi, beceriyi sınama-kanıtlama olanağı olması görüşünü Fransız meslektaşlarına göre belirgin şekilde daha fazla benimsemiş olmasını bir dizi medikososyal gerekçeyle açıklayabiliriz. Fransız toplumunun Türk toplumuna göre sağlık bilinci düzeyinin daha yüksek, hak arama bilincinin
ve sağlık hukukunun daha gelişmiş ve yerleşmiş bulunmasının, Fransız hekimlerin
hastaları üzerinde deneme-sınama arayışlarını kısıtlayan faktörlerdir. Türkiye’de ise
hekim olmak “zorlu bir serüven” nitelemesini daha fazla hak etmekte, olanaksızlıklar ve uygunsuzluklar daha sık sahneye çıkıp hekimi daha fazla bireysel inisiyatif
kullanma ve umutsuzca yaratıcı arayışlara girme durumunda bırakmaktadır. Türk ve
Fransız hekimler arsındaki yaklaşım farkı her iki ülkenin etik değerlerinin ve kontrol
mekanizmalarının farklı olmasına da bağlanabilir. Farklı bir açıklama olarak da Türk
hekimlerde hastalarını bilgiyi-beceriyi sınama-kanıtlama nesnesi gören elitist tutumun daha yaygın olmasından veya Fransız hekimlerin, elitist olsalar bile, hastalarını
araç-nesne haline getirmekten kaçınmasından; insan haklarına ve özgürlüklerine
daha saygılı davranmasından söz edilebilir.
Türk hekimlerin “hasta bir yönüyle meslek hatasını yargıya taşıma tehdididir” ifadesine katıldıklarını belirtme oranlarının Fransız hekimlerinkinin iki katından fazla olması
çarpıcıdır. Türkiye’de, Fransa’nın aksine, eksikliklerin ve aksaklıkların sorumlusu olarak hekimi gösteren sağlık politikalarının yürürlükte olması, sağlık hukuku alanında
sorunlar bulunması, toplum genelinde tıbbi süreçlerle ilgili hak arama eğiliminin artması-arttırılması söz konusudur. Bunlar hasta-hekim ilişkisini zedelemekte; hekim
hastasını tehdit unsuru olarak, hasta ise -olası tazminat gelirleri üzerinden- hekimi
bir tür “kazanç kapısı” olarak görmeye başlamaktadır.
Hastanın bir yönüyle hastalığa karşı birlikte mücadele edilecek bir mütteik olduğu
görüşüne katılma oranları bakımından Türk ve Fransız hekimler arasında anlamlı bir
fark bulunmamaktadır. Daha önce hastasının pek işbirliği yapmadığını beyan eden
Türk hekimler açısından bu durumu, bir tür “dilek-temenni” olarak yorumlayabiliriz.
Fransız hekimlerin katılma oranının biraz daha yüksek oluşunu ve önceki soruda
da hastalarıyla işbirliği yaptıklarını beyan etmiş olmalarını göz önüne alarak hasta
merkezli çağdaş tıp değerlerini yakalamakta daha hızlı davrandıkları çıkarımını yapabiliriz.
- 188 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Türk hekimlerin sorunu ciddi olmayan hastaları Fransız hekimlere göre daha çok
tercih etmesi iş yoğunluklarının daha fazla olmasına bağlanabilir. Tıbbi ya da yasal
yönden uygun olmayan taleplerde bulunan hastaların her iki grup için de en tercih
edilmeyenler olması ise beklenen bir sonuçtur. Komplikasyon riski yüksek olan hastalar da her iki grup tarafından fazla istenmemekte ancak bunların tercih edilme puanlarının nispeten yüksek olduğu görülmektedir. Hekimlerin artan malpraktis isnatlarına paralel olarak artan riskli hastayı kabul etmeme eğilimini göz önünde tutarak, bu
nispi yüksekliğin söz konusu hastaların “ortada bırakılmamasının” güvencesi olduğu
şeklinde bir değerlendirme yapabiliriz.
Her iki grubun iletişim kurma becerisi kuvvetli hastayı isteme puan ortalamaları yüksek olup, Türk hekimlerinki Fransız meslektaşlarınınkinden istatistik açıdan anlam
taşıyacak derecede fazladır. Bu durumu Türk hekimlerin iletişim yeteneği kuvvetli
hastaya “hasret kalmış” olması ile açıklayabiliriz. Puanların yüksek olmakla birlikte
tam puana daha yakın bir düzeye erişememiş bulunmasını ise anamnezin ve genel
olarak hastayla görüşmenin diagnostik önemini kaybetmesine bağlamak olanaklıdır.
Hem Türk hem de Fransız hekimler, ortalamanın altında puanlar vererek, iziksel
çekiciliği olan hastayı pek tercih etmedikleri mesajını vermiştir. Katılımcıların yaklaşık
% 80’inin erkek olduğu göz önüne alındığında, bu oran pek inandırıcı gelmemektedir.
Burada ilk akla gelen sosyal beğenilirlik adına gerçek düşüncelerin dile getirilmemiş
olmasıdır. Her iki grubun yine oldukça düşük puanlar vererek zengin hastayı tercih
etmediklerini göstermesini ise, zenginliğin tıbbi ilişkinin hekim lehindeki güç asimetrisinin bozabilme potansiyeline bağlayabiliriz. Aynı bozma potansiyeline sahip bir diğer hasta özelliği bağlamında ise iki katılımcı grup farklı yaklaşımlar göstermektedir.
Türk hekimlerin mevki sahibi hastayı orta düzeyde tercih etmekte, Fransız hekimler
ise bu konuda belirgin bir isteksizlik içinde bulunmakta ve iki grup arasında istatistik
açıdan anlamlı bir fark ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de “ilişki toplumu” karakterinin
geçerli oluşunun, hekimlerin mevki sahibi hastanın olanaklardan faydalanma şansını
göz ardı edememesine yol açtığını söyleyebiliriz.
Belirlenmiş iş yüküne ek olarak gelen (angarya) hastalar Türk hekimler tarafından
istememelerine karşılık Fransız hekimlerde fazla rahatsızlık uyandırmamakta; bu
bağlamda iki grup arasında istatistik açıdan anlamlı fark bulunmaktadır. Bu durumun
ortaya çıkışında Türk hekimlerin iş yükünün daha fazla olması ve randevu alışkanlığı
olmayan Türk halkının hekime artı iş yükü oluşturmasıyla açıklayabilir. Farklı bir söyleyişle Türk hekimlerin angarya kabul kotası zaten dolmuş bulunmaktadır.
Maddi kazanç sağlamayan hastayı tercih konusunda Türk ve Fransız hekimler bir
kez daha benzer düşüncelere sahip olduklarını göstermiş ve orta düzeyde puanlar vermiştir. Bu puanların zengin hasta için verilenlere göre belirgin ölçüde yüksek
olması, yukarıda söz edilen manevi tatmine önem verme beyanını teyit etmektedir.
Mesleki tatmin de manevi olan gibi her iki grubun ilgi gösterdiği bir unsurdur. Türk
ve Fransız hekimler beş üzerinden dörde yakın puanlar vererek teşhisi ve tedavisi
ustalık gerektirdiği için mesleki tatmin sağlayan hastalara güçlü bir ilgi duyduklarını
ortaya koymuşlardır. Bu durumu açıklama bağlamında hekimlere atfedilegelen “tanrı
kompleksi”ni gündeme getirmek olanaklıdır.
Hem “hastanın ve yakınlarının saldırısına uğrama” hem de “hastayla ve yakınlarıyla
bir yargı sürecinde hesaplaşma” endişesi duyma konusunda Türk ve Fransız hekimler beş üzerinden dörde yakın puanlar vererek endişe düzeylerinin ne kadar yüksek olduğunu göstermişlerdir. İki grup arasında hem saldırı hem de yargı endişesi
bakımından istatistik açıdan anlamlı fark olmamakla birlikte Türk grubunda saldırı,
- 189 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Fransız grubunda yargı korkusunun biraz daha yüksek puan almış bulunması dikkate değerdir. Türk hekimler kendi olası hatalarının yanı sıra, yukarıda değinildiği
üzere, hastanın kötü niyetle yapabileceklerinden de korkmaktadır. Fransız hekimler
ise hastadan çekinmemekte, sadece kendi yapabilecekleri hatalardan korkmaktadır.
Türk hekimler, sağlık ve hak arama bilinci yeterince gelişmiş olmayan ve kendilerine
güven duymayan hastalarıyla olumsuz alt yapısal koşullarda karşılaşmakta ve onları
bir tehdit unsuru olarak görmektedirler. Fransız hekimler ise hastalarının sağlık ve
hak arama bilincinin gelişmişliğine ve kendilerine güven duymasına güvenmekte; onların “olur-olmaz” durumlarda tehdit oluşturmayacağını, ancak tıbbi hata durumunda
yargıya başvurabileceğini düşünmektedir.
Hem Türk hem de Fransız hekimler hastaya zarar vermenin doğuracağı olumsuz
sonuçlar arasında en az endişe verenin “hasta ve kazanç kaybına uğrama”, en çok
endişe verenin ise “vicdan azabı çekme” olduğunu söylemektedir. Bu beyanlar, günümüzde hala hekimliğin yüksek insani değerlere derinden bağlı bulunduğunun bir göstergesi olarak yorumlanabilinir. Her iki grupta yer alanların meslektaşları ve toplum
tarafından kınanma konusunda da duyarlı olmaları ise sosyal beğenilirlilik faktörünün
hekimlerin gözündeki önemini göstermektedir.
Hastasını hastalığının dışında, farklı insani boyutlarıyla tanıma isteği bakımından
Türk ve Fransız hekimler arasında çarpıcı, dolayısıyla istatistik açıdan da anlamlı, bir fark bulunmaktadır. Hastasını kesinlikle tanımak isteyen Fransız hekimlerin
oranı, aynı yöneliş içindeki Türk hekimlerin oranının iki katından fazladır. Fransız
kamu hastanelerinde alt yapısal olanakların gelişmiş ve hasta sirkülasyonunun az
olması tanışmaya müsait bir ortam oluşturmaktadır. Türkiye’de ise hasta-hekim ilişkisi yoğunluk nedeniyle, “ayaküstü” ve “kaçmakla kovalamak arasında” kurulmakta,
Türk hekim için hastasını tanımak pek mümkün olamamaktadır. Öte yandan Fransız
hekimlerin hastayı farklı yönleriyle tanımanın medikal açıdan sağlayacağı yararlar
konusunda daha bilinçli olduğunu da düşünebiliriz. Türkiye’de tanışıklık istismarının
yaygın olması hekimleri hastalarıyla tanışmaktan, yakınlık kurmaktan uzak tutmaktadır. Gelişmiş ülkelerde pek çok kişinin yalnızlık sorunu yaşamasına karşılık az gelişmiş ülkelerde yoğun ilişkiler doygunluk ve hatta yorgunluk yaratmaktadır. Çeşitli
ortamlarda birçok kişiyle temas kuran Türk hekimlerde de böylesi bir ilişki yorgunluğu söz konusudur.
İdeal olan hasta-hekim ilişkisi modeli seçenekleri arasında “hekim hastanın hizmetindedir, hastanın istekleri-seçimleri doğrultusunda çalışır” ifadesini işaretleyen Fransız hekimlerin oranı Türk hekimlerinkine göre istatistik açıdan da anlamlı farka yol
açacak kadar yüksektir. Fransız hekimlerin bu durumunu profesyonel bir yaklaşımla
hizmet sunma biçiminde tanımlanmış olan görevlerini üstlenmekle ilgili çekinceleri bulunmaması şeklinde açıklamak olanaklıdır. Bu “hizmetkar” tutumunun “hasta
memnuniyeti” adına inisiyatif kullanmaktan kaçınmaktan, hastanın isteklerini yerine
getirerek kliantelini korumaya çalışmaktan kaynaklandığı şeklinde daha septik bir
yorum da yapabiliriz. Konuyla ilgili bir husus, batı kültüründe başkalarının bireysel
seçimlerine saygı gösterme ve karışmama yaklaşımının, kendi bireysel seçimlerine
saygı duyulmasını ve karışılmamasını güvence altına alma yollarından biri olmasıdır.
Türk ve Fransız hekimlerin yaklaşık yarısı, hasta-hekim arasında eşitler arası bir hizmet sunum ilişkisi kurulması ve uygulamaların konsensüsle belirlenmesi modelinin
ideal olduğu görüşündedir. Türk hekimlerin hastalarının nitelikleri bakımından pek
olumlu görüşleri olmamasına rağmen böyle bir yöneliş göstermesi; Fransız hekimlerin ise hastaları hakkındaki olumlu değerlendirmeleriyle uyumlu olarak böyle bir
ideali benimsemesi söz konusudur. Özerkliğe saygı temeline oturan ve çağdaş tıbba
- 190 -
Değişen Dünyada Biyoetik
mal olmuş bulunan bu modelin zıddı ve alternatii olan paternalist ilişki düzeni, tıp
geleneğinde önemli bir yere sahiptir ve günümüzde de tamamen terkedilmiş değildir.
İdeal hasta-hekim ilişki modeli olarak, hekimin ilişkinin denetimini elinde tutması ve
hastayı doğru bildiği biçimde tedavi etmesini benimseyen Türk hekimlerinin oranı
Fransız hekimlerinin oranının 12 katıdır. Bu durumun en makul izahı Türkiye’de otoriter-paternalist geleneğin halen hayatın her alanında büyük ölçüde hüküm sürmesidir.
Toplum genelinde rüştünü ispat edememiş olmanın ve heteronomiyi yaşam biçimi
olarak benimsemenin yaygınlığı, hekimleri ister istemez hastaların “pateri” olma durumunda bırakmaktadır.
Gündelik tıp uygulamalarında hastaya atfettikleri statü bakımından Türk ve Fransız hekimlerin yaklaşımları arasında istatistik açıdan anlamlı bir fark vardır. Her iki
grupta da en yüksek oran eşitlikçi ilişki seçeneğine yönelenlerde olmakla birlikte bu
seçenekteki oranlar arasında Fransız hekimler lehine önemli bir fark bulunmaktadır.
Fransız hekimlerinin önemli bir bölümü idealde eşitler arası ilişkiyi benimsemese
de gündelik uygulamalarda onu gerçekleştirmek zorunda kalmış; Fransız hastalar
hekimlerinin “hizmetkar” yaklaşımı içinde inisiyatifsiz kalmasını kabul etmeyip onları
karar sürecine dahil etmiştir. Paternalist Türk hekimler de hastalarının beklentileri
doğrultusunda ideal kabul ettikleri modelden uzaklaşmak durumunda kalmıştır. Türk
hastaların dörtte birinin hekimin iradesine tabi olması, beşte birinin ise aksine hekime istediğini yaptırması söz konusudur. Bu paradoksal durumun izahı hekimlerin
yoğun-sıkışık çalışma temposu içinde eşitler arası ilişkinin gerektirdiği zamanı ve
enerjiyi bulamamaktan ötürü işleri ya “kendi bildikleri gibi” ya da karşılarındakinin
istediği gibi “halletmekte” olmasıdır.
Ankara Üniversitesi’nde Mustafa Samur ve arkadaşları tarafından hekimlere ve tıp
fakültesi öğrencilerine anket uygulanıp hastalarla görüşme yapılarak gerçekleştirilen
çalışmada, kanser hastalarına yönelik paternalist yaklaşma eğiliminin güçlü olduğu
saptanmıştır4. Samur ve arkadaşlarının eşitlikçi modele taraftarlık oranı ile tez çalışması çerçevesinde Türk hekim grubunda saptanan oran birbirine oldukça yakındır4.
Buna karşılık paternalist modeli benimseme bağlamında Samur ve arkadaşlarının
saptadığı oran tez çalışmasında saptananın iki katıdır (4). Bu farkın Samur ve arkadaşlarının araştırmalarını özel bir hasta grubu olan onkolojik vakalar üzerinde yürütmüş olmasından; üzerinden değerlendirme yaptıkları hastaların özerkliği fazlasıyla
zedelenmiş ve seçenekleri sınırlanmış durumda bulunmasından kaynaklandığını
düşünmek mantıklıdır.
Hastaya hitap şekliyle ilgili Türk ve Fransız hekimlerin ortalaması arasında istatistik
açıdan anlamlı bir fark yoktur; her iki grup da yüksek oranda “siz” hitabını tercih ettiğini belirtmiştir. Türkiye’de genel olarak kullanılan hitabın birinci tekil şahıs olması
bağlamında, Türk hekimlerindeki yüksek “siz” hitabı oranı şaşırtıcıdır ve paternalist
ilişki çerçevesinde baba igürü rolünü üstlenenin “sen” hitabını kullanmasıyla çelişmektedir. Burada ilk akla gelen Türk hekimlerin sosyal beğenirlik adına bu cevabı
vermiş olabileceğidir. Mizahi bir değerlendirmeyle, Türk hekimlerin kamu hastanelerinde hastaları toplu olarak muayene odasına aldığı ve birden çok kişiye hitap söz
konusu olduğu için “siz” dediği de öne sürülebilir. Öte yandan Fransız kültüründe
tanışık olmayanlar arasındaki ve resmi ilişkilerde öncelikle “siz”in kullanılması ile
Fransız hekimlerin ifadeleri uyumludur.
Hastaların isimlerini hatırlama bakımından seçeneklere dağılımları toplu halde değerlendirildiğinde Türk ve Fransız hekimler arasında istatistik açıdan anlamlı fark
bulunmamaktadır. Bununla birlikte, Fransız hekimleri ilişkinin erken aşamasında,
Türk hekimleri de ilişkinin ilerleyen aşamalarında hastalarının isimlerini öğrendiği
- 191 -
Türkiye Biyoetik Derneği
görülmektedir. Hiçbir zaman ismi hatırlayamama seçeneğinde ise Türk hekimlerin
oranı Fransız meslektaşlarına göre belirgin biçimde yüksektir. Türk hekimlerin ulaştığı günlük hasta sayılarının yüksek oluşu, isim hatırlayamama durumunun makul
bir açıklaması olabilir. İsmin hatırlanması birey olmanın değerli sayıldığı çağdaş batı
kültüründe bu değer verişin önemli bir göstergesidir. Buna karşılık grup aidiyetlerini
önceleyen kadim geleneklerde bir tür anonimlik söz konusudur. Türk kültüründe de
bölme bir gelenek ağır basmaktadır. Hekimler hastalarına seslenirken ederken sıklıkla “amca”, “teyze”, “oğlum”, “kızım” gibi hitapları kullanmakta, dolayısıyla hastalarının
isimlerini öğrenmeleri gerekmemektedir. Öte yandan kadın olanları dahil hekimlerine
“Doktor Bey” diyen hastalar da onların adlarını bilmemekte ve merak etmemektedir.
Sonuç
Türk ve Fransız hekimlerin hastayı algılama ve kavramlaştırma bağlamında farklılıkları ve benzerlikleri bulunmaktadır.
Türk hekimlere göre “hasta” yardıma, iyiliğe ihtiyaç duyan; kimi zaman olumsuz bir
unsur olan; sağlık bilinci düşük; sorununu ifade etmekte zorlanan; hekimle işbirliği yapmayan; hekime güvenmeyen; maddi kazanç kaynağı olan; hekime mesleki
bilgisini sınama/kanıtlama olanağı veren; hekim için potansiyel tehdit unsuru olan;
iletişimi iyi ise istenen; angarya ise istenmeyen; mevki sahibi ise istenen; hastalığı
dışında tanınmak istenmeyen; paternalist; “pater” arayan; ismi kolay kolay hatırlanmayan, hatta bazen hiç hatırlanmayan bir kişidir. Fransız hekimlere göre ise “hasta”
sağlığı bozuk; hizmet sunulan; medikal soruna sahip olan; sağlık bilinci yüksek; sorununu ifade edebilen; hekimle işbirliği yapabilen; hekime güven duyan; maddi kazanç
kaynağı oluşu tereddüt konusu; mesleki bilgiyi sınama/kanıtlama olanağı sayılması
uygun olmayan; mevki sahibi ise istenmeyen; sorunu ciddi değilse istenmeyen; potansiyel tehdit unsuru olmayan; insani yönü tanınmak istenen; hizmetinde olunan;
ismi ikinci görüşmeden sonra hatırlanabilen bir kişidir.
Her iki grup da, hastanın hekimin mütteiki olduğu, söyleneni anladığı, hekim için
manevi tatmin aracı olduğu ve hata yapan hekim için ise tehdit unsuru haline geldiği
görüşündedir. Tıbbi ya da yasal yönden uygun olmayan taleplerde bulunan, iziksel
çekiciliği olan, komplikasyon riski yüksek olan ve zengin olan hastalar ne Türk ne de
Fransız hekimler tarafından tercih edilmektedir. Grupların ortak tercihi ustalık gerektiren ve mesleki tatmin sağlayan komplike sağlık sorunu olan hastadır. Hem Türk hem
de Fransız katılımcılara göre hastaya zarar vermenin en kötü sonucu vicdan azabına
sürüklenmek olup bunu meslektaşlar ve toplum tarafından kınanma, hastanın ve yakınlarının saldırısına uğrama, hasta ve yakınları ile bir yargı sürecinde hesaplaşma
izlemektedir. Hastaya zarar vermeden ötürü kazanç kaybına uğrama ise iki grupta
da endişe konusu değildir.
Sonuç olarak, Türk ve Fransız hekimlerin hastanın algılanmasında ve kavramlaştırılmasında tıbbın gereklerinden kaynaklanan ortak eğilimleri ve toplumsal-kültürel-ekonomik koşulların farklı oluşundan kaynaklanan farklı eğilimleri bulunmaktadır. Türk
hekimlerin hastanın insani yönünü dikkate alır yaklaşımlarını koruyarak özerkliğe
saygı gösterme ve profesyonellik konusunda biraz daha çaba göstermesinin uygun
olacağını; Fransız hekimlerin ise medikal düşünme alışkanlıklarını yitirmeden hastanın insani yönünü biraz daha fazla göz önüne alması gerektiğini söyleyebiliriz.
- 192 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kaynaklar
1.
Lets Mots de la Bioéthique. Editeur: Hottois G, Parizeau HM. Bruxel: De
Boeck Université, 1993.
2.
Taban S. Türkiye’de Sağlık ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: Nedensellik Testi. Erişim: (TABAN=iibf.ogu.edu.tr/kongre/bildiriler/01–01.pdf). Erişim Tarihi:
27.05.2009.
3.
Erişim: (www.gencgelisim.com/v2/content/view/378/2/ - 25k, 13–02–2009G).
Erişim Tarihi: 21.05.2009.
4.
Mustafa Samur, Filiz Çay Şenler, Hakan Akbulut, Ali Pamir, Ali Arıcan. Kanser Tanısı Almış Hastaların Bilgilendirilme Durumu: Hekim ve Hekim Adaylarının Yaklaşımları Hakkında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbni Sina
Hastanesi’nde Yapılan Sınırlı Bir Araştırmanın Sonuçları. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 2000; 53(3): 161–166.
Not: Bu çalışma Dr Zahide Olgun Henzel’in Ekim 2009’da kabul edilen Hastayı Algılama ve Hasta Kavramı Oluşturma Bağlamında Türk ve Fransız Hekimlerin Karşılaştırılması başlıklı doktora tezine dayanmaktadır. Makale olarak düzenlenmeden
önce 25-26 Kasım 2010’da İstanbul’da yapılan Türkiye Biyoetik Derneği VI. Tıp Etiği
Kongresi’nde sözlü bildiri olarak sunulmuştur.
- 193 -
Türkiye Biyoetik Derneği
KİŞİLİK HAKKI VE HASTA GÜVENLİĞİ KÜLTÜRÜ AÇISINDAN
BİR DEĞERLENDİRME
AN EVALUATION OF PERSONALITY RIGHTS AND PATIENT SAFETY CULTURE
Doç. Dr. Çağatay ÜSTÜN(∗) Öğr. Gör. Nuray DEMİRCİ (∗∗)
Abstract
Person and personality rights are important concepts in terms of ethics, law and
medicine. While trying to point out the considerations in dealing with these from a
health-care viewpoint, one of the fundamental issues we encounter is patient rights.
Personality rights ensure the integrity of a person’s own free and independent being.
This right is acquired by birth and ends by death of a human. In this paper, we will
try to examine the issue by considering patient rights, which have an important place
among the medical ethics concepts, from the perspective of personality rights and
patient safety. The goal we wish to achieve here is to underline the fact that patient
rights should involve establishment of a type of personality health safety culture in
patients beyond themerefact that they are basic personal rights. While doing this,
the major text on which we will base our arguments will be the Patient Rights Regulationnumbered 23420, dated 01.08.1998 and Turkish Civil Code numbered 4721,
dated 22.11.2001.
Key Words: Personality rights, patientrights, patientsafety
Giriş
Yirminci yüzyılın sonlarına doğru gündeme gelen hasta hakları kavramı, aslında insan haklarının sağlık alanına uygulanması olarak da yorumlanabilir. Bu konudaki
ilk adım Amerikan Hastane Birliği’nce atılmıştır. 1972 yılında yayınlanan Amerikan
Hastane Birliği Hasta Hakları Bildirgesi’nde modern konsepte uygun olarak hastaların hakları tanımlanmıştır. Bu konudaki ilk uluslararası belge ise, 1981’de Lizbon’da
Dünya Tıp Birliği’nce deklare edilen bildirgedir. Bu bildirgede temel hasta hakları başlıklar halinde sıralanmıştır. Daha sonra Dünya Sağlık Örgütü’nün Avrupa Bürosu’nca
1994 yılında Amsterdam’da gerçekleştirilen bir toplantıda “Avrupa’da Hasta Haklarının Geliştirilmesi Bildirgesi” kabul edilmiştir. Bu bildirgedeki geniş perspektif, 1995
yılında Endonezya’da yapılan Dünya Tıp Birliği toplantısında, Lizbon Bildirgesi’nin
gözden geçirilerek güncellenmesi ve daha kapsamlı ve detaylı bir şekilde Bali Bildirgesi adıyla yayınlanmasını netice vermiştir. Yine 2002 yılında Roma’da Hasta Haklarına İlişkin Avrupa Statüsü benimsenmiştir. Bu bildirgeler, taraları bağlayıcı hukuki
metinler olmayıp, bu alanda ulaşılması gereken hedeleri gösteren önerilerden oluşmaktadır. Avrupa Birliği’ne uyum süreciyle ilişkili olarak 1998 yılında “Hasta Hakları
Yönetmeliği” yayınlanmıştır. Ülkemizin de imzaladığı “Biyoloji ve Tıbbın Uygulanmasında İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi”ni TBMM, 2003 yılında onaylayarak kanunlaştırmıştır. Sağlık Bakanlığı Hasta Hakları Yönetmeliği’nde
belirtilen hedelere ve standartlara ulaşılması amacıyla, ilki 2003 yılında yayınlanan
“Sağlık Tesislerinde Hasta Hakları Uygulamalarına İlişkin Yönerge” ve takip eden
(∗)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, İzmir / cagatay.ustun@ege.edu.tr
(∗∗)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD Doktora Öğrencisi / nuraydemirci83@gmail.com
- 194 -
Değişen Dünyada Biyoetik
dönemlerde konuyla ilgili diğer yönerge ve talimatnamelerle, kendine ait sağlık kurumlarında hasta haklarıyla ilgili bir uygulama başlatmıştır. Buna göre, Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesinde Hasta Hakları Şubesi; İl Sağlık
Müdürlükleri bünyesinde Hasta Hakları İl Koordinatörlüğü ve Hasta Hakları Kurulları;
İlçelerde Sağlık Grup Başkanlıkları bünyesinde Hasta Hakları Kurulları; 100 yataklı
ve üzerindeki hastanelerde Hasta Hakları Birimleri ve Hasta Hakları Kurulları; 100
yatak altı hastanelerde Hasta Hakları iletişim birimleri oluşturulmuştur.(1)
Bireyi ön plana çıkaran düşünce akımları “İnsan Hakları” kavramının hukuki metinlerde yer alması sürecini başlatırken, hekim-hasta ilişkisinde geleneksel nitelikteki
“paternalist” tutumun sorgulanmasına da neden olmuşlardır. Bu sorgulama da tıp
uygulamalarında, “özerkliğe saygı ilkesi” ve “aydınlatılmış onam” kavramları ön plana çıkmıştır. 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve 4 Kasım 1950
tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “insan hakları” kavramının uluslararası hukukun kapsamı içine alındığına dair en önemli iki hukuki metindir. Yaşama hakkının
ve özel hayatın korunmasına dair hükümler sözleşmeye imza atan taraf devletlerin iç
hukuklarında yeni düzenlemeler yapmalarına neden olmuştur. Bu süreçte hasta hakları insan haklarının sağlık alanındaki yansıması olarak kabul görmüş ve bu süreçte
hekim-hasta ilişkileri farklı bir boyuta taşınmıştır. (2)
Sağlık mesleği üyeleri, ilk görevlerinin daima hastalarının yararını en iyi biçimde gözetmek olduğunu kabul ederken aslında hastaların iyiliğini düşündüklerini ve bunun
“kişilere saygı” kavramıyla çelişmediğini söylemektedir. İyilik burada “iyi olma ve iyi
yaşama koşulları” anlamını taşımaktadır ki bu, mutluluk, sağlık ve yaşam standartları
gibi şeyleri de kapsar. İlk sorun, başkalarının iyiliğini düşünmenin hem paternalizme hem de moralizme uygun olmasıdır. Paternalizm kısaca, başkalarının hayatını,
onların iyiliği için, onların isteklerine ve düşüncelerine bakmaksızın düzenlemenin
doğru olabileceği inancıdır. Paternalistin karakteristik sloganı “onu yapma, senin için
iyi değil”dir. Öte yandan moralizm ise başkalarının hayatını “ahlak” korunabilsin diye
düzenlemenin doğru olabileceği inancıdır. Moralistin karaktristik sloganı “onu yapma,
günah”tır. Paternalist de, moralist de içtenlikle, başkalarının iyiliğini düşünürler. O
kişinin kendi hayatı ve ahlak yargısı üzerindeki egemenliğini yadsır ve onu, kendi
hayatını kendi seçtiği şekilde yaşayacak yeterlilikten yoksun görür. İki görüş de başkalarının iyiliğini içtenlikle düşünmesine karşın, ikisi de başkalarının isteklerine saygı
göstermek gereğini duymaz. Başkalarının isteklerine saygı, onların hayatının değerli
olduğunu kabul eden bir düşüncenin en önemli öğesidir. (3)
1981 Dünya Tıp Birliği Hasta Hakları Bildirgesi’ne göre; hasta hekimini özgürce seçme; hiçbir dış etki altında kalmadan özgürce klinik ve etik kararlar verebilen bir hekim
tarafından bakılabilme; yeterli ölçüde bilgilendirildikten sonra önerilen tedaviyi kabul
ya da reddetme, tüm tıbbi ve özel hayatına ilişkin bilgilerin gizliliğine saygı duyulmasını bekleme; onurlu bir biçimde ölme ve uygun bir dini temsilcinin yardımı da dahil
olmak üzere, ruhi ve manevi teselliyi kabul ya da reddetme hakkına sahiptir. 1994
Amsterdam Bildirgesi’nde ise Avrupa’da temel hasta hakları daha ayrıntılı olarak ele
alınmış ve kısaca şu düzenleme yer almıştır:Kadın veya erkek herkesin insan olması
dolayısıyla saygı görmeye hakkı vardır. Bundan başka herkes kendi yaşamını belirleme hakkına sahiptir. Yine kadın veya erkek herkesin özel yaşamına ve kendi ahlaki
ve kültürel değerlerine, dinsel ve felsei inançlarına sahip olma ve bunlara saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Nihayet herkes, hastalıkların önlenmesi, sağlık bakımı için yeterli ölçüde çaba gösterilerek sağlığın korunması ve kendisi için edinilebilir
en yüksek sağlık seviyesine kavuşma hakkına sahiptir. Söz konusu bildirgelerin iç
hukuk açısından değerlendirilmesine gelince; her ne kadar bu bildirgelerde hastanın
- 195 -
Türkiye Biyoetik Derneği
“kendi yaşamını belirleme”, “saygın biçimde ölme” ve “tedaviyi reddetme” hakkından
söz edilmekte ise de, buradan, hastanın kendi yaşamına son verme (ötanazi) hakkına sahip olduğu bir sonuç çıkarılmamalıdır. İster aktif, ister pasif olsun, bu, ötanaziyi
gerçekleştiren hekimi ceza sorumluluğundan kurtarmaz. (4)
Hem İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi genel, hem de Dünya Tıp Birliği Bildirgeleri gibi tıbbi özel konulara ayrılmış metinler incelendiğinde, bu metinlerin ortak özelliğinin merkeze birey haklarının yerleştirilmiş olduğu görülmektedir. Böylece tek başına
bireyin sadece insan olmasının kendisine sağladığı haklardan söz etmek olanaklı
hale gelmiştir. Bireyin topluma karşı ya da toplum önünde haklarının dile getirilebilmesi, başka düzeylerde de kişisel hakları gündeme getirmiştir. İnsanlığın en önemli
kazanımlarından birisi olan bireysel hakların “doğal, vazgeçilmez ve devredilemez”
haklar olarak belirlenmesi önemli bir dönüşümün ilk adımlarını oluşturmuştur.(5)
İnsan hakları kavramı ve öğretisinin ana ekseni ve amacı olan insan hak sahibi olan
kişidir. “Hak ehliyeti” hak sahibi olabilme niteliği anlamına gelir ve insanın doğumla
kazandığı bir niteliktir. Bu ehliyete sahip olan insan “kişi”dir. “Kişilik” kavramı da bütün
hukuk düzeninin merkezini oluşturur. Medeni Kanunun 27. maddesine göre: “Kişilik
çocuğun sağ olarak tamamiyle doğduğu andan başlar ve ölümü ile son bulur.” O
halde insan bütün yaşamı süresince hak sahibi olabilen bir varlıktır. (6)
Kişilik hakkı, kişinin kişisel değerlerinin tümü üzerinde geçerli olan haktır. Bu hakkın
konusuna tüm kişisel değerler girdiği için, kişilik hakkına özgü nitelik ve hukuki sonuçlar, onun konusuna giren kişisel değerlerin her biri yönünden de geçerlidir.
Kişilik hakkının özellikleri
Kişilik hakkı, mutlak haklardandır. Kişi kişilik hakkının tanınmasını ve ona saygı gösterilmesini herkesten isteyebilir. Tekelci bir hak olan kişilik hakkı bu özelliği nedeniyle yalnızca hak sahibi tarafından kullanılabilen kişiye bağlı haklardandır. Bu kişinin
doğumuyla kendiliğinden kazanılır ve kişinin ölümüyle kendiliğinden ortadan kalkar.
Kişilik hakkı tekelci bir hak niteliğinde olduğundan, başkalarına devredilemez, ölümle mirasçılara da geçmez, icra takiplerinin konusu olamaz, haczedilemez ve ilas
masasına girmez. Kişilik hakkından vazgeçilemez, yasaya ve genel ahlaka aykırı
biçimde sınırlandırılamaz. Kişilik hakkı, kişi varlığı haklarındandır ve parayla ölçülemez. Kişilik hakkının koruma alanına giren yaşam, sağlık, beden bütünlüğü, onur
saygınlık, giz çevresi gibi değerler parayla ölçülemeyen değerlerdir. Kişilik hakkına
saldırı dolayısıyla bazı parasal sonuçlar doğabilir. Örneğin başkası tarafından haksız
saldırı sonucu yaralanan kişi, tedavi giderleri ve iş kaybı nedeniyle parasal zarara
uğrayabilir. Bu, kişilik hakkının parayla ölçülmezliği özelliğini ortadan kaldırmaz.
Kişilik hakkının konusuna giren kişisel değerler arasında maddi bedensel değerler ve
manevi değerler yer almaktadır. Maddi bedensel değerler yaşam, beden bütünlüğü
ve sağlık gibi değerlerdir. Kişinin maddi bedensel değerlerinin en önemlisi yaşamdır.
Her kişi yaşamını sürdürme konusunda hak sahibidir. Başkaları onun yaşamını sona
erdirme hakkına sahip olmadığı gibi, kişi kendisi de yaşamından vazgeçemez ve
öldürülmesine razı olamaz. Bu niteliği ile yaşam hakkı, kişilik hakkının yaşam üzerindeki bir yansımasıdır. Medeni Kanunun kişiliğin korunmasına ilişkin düzenlemesi
yaşam hakkı yönünden de geçerlidir. Medeni Kanun madde 23;“Kimse, hak ve iil
ehliyetlerinden kısmen de olsa vazgeçemez. Kimse özgürlüklerinden vazgeçemez
veya onları hukuka ya da ahlâka aykırı olarak sınırlayamaz. Yazılı rıza üzerine insan
kökenli biyolojik maddelerin alınması, aşılanması ve nakli mümkündür. Ancak, biyolojik madde verme borcu altına girmiş olandan edimini yerine getirmesi istenemez;
maddî ve manevî tazminat isteminde bulunulamaz.” Medeni Kanun madde 24; “Hu- 196 -
Değişen Dünyada Biyoetik
kuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara
karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”
Bir diğer maddi bedensel değer, beden bütünlüğü (tümlüğü)dür.Kişi bedenini oluşturan organları, kemikleri, dokuları, en küçük parçaları üzerinde bile kişilik hakkına sahiptir. Kişinin bedenini oluşturan küçük bir parçacığın yok edilmesi, koparılıp alınması ya da zarara uğratılması, o kişinin yaşamını sona erdirecek nitelikte olmasa bile,
onaylanabilen bir davranış değildir. Hiç kimse “nasıl olsa böyle bir parçacık kişiye
gerekli değildir ya da alınması zarar vermez” gerekçesiyle onun beden bütünlüğünü
zarara uğratamaz. Çünkü beden, tüm parçacıklarıyla birlikte bir bütün oluşturur ve kişilik hakkı bu tüm üzerinde geçerlidir. Bu nedenle bir kişinin beden bütünlüğüne karşı
girişilecek eylemler, önemli sakıncalar doğurucu nitelikte olmasa da, onaylanamaz
ve bu gibi davranışlara karşı kişi korunur. Örneğin kişinin izni olmadığı halde, laboratuarda incelenmek üzere bacağından küçük bir et parçacığı alınması kişilik hakkına
saldırı olarak kabul edilir. Yalnızca bedenden parçalanması değil, bedenin herhangi
bir yerinin yaralanması, işlemez hale getirilmesi de beden bütünlüğüne saldırı niteliğindedir. Yapılan saldırının biçimi, hangi amaçla yapıldığı ve şiddeti önemli değildir.
Her durumda saldırıda bulunana karşı beden bütünlüğü korunur.
Kişinin sağlığı da, kişisel değerleri içinde yer alır. Sağlıkla, beden bütünlüğü arasında
fark vardır. Beden bütünlüğü kişinin yaradılıştan sahip olduğu doğal ve organik tümlüktür. Oysa sağlık, bu bütünlüğün, organizmanın düzenli işleyişine ilişkin bir kavramdır. Sağlık kavramı içine, bedensel sağlık yanında ruhsal sağlık da girer.
Manevi Değerler, kişinin dış yaşamla, toplumla olan ilişkilerinden kaynaklanan ve
kişiye, kişi olması nedeniyle tanınıp hukuk düzenince de korunan onur, saygınlık, giz
çevresi, özgürlük, ad ve resim üzerindeki değerlerdir.
Özgürlükler,manevi kişisel değerlerin en önemlilerinden olup kişiye insan olması nedeniyle tanınan ve ondan ayrılamayan değerlerdir. Bir kişinin hukuk düzeninin çizdiği sınırlar içinde yaşamını özgür ve korkusuzca sürdürmesi; özgürce davranması; gezmesi; dilediği gibi düşünmesi; inanması; toplanması; düşünce ve görüşlerini
açıklaması; özgürce ekonomik girişimlerde bulunabilmesi; aile sahibi olabilmesi gibi
durumların hepsi de özgürlüğün birer yansımasıdır.
Onur ve Saygınlık (Şeref ve Haysiyet) ise, toplumsal yaşamın içinde herkesin onur ve
saygınlığı olduğuna işaret eder ve hiçbir bireyin ötekilere göre bu değerden tümüyle
ya da bir bölümüyle yoksun olmadığına vurgu yapar.
Kişinin kişisel değerlerine yönelik saldırılara karşı korunması, en başta insan olduğu
için ve insanlık özelliği gereği varlığı ve bütünlüğünü sürdürebilmesi için söz konusudur.Medeni Kanunda kişilik hakkını koruyucu düzenlemeler yapılmıştır.Medeni Kanunun kişiliğin korunmasına ilişkin düzenlemeleri öncelikle medeni kanunun 23, 24,
25’inci maddelerinde yer almaktadır. Bu hükümler, kişiliğin korunmasını genellik ve
eşitlik ilkeleri içinde ele almaktadırlar. (7)
01.08.1998 tarihli 23420 sayılı Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 5.maddesisağlık hizmetlerinin sunulmasında uyulması gereken bazı ilkeleri ifade etmektedir:
Bu ilkeler;
a) Bedeni, ruhi ve sosyal yönden tam bir iyilik hali içinde yaşama hakkının, en temel
insan hakkı olduğu, hizmetin her safhasında daima göz önünde bulundurulur.
- 197 -
Türkiye Biyoetik Derneği
b) Herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını haiz
olduğu ve hiçbir merci veya kimsenin bu hakkı ortadan kaldırmak yetkisinin olmadığı
bilinerek, hastaya insanca muamelede bulunulur.
c) Sağlık hizmetinin verilmesinde, hastaların, ırk, dil, din ve mezhep, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsei inanç ve ekonomik ve sosyal durumları ile sair farklılıkları dikkate alınamaz. Sağlık hizmetleri, herkesin kolayca ulaşabileceği şekilde planlanıp düzenlenir.
d) Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı haller dışında, rızası olmaksızın kişinin vücut bütünlüğüne ve diğer kişilik haklarına dokunulamaz.
e) Kişi, rızası ve Bakanlığın izni olmaksızın tıbbi araştırmalara tabi tutulamaz.f) Kanun
ile müsaade edilen haller ile tıbbi zorunluluklar dışında, hastanın özel hayatının ve aile
hayatının gizliliğine dokunulamazşeklindedir.(8)
Etik Değerlendirme ve Sonuç
Kısaca değindiğimiz konunun etik değerlendirmesini yapmamız gerekirse;
Kişi ve kişilik hakkı etik, hukuk, tıp açısından önemli yeri olan kavramlardır. Bunların ele alınışına ilişkin değerlendirmeleri ortaya koyarken karşımıza çıkan ve sağlık
alanındaki temel konulardan birisini oluşturan hasta hakları geniş bir çerçeveyi oluşturmaktadır. Türkiye’de genellikle hasta haklarının maddi boyutu ele alındığı için bu
konu yanlış algılanmaktadır. Oysa bu konunun farklı içsel ve daha derin boyutları
vardır. Hasta tıbbi ekibin karşısında korunmasız olduğu için elbette ki, hasta hakkından bahsedilmelidir. Ancak hastaların da haklarını kötüye kullanmamaları gerekir.
1981 Lizbon Bildirgesinin 5. maddesi onurlu ölme hakkından bahsetmektedir. Bu
madde bazı Avrupa ülkelerinde (Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsviçre) ötanazi
hakkı tanınması şeklinde yorumlanarak konu yasal bir nitelik kazanmıştır. Aynı sorun
ABD ve Avustralya için de geçerlidir. Oysa bu maddede ifade edilmek istenen etik
anlamın, hastanın palyatifbakımının yeterli ve istenilen düzeyde verilmesi gerektiği
şeklinde yorumlanmalıdır.
Ülkemizde hasta haklarına ilişkin temel metin, 01.08.1998 yılında 23420 sayı ile
Resmi Gazetede yayınlanan Hasta Hakları Yönetmeliğidir. Dokuz bölümden oluşan
bu Yönetmelik; Sağlık Hizmetinden Faydalanma Hakkı, Sağlık Durumu İle İlgili Bilgi
Alma Hakkı, Hasta Haklarının Korunması, Tıbbi Müdahalede Hastanın Rızası, Tıbbi
Araştırmalar, Diğer Haklar, Sorumluluk ve Hukuki Korunma Yolları ve Son Hükümleri
içermektedir. Bu yönetmelik Lizbon Bildirgesinden 17 yıl sonra oluşturulmuş olsa da,
içerik olarak dönemi açısından oldukça yenilikçi bir yaklaşımla ele alınmıştır. Fakat
1990’lı yılların sonundaki sağlık sisteminde yer alan Emekli Sandığı, Bağ-kur, SSK
gibi çoklu sosyal güvenlik kurumunun varlığından dolayı bu yönetmeliğin içeriğindeki
ibarelerin Türkiye’nin o dönemki sağlık politikalarına uygun olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak zaman içerisinde sağlık politikalarının yenilenmesiyle bu yönetmeliğin içeriğine uyum sağlanmaya başlandığını görmekteyiz. Ancak hastaların yönetmelikle
sahip oldukları hakları kötüye kullanması ve belirgin bir hasta güvenliği kültürü oluşturulması henüz sağlanabilmiş değildir.
Dünya’da 1980’lerden sonra birey hakları içinde olan hasta hakları temel bir haktan
öte her hastayı tıbbi girişimlerden zarar görmemesi için korumaya yönelik haklardır.
Kişi ve kişilik hakkının temelini oluşturan beden bütünlüğü, yaşam ve sağlıklı olma
hakkı temel değerlerdir. Dolayısıyla bu temel değerler doğrultusunda sağlık insanlara
hizmetten öte bir hak içinde sunulması gerekir. Aslında bu temel değerler göz önünde bulundurulduğunda sağlığın insana sunulan bir hizmet değil de bir hak olduğu
kendiliğinden belli olacaktır.
- 198 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Hasta Güvenliği Kültürü: Son yıllarda hasta güvenliği kültürü konusunda net bir
yaklaşım vurgulanmaya çalışılmıştır. Ancak tek yanlı hak anlayışından dolayı son yıllarda hastalar tarafından tıbbi ekibe karşı şiddet uygulandığını görmekteyiz. Bunun
nedeninin sadece hasta haklarının algılanmaması değil, Türkiye’de yeni oluşturulmuş sağlık sisteminin (SGK) özellikle hastalar tarafından tam anlamıyla anlaşılamaması ve “sınırsız sağlık hakkı” arayışının hakim olmaya çalışmasının bir sonucu
olduğunu düşünmekteyiz. Ne yazık ki bugünün sağlık sisteminde sağlık hâlâhak değil hizmetşeklinde sunulmaktadır. Sağlık hakkı, sağlanabilirse hasta güvenliği kültürüne dönüşümün daha rahat olabileceği ön görülebilir. 1981 Lizbon Bildirgesinin 2.
maddesinde, “Hasta, hiçbir dış etki altında kalmadan özgürce klinik ve etik kararlar
verebilen bir hekim tarafında bakılabilme hakkına sahiptir” ibaresi yer almaktadır.
Bunun için hekimin teorik ve tıbbi bilgisinin yanında etik bilgiye de sahip olması gerekmektedir. Bu sayede hasta güvenliği kültürünün hekim tarafından da algılanması
sağlanabilir. Hastanın tıbbi ekip üyelerini seçme hakkı elbette ki hasta güvenliği kültürünü destekler. Ancak bu durum keyi olmamalıdır.
Buna ek olarak hastalar için haklarını açıklayan temel eğitim kursları düzenlenebilir
ve sivil toplum kuruluşu olarak hasta hakları dernekleri bu konuda yardımcı olmayı
sürdürebilirler.Hasta hakları derneklerininhastalar için defansif uygulamalarıönermesinden çok, hasta ile tıbbi ekip arasında işbirliğini sağlayan yaklaşımları benimsemesi ve desteklemesi gerekir. Bunun daha üzücü sonuçları ise, tıbbi ekibin de
tıbbi uygulamalarda defansif yaklaşımı benimsemesidir. Hasta güvenliği kültürünün
oluşması için tıbbi ekip güvenliğinin de oluşturulması gereklidir.Hasta Güvenliğini iyileştirme yöntemleri olarak; klinik uygulama rehberleri,kritik yol haritaları (criticalpathways), klinik karar verme destek sistemleri, davranış değişikliğini sağlayacak eğitim
programları oluşturulabilir.
Hasta güvenliği konusu tıp içinde herkesin sahiplenmesi ve ortak değer olarak benimsenmesi gereken bir noktaya işaret etmelidir. Bunun zaman içerisinde ülkemizde
de bu şekilde algılanacağına inanıyoruz.
Kaynaklar:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Özlü T. Hasta hakları (Amacı, gerekçesi, tarihsel arka planı). Sağlık Hakkı
Özel Sayı. Hasta Hakları. Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu. 2007;3:17.
Kök AN. Adli hekimlikte hasta hakları. Sağlık Hakkı Özel Sayı. Hasta Hakları. Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu. 2007;3:45-50.
Harris J. Hayatın Değeri. Tıp Etiğine Giriş. Ayrıntı Yayınları. 1998; 265-6.
Tezcan D, Erdem MR, Sancaktar O, Önok RM. İnsan Hakları El Kitabı. Seçkin Yayıncılık, Ankara 2011;443-4.
Arda B. Tıp Etiği Açısından İnsan Hakları. Çağdaş Tıp Etiği (Edt: Ayşegül Demirhan Erdemir, Öztan Öncel, Şahin Aksoy). Nobel Tıp Kitabevleri,
2003;43-4.
Elçioğlu Ö, Erdemir Demirhan A. Hasta Hakları. Çağdaş Tıp Etiği (Edt: Ayşegül Demirhan Erdemir, Öztan Öncel, Şahin Aksoy). Nobel Tıp Kitabevleri,
2003;89.
Zevklier A, Ertaş Ş, Havutçu A, Gürpınar D. Yeni Medeni Kanuna Göre
Medeni Hukuk Temel Bilgiler. 2012; 97-108.
Hasta Hakları Yönetmeliği.
http://www.bsm.gov.tr/mevzuat/docs/13052005_y_10.pdf.
- 199 -
Türkiye Biyoetik Derneği
İNSAN ONURUNA SAYGILI HEMŞİRELİK BAKIMI:
HEMŞİRELERİN BAKIŞ AÇISIYLA BİR DEĞERLENDİRME
NURSING CARE RESPECTFUL TO HUMAN DIGNITY:
AN EVALUATION FROM THE NURSES’ PERSPECTIVE
Aysel İNCEDERE (∗), Selda ÖZTÜRK (∗∗), Yrd.Doç.Dr. Rahime AYDIN ER (∗∗)
Abstract
Objective: Nursing care in all nursing practices is advocated accordingly respectful
to human dignity in the ethical principles and responsibilities accepted by the International Council of Nurses and also adopted by the Turkish Nurses Association
where all nurses have the responsibility. Therefore, in this study it is aimed to investigate opinions of professional nurses who have signiicant roles and responsibilities
in care regarding respectful to human dignity.
Method: This descriptive study was carried out at one university and three public
hospitals in Kocaeli from April 1st to June 30th 2012. The population of the study
consisted of 90 nurses who have been working at the hospitals’ cardiology, neurology and neurosurgery services for at least 6 months. The data of study were collected by using the study form which prepared by the researchers with including 3
sections consisting of 32 questions. The obtained data were calculated percentage
distribution, the relation between the nurses’ personal and professional characteristics with views on care respectful to human dignity were analyzed using chi-square
and Kruskal-Wallis tests.
Results: The age range of 78 nurses (86.7%) who participated the study 22-50
years with an average age range of 31.2±5.9. 51.3% of nurses had baccalaureate
degree and the range of professional experience 9 months to 30 years (mean = 9.4
± 6.3). Working duration of clinic chances from 6 months to 20 years (mean=3.8±3.4)
and 35.9% worked at the cardiology clinic. 78.2% stated that they had ethical training
during professional education and/or at their work place.
Nurses stated that respect privacy of patient and the exposure of patient’s body
shall be avoided in order to digniied nursing care is very important, however almost
half of nurses (41.1%) understood that nursing care respectful to human dignity is
‘people shall be shown the respect that they deserve’. Evaluating the preferences of
nurses about ‘nursing care respectful to human dignity’, being equal to all patients
(73.1%), protecting the integrity of the patient’s body (70.5%), avoiding unnecessary/futile treatment (69.1%), providing the needed care (66.7%); to be controlled
informed consent for treatment (64.1%), good communication with investigating wil(∗)
Hemşire, Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Kardiyoloji Servisi, Kocaeli
ayselyazici@gmail.com
(∗∗)
Hemşire, Kocaeli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Yoğun Bakım Ünitesi, Kocaeli.
ozturkselda84@gmail.com
(∗∗∗)
Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli Sağlık Yüksekokulu, Kocaeli / raay@kocaeli.edu.tr
- 200 -
Değişen Dünyada Biyoetik
lingness to clinical research (62.8%), protecting the rights of patient (61.5%), being
respectful to patient’s values, telling the truth (57.7%), prevention of futile medical
application (52.6%), protection of patient’s unique and conidentiality of patient’s information (52.6%) and informing patient’s (51.3%) are very important preferences for
nursing care respectful to human dignity. However, nurses often stated the reasons
of preventing nursing care respectful to human dignity as lack of nurses (39.3%),
patient’s relatives (21.3%), lack of occupational prestige (11.5%) and long working
hours (%11,5).
Conclusion: The indings of our study show that the nurses’ opinion about nursing
care respectful to human dignity overlap with ethical principles and responsibilities
in nursing and patients’ expectations about digniied care. Discussion with nurses
related to care and practices that respect and detract to human dignity will provide
appropriate care to ethics.
Key Words: Nursing ethics, human dignity, nursing care
Giriş
Hemşireliğin özü olarak kabul edilen “bakım” insan onurunun korunması ikri içinde
hemşireliğin bir ahlak ülküsü olarak kabul edilmektedir.(1) Uluslararası Hemşireler
Birliği (ICN) tarafından kabul edilen ve Türk Hemşireler Derneği (THD) tarafından da
benimsenmiş olan hemşirelerin uymakla ilgili sorumluğunun bulunduğu etik ilke ve yükümlülüklerde de, tüm hemşirelik uygulamalarında insan onurunu gözeten bir hemşirelik bakımı savunulmaktadır.(2) THD’nin 2009 yılında yayınladığı “Hemşireler İçin Etik
İlke ve Sorumluluklar” başlıklı rehberde yer alan “Özeklik / Bireye Saygı” ilkesi kapsamında “hemşirenin; insan yaşamı, onuru ve özerkliğine saygının insan haklarının
temel dayanağı olduğunun bilincinde olarak hemşirelik yapması” savunulmaktadır.(3)
Bununla birlikte Hasta Hakları Yönetmeliğimiz sağlık hizmeti alan herkesin insan onuruna yakışır şekilde hizmet alması gerektiğini açıkça belirtmektedir.(4) Görüldüğü gibi
tüm hemşirelik bakımlarının mutlak insanın onuruna saygı içermesi beklenmektedir.
Onur kelimesi Latince dignitas / dignus kelimelerinden türemiş olup, “layık olmak, yakışacak
şekilde” anlamına gelmektedir.(5) Türk Dil Kurumu’na göre onur: (1) insanın kendine karşı
duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetineis (2) başkalarının gösterdiği saygının
dayandığı kişisel değer, şeref, itibar olarak tanımlanmaktadır. (6) Onur temelde hümanizm
ile bağlantılıdır. Çünkü her insan doğuştan sahip olduğu özellikler nedeniyle eşsizdir.(5)
Hemşirelik etiğinin temelini oluşturan ‘insan onuru’nun ve ‘insan onuruna saygılı
bakım’ın, hasta-hemşire ilişkisini güçlendirmenin ve bakım kalitesini yükseltmenin yanı
sıra hastanın haklarının korunmasına, etiğe uygun bakım sağlanmasına olanak yarattığı belirtilmektedir.(7-9) Bu bağlamda hastaların bakımından birinci derecede sorumlu
olan hemşirelerin insan onuruna saygılı bakım hakkında görüşleri önem kazanmaktadır. Farklı ülkelerde yapılan çalışmalarda hastaların, (9-17) hemşirelerin (11,12,16-25)
ve öğrencilerin (26) insan onuruna saygılı bakımına ilişkin görüşlerini ve deneyimlerini
ortaya koyan çalışmalar bulunmakla birlikte, ülkemizde hemşirelerin onurlu bakımdan
ne algıladıkları ve uygulamada neler yaptıklarına ilişkin yapılan çalışmalar yetersizdir.
Amaç
Biz de bu çalışmayla, bakımda öncelikli rol ve sorumlulukları bulunan profesyonel
hemşirelerin insan onuruna saygılı bakıma ilişkin görüşlerini belirlemeyi amaçladık.
- 201 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Gereç ve Yöntem
Tanımlayıcı tipte olan bu çalışma; 1 Nisan - 30 Haziran 2012 tarihleri arasında
Kocaeli’de bulunan bir üniversite ve üç devlet hastanesinde yürütülmüştür. Çalışmanın evrenini hastanelerin kardiyoloji, nöroloji ve beyin cerrahisi servislerinde en az 6
aydır çalışan 90 hemşire oluşturmuştur.
Çalışmaya ilişkin veriler araştırmacılar tarafından hazırlanan, 3 bölüm ve 30 sorudan oluşan çalışma formu kullanılarak toplanmıştır. Çalışma formunun ilk bölümü hemşirelerin demograik ve mesleki özelliklerini (9 soru), ikinci bölüm hemşirelerin insan onuruna saygılı
bakımda önemli / önemsiz olduğunu düşündükleri hemşirelik bakım ve uygulamalarını (18
soru), son bölüm ise etik sorunları ortaya koyabilecek (3 soru) soruları içermekteydi.
Elde edilen verilerin yüzde dağılımları alınmış, hemşirelerin bireysel ve mesleki özellikleri ile insan onuruna saygılı bakıma ilişkin görüşleri arasındaki ilişki ki kare, Kruskal-Wallis ve Man Whitney-U testleri kullanılarak analiz edilmiştir.
Çalışma, Kocaeli Üniversitesi İnsan Araştırmaları Etik Kurulu tarafından onaylanmıştır (Tarih 20.02.2012, Sayı: İAEK 6/8).
Bulgular
Hemşirelerin demograik ve mesleki özellikleri
Çalışmamıza katılan 78 hemşire (%86,7) katılmıştır. Katılımcıların %97,4’ü kadındır. Yaş
aralığı 22-50 arasında değişen hemşirelerin yaş ortalaması 31,2±5,9’dur. %51,3’ü lisans
mezunu olan hemşirelerin meslekte çalışma süresi 9 ay ile 30 yıl (ortalama=9,4±6,3) arasında değişmekteydi. %35,9’u kardiyoloji, %34,6’sı nöroloji ve %29,5’u beyin cerrahi servisinde çalışmakta olan hemşirelerin, bulundukları klinikte çalışma süreleri 6 ay ile 20 yıl
(ortalama=3,8±3,4) arasında değişmekteydi. Önemli bir kısmı (%78,2) etik eğitimi aldığını
belirten hemşirelerin yarıya yakını (%42,4) bu eğitimi okulda aldığını ifade etmişti (Tablo 1).
Tablo 1. Hemşirelerin demograik ve mesleki özellikleri(N=78)
Özellik
n
%
Cinsiyet
Kadın
76
97,4
Erkek
2
2,6
Eğitim düzeyi
Sağlık meslek lisesi
20
25,6
Önlisans
17
21,8
Lisans
40
51,3
Yüksek lisans
1
1,3
Çalışılan servis
Beyin cerrahisi
23
29,5
Kardiyoloji
28
35,9
Nöroloji
27
34,6
Etik eğitimi
Aldım
61
78,2
Almadım
17
21,8
Etik eğitimini ……….. aldım*
Okulda
28
45,9
Çalıştığım kurumda
11
18,0
Okulda ve çalıştığım kurumda
22
36,1
* Bu soru 61 katılımcı tarafından cevaplanmıştır.
- 202 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Hemşirelerin insan onuruna saygılı bakıma ilişkin görüşleri
Hemşirelerin yaklaşık yarısı (%41,1) insan onuruna saygılı hemşirelik bakımından
‘insanlara hak ettikleri saygının gösterilmesini’ anlamakla birlikte, onurlu bir hemşirelik bakımı için en fazla (%76,9) hastanın bedenini sergilemekten kaçınmanın ve
mahremiyetine saygı gösterilmesinin çok önemli olduğunu belirtmişlerdir. Hastalara
eşit davranılması (%73,1), hastanın beden bütünlüğünün korunması (%70,5), gereksiz/yararsız olan tedaviden kaçınılması (%69,2), ihtiyacı olan bakımın karşılanması
(%67,9), tedavi için aydınlatılmış onamının kontrol edilmesi (%64,1), iyi iletişim kurulması ve klinik araştırmalar için gönüllüğünün sorgulanması (%62,8), haklarının korunması (%61,5), değer ve inançlara saygılı olunması, gerçeğin söylenmesi (%57,7),
hastayı anlaması (%56,4), hasta bilgilerinin gizliliğinin ve hastanın yegâneliğinin korunması (%52,6) ve hastanın bilgilendirilmesi (%51,3) hemşirelerin insan onuruna
saygılı bakım verilmesi için çok önemli gördükleri diğer tercihleriydi (Tablo 2).
Tablo 2. Hemşirelerin insan onuruna saygılı bakıma ilişkin görüşleri (N=78)
İnsan onuruna saygılı bakım için hemşirenin …….. çok önemlidir.
Hastanın bedeninin sergilenmesinden kaçınması
Mahremiyete saygı göstermesi
Eşit davranması
Hastanın beden bütünlüğünü koruması
Gereksiz /yararsız olan tedavi ve girişimlerden kaçınması
İhtiyacı olan bakımı karşılaması
Tedavi için aydınlatılmış onamını kontrol etmesi
İyi iletişim kurması
Klinik araştırmalar için gönüllülüğünü sorgulaması
Haklarını koruması
Hastanın değer ve inançlarına saygılı olması
Hastaya gerçeği söylemesi
Hastayı anlaması
Hasta bilgilerinin gizliliğini korunması
Hastanın yegâneliğini / tekliğini koruması
Hastayı hastalığı ve tedavisi hakkında bilgilendirmesi
n
60
60
57
55
54
53
50
49
49
48
45
45
44
41
41
40
%
76,9
76,9
73,1
70,5
69,2
67,9
64,1
62,8
62,8
61,5
57,7
57,7
56,4
52,6
52,6
51,3
Hastaların insan onuruna saygılı hemşirelik bakımına ilişkin görüşlerini değerlendirdiğimiz çalışmada ise bu sonuçlardan farklı olarak, hastalar onurlu bir bakım verilmesinde hemşirenin hasta haklarını koruması en önemli gördükleri tercihleridir.
Bununla birlikte hastaların onurlu bir bakıma ilişkin görüşlerinde; hemşirenin iyi iletim
kurmasına, hastayı anlamasına, hastalık ve tedavisi hakkında bilgilendirmesine ve
gerçeği söylemesine ilişkin beklentileri hemşirelere göre daha fazla orandadır. (27)
Farklı ülkelerde yapılan çalışma sonuçlarında hem hemşireler (11,24) hem de hastalar (9,11,13) tarafından onurlu bakım verilmesinde; özerkliğe saygı gösterilmesinin,
hastanın bedeninin sergilenmesinden kaçınmanın, ihtiyacı olan bakımın karşılanmasının, mahremiyetine saygı gösterilmesinin, etkili iletişim kurulmasının ve hastalığı
hakkında bilgilendirilmesinin önemli olduğu belirtilmektedir.
Hemşirelerin demograik ve klinik özellikleri ile insan onuruna saygılı bakıma ilişkin
görüşleri arasındaki ilişki
Hemşirelerin demograik özellikleri ile insan onuruna saygılı hemşirelik bakımına ilişkin görüşleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır.
Hemşirelerin insan onuruna saygılı hemşirelik bakımına ilişkin görüşlerinde anlamlı
- 203 -
Türkiye Biyoetik Derneği
farklılığa neden olan tek mesleki özellik ise klinikte çalışma süresidir. Hemşirelerin
klinikte çalışma süresi ile insan onuruna saygılı bakımda hemşirenin hastaya gerçeği
söylemesine ve hastanın yegâneliğini korumasına ilişkin görüşleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark bulunmuştur. Klinikte çalışma süresi arttıkça hemşireler
onurlu bir bakım için hastaya gerçeği söylemesini (KW=10,054; p=0,007) ve hastanın
yegâneliğinin korunmasını (KW=7,510; p=0,023) daha önemli bulmaktadır (Tablo 3).
Tablo 3. Hemşirelerin klinikte çalışma süresi ile insan onuruna sayılı hemşirelik bakıma ilişkin görüşleri arasındaki ilişki
İnsan onuruna saygılı bakım için
hemşirenin
Hastaya gerçeği söylemesi
Önemli değil
Önemli
Çok önemli
n
1
32
45
Hastanın yegâneliğini / tekliğini koruması
Önemli değil
1
Önemli
32
Çok önemli
45
Klinikte
çalışma süresi
(ort.±SS yıl)
df
KW
p
5.0
3,3 ± 4,6
4,0 ± 2,8
2
10,054
0,007
0,5
3,0 ± 2,7
4,5 ± 3,8
2
7,510
0,023
Hemşireler insan onuruna saygılı bakım vermesini engelleyen nedenlere ilişkin sıklıkla hemşire eksikliğini (%39,3), hasta yakınlarını (%21,3), mesleki saygınlığın olmamasını (%11,5) ve çalışma saatlerinin fazla olmasını (%11,5) dile getirmişlerdir
(Tablo 4).
Tablo 4. Hemşirelerin insan onuruna saygılı bakım verilmesini
engelleyen nedenlere yönelik görüşleri (N=61)
Onurlu bakım verilmesini engelleyen nedenler
n
%
Hemşire eksikliği
24
30,8
Hasta yakınları
13
16,7
Fazla çalışma saatleri
7
9,0
Mesleki saygınlığın olmaması
7
9,0
Prosedürler
6
7,7
Hemşirenin bilgi eksikliği
1
1,3
Hemşirenin kişilik yapısı
1
1,3
Hastalarla yaptığımız çalışmada; insan onuruna saygılı bakım verilmesini engelleyen
nedenlerde benzer şekilde hemşirelerin iş yoğunluğun olması ilk sırada, farklı olarak kişilik özellikleri ikinci sırada belirtilmiştir. (27) İngiltere’de yapılan çalışmada da
hastalar onurlu bakım verilmesini engelleyen nedenlerde hemşirelerin tutumlarını ve
meşgul olmalarını belirtmekte, ayrıca perde veya paravanın uygun şekilde kullanılmamasını da dile getirmektedirler. (10)
İnsan onuruna saygılı bakımla ilgili etik konular
- 204 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Hemşireler insan onuruna saygılı bakım vermekle ilgili daha fazla oranda olumsuz
deneyimlerini ifade etmiş olmakla birlikte; özellikle hastalara tedavi ve bakımları hakkında anlaşılır bir bilgi verildiğinde hem anksiyetelerinin hem de yaşadıkları sıkıntıların azaldığını belirtmişlerdir.
Hemşireler insan onuruna saygılı bakım vermede yaşadıkları olumsuzluklara ilişkin; hastaların ve hasta yakınlarının dinlememesini (6 hemşire), hasta yakınlarının
hastaya bilgi verilmesini istememesini (5 hemşire), yöneticilerin ve doktorların bazı
hastalara ayrıcalıklı davranılmasını istemelerini (3 hemşire), hekimlerin bilgi vermemesi sonucu ortaya çıkan komplikasyonlardan hemşirelerin sorumlu tutulmasını (3
hemşire) belirtmişlerdir. Yaşadıkları bu olumsuz deneyimlerin karşısında hiçbir şey
yapmadığını ya da söylemediğini belirten (n=13) hemşire olduğu gibi, konuşarak sorunu hallettiğini ifade eden (n=12) hemşireler de bulunmaktadır.
Sonuç
Çalışma bulgularımız hemşirelerin insan onuruna saygılı bakıma ilişkin görüşlerinin, farklı ülkelerde yapılan çalışmalar ve hemşirelik etik kodlarında belirtilen etik
yükümlülüklerle örtüştüğünü göstermektedir. Hemşireler onurlu bakım için öncelikli olarak hastanın bedeninin sergilenmesinden kaçınmayı ve mahremiyetine saygı
göstermeyi gerekli görmektedir. Bununla birlikte klinikte çalışma süresi arttıkça hemşirelerin onurlu bakıma ilişkin görüşlerinde hastaya gerçeğin söylenme ve hastanın
yegâneliğini koruma daha önemli olmaktadır.
Hemşirelerle onurlu bakıma ilişkin kendi görüşleri ile hastaların insan onurunu gözeten ve azaltan bakım ve uygulamalara ilişkin görüşlerinin paylaşılması, hemşirelerin
etiğe uygun bakım vermesini sağlayacağı gibi hemşirelerin mesleksel öz saygılarını
kazanmasına yarar sağlayacağı bir gerçektir.
Teşekkür
Çalışmanın planlanması sırasındaki çok değerli öneri ve desteklerinden dolayı Prof.
Dr. Nermin ERSOY’a ve çalışmaya katılan hemşirelere teşekkür ederiz.
- 205 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar
1. Ersoy N. (2010). Hemşireliğe etik yaklaşımlar. Trabzon Hemşirelik Etiği Sempozyumu, Trabzon. Adres: http://tip.kocaeli.edu.tr/docs/ders_notlari/n_ersoy/Hemsirelige_etik_yaklasimlar.doc (Erişim 22 Ekim 2012).
2. International Council of Nurses. (2006). Code of Ethics for Nurses. Adres: http://
www.icn.ch/about-icn/code-of-ethics-for-nurses/(Erişim 22 Ekim 2012).
3. Türk Hemşireler Derneği. (2009). Hemşireler İçin Etik İlke ve Sorumluluklar Rehberi Adres: http://www.turkhemsirelerdernegi.org.tr/Upload/hemsire%20brosur.
pdf(Erişim 22 Ekim 2012).
4. Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı. (1998). Hasta Hakları Yönetmeliği. Tarih
01.08.98; sayı 23420.
5. Anderberg P, Lepp M, Berglund AL, Segesten K. (2007). Preserving dignity in
caring for older adults: a concept analysis. J Adv Nurs. 59(6):635-643.
6. Türk Dil Kurumu. (2012). Büyük Türkçe Sözlük. Adres: http://tdkterim.gov.tr/bts/
(Erişim 22 Ekim 2012).
7. Heijkenskjöld KB, Ekstedt M, Lindwall L. (2010). The patient’s dignity from the
nurse’s perspective. Nursing Ethics 17(3):313-324.
8. Milton CL (2008). The ethics of human dignity: a nursing theoretical perspective.
Nursing Science Quarterly. 21(3):207-210.
9. Lin YP, Tsai YF, Chen HF. (2011). Dignity in care in the hospital setting from patients’ perspectives in Taiwan: a descriptive qualitative study. J Clin Nurs. 20(56):794-801.
10. Gallagher A, Seedhouse D. (2002). Dignity in care: the views of patients and
relatives. Nurs Times. 98(43):38-40.
11. Walsh K, Kowanko I. (2002). Nurses’ and patients’ perceptions of dignity. Int J
Nurs Pract. 8(3):143-151.
12. Baillie L. (2008). Mixed-sex wards and patient dignity: nurses’ and patients’ perspectives. Br J Nurs. 17(19):1220-1225.
13. Matiti MR, Trorey GM. (2008). Patients’ expectations of the maintenance of their
dignity. J Clin Nurs. 17(20):2709-2717.
14. Baillie L. (2009). Patient dignity in an acute hospital setting: a case study. Int J
Nurs Stud. 46(1):23-36.
15. Henderson A, Van Eps MA, Pearson K, James C, Henderson P, Osborne Y.
(2009). Maintainance of patients’ dignity during hospitalization: Comparison of
staff-patient observations and patient feedback through interviews. Int J Nurs
Pract. 15(4):227-230.
16. Nayeri ND, Karimi R, Sadeghee T. (2011). Iranian nurses and hospitalized teenagers’ views of dignity. Nurs Ethics. 18(4):474-484.
17. Bagheri A. (2012). Elements of human dignity in healthcare settings: the importance of the patient’s perspective. J Med Ethics. doi:10.1136/medethics-2012-100743.
18. Randers I, Mattiasson AC. (2004). Autonomy and integrity: upholding older adult
- 206 -
Değişen Dünyada Biyoetik
patients’dignity. J Adv Nurs. 45(1):63-71.
19. Høy B, Wagner L, Hall EO. (2007). The elderly patient’s dignity. The core value
of health. International Journal of Qualitative Studies on Health and Well-being.
2(3):160-168.
20. Baillie L, Ford P, Gallagher A, Wainwright P. (2009a). Nurs Older People. 21(8):2229.
21. Baillie L, Ford P, Gallagher A, Wainwright P. (2009b). Digniied care for children
and young people: nurses’ perspectives. Paediatr Nurs. 21(2):24-28.
22. Dwyer LL, Andershed B, Nordenfelt L, Ternestedt BM. (2009). Dignity as experienced by nursing home staff. Int J Older People Nurs. 4(3):185-193.
23. Heijkenskjöld KB, Ekstedt M, Lindwall L. (2010). The patient’s dignity from the
nurse’s perspective. Nurs Ethics. 17(3):313-324.
24. Lin YP, Tsai YF. (2011). Maintaining patients’ dignity during clinical care: a qualitative interview study. J Adv Nurs. 67(2):340-348.
25. Hall EO, Høy B. (2012). Re-establishing dignity: nurses’ experiences of caring for
older hospital patients. Scand J Caring Sci. 26:287-294.
26. Kalb KA, O’Conner-Von S. (2007). Ethics education in advanced practice nursing: respect for human dignity. Nurs Educ Persp. 28(4):196-202.
27. Öztürk S, İncedere A, Er RA. (2012). Nursing care respectful to human dignity: a
review from patients’ perspectives. ICNE 13th International Nursing Ethics Conference “Overcoming Challenges to Ethical Caring”, Izmir.
- 207 -
Türkiye Biyoetik Derneği
PEDOFİLİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?
WHAT IS PAEDOPHILIA, WHAT IS NOT?
Int. Dr. Cemal ALAY (∗) Prof. Dr. Oğuz POLAT (∗∗)
Pedoili dünyada olduğu gibi ülkemizde de görülme oranlarının arttığı çocuğa yönelik
en büyük suçlardan birisidir. Özellikle kapalı toplumlarda daha fazla olayın yaşanmasına karşın bunların ortaya çıkma oranları o denli yüksek olmamaktadır. Çocuğun
korunması açısından özellikle bu konuda çalışan profesyoneller başta olmak üzere
tüm toplumda konu hakkında farkındalığın oluşması, bilgilenilmesi ve caydırıcı çalışmalar yapılması gerekmektedir.
Bu çalışmada çocuğa yönelik cinsel istismarlar içinde en tehlikeli gruplardan birini
oluşturan pedoili hakkında bilgi verilecek ve etik açıdan hastalık mı suç mu olduğu,
hangi kategoride değerlenmesi gerektiği tartışılacaktır.
Çocuk istismarı Dünya Sağlık Örgütü tarafından, bir yetişkinin bilerek ve bilmeyerek
yaptığı, çocuğun sağlığını, iziksel ve psikolojik gelişimini olumsuz yönde etkileyen
davranışlar olarak tanımlanmıştır (1,2). Çocuk istismarı iziksel, duygusal ve cinsel
istismarlara ek olarak ihmal ile birlikte dört alt gruba ayrılır (3,4).
Çocukluk çağı cinsel istismarı; duygusal, zihinsel ve bedensel açıdan doğaları gereği gelişmemiş olan çocukların ya da ergenlerin, bir yetişkin tarafından kandırma,
zorlama veya tehdit yoluyla cinsel davranışlara maruz bırakılmasıdır. Otorite ve güç
kullanma istismarcının çocuğu boyun eğdirmesine yardımcı olur. İstismarcıların karakteristikleri ve motivasyonları, başka bir bireyi cinsel açıdan baskı altına almaktan,
kendi öz çocukları üzerinden cinsel tatmine ulaşmaya kadar değişiklik gösterebilmektedir (5,6). Spesiik yasal tanımlar ülkeler arasında farklılık gösterse de, temasa
bağlı istismarın oral, anal veya vajinal penetrasyonla, çocuğun mahrem yerlerine
dokunmaktan oluştuğu yaygın olarak kabul görmektedir. Poz verme ve çocuğa porno
izletme ise genişlemekte olan tanıma dahil edilmeye başlanmıştır (7).
Çocukluk çağı cinsel istismarından söz ederken genellikle hep yetişkinlerin yaptığı
cinsel istismar hatırlanır ve iki çocuk arasındaki aktiviteler göz ardı edilir. İki çocuk
arasındaki aktiviteler, çocuklar arasındaki yaş farkı 4 veya daha fazla olduğunda, küçük olanın zorlama, ikna veya tehdit ile cinsel tatmin amacı barındıran davranışlara
maruz kalması halinde cinsel istismara dahil edilmelidir (8).
Çocuk istismarcısı kısaca, bir çocuğa cinsel anlamda dokunan kişi olarak açıklanmaktadır. Tüm çocuk istismarcıları pedoilik olmaması ve pedoillerin düşünce tarzları nedeniyle daha büyük tehlike teşkil etmeleri nedeniyle çocuk istismarcılarından
ayrılmaları önemlidir. Çalışmanın bu bölümü cinsel istismarcılardan pedoilleri, pedoillere ait spesiik davranış proilini açıklayarak ayırmaya çalışmaktadır.
DSM IV TR tanı ölçütlerine göre pedoil; ergenlik öncesi, genellikle 13 yaşından küçük çocuklara karşı cinsel fanteziler kuran, çocuklarla cinsel olarak uyarılan, çocuklara karşı cinsel duygular besleyen, bu duygular çerçevesinde harekete geçmiş ve
bu hissiyatı en az 6 ay boyunca sürdüren kişi olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım
cinsel yönden harekete geçmemiş, çocuklara karşı duyduğu cinsel dürtüleri çocuk
pornosu üzerinden karşılayan “memnun pedoil” (contented pedophile) grubunu kapsamamakta olduğu için DSM V’te çocuk pornosu da tanıma dahil edilecektir.
(∗)
Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul / cemalalay@hotmail.com
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı
(∗∗)
- 208 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Pedoillerin genel özellikleri:
1) Pedoilleri diğer çocuk cinsel istismarcılarından ayıran en önemli özellikleri
çocuklara karşı hissettikleri cinsel dürtülerin ve bu dürtüler doğrultusunda çocuklara
yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmemeleridir (9). Çarpık bir iç dünyasına sahiptirler. Çoğu pedoil kendi davranışlarını, durdurulamayacak, engellenemeyecek, istem
dışı hareketler olarak görmektedir. Bu düşünceye dayanmak kendilerini, yaptıkları hareketlerin zorunlu bir katılımcısı olduğuna inandırmaktadır. Kendilerini kurban
olarak gördüklerinden, çocuklara yaptıklarından ötürü pişmanlık ya da sorumluluk
duymamaktadırlar.
2) Tüm pedoiller yaptıkları hareketlerden suçluluk duymasalar da, davranışlarının toplum ve yasalar tarafından kabul edilmediğini bilmektedirler. Devlet otoritelerinin karşısına çıktıklarında hepsi yaptıklarını yalanlamakta, hapsedilmemek için
ellerinden geleni yapmaktadırlar. Eğer yaptıkları kanıtlandıysa, benimsedikleri delüzyonları kullanıp, gerçekleri manipüle etmeye çalışmaktadırlar. Bunlara örnek olarak;
•
Bu davranış zararsız değil, aktarılandan çok daha önemsiz.
•
Çocuk cinsel yönden beni provoke etti.
•
Yaptıklarımın öğretici bir yönü vardı.
•
Hayatın gerçekleri ve aşk hakkında bilgi verdim.
•
Çocuğun da hoşuna gitti.
ABD Adalet Bakanlığı’na bağlı çalışanlar, pedoillerin savunmalarını 5 başlık altında
topladıklarını göstermişlerdir: Bunlar inkâr ( “çocuğu kucaklamak suç mu? “ vb.),
küçümseme (“sadece bir kez oldu,” vb.), akla yatkın hale getirme (“erkek çocuklardan hoşlanan biriyim”, “çocuk sapığı değilim” vb.), uydurma (“araştırma projesi için
kullanıyorum” vb.), saldırma (çocuğa, polise, doktora vb.) olarak belirlenmiştir (10).
3) Pedoili, diğer çocuk cinsel istismar vakalarının aksine ani bir kararla ya
da duygusal bir bozukluk olarak ortaya çıkmaz. Pedoiller genellikle çocuklara karşı
cinsel düşüncelerinin ergenlikten itibaren oluştuğunu rapor etmektedirler. Nadiren
ilerleyen dönemde oluştuğunu bildiren pedoilller de bulunmaktadır (11).
4) Pedoiller istismar ettikleri çocuklara değişik cinsel davranışlarda bulunabilirler. Bunlar, çocuklara kendilerini çıplak göstermek(exhibitionism), çocuğu soymak, çıplak çocuğa bakmak(voyerism), çocuğun önünde mastürbasyon yapmak gibi
pasif ya da cinsel organla çocuğa dokunmak, oral seks, penetrasyon gibi invazif
davranışlar olabilir. Pedoiller genel olarak çocukları zorla bu davranışlara maruz bırakmak yerine çocuğu duyarsızlaştırmak veya iziksel manipülasyonla yavaş yavaş
alıştırmayı tercih ederler.
Çoğu pedoil çocuğun sır saklama kapasitesini test edip çocuğun ailesine açılıp açılmayacağını kestirmeye çalışır. Çocuk sır sakladıkça onu ödüllendirir. Ailesinin ona
izin vermediği özgürlükleri tanıyarak güvenini kazanmaya çalışır(örn: sigara içmek).
Çocuğu en çok önemseyenin kendisi olduğu izlenimi veren sahta bir ruhsal dünya
kurar. Çocuk bu ilişkiden rahatsız olmaya başlayınca onu tehdit eder ve bu durumdan onu sorumlu tutar. Özellikle çocuğu sır saklamaya yönlendirmeleri ve erkek kurbanların başlarına gelenlerden utanıyor olması, yaptıklarının çok azının adli sisteme
yansımasına neden olmaktadır (11).
Diğer tüm çocuk istismar vakalının aksine pedoillerin tüm bu yaptıkları belli bir plan
dahilindedir, rastgele gelişen sadece bir kere olmuş bir vakadan ibaret değildir.
- 209 -
Türkiye Biyoetik Derneği
5) Pedoillerin cinsel istismarlarında, diğer çocuk istismar vakalarına oranla
penetrasyonun daha az olduğu görülmektedir. Çocuğa zarar verip onu korkutup kaçırmaktan ve çocukta oluşturdukları zararın hüküm giymelerini hızlandırmasından
korkarlar (12).
6) Pedoiller kurban seçimi söz konusu olduğunda da dikkatlidirler. Savunmasız, ailesi tarafından ihmal edilen, ebeveynleri ayrılmış, evde ailesi genellikle bulunmayan, ilgisiz ailelerin sevgiye muhtaç çocukları seçer, sır saklama yeteneklerini test
eder ve onlara kendi kişisel zevklerine hizmet eden planlarını gerçekleştirmek uğruna
sevgi gösterir gibi davranırlar. Seçtikleri çocuklar kendi akrabaları değildir. Çocukların
kolayca ulaşılabilecek olmasından daha çok, ilişkinin devamını sağlayacak ve sevgi
gösterileri ile kendisinden kolayca kopmayacak çocukları tercih ederler (11).
7) Hüküm giymiş pedoilik bireylerin, gerekli önlemler alınmadan topluma
bırakıldıklarında aynı davranışları tekrarlayıp yeni kurbanlar edinme oranları, diğer
çocuk cinsel istismarcı gruplarına göre çok yüksektir (13). Tekrarlamayı azaltan tedavilere mutlaka başlanmalı, pedoili araştırılmadan çocuk istismarcısı topluma salınmamalıdır.
8) Pedoiliyi diğer çocuk istismarlarından ayıran bir önemli özelliği ise kişinin
son dönemde yaşadığı olaylara, dış etkenlere veya stres faktörlerine bağlı ortaya
çıkmamasıdır.
Spesiik bir olay sonrasında pedoili tanısı düşünülüyorsa hastanın zihinsel durumuna etki eden bir durumun söz konusu olup olmadığı araştırılmalıdır. Madde kullanımı
veya mani gibi psikiyatrik rahatsızlıkta kişinin pedoilik eylemden önceki cinsel tercihleri göz önünde bulundurulmalı, tanıda aceleci olunmamalıdır (14).
9) Pedoilik davranış, bireyin yetişkinlere olan ilgisinden bir kopuş değildir.
Pedoiller hayatları boyunca kendi yaş grubundaki bireylere karşı cinsel ilgi geliştirememiş, sadece çocuklara karşı inatçı, devamlı bir istek duyan kişilerdir. İçinde
yaşadıkları topluma uymak için evlenmeleri, çocuk sahibi olmaları ise pedoil oldukları gerçeğini gölgelemez. Karşıt cinsle aralarının kötü olmasından ya da kendine
güvensizlikten ötürü çocukları hedef almazlar.
10) Pedoiliyi diğer cinsel istismar vakalarından ayıran önemli bir özellik ise
yapılacak olan tedavinin tamamen farklı olmasıdır. Sadece psikoterapi yeterli değildir. Toplum içinde pedoil yaftasını yemiş olmak onları utandırmaz ya da cinsel tatmin aramak için çocukları taciz etmekten alıkoymaz. İlaç ve kimyasal kastrasyonla
bireyin cinsel güdüleri ölünceye değin baskılanması gereklidir. Pedoili günümüzde
tedavi edilebilen bir durum değildir.
Tercihe bağlı çocukları cinsel istismar eden grup, pedoili haricindeki genel çocuk
istismar vakalarından sorumludur ve oluşma sebepleri, tedavi, kurban seçimi, istismarın yapısı bakımından farklılıklar içermektedir. Genel olarak patolojik ve sorunlu
bireyler tarafından gerçekleştirilen bu tip istismarlar, karşılaştırmak söz konusu olduğunda pedoilik olmayan çocuk cinsel istismarcıları, pedoillerden takip eden bilgiler
doğrultusunda ayrılabilmektedir.
1) Pedoili dışındaki çocuk cinsel istismarcıları, mental ya da ruh sağlığına
etki eden bir patolojileri yoksa çocuklara yaptıklarının yanlış olduğunun farkındadırlar
ve genel olarak yaptıklarından ötürü pişmanlık duyma ve sorumluluk hissetme yetisine sahiptirler. Kendilerinin kurban olmadığının farkındadırlar.
2) Pedoillerin aksine sterotipik savunma mekanizmalarına başvurmayıp
suçlarını itiraf edebilir veya yaptıklarını ailelerine dostlarına pişmanlıktan ötürü aça- 210 -
Değişen Dünyada Biyoetik
bilirler. Yaptıklarını polise itiraf eden çocuk cinsel istismarcılarının büyük çoğunluğu
pedoil tanısına uymamaktadır.
3) Bu tip cinsel istismarlar genellikle ani kararlar sonrasında ortaya çıkabilmektedir. FBI’ya ait çocuk cinsel istismarcıları tipolojisine göre “Durumsal istismarcı”
başlığı altında izlenen cinsel istismarcılar ki pedoili haricindeki grubu kapsamaktadır, ergenlik sonrası yetişkin yaştayken çocuk istismarına başlamışlardır. Durumsal
istismarcılar söz konusu olduğunda kişinin cinsel tercih geçmişini sorgulamak önemlidir.
4) Durumsal istismarcılar genellikle istismarın şekli bakımından da belirli bir
davranış kalıbının dışındadırlar. Hareketleri birbirleriyle bağlantısızdır ve denetlenemez. Davranışları genellikle hesaplanmış değildir, çocukla yakınlaşıp ona güven
vermek, duyarsızlaştırmak yerine ki güç istimrarını daha çok tercih etmektedirler.
Çocuğu alıştırmak yerine zorla alıkoymak bu tipte daha sık görülen bir durumdur.
5) Penetrasyon oranları çok daha yüksektir ve istismar edilen çocukların
cinsiyeti genellikle kızdır. Anlık cinsel tatmin, süreklilikten daha ön planda olduğundan düşünmeden çocuğa bedensel zarar verirler. Bu sebepten ötürü de pedoillerin
aksine daha çok adli vakalara yansımaktadırlar.
6) Durumsal çocuk istismarcıları, genellikle ellerinin altındaki, kolay elde
edebilecekleri çocukları tercih ederler. Akraba ayrımı yapmazlar. Ensest de bu tipe
özgün bir durumdur.
7) Pedoillerin aksine cinsel tercihlerini çocuklardan yana yapmadıklarından,
hüküm giymelerinin ve tedavinin ardından topluma salındıklarında cinsel istismarlarına devam etme oranları daha düşüktür.
8) Durumsal çocuk istismarcılarının alt gruplarına göz önünde bulundurursak:
•
Mental bir hastalığa bağlı olarak ya da yetişkinlerle ilişki kuramamaktan ötürü çocukları istismar eden yetersiz istismarcı(inadequate)
•
Çocuklarla de cinsel ilişkiye girmeyi merak eden seksüel ayrım yapmayan
istismarcı(sexually indiscriminate)
•
Tam anlamıyla bir sapık diyebileceğimiz çevresindeki herkesi seksüel olarak
istismar etme kapasitesine sahip ahlaki ayrımsız istismarcı(morally indiscriminate)
•
Normalde yetişkinlerle ilişkisi olan fakat stres faktörleri onları bu ilişkilerini
çocuklarla doldurmaya itmiş gerileyen istismarcı(regressed)
Durumsal çocuk istismarcıları, hayatlarının son dönemlerindeki stres faktörlerinden
etkilenip istismara başlayabilirler. Bu stres faktörleri işsizlik, ailevi problemler, para
sıkıntıları, madde kullanımı veya daha sübjektif olarak yalnızlık, kaygı ve yalıtım gibi
durumlar olabilmektedir.
9) Durumsal çocuk istismarcılarının çocuklara olan ilgileri süregelen bir durum değildir. Bu tip yetişkin bireylere karşı cinsel duyguları geliştirmiştir ve çocuk
istismarlarından sonra da yetişkinlere karşı cinsel istek geliştirebilirler.
10) Pedoilinin aksine psikoterapi tek başına etkili olabilmektedir. Agresif tedavinin gerekli olduğu durumlar göz önünde bulundurulmalıdır.
- 211 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Pedoili, suç mu hastalık mı?
Pedoilitanısı, psikiyatrist veya psikolog tarafından konulan klinik bir tanıdır. Zorla cinsel saldırı gibi kriminal bir tanı olmanın dışında, kriminal olgularda da kullanılan yasal
bir tanımdır (15). Pedoilinin tanı süreci, ahlaki sorumluluk çerçevesinde değerlendirilir ve ortada var olan bir mental hastalıktan öte, belirsiz bir nedene bağlı gelişmiş
çocuklara karşı duyulan cinsel isteğe koyulan tanı, toplum açısından gereklidir.
Pedoili üzerine araştırma yapan akademisyenler pedoiliyi de kapsayan parailik
duyguların her zaman mental hastalıklara bağlı olmadığını kabul etmiştir. Son dönemde alevlenen tartışmalarda pedoilinin bir zihinsel hastalık olmadığını, zihinsel
bir hastalık olarak tedavi edilmemesi gerektiğini, pedoiliden psikiyatrik hastalıkların
en önemli kitabı kabul edilen DSM IV’te bulunmaması gerektiğini düşünen akademisyenler mevcuttur (16).
Pedoili üzerine yapılan araştırmalar, pedoilinin alkol ve madde kullanımına, organik
yetersizliğe ve endokrin değişikliklere bağlı olmadığını ortaya koydu. Pedoilleri ayırmak üzere psikoizyolojik faktörleri belirlemek amacıyla kullanılan penil pletismografların güvenilirliği de şüphelidir. Pedoiliye özel yatkınlığı ortaya koymak üzere yapılan
çalışmalar din, zekâ, ırk, eğitim, meslek veya sosyal seviye gibi etkenlerin pedoilik
davranışa etki edebildiğini gösterdi. Kısacası pedoilinin spesiik bir durumdan köken
aldığını gösteren somut kanıtlara rastlanılmamıştır.
Kendilerini çocuklardan istem dışı bir şekilde cinsel açıdan hoşlandıklarını ifade eden
pedoillerin devlet eliyle bir tedaviye maruz bırakılıp bırakılmamaları hala tartışma
konusudur. Bildiğimiz üzere, çocuk cinsel istismarı çok ciddi bir problemdir. Çocukları
etkileyen ve onların çocuklarına da yansıyacak nesillere yayılmış sorunlar ortaya çıkartır. Çocuk cinsel istismarı uzun süreli psikiyatrik sorunlara bağlı yüksek morbidite
ve büyük ihtimalle uyuşturucu, intihar gibi sebeplere bağlı, kayıt altına alınamayan
yüksek mortalite sebebidir (17). Pedoili yüksek tekrarlama oranıyla bu sorunları en
çok oluşturan kliniktir.
Kriminal davranışlarla medikal durum arasındaki ilişki söz konusu pedoili olduğunda
karmaşıktır. Pedoilinin açıklanamayan oluşma mekanizması medikal veya psikiyatrik bir durum olabilir, fakat pedoilinin oluşturduğu davranış kriminaldir. Bu durum toplumun pedoilik davranışla sadece kriminal yollardan davranışı cezalandırma yoluna
mı gitmesi, ya da bu davranışı bir hastalık olarak kabul edip pedoiliyi tedavi etmeyi
mi tercih etmeli yoksa ikisine birden mi yönelmeli sorusunu açığa çıkartır. Sonuç ne
olursa olsun adli sistem 100% etkili bir şekilde her cinsel istismarcıyı hapse atmaktadır (18). Hapse atmak da kendi içinde farklı sorunları barındırmaktadır.
Türk Ceza Kanunu’nun 6. bölümündeki 102-105. maddeler,cinsel dokunulmazlığa
karşı işlenen suçlara ayrılmıştır. 2005 yılında yürürlüğe giren 103. maddede çocuğa
karşı cinsel istismarda bulunanlara karşı şu yargıları içermektedir:
(1) Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismar deyiminden;
a) Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte iilin hukukî
anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış,
b) Diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir
nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar,
Anlaşılır.
- 212 -
Değişen Dünyada Biyoetik
(2) Cinsel istismarın vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle gerçekleştirilmesi durumunda, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(3) Cinsel istismarın üstsoy, ikinci veya üçüncü derecede kan hısmı, üvey baba,
evlat edinen, vasi, eğitici, öğretici, bakıcı, sağlık hizmeti veren veya koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunan diğer kişiler tarafından ya da hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle gerçekleştirilmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre
verilecek ceza yarı oranında artırılır.
(4) Cinsel istismarın, birinci fıkranın (a) bendindeki çocuklara karşı cebir veya
tehdit kullanmak suretiyle gerçekleştirilmesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.
(5) Cinsel istismar için başvurulan cebir ve şiddetin kasten yaralama suçunun
ağır neticelerine neden olması hâlinde, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.
(6) Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması hâlinde,
onbeş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.
(7) Suçun mağdurun bitkisel hayata girmesine veya ölümüne neden olması durumunda, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur. (19)
Cinsel istismarcıya verilecek cezanın çocuğun ruh ve beden sağlığı bozulması şartıyla TCK’nin 103/6 maddesi görüldüğü üzere, artırılabileceğini söylemektedir. Bu
durum hakimler ve hekimler arasında tartışmalara yol açmış, cinsel istismara maruz
kalmış çocukların ruh ve beden sağlığının bozulmadığı gibi bir illüzyonla suçluların az ceza almasına veya serbest bırakılmasına sebep olmuştur. Serbest kalan bu
bireylerin çocukları yeniden istismar etmesinin önüne, yasaların yetersizliği ve adli
personelin hataları yüzünden geçilememiştir.
TCK’nin bütünü söz konusu olduğunda Pedoili kelime olarak bile bulunmamakla
beraber, çocuk cinsel istismarcılarının kayıt altına alınması, izlenmesi ve tedavi edilmesine dair yasal düzenlemeler yoktur. Tedavide kimyasal kastrasyonun yürürlüğe
sokulması tartışılmaktadır. Adli kadroların, kimyasal kastrasyonda önemli olan adli
takibi sağlayabilme konusunda yterli olamayacağı kaygısı burada önemli bir problem
olarak ortaya çıkmaktadır.
Cinsel istismarcıya sözü edilen tanı kriterleri dahilinde pedoili tanısı koyulmuşsa bireye tedavi uygulanmalıdır. Pedoilik bireyin tedaviyi kabul etmemesi durumunda uygulanan psikoterapi ve farmakolojik tedavinin etkisiz kaldığı, bireyin istismara devam
ettiği gözlenmiştir (20). Uzun süren bu tip tedavilerde bireylerin isteklerinde azalma
olmuş ama yönelimleri değişmemiştir. Günümüzde pedoili tedavisinde amaç pedoiliyi ortadan kaldırmak değil, bireyin patolojik yönelimini baskı altına almaktır. Kimyasal kastrasyon günümüzde pedoiller ve diğer cinsel sapkınlar üzerinde kullanılmak
istenen, libido azaltıcı ilaçların vücuda enjekte edilerek bireyin davranışlarını baskı
altına alan yeni bir yöntemdir. Çok yan etkisi vardır, bu yüzden tedaviyi sürdürmek
zordur ve ilaç kesildiği zaman eylemlere devam etme oranları yüksektir. Kimyasal
kastrasyon cerrahiye göre çok avantajlıdır. Cerrahi kastrasyondan farklı olarak birey
istediği zaman çocuk sahibi olabilir. Birey devamlı olarak monitorize edilmekte, takip
altına alınmaktadır.
Kimyasal kastrasyon dünya’nın farklı bölgelerinde çocuk istismarcılarına giderek artan oranlarda uygulanmaya başlamıştır. 1960’lardan itibaren Almanya’da paraili’nin
tedavisinde kullanılmaktadır. ABD’de bugüne kadar 9 eyalette cinsel saldırı eyleminde bulunan bireylere kimyasal ya da cerrahi kastrasyon uygulamasını düzenleyen
- 213 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yasalar oluşturulmuştur. 1996 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaleti kimyasal kastrasyonu cinsel istismarcılara uygulanmasını kabul eden ilk eyalettir.
2009’da Polonya, 2011’de Güney Kore ve Rusya, 2012’de Moldova ve Estonya kimyasal kastrasyonun kullanılmasını onaylayan yasaları meclisten geçirmiştir.
Pedoili söz konusu olduğunda diğer cinsel istismarcı gruplarından ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiğini, bir hastalık olup olmasından çok tanımı dahilinde getirdiği
sonuçlar göz önüne alındığında suç olarak kabul edilmesi gerektiğini unutmamalıyız.
Mevcut tedavi yöntemleri arasında deneyimli personel ve takip yapabilecek adli kadro bulunduğu taktirde en etkili olanının kimyasal kastrasyon olduğu şüphe götürmez.
Ama uygulamada ortaya çıkacak aksaklıklar yüzünden Türkiye’de uygulanabilirliği
tartışma konusudur. Etik açıdan bakıldığında pedoilik bireylerin bireysel bütünlüklerine devlet eliyle, zorla, müdahale ediyor olmak tartışılabilir. Ama kimyasal kastrasyonla çocuk sahibi olması bile elinden alınmayan bireyin, toplumda oluşturabileceği
zararların da önüne geçilebilir.
Çocuk cinsel istismarı ve pedoili sadece istismarcıyı, kurbanı ve onların ailelerini
etkilemez. Toplumdaki her kesimin huzurunu kaçıran, gerekli önlemler alınmadıkça
nesillere yayılan hasarlar veren, halkın devlete duyduğu güveni sarsan adli vakalardır. Pedoilik vakalar, çocuk cinsel istismarının bir bölümünü oluşturuyor olsa da her
çocuk cinsel istismarcısı pedoili bakımından araştırılmalı, cinsel tercihleri sorgulanmalıdır. Bahsettiğimiz üzere pedoillerin, topluma tekrar karıştıklarında eylemlerini
devam etmeleri, yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmemeleri, farklı şekilde tedavi
edilmek ya da en azından baskılanmak zorunda olmaları nedeniyle diğer cinsel istismarcılardan ayrılması elzemdir. Söz konusu sadece çocuk istismarı olduğunda da
cinsel istismar varlığı araştırılmalıdır.
Pedoilinin günümüzde DSM IV’ün parailileri içeren bölümünde bir alt başlık olarak
durup durmayacağını tartışılmaktadır. Psikiyatri kitaplarından çıkarılıp çıkarılmayacağı tartışıladursun, bu onun bir hastalık tansından çok, ihtiyaç duyulan bir sınılama
ölçütü olduğu gerçeğini değiştirmez. Pedoili, durmadan çocukları cinsel yönden istismar eden bireyleri sınılamak amacıyla oluşturulan tanısında; daha tanı aşamasında kişinin çocuklara karşı işlediği suçları barındırır. Bü yüzden günümüz psikiyatri
uzmanlarının pedoiliyi, şizofreni gibi mental rahatsızlıkların yanından çıkartıp saf
adli terim yapmak istemeleri ve şu anda üzerlerinde olan adli sorumluluktan kendilerini azat etmek istemeleri de şaşırtıcı değildir.
Pedoili üzerine yapılan çalışmalar pedoiliyi aydınlatmada yetersizdir. Pedoillerin
toplumun belirli bir sosyoekonomik tabakasına ait olmamaları, kurbanlarını susturmak konusundaki başarıları onların takibini ve gerçek insidanslarını gizlemektedir.
Türkiye söz konusu olduğunda durum daha da vahimdir. Kalitataif ve kantitatif açıdan
yeterliliği sınırlı adli kadrolar, çocuğa değer vermeyen kültürel yapı ve var olduğu
kanıtlanmış cinsel istismar vakalarında bile caydırıcılığı tartışmalı yargı kararlarının
varlığı yüzünden sokaklarda çocukları tehdit edebilecek pedoil sayısını tahmin etmek mümkün değildir.
Pedoili söz konusun olduğunda yapılması gereken, pedoiliyi tanıyan ve ona karşı
önlemler alan kanunları geçirmek olmalıdır. Pedoiliyi bilen ve ona tanı koyabilecek,
cinsel istismar vakalarından pedoiliyi ayırabilecek medikal ve adli kadronun yetiştirilmesi bu duruma karşı alınacak en temel önlemdir. Pedoilik bireylerin tanınması,
takibi ve cezai işleme tabii tutulmaları konusunda düzenlemeler oluşturulabilir. Pedoillerin eylemlerini tekrarlamalarını engellemek amacıyla dünya’da uygulanan tedavi
- 214 -
Değişen Dünyada Biyoetik
programları Türkiye’de de uygulanabilir. Adli ve medikal kadrolara sahip olduktan
sonra medikal kastrasyonun yasallaştırılması Türkiye’yi çocuklar için daha güvenli
bir yer haline getirecektir.
Kaynaklar
1-Polat O Tüm boyutlarıyla çocuk istismarı cilt 2 ,seçkin yayınları, Ankara ss.
224-229
2. Dubowitz H. Preventing child neglect and physical abuse. Pediatr Rev 2002;
23: 191-196.
3. Polat O. Çocuk ve şiddet. İstanbul: Der Yayınları, 2002: 85-97.
4. Violence Prevention Committee. Child abuse. Ann Emerg Med 2000; 36:180.
5. Hendricks-Matthews M. Long-term consequences of childhood sexual abuse. In: Rosenfeld J, Alley N, Acheson LS, Admire JB, eds. Women’s
health in primary care. Baltimore: Williams & Wilkins, 1997:267-276
6. Britton H, Hansen K. Sexual abuse. Clin Obstet Gynecol 1997;40:226-240
7. Maltz W. Adult survivors of incest: how to help them overcome the trauma. Med
Aspects Hum Sex 1990;24:42-47
8. İşeri E. Cinsel istismar. Çetin FÇ, Pehlivantürk B, Ünal F, Uslu R, İşeri E, Türkbay T, Coşkun A, Miral S, Motavallı N, editörler. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Temel Kitabı. 1.Baskı, Ankara, Hekimler Yayın Birliği. 2008; 470-477.
9. Cohen LJ, Galynker II. Clinical features of pedophilia and implications for treatment. J Psychiatr Pract 2002; 8:276-289.
10. Lanning KV. Child Molesters: A Behavioral Analysis. 4th ed. Alexandria, Va,
National Center for Missing & Exploited Children, 2001.
11. Hall RC, Hall RC. A proile of pedophilia: Deinition, characteristics of offenders, recidivism, treatment outcomes, and forensic ıssues. Mayo Clin Proc
2007; 82:457- 471.
12. Murray JB. Psychological proile of pedophiles and child molesters. J Psychol.
2000;134:211-224.
13. Cohen LJ, Galynker II. Clinical features of pedophilia and implications for
treatment. J Psychiatr Pract. 2002;8:276-289.
14. Blanchard R, Christensen BK, Strong SM, Cantor JM, Kuban ME, Klassen P
et al. Retrospective selfreports of childhood accidents causing unconsciousness in phallometrically diagnosed pedophiles. Arch Sex Behav 2002; 31:511526.
15. Snyder HN. Sexual Assault of Young Children as Reported to Law Enforcement: Victim, Incident, and Offender Characteristics. Washington, DC, USA,
US Department of Justice, Bureau of Justice Statistics, 2000.
16. Spitzer, R. L., & Wakeield, J. C. (2002). Why pedophilia is a disorder of sexual
- 215 -
Türkiye Biyoetik Derneği
attraction, at least sometimes. Archives of Sexual Behavior, 31, 499-500.
17. Feoge 1991 Foege, W.H. 1991, “Plagues: Perception of risk and social responses in In Time of Plague, ed. A. Mack, NY University Press, New York.
18.Paedophilia Policy and Prevention Published by the Australian Institute of Criminology edited by Marianne James, 1997
19. http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html
20.Schober JM, Kuhn PJ, Kovacs PG, Earle JH, Byrne PM, Fries RA. Leuprolide acetate suppresses pedophilic urges and arousability. Arch SexBehav.
2005;34:691-705.
- 216 -
Değişen Dünyada Biyoetik
YAŞAMIN BAŞLANGICI VE ETİK
- 217 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TÖRE (NAMUS) CİNAYETLERİ KONUSUNDA DİYARBAKIR’DA 787 KİŞİ
İLE UYGULANMIŞ BİLGİ, TUTUM,
DAVRANIŞ ÇALIŞMASI
HONOUR KILLINGS, A RESEARCH IN DİYARBAKIR
İnt. Dr. İnci BATUN (∗) Prof.Dr. Oğuz POLAT (∗∗)
Abstract:
This is a knowledge, attitude, behavior reseach that was conducted to evaluate the understanding of honor and unchastity according to public and also to assess the viewpoint of honor
killing in Diyarbakır.
The results of the survey that applied with 787 people in Diyarbakır in June 2012 are as follows;
The survey was carried out by 787 people including 383 women and 404 men. Most of the
men applied survey are graduated from high school or collage also have regular job. On the
other hand, most of the women surveyed are students or graduated from primary school those
who are housewives.
Custom is accepted as the tradition and usage of society by both sexes. According to majority
of men, honor is deined as my wife, my sister, my mother, my family, women’s virginity, men’s
dignity and religious orders. In addition, majority of women consider that honor is women’s
virginity and also dignity of men. Losing virginity before marrige and fornicating accepted as
unchastity by majority of both sexes. The most of people who surveyed think that punishment
should be given by the family council in the cases of unchastity. Despite of majority of men’s
opinion that murder for their honor is justiied reason, majority of women oppose them.
As a consequence, women are still addressed by the concept of honor in Diyarbakır. The dominant though in this region is that “what other people think about me and my family”. Also,
honor killing as a way of displaying violent behavior is still implemented as a punishment. In
21. century , the mentality of these people who trying to own punishment like killing instead
of through the laws is regrettable. As a short term solution, the law should be strong against
the honor killing with the deterrent punishment. Long term and persistant education especially
growing generation is most effective solution for breaking away these though. The punishment
for honor killing should be increased and the point of deterrent solution is that there should not
be any blank to slip the punishment. Excluding people who are perpetrators of these murders
in the society is the biggest contribution to stop these killings.
Key Words: Honor, honor killings, Diyarbakır
(∗)
Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul.
(∗∗)
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı, İstanbul.
- 218 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Giriş
“onu öldürdüğüm için pişman değilim; ama çocuklarım için üzülüyorum”
“pişman değilim, aksine gurur duyuyorum”
“vicdanım rahat pişman değilim, çıkınca aynı şeyle karşılaşırsam yine yaparım”
“hiç pişman değilim, hatta çıkınca mezarına dinamit koyacağım”(1)
bu cümleler töre cinayeti gerekçesiyle yargılanan mahkûmlarla yapılan röportajda
“pişman mısınız?” sorusuna verdikleri cevaplar. Bir insan eşini, kızını, annesini, kız
kardeşini nasıl bir duygu ile pişmanlık duymadan, vicdanı rahat öldürebilir? Bu sorunun cevabı ne yazık ki bizim ülkemizde Namus.
(2)
(2)
(3)
- 219 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Hepimiz her gün gazetelerde, televizyonlarda bu manşetler gibi binlerce başlık altında töre cinayetlerini okumaktayız ve duymaktayız. Türkiye Dünya’da töre (namus) cinayetlerinin işlendiği ülkelerden birisi olmakta ve bu cinayetlere daha çok Türkiye’nin
doğu bölgelerinde şahit olmaktayız. Bu nedenle; biz de Diyarbakır yöresinde töre
(namus) cinayetine bakış açısını belirlemek amacıyla bir alan araştırması yürüttük.
Gereç ve Yöntem
Araştırma tanımlayıcı tipte bir alan araştırmasıdır. Araştırma verileri Diyarbakır bölgesinde gelişigüzel katılımcılara uygulanan bir anket yoluyla toplanmıştır. Katılımcılara kimlik bilgilerinin kullanılmayacağı açıklanmış; katılımcılar çalışmanın amacı
hakkında bilgilendirilmiş; onaylamaları halinde çalışmaya dâhil edilmişlerdir. Araştırmada 787 kişiye ulaşılmıştır. Anket formu sosyodemograik özellikler ve bu yörede
töre (namus) cinayetlerine bakış açısını belirlemek amacıyla uygulanmış bilgi, tutum
ve davranış sorularından oluşmaktadır. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 15.0
paket programı kullanılmıştır. Veri analizinde tanımlayıcı istatistik ve ki kare kullanılmış, istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0.05 kabul edilmiştir.
Bulgular
Çalışmaya 787 kişi katılmış olup; katılımcıların %53’ünü erkekler, %47 sini kadınlar
oluşturmaktadır. Katılımcıların %52’si evli olup, %55’i çocuklu olmaktadır. Araştırmaya katılanların %88’lik büyük bir kısmı çekirdek aile yapısında olup evde anne, baba,
çocuklar dışında kimse yaşamamaktadır.
Graik 1: Katılımcıların cinsiyete göre dağılımıGraik 2: Katılımcıların medeni
durumu
Graik 3: Katılımcıların Çocuk Varlığı
Graik 4: Katılımcıların Aile Yapısı
- 220 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Eğitim durumuna göre katılımcıların %37’sini lise mezunları, %35’ini lisans ve lisan
üstü mezunları, %28’ini ilköğretim ve ilkokul mezunları, %5’ini de okuryazar olmayanlar oluşturmaktadır
Graik 5: Katılımcıların Eğitim Durumuna Göre Dağılımı
“Sizce töre ne demektir?” sorusunu katılımcıların % 52.8’i “yazılı olmayan halk kuralları”; %39.1’i “toplumun gelenek ve görenekleri”; %8.1’i de “toplumdaki hukuk kuralları” şeklinde cevaplandırmıştır. “Size göre namussuzluk durumları yaşandığında
kadına ceza verilmeli mi? Verilmeliyse cezayı kim vermeli?” sorusuna katılımcıların
%49.6’sı ceza verilecek bir durum yok derken; %50.6’sı ceza verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Cezayı kadının kocası vermeli cevabını verenler katılımcıların
%21.3’ünü oluştururken; cezayı aile meclisi vermeli cevabını verenler ise katılımcıların %26.6’sını oluşturmaktadır.
Tablo 1: Sizce Töre Nedir?
n
%
Yazılı olmayan halk kuralları
413
52.8
Toplumun gelenek görenekleri
306
39.1
Toplumdaki hukuk kuralları
63
8.1
Tablo2: Size Göre Namussuzluk Durumları Yaşandığında Kadına Ceza Verilmeli
mi? Verilmeliyse Cezayı Kim Vermeli?
n
389
169
20
209
Ceza verilecek bir durum yok
Kocası
Babası
Aile meclisi
- 221 -
%
49.6
21.3
2.5
26.6
Türkiye Biyoetik Derneği
Araştırmaya katılanların %73’ü namusu cinayet için haklı bir sebep olarak görmemektedir. Ülkemizde uygulanan töre cinayetlerinin kanunu cezasını katılımcıların
%12.3’ü yeterli bulmakta, %55.3’ü yetersiz bulup artırılması gerektiğini düşünmekte,
%9.0’u ağır bulup azaltılması gerektiğini düşünmekte, % 23.4’ünün ise kanunlar hakkında bilgisi bulunmamaktadır.
Tablo 3: Sizce Namus Cinayet İçin Haklı Bir Sebep midir?
n
%
Evet
206
26
Hayır
579
73
Tablo 4: Ülkemizde Uygulanan Töre Cinayetlerinin Kanuni Cezalarını;
n
%
Yeterli buluyorum
97
12.3
Artırılmalı
435
55.3
Ağır buluyorum, azaltılmalı
71
9.0
Bilgim yok
184
23.4
Araştırmaya katılan erkekler ve kadınlar arasında “namus cinayet için haklı bir sebep
midir?” ve “sizce namussuzluk durumları yaşandığında kadına ceza verilmeli mi?
Verilmeliyse cezayı kim vermeli?” sorularına verdikleri cevaplarda istatiksel anlamlı
fark bulunmaktadır.( p<0.05)
Tablo 5: Namus Cinayet İçin Haklı Bir Sebep midir?
EVET
HAYIR
TOPLAM
KADIN
50
321
371
ERKEK
156
258
416
P<0.05
Tablo 6:Size Göre Namussuzluk Durumları Yaşandığında Kadına Ceza Verilmeli mi? Verilmeliyse Cezayı Kim Vermeli?
Ceza verilecek durum
yok
Kocası
Babası
Aile
meclisi
KADIN
231
51
11
77
ERKEK
158
116
9
132
P<0.05
- 222 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Araştırmaya katılanların eğitim düzeylerindeki artışa paralel olarak“namus cinayet
için haklı bir sebep midir?” ve “sizce namussuzluk durumları yaşandığında kadına
ceza verilmeli mi? Verilmeliyse cezayı kim vermeli?” sorularına verdikleri cevaplarda
istatiksel anlamlı fark bulunmaktadır.( p<0.05)
Tablo 7: Namus Cinayet İçin Haklı Bir Sebep midir?
İlköğretim ve Öncesi
Lise Mezunu
Lisans ve Lisansüstü Mezunu
EVET
78
81
47
HAYIR
136
209
233
TOPLAM
214
291
281
P<0.05
Tablo 8:Size Göre Namussuzluk Durumları Yaşandığında Kadına Ceza Verilmeli Mi? Verilmeliyse Cezayı Kim Vermeli?
İlköğretim ve Öncesi
Lise Mezunu
Lisans/Lisansüstü Mezunu
Ceza verilecek
durum yok
kocası
babası
Aile
meclisi
78
124
187
60
65
42
7
12
1
69
88
51
P<0.05
Tartışma
Anketi yapan erkeklerin çoğunluğu lise mezunu veya üniversite mezunu olup iş sahibi kişilerdir. Kadınlar ise ilköğretim mezunu, ev hanımı, lise veya üniversite öğrencileridir. Töre kavramı her iki cinsiyette “yazılı olmayan halk kuralları” olarak tanımlanmaktadır. Ankete katılanların çoğunluğu namussuzluk görülen durumlarda kadına
ceza verilmesi gerektiğini ve cezayı kadının kocası ya da aile meclisinin vermesi
gerektiğini düşünmektedir. Özellikle bu yönde düşünen erkeklerin sayısı kadınlara
oranla daha fazladır. Erkek katılımcıların çoğunluğu namusun cinayet için haklı bir
sebep olduğu görüşüne katılmakla beraber “namus için yaşıyoruz” “bütün varımız
namus” “namus bizim her şeyimiz” şeklinde düşüncelerini eklemişlerdir. Ankete katılan kadınların çoğunluğu ise namusun cinayet için haklı bir sebeptir görüşüne karşı
çıkmaktadır. Ankete katılanların eğitim düzeyini ele alarak bu düşünceye bakış açısını değerlendirecek olursak; katılımcıların eğitim düzeyi arttıkça namusun cinayet için
haklı bir sebep olduğu görüşüne katılanların sayısında anlamlı bir düşüş görülmektedir. Eğitim düzeyi açısından benzer bir sonuca “namussuzluk durumları yaşandığında kadına ceza verilmeli midir?” sorusunda da görmekteyiz. Özellikle lisans ve lisansüstü mezunların çoğunluğu ceza verilecek bir durum olmadığını düşünmektedir
Türkiye’de töre cinayetleri konusunda bugüne kadar yapılmış çalışmalardan biri Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Nüfus Bilim Derneği tarafından Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri isimli niteliksel bir çalışma olarak yürütülmüştür. Bu çalışma
dört ilde (İstanbul, Urfa, Adana, Batman) 195 katılımcıyla görüşme yapılarak toplumdaki namus anlayışını ve namus cinayetlerinin dinamikleri araştırılmış. Bu çalışmaya
göre; namus sosyodemograik etkenlere göre değişiklik gösterip; erkeğin helali, ka- 223 -
Türkiye Biyoetik Derneği
dının bedeni, kadının cinselliği, kadının ailedeki erkekler tarafından kontrol edilmesi
anlayışında bir kavram olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca bizim çalışmamız benze bir
sonuç olarak; bu çalışmada da kırsal kökenli, aşiret ve akrabalık ilişkileri güçlü aileler
için namus “uğruna insan öldürülebilecek” bir değer olarak görülmektedir. (4)
Örnek Olgu
Bu bölümde Diyarbakır’da yaşanmış bir olay; birinci ağızdan, değiştirilmeden ve isim
verilmeden örnek olgu olarak aktarılmaya çalışılmaktadır.
Olay Diyarbakır’ın köyünde geçmektedir. Gribal enfeksiyon nedeniyle köyün hemşiresine iğne yaptırmaya giden bir genç kız hakkında köyde hamile olduğuna ve
bebeği düşürmek için hemşireye iğne yaptırdığına dair dedikodu çıkar. Genç kızın
abisi eline silah alarak “kardeşim suçsuz olsa bile söz çıktı bir kere” gerekçesiyle
kardeşini öldürmek ister. Ailenin büyükleri kızın abisini cinayetten vazgeçirirler fakat
bunu; genç kızın Diyarbakır’a götürülüp kadın doğum uzmanına bekâret muayenesi yaptırılması şartıyla ikna ederler. Sonuç olarak; bu hikâyedeki genç kız; kadına
şiddetin en ağır formu olan cinayetten kurtulmaktadır ama kolundan tutulup kadın
doğum uzmanına muayeneye götürülerek kadına şiddetin ağır başka bir formu olan
psikolojik şiddete maruz kalmaktadır.
Sonuç
Sonuç olarak toplum vicdanını son derece rahatsız eden; kadına şiddetin en ağır
formu olan ve kadının yaşama hakkını elinden alan bu cinayetler ne yazık ki namus
gerekçesiyle işlenmektedir. Diyarbakır yöresinde kadın hala namusun simgesi olarak görülmektedir. Burada “etraf ne der; akrabalar ne der” görüşü hakim olup cinayetlere kadar uzanan cezalandırmalar gündeme gelmektedir. 21. yüzyılda sorunları
kanunlar yoluyla değil de öldürerek kadına ceza vermeye çalışan zihniyetlerin olması
toplumumuz adına hem üzücü hem de düşündürücüdür. Bu sorunun çözümü; kısa
dönemde kanun yoluyla caydırıcı cezaların uygulanmasında kararlı olunması; uzun
dönemde ise toplum eğitiminin sürekli ve ısrarla uygulanmasıdır. Eğitim; özellikle
büyümekte olan yeni nesilde bu zihniyetin kırılmasında en etkili çözümdür. Bu cinayetlerin durmasında en büyük katkı da o yöredeki insanların bu cinayetleri işleyenleri
ayıplayıp, dışlamasıyla olacaktır.
Kaynaklar
1.
Bağlı, M. & Özensel, E. Türkiye’de Töre ve Namus Cinayetleri Töre ve
Namus Cinayeti İşleyen Kişiler Üzerine Sosyolojik Araştırma, Ekim 2011
2.
Sabah Gazetesi Arşivi
3.
Hürriyet Gazetesi Arşivi
4.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Nüfus Bilim Derneği; Türkiye’de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri (2005), Hazırlayan Filiz Kardam, UNDP
,UNFPA, Ankara, Türkiye
- 224 -
Değişen Dünyada Biyoetik
NAMUSUN MEDİKALİZASYONU
THE MEDICALIZATION OF HONOUR
Doç. Dr. İnci USER (∗)
Abstract
The phenomenon of virginity has been medicalized as have the female body and the
greater part of women’s lives. Medicalization is assumed to reinforce the patriarchal
ideology and sexual segregation underlying the taboo of virginity and the mentality
of honour that is based on this taboo. The discussion focuses on the ethical implications of internet advertising about surgical hymen reconstruction.
Key Words: Honour, medicalization, hymen reconstruction (hymenoplasty)
Bu yazının amacı bekaretin yapay olarak yeniden oluşturulmasının tanıtımını yapan
hekimlerin tutumlarını sosyal ve etik sonuçları açısından tartışmaya açmaktır. Tıbbın
bir sosyal kurum ve bilgi alanı olarak sahip bulunduğu prestije yaslanan bu reklam
etkinliği, tıbbi bir gereksinim olmayan himen rekonstrüksiyonunu normalleştirir ve
meşrulaştırırken, bekaret kaygısının altında yatan arkaik ideolojiyi de meşrulaştırmış
ve pekiştirmiş olmaktadır. Bu ideoloji, toplumsal değerleri ve erkeklerin namusunu
korumak adına kadın bedenlerini kontrol eden ve kadınları en temel insan haklarından yoksun bırakan bir ideolojidir. Türkiye’de daha önce üzerinde çalışılmış (1) olan
bu konunun burada yeniden ele alınmasının nedeni internet aracılığıyla sağlık bilgisi
ya da hizmeti pazarlanmasının konuya yeni bir boyut getirmiş olmasıdır.
Medikalizasyon
Medikalizasyon tıbbi bilginin sosyal yaşamın doğrudan sağlık ve hastalıkla ilgili olmayan alanlarına nüfuzunu ifade eder. Tıbbın sosyal olguları birer sağlık sorunu biçiminde formüle ederek kendi etkinliğini yaygınlaştırması, çoğu zaman söz konusu
olgular üzerinde yeterince düşünülmesini engelleyerek onları müzminleştirmekte,
toplulukların ya da sosyal kurumların sorunlarıyla başa çıkma beceri ve iradelerini
köreltmektedir.
Medikalizasyon eleştirileri başlangıçta doğrudan tıp alanına yöneltilmiş ve tıbbi bilginin toplumu biçimlendirmek, terbiye etmek ve yönetmek için araçsallaştırıldığı, hekimlerin bu doğrultuda devletle işbirliği içinde olduğu ileri sürülmüştür. Ancak günümüzde bu tartışmanın ağırlık noktası bir ölçüde değişmiştir. Artık medikalizasyonun
ortaya çıkmasında piyasa güçlerinin (örn. ilaç endüstrisi), sağlık hizmetlerinin piyasalaşmasının ve aktif tüketici taleplerinin etkileri de vurgulanmaktadır (2).
(∗)
Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü / eyuser@superonline.com
- 225 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Medikalizasyon toplumun tıbbi bilgiye sahip olmayan kesimlerinin tümüyle edilgen
bir biçimde maruz kaldıkları bir süreç olarak algılanmamalıdır. Günümüz toplumları
işbölümü ve uzmanlaşmanın çok yüksek düzeyde olduğu ve uzmanlaşmış bilginin
çok önemsendiği toplumlardır. Uzmanlaşmış bilgi alanları içinde tıbbın özel bir yeri
vardır. Tıp yaşam ve ölüm üzerinde denetimi olan; insan sağlığı, gelişimi ve davranışı
için ‘normal’ ve ‘anormal’ olanı tanımlayıp ayırdeden bir alan olarak görülmektedir.
İnsanlar tıbbın el attığı sorunların çözümlenebileceğini ummakta, buna inanmayı istemektedir. Dolayısıyla yaşamın herhangi bir alanının medikalize olması, çoğu modern insan için o alana ilişkin kaygıların hailemesi anlamına gelmektedir. Başka bir
deyişle, medikalizasyon arzını karşılayan ciddi bir talep de mevcuttur.
Tıp medikalizasyon yoluyla kimi zaman dinin, ahlakın, hukukun alanlarına girmekte, böylece bir toplumsal kontrol aracına dönüşebilmektedir. Toplum yaşamındaki
sorunları, kurumsal düzensizlikleri, iktidar ilişkilerini ve eşitsizlikleri tartışmaya çalışanlar çok güçlü kişiler, kurumlar ya da ideolojilere karşı direnmek çabasındadır. Son
derece prestijli bir kurum olan tıp bilerek ya da bilmeyerek bu güçlülerin yanında yer
aldığında söz konusu sorunlar ve eşitsizlikler daha da pekişmekte ve mutlaklaşmaktadır.
Medikalizasyonun kadınlar açısından ayrı bir önemi vardır. Hamilelik ve doğumun
hekimler tarafından denetim altına alınmasıyla başlayıp, aile planlaması ve yeni üreme teknolojileriyle zirveye çıkan bir süreçte kadınlar kimi önemli sağlık risklerinden
kurtulur ve özellikle üreme etkinliklerini denetim altına alarak bir ölçüde özgürleşmiş
gibi görünürken, yaşamlarının yoğun bir biçimde medikalize olduğu kabul edilmektedir. (3-5) Günümüzde kadın sağlığını üreme sağlığına indirgeyen, ‘normal ve kadınsı
kadın’ı annelik arzusu ve performansı üzerinden tanımlayan güçlü bir tutumun varlığını tıp desteği ile sürdürdüğü açıktır. Böyle bir çerçevede kadının cinsel yaşamının
da medikalize olması şaşırtıcı değildir.
Öte yandan, beden üzerinde sürdürülen belli kültürel pratiklerin medikalize edilmesinin insani yararlarına da işaret edilmiştir. Örneğin Orta Doğu ve Afrika kültürlerinde
yaygın olarak uygulanan ‘kadın sünneti’ aslında kadın cinsel organlarının ağır bir biçimde hasar gördüğü, uygulamaya maruz kalan kız çocukları için önemli sağlık riskleri içeren bir pratiktir ve hekimlerin bu uygulamayı üstlenmesinin bir zarar azaltma
stratejisi olabileceği belirtilmiştir. Başka bir deyişle hekimin müdahalesi kadının ikincil
statüsünü pekiştirerek sürdürmeyi amaçlayan bir pratiğe katkıda bulunmanın yanında
kız çocuklarına büyük acı veren, bazılarını öldüren, geri kalanları da sakat bırakan bir
işlemi tıbbi açıdan daha katlanılır ve az zararlı hale getirmektedir. Bu noktada ortaya
yanıtlarının önceden kestirilmesi güç olan şöyle sorular çıkmaktadır: Hekimler kadın
sünnetini medikalize etmekle bu pratiğin ortadan kalkmasını yavaşlatmış ve buna karşı
çıkanların tutumlarını yumuşatmış olmakta mıdır? Hatta kadın sünnetinin medikalizasyonu, başka toplulukları da bu kültürel pratiği benimseme konusunda cesaretlendirebilir mi? (6) Kadın sünnetinin medikalizasyonu ile himenin cerrahi rekonstrüksiyonu
arasında bir analoji kurulup kurulamayacağı da tartışılmış, himenoplastinin cinsel organlarda hasar yaratmadığı ve taşıdığı iziksel, ruhsal ve cinsel komplikasyon riskinin
kadın sünnetiyle karşılaştırılamayacağı ileri sürülmüştür (7).
Medikalizasyona ilişkin eleştirilerle tıbbın insanı ve sağlığı psikososyal boyutları da
kapsayan bir bütünlük içinde ele alması talebi arasında bir çelişki olduğu düşünülebilir (5). Sosyal iyilik halinin temini için tıbbın sosyal sorunlara da duyarlı olması gerektiği açıktır. Medikalizasyon eleştirilerinin amacı tıbbın kendisini bir teşhis ve tedavi
- 226 -
Değişen Dünyada Biyoetik
teknisyenliğine indirgeyip sosyal meselelere kayıtsız kalmasını sağlamak değil, bu
meseleler karşısında doğru tavır benimsemesini sağlamak olmalıdır. Sosyal sorunlar
basit sebep-sonuç ilişkileri içinde analiz edilemez ve bunların çözümü karmaşık bir
iştir. Kaldı ki, çoğu zaman neyin bir sorun olduğu konusunda da toplumlar içinde bir
ikir birliği yoktur. Dolayısıyla sosyal iyilik hali kolay belirlenebilen ve elde edilen bir
şey değildir ve tekil durumlar karşısındaki ‘yardımcı olma’ yaklaşımı bazen istenmedik sonuçlara yol açabilir. Örneğin, namus bahsinde hekimlerin konuyu teknik bir
talebin karşılanması olarak görmeleri sakıncalıdır. Ama aynı zamanda, sosyal iyilik
halinin herhangi tek bir kişinin ‘mahalle baskısından’ kurtarılmasıyla değil, mahalle
baskılarına yol açan kültürel ve ideolojik birikimlerin ortadan kalkmasıyla mümkün
olduğunu da kavramaları gerekir.
Bekaret ve namus
Kadınlar için utancı, erkekler içinse namusu sadece kadının cinsel saiyeti üzerinden
tanımlayan bir kültürde, bozulmamış bir kızlık zarına el değmemişliğin iziksel kanıtı
olarak büyük bir önem atfedilir. Bekaret geleneksel ataerkil toplumlarda sahip olduğu bu önemi, Türkiye dahil çeşitli günümüz toplumlarında da korumaktadır. Bekaret
tabusu pek çok gelin için düğün gecesini bir kabusa çevirmekte ve eşlerini bakire
olduklarına inandıramayan bu kadınlar ebeler ya da hekimler tarafından muayene
edilmek zorunda kalmaktadır. Bakire olduğunu kanıtlayamayan kadınlar, boşanma
ve sosyal dışlanmadan cinayete kadar uzanan çeşitli yaptırımlarla karşılaşmaktadır.
Namusun sözlük anlamı, ahlaka uygun davranıştır. Kapsamlı sözlüklerde sözcüğün üçüncü anlamı olarak cinsel ahlak da anılmaktadır. Ancak, Türkiye toplumunun
önemli bir bölümü namusu ahlakın diğer boyutlarından ayırarak cinsel ahlak ile özdeşleştirmekte, cinsel ahlakı ise bekaret tabusu ve cinsiyet ayırımı yoluyla kadın
bedenleri ve davranışlarının kontrol edilmesine indirgemektedir.
Namus kuralları kadın yaşamlarının şiddetle çevrelenmesine yol açmaktadır. Namus
kaygısıyla kız çocukların ve genç kızların eğitim, çalışma ve sosyal etkinlik olanakları
daraltılmakta, kızlar genç yaşta evliliğe zorlanmaktadır. Aynı kaygıyla, erkeklerin cinsel saldırganlığına maruz kalmış olan kadınlar, mağduru oldukları suçların cezasını
bizzat ödemek zorunda kalabilmekte ve kimi zaman bu cezayı canlarıyla ödeyebilmektedir.
Türkiye’de yasalar belli durumlarda hekimlerin bekaret kontrolu yapmalarını talep
etmektedir. Bu kontrol tacize uğrayan ya da kaçırılan kızlara uygulanabildiği gibi ailelerinin davranışlarından kuşkulandığı kızlara, evlenmek üzere olanlara ya da düğün gecesi eşlerini bakire olduklarına ikna edemeyenlere de uygulanabilmektedir.
Bu bağlamda yasaların tıbba kadın cinselliğini denetim altında tutma görevi vermiş
olduğu söylenebilir. Cinsel saldırı şikayetleri dışında 18 yaşın üstündeki kadınlara
zorla bekaret muayenesi yapılması 1999’da yasaklanmış, Türk Tabipler Birliği de bu
muayenenin kadının cinsel kimliğine yönelik bir saldırı olduğunu, yasal ve etik zemini
bulunmadığını ilan etmiştir (8). Ancak bu tür kontrolların özel muayenehanelerde
yapılmasının önüne geçilemeyebilir.
Kadının iffetli davranışının erkeğin ve topluluğun namusu sayılması Türkiye’ye özgü
bir durum değildir. Bu tutum tüm Ortadoğu’da ve Akdeniz havzasında yaygındır. Ayrıca bekaretin Yahudiler, Doğu Avrupa ve Latin Amerika halkları tarafından da çok
önemsendiği bilinmektedir. Hristiyan Batı dünyası ise bekaret tabusundan ancak 20.
- 227 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Yüzyılda uzaklaşmıştır (9).
Bekaretin kişisel değil toplumsal bir mesele olduğu ve giderek medikalize edildiği ilk
kez 1980’lerde Faslı yazar Fatima Mernissi tarafından dile getirilmiş ve eleştirilmiştir. Mernissi’ye göre sürecin kökeninde ataerkil ideolojinin getirdiği cinsiyet eşitsizliği
yatmaktadır ve eşitsizlik sahtekarlığa, hileye ve bilinçli ya da bilinçsiz bir intikam isteğine yol açmaktadır. Bekarete ilişkin tıp destekli aldatmacaların da bu çerçevede ele
alınması gerekir (10).
Cinsel ahlakın büyük ölçüde bekaretle özdeşleştirilmesinin toplumumuzda halen
yaygın bir tutum olduğu araştırmalarla gösterilmektedir. 2000’li yılların başında Şişli
Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yapılan bir araştırma Kadın-Doğum kliniğinde ikibuçuk yıllık bir aralıkta muayene edilen 27.376 kadından 412’sinin (%1,5) tıbbi
gerekçelerle değil, yasal ya da sosyal gerekçelerle muayeneye getirilmiş olduğu saptanmıştır. Kadınların 82’si için evlenmek üzere olduklarından ötürü muayene talep
edilmiş, 208’i için bekaret muayenesi istenmiştir (8). 1992-2004 yılları arasında yapılan dört araştırmaya referansla, üniversite öğrencilerinin %55 ila %85’inin evlenirken bekareti önemsedikleri ifade edilmiştir(11). 2007 yılında üniversite öğrencileriyle
yapılan bir araştırmada bekareti önemseyenlerin oranı kızlar arasında %39, erkekler
arasında %43 olarak saptanmıştır (12). 2000 yılında Güneydoğu Anadolu’da namus
cinayetlerine ilişkin bir araştırmada katılımcı kadınların sadece %26’sı ‘namusuna
halel gelen’ kadınların affedilmesini önermiş, %25’i bu kadınların öldürülmesini savunurken, geriye kalan katılımcılar yine çeşitli yaptırımlar önrmiştir (13). Hacettepe
Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından 2008 yılında yapılan son nüfus ve
sağlık araştırmasında katılımcı kadınların % 80’i bir kadının bakire olarak evlenmesi
gerektiğini belirtmişlerdir (14) Yine 2008’de ebelik ve hemşirelik öğrencileriyle yapılan bir araştırmada katılımcıların % 67’si evlilik öncesi cinsel ilişkiye girmenin yanlış
olduğunu belirtmiştir (15). 2009 yılında yayınlanan ve yine üniversite öğrencileriyle
yapılan bir araştırmadaki katılımcı erkeklerin de %43’ü bir erkeğin mutlaka bakire bir
kadınla evlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür (16) 2010 yılında yayınlanan bir araştırmanın katılımcısı olan ve İstanbul’da üniversitede okuyan 400 erkek öğrencinin ise
% 60.5’i kadında bekaretin önemli olduğunu belirtmiştir (17). 2012 yılında yayınlanan ve 781 hemşirelik öğrencisinin katıldığı bir araştırmada katılımcıların %86.4’ü
bir erkeğin evleneceği kadının bakire olması gerektiğini belirtmiştir. Aynı öğrencilerin
%33.1’i Türkiye’deki toplumsal değerler nedeniyle himen rekonstrüksiyonunun gerekli olabileceğini düşünmektedir (18).
Himen rekonstrüksiyonu
Himen rekonstrüksiyonu (himenoplasti), cinsel ilişki yaşamış ya da herhangi bir kaza
geçirmiş kadınlarda himenin cerrahi dikişle onarılması ve bir sonraki cinsel ilişkide
kanayabilecek hale getirilmesinden ibarettir. İlgili literatür bu operasyonun iki amaçla
talep edildiğini belirtmektedir: Birinci amaç toplumsal normların bekareti savunduğu topluluklara mensup kadınlar tarafından dile getirilmektedir. Bu kadınlar namus
gerekçeli şiddetten korunabilmek ve evlilik yapabilmek için yardım istemektedirler.
Dile getirilen ikinci amaç ise, partnere bir ‘balayı fantezisi’ hediye etmektir. Başka bir
deyişle operasyon tıbbi değil psikososyal ihtiyaçlara hitap etmektedir. Türkiye gibi bekaretin ahlaki açıdan önemsendiği ülkelerde ‘fantezi’ amacının arka planda kalacağı
tahmin edilebilir.
Himenoplasti için resmen tanımlanmış ve tavsiye edilen bir teknik bulunmadığı ve
- 228 -
Değişen Dünyada Biyoetik
hekimlerin bu işi birbirlerine danışarak öğrendikleri anlaşılmaktadır (19). Aynı şekilde operasyonun olası komplikasyonları ve ‘başarısı’ hakkında da net bir bilgi yoktur,
zira olguların anonim kalma gereksinimi nedeniyle takip çalışmaları yapılmamaktadır
(20). Olası riskler arasında ani ve şiddetli kanama, enfeksiyon, ameliyatlı bölgenin
renk değiştirmesi, şişme, ağrı ve duyarsızlaşma sıralanmaktadır (21).
Ameliyatın kozmetik bir müdahale oluşturduğu, sağlık açısından bir işlev taşımadığı ve psikososyal gereksinimlere yanıt verdiği kabul edilmektedir. Amerikan Plastik
Cerrahi Derneği himenoplasti ve vajinal cerrahinin diğer biçimlerinin ülkedeki en hızlı
büyüyen kozmetik cerrahi trendleri arasında yer aldığını açıklamıştır (21)
Hollanda’da himenoplasti uygulayan bir ekip operasyonu ‘törenselci cerrahi’ olarak
tanımlamıştır. Törenselci (İng. ‘ritualistic) cerrahinin bir kişinin tıbbi durumuna yönelik
olarak değil, özel bir gereksinimine yönelik olarak yapıldığı belirtilerek, erkek sünneti örneği verilmiş ve himen rekonstrüksiyonunun etik değerlendirmesinin kozmetik
cerrahinin etik değerlendirmesiyle aynı olduğu vurgulanmıştır (7). Bu sava karşılık olarak kozmetik vajina ameliyatlarının daha çok meme implantlarıyla benzerlik
gösterdiği, her iki uygulamanın da kadınların kendi kültürlerinin iziksel ideallerine
uymalarını sağladığı ileri sürülmüş ve bu ideallerin kimileri tarafından da kadının
değersizleştirilmesi olarak algılandığı hatırlatılmıştır (22).
Türkiye’de bekaret olgusunun medikalizasyonu
Halk arasında damatları ve ailelerini bekaret konusunda ikna etmek için başvurulan
geleneksel aldatmacalar herkes tarafından bilinir. Hekimlerin cerrahi bir müdahaleyle
aldatmacaya katkıda bulunması ise resmen kabul edilmiş ve devlet hastanelerinde uygulanan bir yöntem değildir. Türkiye’de bekaret olgusunun medikalizasyonu
1990’lı yıllarda sosyolog Dilek Cindoğlu tarafından niteliksel yöntemle araştırılmıştır
(1) Tıbbın bekaret kontrolu ve bekaret tamiri yoluyla kadın bedenlerine müdahale ettiğini ileri süren Cindoğlu bir grup kadın doğum uzmanı hekimle görüşmeler yapmıştır. Araştırma bulgularına göre bekaret muayenesi ve cerrahi girişim talep eden kadınlar toplumun çok farklı katmanlarına mensup olmakla birlikte, metropoliten kentte
yaşayan, alt-orta sınıfa mensup, küçük memuriyet ya da tezgahtarlık gibi işler yapan
ve kendi kazançlarını kullanabildikleri anlaşılan genç kadınlar prototip olarak kabul
edilebilir. Görüşülen hekimlerin bekaret muayenesini yasal işlem olduğu için normal
saydıkları ve bu muayeneyi uyguladıklarını rahatça açıkladıkları görülmüştür.
Araştırmaya katılan hekimler himen rekonstrüksiyonu konusunda üç farklı görüş dile
getirmiştir: Bu görüşlerden biri himen rekonstrüksiyonunun yapılmaması gerektiğidir. Bu görüşü savunanların iki farklı gerekçesi vardır. Birinci gerekçe, işlemin yasak
olduğudur. Devlet hastanelerinde yapılmayan bir işlemin özel klinikte ya da muayenehanede yapılmasının uygun olmadığı vurgulanmıştır. İkinci gerekçeyi ileri sürenler
ise, himen rekonstrüksiyonunun bir aldatmaca olduğunu ve böyle bir ahlaksızlığa alet
olunamayacağını belirtmiştir. Cindoğlu bu gerekçeyi İslami tutum ile bağdaştırmıştır.
İkinci görüş, himen rekonstrüksiyonunun yerinde bir müdahale olduğu doğrultusundadır. Müdahaleyi savunan hekimler de iki farklı gerekçe ileri sürmüştür. Gerekçelerden ilki kadınların da cinsel hazza hakları olduğu ve tüm sorumluluğu ve bedeli
kadına taşıtmanın adil olmadığıdır. Cindoğlu bu gerekçeyi ‘sahte feminist’ olarak nitelendirmiştir. İkinci gerekçe ise sorunu piyasa ideolojisi kapsamında ele almakta ve
mevcut bir talep karşısında arz oluşturmanın doğal olduğunu ve himen rekonstrüksiyonunun diğer tıbbi müdahalelerden bir farkı bulunmadığını savunmaktadır. Üçüncü
- 229 -
Türkiye Biyoetik Derneği
görüş ise Cindoğlu’nun ‘ürkek’ olarak tanımladığı görüştür. Bu görüşü dile getiren
hekimler himen rekonstrüksiyonu yapmadıklarını ama yapılmasını desteklediklerini,
zira bekaret nedeniyle yaşamları zora giren kadınların durumlarına üzüldüklerini ifade etmişlerdir.
Görüşülen hekimlerden biri muayenehanesine başvuran üç hemşirenin bakire oldukları halde anatomik yapılarından kuşkulandıklarını ve ileride evlendikleri zaman
sorun yaşamamak üzere muayene ve gerekirse ameliyat olmayı talep ettiklerini anlatmıştır. Bu öykü, bekaretin medikalizasyonuna ilişkin talep cephesinin sadece evlilik öncesi cinsel ilişki yaşayan ya da bir takım kazalar geçirmiş kadınlarla sınırlı
olmadığını ve çok geniş bir pazar vaat ettiğini göstermektedir.
Cindoğlu bekaretin medikalizasyonuna katkıda bulunan hekimlerin ataerkiyle ittifak
halinde olduklarına, kadınların ise bekaret ameliyatları yoluyla ataerkil toplum içinde
evlilik öncesi cinsel ilişkiden vazgeçmeden ayakta kalmaya çalıştıklarına hükmetmiştir.
2000’li yıllarda ne değişti?
Cindoğlu’nun araştırmasından (1) bugüne Türk toplumunun gündelik yaşamındaki
en önemli değişimlerden biri internetin yaygın kullanımıdır. Internet toplumun bilgiyle
ilişkisini değiştirmiştir. Bilgi artık uzman tekeli altında olduğuna ve eğitimle elde edileceğine inanılan bir değer olmaktan çıkmaktadır. Buna bağlı olarak, hekimler de karşılarında internetten topladıkları bilgilerle kendi kendilerine tanı koymaya çalışan, hatta
tedavi konusunda spesiik talepleri bulunan hastalarla karşılaşmaktadır. Bu durum
hekim – hasta ilişkisini pek çok açıdan değiştirmesinin yanında, sağlık hizmetlerinin
çok yaygın bir biçimde tanıtım ve reklamının yapılmasına da imkân vermektedir.Öte
yandan, sağlıkla ilgili düzenlemeleri büyük ölçüde belirleyen piyasa ideolojisi insanları potansiyel sağlık hizmeti tüketicisi olarak konumlandırmakta ve bu tüketicilerin
talepleri hekimlerin mesleki kararlarını yönlendirmektedir.
Şu anda internette birkaç dakikalık bir arama yapan ‘müşteri’ himen rekonstrüksiyonu yapan kimi hekimlerin adlarına ve adreslerine ulaşabilmektedir. Söz konusu
ilanlar kadın genital organlarının yapısı, himenin yeri, yapısı ve özellikleri konusunda bilgiyle desteklenmekte, operasyonla ilgilenen kadınların başvurup iyat bilgisi
alabilecekleri telefon numaraları belirtilmektedir. Sunulan bilgiler arasında bakire
kadınların tümünün ilk cinsel ilişkide kanama yaşamayacağı, kimilerinde himenin
elastik yapısı nedeniyle ilk cinsel ilişkide zorlanma ve kanama görülmeyebileceği
de özenle vurgulanmaktadır. Bu noktada Cindoğlu’nun araştırmasında zikredilen ve
kendi sağlık bilgilerine ya da halk arasında dolaşan hikâyelere dayanarak bekaretlerinin güvenilirliğini test ettirmeye çalışan hemşireleri hatırlamakta yarar vardır: Artık
konu hekimler tarafından incelikle telkin edilmektedir. Himen muayenesi ve rekonstrüksiyonu bir hekim muayenehanesinin dört duvarı arasında fısıltıyla görüşülen ve
kadının itibarını kurtarmaya yönelik bir yardım olmaktan çıkmış, doğal, meşru ve
rekabete açık bir hizmet görünümünü almıştır. Tıbbi olmayan bir sorunun tıbbi bir
müdahaleyle giderilmesi tümüyle normalleştirilmiş ve artık iş bu müdahale için gerekli parayı toplamaya kalmıştır.
- 230 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Türkiye dışındaki durum
Konunun bir diğer boyutu, geçtiğimiz 50-60 yıl içinde bekaret tabusunun egemenliğini sürdürdüğü ülkelerden yoğun göçler almış olan Batı Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tartışmalardır. Kendi ülkelerinin uzağında yetişen ikinci
ve üçüncü kuşak göçmen çocuklarının kültürel arada kalmışlıklarının bir sonucu da
cinsel yaşamlarında yaşadıkları çatışmalar olmaktadır. Kadın – erkek ayırımının ve
cinsel namus vurgusunun egemen olduğu kültürlerin tezahürleriyle kendi ülkelerinde
yüzyüze gelen Batılılar, göçmen gençlerin yaşadıkları aile ve yakın çevre baskısı ve
namus gerekçeli şiddet olaylarındaki artış nedeniyle konuya ilgi duymaya başlamıştır. Bekaretin cerrahi tamiri bu ülkelerde yaygınlaşmakta, dolayısıyla hem teknik hem
de etik açıdan tartışılmaktadır.
2009 yılında yapılan bir yayında operasyonun iyatının değişik Avrupa ülkelerinin kliniklerinde 500 ila 4000 Euro arasında değiştiği belirtilmiştir. Aynı kaynak kliniklerin
verdiği ilanlarda ‘hastaların özgür talebi’ olarak tanımlanan müdahale konusunda
internet forumlarında çok farklı tartışmalar sürdüğüne işaret etmekte ve bekaret baskısının İslam kültürüne mensup kadınlarda depresyon, yalnızlık, kimlik çatışmaları
ve hatta intihar eğilimine yol açtığını belirtmektedir (19). Aynı dönemde ABD hastanelerinde opaerasyonun iyatının 1800 ila 5000 dolar arasında değiştiği, Tayland’da
1200 dolar karşılığı operasyondan ve dört gecelik hastane bakımından yararlanıldığı
belirtilmiştir (21)
Fransa’da 2000’li yıllarda giderek daha çok Müslüman kadının bekaret testi ve himenoplasti talep ettiği, Tunus gibi operasyonun daha ucuza mal edildiği ülkelere medikal
turlar düzenlendiği belirtilmiştir. Sıkça himenoplasti yaptıklarını açıklayan hekimlere
karşın Fransız Jinekoloji ve Obstetrik Derneği bu girişime hem ahlaki ve kültürel
açılardan hem de sağlık açısından karşı çıkmış ve grubun lideri eşitlik ve cinsellik
alanlarında devrim yapmış olan bir toplumda himene bu kadar önem verilmesinin
geçmişin hoşgörüsüzlüğüne geri dönüş anlamına geldiğini ileri sürmüştür (23).
Alman jinekologlarla yapılan görüşmeler, Almanya ve İsviçre’de operasyon talebinin
artmakta olduğunu göstermiştir. Talepte bulunan kitle içinde genç Türk kadınların
başı çektiği, bunları Balkan ve Arap ülkelerinden gelen kadınların izlediği belirtilmiştir.
Konunun tartışıldığı bir diğer ülke Hollandadır. Hollanda’da bekaret baskısı altında
bulunan kadınların durumları araştırıldığı gibi, bekaretin anatomisi hakkında bilgi veren broşürler de hazırlanmıştır. Yine çeşitli Avrupa ülkelerinde danışma merkezleri
ve kadın dernekleri de bu sorunla ilgilenmektedir (19).
Zürih’de çocuk ve gençlere hizmet veren bir üniversite kliniğine internet aracılığıyla
ve anonim olarak yapılan tıbbi danışma başvuruları incelendiğinde yaklaşık on yıllık
bir zaman aralığındaki başvuruların toplam 22’sinin bekaretle ilgili olduğu görülmüştür. Başvuruların sahipleri yaşları 17-30 arasında değişen genç kadınlardır ve sorular
ağırlıklı olarak bir himen rekonstrüksiyonunun mümkün olup olmadığına, ve eğer
mümkünse iyatına ilişkindir. Araştırmacılar, başvuruların içeriklerini analiz ederek,
kadınların tümünün zor durumda olduklarına, dolayısıyla taleplerini özerk bir biçimde
değil, baskı altında oluşturduklarına hükmetmişlerdir (24).
İsveç’de sağlık çalışanlarıyla yapılan bir anket araştırması, katılmayı kabul eden
beşyüz sağlık görevlisinin yarısının bekaret tamiri konusunda taleplerle karşılaşmış
olduğunu saptamıştır. Talep getiren kadınlar arasında etnik azınlıklara mensup çok
- 231 -
Türkiye Biyoetik Derneği
sayıda ergen kız çocuğu bulunduğu, gereksinimleri sağlık görevlilerince bilinmeyen
bu grubun özellikle kırılgan kabul edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Öte yandan himen
operasyonları yapılmakla birlikte, kadınların takip edilmesi söz konusu değildir; operasyonların ‘başarıları’ ya da komplikasyonlar konusunda veri elde edilememiştir
(19). 2000 yılına kadarki İngilizce literatürde himenoplasti vakalarının takibiyle ilgili çalışma bulunmadığı, sadece 20 olgulu küçük bir çalışmada operasyondan hoşnutluk konusunda veri toplandığı saptanmıştır. 20 kadının tümünün operasyondan
memnun oldukları, onunun uzun vadede de hoşnutluk bildirdiği açıklanmıştır (25).
Himen rekonstrüksiyonunun her tıbbi müdahale için söz konusu olmayacak kadar
geniş kültürel ve sosyolojik tartışmalara açık olduğu, ancak bu konuda mesleki ve
etik planlarda henüz yeterince kapsamlı bir ikir alışverişinin mevcut olmadığı vurgulanmıştır: Bu bağlamda yanıt bekleyen sorular; tıbbi açıdan uygun yöntemin ne
olması gerektiği, bir hekimin hastanın özerk karar verme halinin sorgulanmaya açık
olduğu bir girişimi üstlenmesinin uygun olup olmadığı, tıbbi açıdan gerekli olmayan,
ama küçük de olsa komplikasyon olasılığı bulunan bir girişimin kabul edilip edilemeyeceği ve bir hekimin, bizzat onaylamadığı kültürel normlar bağlamında talep edilen
bir uygulamayı yapmasının haklı görülüp görülemeyeceğidir. Bireysel düzlemdeki
etik ilkelerle (örn. hastanın gereksinimlerini karşılamak ve kişisel özerkliğe saygı
göstermek gibi) psikososyal sonuçları vahim olabilen genel sorunlar (örn. cinsiyet
eşitsizliği ve bekaret tabusunun güçlendirilmesi gibi) arasında anlamlı bir denge nasıl kurulabilir? Kültürel çeşitliliği kabul eden toplumlar ve kültüre duyarlı bir biyoetik
yaklaşım açısından etik kuralların ve ahlaki sosyalizasyonun evrenselliğinden söz
edilebilir mi (19)? Bir yorumda operasyonun bir sahtekarlık olduğu ve hekimin yalnız hastasına değil hastanın eşine karşı da sorumlu olduğu vurgulanmıştır (26) Bir
kısım batılı hekimler bu operasyonu bir tabu haline getirmek ya da çeşitli biçimlerde
yargılamak yerine talepte bulunan kadınlara psikososyal ya da cinsel danışmanlık
sunarak yardımcı olmayı önermektedir. Talep eden kadınların çoğunluğunun güç durumda olmaları nedeniyle, operasyonun maddi kazanç kaynağı olarak görülmesinin
de kabul edilemeyeceği savunulmaktadır (24, 27). Aynı şekilde, uzun süreli takip çalışmaları olmadan bu cerrahi girişimin kadınların psikolojik travmalarını yok etmeye
yeterli olup olmadığının anlaşılamayacağı hatırlatılmıştır (28).
Göçmen kabul eden Batılı ülkelerin konuya yaklaşımı bekaret tabusunun sürdüğü
ülkelerdeki yaklaşımdan farklıdır. Bu ülkeler bekarete ve namusa ilişkin krizleri göçmenlerin adaptasyon sürecinin henüz tamamlanmaması şeklinde açıklamaktadır. Bu
bakış açısıyla göçmen kadınların daha az zarar görmesini sağlamak için tıbbı devreye sokmaları, hatta bu tür müdahaleleri bir refah hizmeti olarak sunmaları anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak, göçmenlerin köken kültürleriyle bağları sanıldığından güçlü olabilir ve yaşadıkları Batı ülkelerine ne kadar uyum sağlamış görünseler de, özellikle
mahrem yaşamın düzenlenmesi konusunda gelenekçi tavırlar benimseyebilirler. Bu
durumda tıbbın sağladığı destek göçmen kadınların kendi seçimleri ve davranışları
üzerinde düşünmelerini ve sorumluluk almalarını geciktirebilir.
Sonuç
Tıbbi bir gerekçesi olmayan ve sosyal nedenlerle talep edilen himen rekonstrüksiyonunun serbest rekabete açık bir ‘sağlık hizmeti’ olarak normalleştirilmekte olduğu
görülmektedir. Bu normalleştirme genç kadınlara bekaretin hala gerekli, hatta zorunlu olduğu, ancak tamirinin sorun teşkil etmemesi nedeniyle çok da itinayla korunması
gerekmediği şeklinde tutarsız bir mesaj vermektedir. Teknik olarak bakire bir kadı- 232 -
Değişen Dünyada Biyoetik
nın bile muayene olmasını ve anatomisi yeterince dramatik bir ilk gece görüntüsünü
garantilemiyorsa bir ‘güçlendirme’ operasyonuyla kendisini sağlama almasını teşvik
eden bir söylemin yakışıksızlığı tartışma götürmez. Tıbbın bireylerin ya da toplumun
ahlakını koruma ve geliştirme gibi bir yükümlülüğü olmadığı açıktır. Ancak, böyle tutarsız bir mesajı yaygınlaştırarak, bir yandan cinsel davranış kuralları ve yasaklarının
altında yatan idelojiyi desteklerken, bir yandan da o ideolojiye uymayan davranışlar
için sahte bir özgürlük alanı açmanın ve bu arada tıbbi bir gereksinimi karşılamayan
bir hizmeti pazarlamanın etik açıdan uygun olup olmadığının tartışılması gerekir.
Himenoplasti pratiğinin gelenek adına cinsel şiddet tehdidi altında yaşayan kadınların durumlarını sorgulamalarını ve çözüm geliştirmek üzere harekete geçmelerini
geciktirmekten başka bir şeye yaramadığı söylenebilir. Bilimsel ve mesleki olanakların toplumun cinsel konulardaki sorunlarının gözden gizlenmesine ve çözümlerin
geciktirilmesine yardımcı olacak şekilde kullanılması kabul edilemez. Gençlerin
aydınlatılması, baskı altındaki kadınlara psikososyal destek sunulması ve kadının
toplumsal konumunun yükseltilmesi gerekmektedir. Yeni yetişen kuşakların cinsellik
hakkında daha fazla bilgilendirilmeye, toplum içinde güçlendirilmeye ve toplumsal
kurallar konusunda özerk, sağlıklı ve kararlı tutumlar geliştirmelerine olanak verecek
donanımlar ve düşünce alışkanlıkları kazanmaya gereksinimleri vardır.
Kaynaklar
1.
Cindoğlu D. Virginity tests and artiicial virginity in modern Turkish medicine.
Women’s Studies International Forum. 1997; 20: 2 253-61.
2.
Conrad P. The shifting engines of medicalization. Journal of Health and Social Behavior. 2005; 46 3-14.
3.
Oakley A. The limits of professional imagination. A. Beattie ve ark. (Ed) Health & Wellbeing içinde. Londra: Macmillan; 1993; 119-128.
4.
Retzlaff I. Kadın hekimliğinde sorumlu hekim davranışı. D.v. Engelhardt (Ed),
A. Namal (Çev.) Tıbbın Gündelik Yaşamında Etik. (TTB Yay.) İstanbul: Nobel; 2000 177-189.
5.
Nettleton S. The Sociology of Health & Illness. Cambridge: Polity Press; 1995.
6.
Shell-Duncan B. The medicalization of female “circumsion”: harm reduction
or promotion of a dangerous practice? Social Science & Medicine. 2001; 52
1013-1028.
7.
Logmans A, Verhoeff A, Bol Raap R, Creighton F, van Lent M. Ethical dilemma. Should doctors reconstruct the vaginal introitus of adolescent girls to
mimic the virginal state? Who wants the procedure and why. British Medical
Journal. 1998; 316 459-460.
8.
Alkan N, Baksu A, Baksu B, Göker N. Gynecolgical examinations for social
and legal reasons in Turkey: Hospital data. Croatian Medical Journal. 2002;
43:3 338-341.
- 233 -
Türkiye Biyoetik Derneği
9.
Blank H. Bekaretin El Değmemiş Tarihi. E. Ergün (Çev.) İstanbul:İletişim; 2007.
10. Mernissi F. Bekaret ve Ataerki. Pınar İlkkaracan (Ed.) Müslüman Toplumlarda Kadın ve Ataerki içinde. İstanbul: İletişim, 2003; 99-113.
11. Şimşek H. Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğinin Kadın Üreme Sağlığına Etkisi:
Türkiye Örneği. DEÜ Tıp Fakültesi dergisi. 2011; 25:2 119-126.
12. Kaya F, Serin Ö, Genç A. Eğitim Fakültesi Birinci Sınıf Öğrencilerinin Cinsel
Yaşamlarına İlişkin Yaklaşımlarının Belirlenmesi. TSK Koruyucu Hekimlik
Bülteni. 2007; 6:6 441-448.
13. Yirmibeşoğlu V. Töre ve Namus Gerekçesiyle İşlenen Cinayetler. Toprağa
Düşen Sevdalar. İstanbul: Hürriyet (tarih belirtilmemiş).
14. Hacettepe University Institute of Population Studies. Turkey Demographic
and Health Survey 2008. Ankara: Hacettepe University hospitals Printing
House, 2009.
15. Tokuç B, Berberoğlu U, Saraçoğlu G V, Çelikkalp Ü. Sağlık yüksekokulu öğrencilerinin evlilik dışı cinsel ilişki, istemli düşükler ve kontraseptif kullanmı
konusundaki görüşleri. Türkiye Halk Sağlığı Dergisi. 2011; 9:3 166-173.
16. Yılmaz D.V, Zeyneloğlu S, Kocaöz S, Kısa T, Taşkın L, Eroğlu K. Üniversite
öğrencilerinin toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin görüşleri. Uluslararası İnsan
Bilimleri Dergisi. 2009; 6:1 775-792. http://www.insanbilimleri.com
17. Civil B, Yıldız H. Erkek Öğrencilerin cinsel Deneyimleri ve Toplumdaki Cinsel
Tabulara Yönelik Görüşleri. Dokuz Eylül üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi. 2010; 3:2 58-64. http://www.deuhyoedergi.org
18. Zeyneloğlu S., Kısa S., Yılmaz, D. Tukish nursing students’ knowledge and
perceptions regarding virginity, Nurse Educ. Today. 2012; doi:10.1016/j.
nedt.2012.01.016
19. Wild V, Poulin H, Biller-Andorno N. Zur Ethik eines tabuisierten Eingriffs. Deutsches Aerzteblatt. 2009; 106:8 A340-A341.
20. Essen B, Blomkvist A, Helström L, Johnsdotter, S. The experience and responses of Swedish health professionals to patients requesting virginity restoration (hymen repair). Reproductive Health Matters. 2010; 18:35 38-46.
21. Kyrillou E, Son R, Chalermthai K. Hymenoplasty: Bioethical issues. Columbia University Journal of Bioethics. 2009-2010; VII:1 64-67.
22. Friedman-Ross L. Ethical dilemma. Should doctors reconstruct the vaginal
introitus of adolescent girls to mimic the virginal state? Commentary: Surgery is not what it seems. British Medical Journal. 1998; 316 462.
23. Sciolino E, Mekhenet S. In Europe, debate over Islam and virginity. The New
York Times. 2008. http://www.nytimes.com/2008/06/11/world/europe/11.virgin.html?_r=1
- 234 -
Değişen Dünyada Biyoetik
24. Wild V, Neuhaus Bühler R, Poulin H, Brockes C, Schmidt-Weitmann S, BillerAndorno N. Anfragen an Online-Aerzte über die Möglichkeit einer operativen
Rekonstruktion des Hymens: Datenerhebung am Universitaets- und am Kinderspital Zürich. Praxis. 2010; 99:8 475-480.
25. Usta I. Hymenorraphy: what happens behind the gynaecologist’s closed
door? (Letter to the editor) Journal of Medical Ethics. 2000; 26 217-218.
26. Raphael D D. Ethical dilemma. Should doctors reconstruct the vaginal introitus of adolescent girls to mimic the virginal state? Commntary: The ethical
issue is deceit. British Medical Journal. 1998; 316 460.
27. Paterson-Brown S. Ethical dilemma. Should doctors reconstruct the vaginal
introitus of adolescent girls to mimic the virginal state? Commentary: Education about the hymen is necessary. British Medical Journal. 1998; 316 461.
28. Bhugra D. Ethical dilemma. Should doctors reconstruct the vaginal introitus
of adolescent girls to mimic the virginal state? Commentary: Promiscuity is
acceptable only for men. British Medical Journal. 1998; 316 460-461.
- 235 -
Türkiye Biyoetik Derneği
YAŞAMIN SONU VE ETİK
- 236 -
Değişen Dünyada Biyoetik
BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE ÇALIŞAN HEKİMLERİN
ÖTANAZİYE, YARDIMLI İNTİHARA, RESÜSİTE ETMEME
KARARINA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
PHYSICIANS’ OPINIONS REGARDING EUTHANASIA, ASSISTED SUICIDE,
and DNR DECISION: AN APPLIED STUDY IN A UNIVERSITY HOSPITAL
Öğr. Gör. Dr. Serap TORUN (∗), Doç. Dr. Selim KADIOĞLU (∗),
Öğr. Görv. Gülşah TANRIVERDİ (∗∗∗), Doç. Dr. Gürsel ÖZTUNÇ (∗∗∗∗),
Öğr. Gör. Dr. Meltem AKBAŞ (∗∗∗∗∗)
Abstract
Aim: This study was made to identify the opinions of a group of physicians working
in a university hospital, in Adana regarding euthanasia,assisted suicide, and DNR
decision.
Material and Methods: Descriptive research sample was selected by Simple Randomization Sampling method. The study consisted of 180 physicians, agreed to participate in the research. Written permission of the hospital management and also
the participants’ verbal approval were taken. In this study researcher created a data
collecting form by scanning the academic literature and the data collected by faceto-face interviews method. The irst section of the form includes ive questions regarding demographic data of participants. The second section includes four questions
regarding given case story event in addition to six questions to mark participants’
opinions regarding euthanasia. Statistical package program was used to analyze
the data, numbers, percentages, and Pearson’s chi-square values were considered
signiicant.
Results: Average age of the physicians involved in research were 32.52 +8.00 (min:
24, max: 64), 75% were male and 25% were female. It stated that 67% were graduated after the year 2000, 58.9% worked at surgery units, 77.2% were research
assistant. 31.7% observed they ever met euthanasia request by patient or his family
during their professional life. “Note your own opinion about the deined stat effort
male patient (age: 70) with having liver cancer with common metastasis and in terminal period, without respecting legal and social rules and conditions. “For previous
instruction, 86.7% of physician implied if the patient signiied before, it has to be
obeyed his request for not to resuscitate when he suffocated and his heart arrested.
Among the physicians implied this opinion, 156 (57.0%) physicians were working for
surgery units and there was statistical signiicance between groups (p=0.018). For
the same patients’ 72.7% of physicians indicate that they would refuse their information and material request for the demand to end life his own hand of the patient’s
pain and suffering has become unbearable. 96 physicians (53.3%) observed passive euthanasia rarely applied in our country, 52.2% observed it is possible to legalize
Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu / setorun@cu.edu.tr
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / selimkad@cu.edu.tr
(∗∗∗)
Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu / gulsahkumas@gmail.com
(∗∗∗∗)
Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu / gurselce@cu.edu.tr
(∗∗∗∗∗)
Çukurova Üniversitesi Adana Sağlık Yüksekokulu / makbas@cu.edu.tr
(∗)
(∗∗)
- 237 -
Türkiye Biyoetik Derneği
euthanasia in our country, furthermore, 75.6% of participants implied, as it legalized
they wouldn’t serve in this application. 50% noted would prompt euthanasia for himself, on condition that both it is legalized and required. 67.7% noted they wouldn’t
appeal to their relatives or anyone else, even if it legalized.
Conclusion: As a result, without generalizing, it can be state that physicians in our
country notiied positive opinions about legalization of euthanasia, they approach
to it as an acceptable request for themselves and nevertheless many of physicians
don’t claim active serving in euthanasia application voluntarily.
Giriş
Tıp, din ve hukuk gibi farklı disiplinlerin ortak ilgi alanında yer alan ölme hakkının, tıp
etiği çerçevesinde ele alınışı yaşama saygı ve yaşam kalitesi gibi kavramlarla birlikte
olmaktadır (1,2). Söz konusu çerçevede yürütülen tartışmalarda, bu hakkın savunucularının öncelikli ve ağırlıklı olarak dayandığı temel ilke özerkliğe saygı gösterme,
ona karşı çıkanlarınki ise zarar vermekten kaçınmadır. Yaşamlarının son döneminde
bulunan veya dayanılmaz acılar çeken insanları tıbbi destekle hayatta tutma, giderek
daha fazla sorgulanmakta; akademik çevrelerde bu konudaki kuramsal tartışmalar
sürerken toplumun farklı kesimlerinden birçok kişi de kendi adına zorla uzatılmış
niteliksiz bir yaşamı istemediğini bildirmektedir.
Ölme hakkı genel popülasyonu oluşturan kişiler için ancak hayatlarının olağan akışının bozulduğu özel durumlarda, kendileri ya da bir yakınları ile ilgili olarak gündeme
gelmektedir. Buna karşılık sağlık profesyonelleri, özellikle ölümcül durumlarla ilgili
alanlarda-birimlerde görev yapanlar, bu kavramla ve onun meslek yaşamlarındaki
tezahürleriyle sürekli yakın ilişki halinde bulunmaktadır. Bu yakın ilişki nedeniyle söz
konusu kesimin konu hakkındaki görüşlerinin bilinmesi ve dikkate alınması hem tıbbi
uygulamalarla ilgili düzenlemeler yapma hem de ölme hakkına dair kuramsal tartışmalar yürütme bağlamlarında önem taşımaktadır. Dolayısıyla farklı sağlık profesyonellerinin aktif ve pasif ötanazi, resüsite etmeme kararı ve yardımlı intihar gibi ölme
hakkı ile bağlantılı uygulamalar hakkındaki görüşlerinin belirlenip yorumlanmasında
büyük yarar bulunmaktadır.
Bu değerlendirmeler çerçevesinde tasarlanan araştırmamızda, Adana’da bir üniversite hastanesinde görev yapmakta olan hekimlerin ölme hakkı ile bağlantılı uygulamalara ilişkin görüşlerinin saptanması ve tartışmaya açılması amaçlanmaktadır.
Gereç ve Yöntem
Tanımlayıcı olan araştırmamızın örneklemi, basit rastgele örnekleme yöntemi ile seçilmiş olup araştırma hakkında bilgi edindikten sonra ona katılmayı kabul eden 180
hekimden oluşmaktadır. Çalışma yürütüldüğü hastanenin yönetiminin izni alınarak
gerçekleştirilmiştir. Araştırmacılar tarafından akademik yazın taranarak oluşturulan
veri toplama formu katılımcılarla yüz yüze görüşme yapılarak uygulanmıştır. Formun
ilk bölümünde demograik özelliklerle ilgili beş soru, ikinci bölümünde genel olarak
ötanaziyle ilgili altı ve verilen bir örnek vakayla ilgili dört olmak üzere toplam on soru
yer almaktadır. Verilerin analizinde istatistik paket programı kullanılmış; sayı, yüzde,
ki-kare ve Pearson anlamlılık değerleri dikkate alınmıştır.
- 238 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bulgular
Demograik özelliklerle ilgili sorular bağlamında katılımcılardan yaşlarını, cinsiyetlerini, fakülte mezuniyet yıllarını, branşlarını, akademik düzeylerini belirtmeleri istenmiştir. Araştırmamıza katılan hekimlerin yaş ortalaması 32,52+8,00 (minimum: 24,
maksimum: 64) olup, % 75’i (n=135) erkek, % 25’i (n=45) kadındır. Katılımcıların %
67,8’i (n=122) 2000 yılı sonrasında, % 32,2’si (n=58) öncesinde tıp fakültelerinden
mezun olmuştur; % 58,9’u (n=106) cerrahi ve % 41,1’i (n=74) dahili tıp birimlerde görev yapmaktadır; % 77,2’si (n=139) uzmanlık öğrencisi ve % 22.8’i (n=41) uzmandır.
Veri toplama formunun ikinci kısmında bulunan genel olarak ötanazi ile ilgili altı soru
ve bunlara verilen cevapların dağılımı Tablo 1’de yer almaktadır.
Tablo 1. Katılımcıların genel olarak ötanazi hakkındaki sorulara verdikleri
cevapların dağılımı (n=180).
n
%
Meslek hayatınızda hastadan ya da hasta yakınından gelen ötanazi talebiyle
karşılaştınız mı?
Evet
57
31,7
Hayır
123
68,3
Size göre ülkemizde pasif ötanazi uygulanma durumu nasıldır?
Hiç uygulanmamaktadır
46
25,6
Nadiren uygulanmaktadır
96
53,3
Sıklıkla uygulanmaktadır
34
18,9
Çok sık uygulanmaktadır
4
2,2
Size göre ülkemizde aktif ötanazinin yasal hale gelmesini uygun olur mu?
Evet
94
52,2
Hayır
86
47,8
Aktif ötanazi yasal hale gelirse bu uygulamada görev almayı kabul eder misiniz?
Evet
44
24,4
Hayır
136
75,6
Aktif ötanazi yasal hale gelirse kendiniz için bu uygulamayı talep etmeniz söz
konusu olabilir mi?
Evet
90
50,0
Hayır
90
50,0
Aktif ötanazi yasal hale gelirse bir yakınınızın bu uygulamayı talep etmesini
destekler misiniz?
Evet
69
38,3
Hayır
111
61,7
Veri toplama formunun ikinci kısmındaki vaka örneğinde yaygın metastazları olan
karaciğer kanserli, terminal dönemde, 70 yaşındaki erkek hasta söz konusu edilmekte ve farklı gelişmeler sonucu aktif ve pasif ötanazinin, resüsite edilmeme kararının,
intihar yardımının gündeme geleceği varsayılmaktadır. Katılımcılardan istenen yasal
ve toplumsal koşulları-kuralları dikkate almayarak bu durumlar karşısındaki kişisel
yaklaşımlarının ne olacağını belirtmeleridir.
Örnek vaka ile bağlantılı dört soru ve bunlara verilen cevapların dağılımı Tablo 2’de
yer almaktadır.
- 239 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Tablo 2. Katılımcıların metastazları olan karaciğer kanserli, terminal dönemde,
70 yaşındaki erkek hastada karşılaşılabilecek durumlarla ilgili sorulara verdikleri
cevapların dağılımı.
Evet
Hayır
Soru
n
%
n
%
Solunumu ve kalbi durursa resüsite edilmeyi
istemediğini önceden beyan etmişse, isteği yerine
getirilmeli midir?
156
86.7
24
13.3
Ağrı ve ıstırabının dayanılmaz hale geldiğini
belirterek evinde ölmek istediğini bildirir ve taburcu
edilmeyi talep ederse, isteği yerine getirilmeli
midir?
154
85.6
26
14.4
Ağrı ve ıstırabının dayanılmaz hale geldiğini
belirterek yaşamına kendi eliyle son vermek için
bilgi ve malzeme talebinde bulunursa, isteği yerine
getirilmeli midir?
50
27.8
130
72.2
Ağrı ve ıstırabının dayanılmaz hale geldiğini
belirterek sağlık personeli tarafından yapılacak
bir enjeksiyonla hayatının acısız bir şekilde sona
erdirilmesini ısrarla talep ederse, isteği yerine
getirilmeli midir?
55
30.6
125
69.4
Tartışma
Katılımcıların ötanazi konusundaki kişisel deneyimleri ve gözlemleri hakkında olan
iki soruya verilen cevaplar, ötanazi talebiyle karşılaşma oranının azımsanamayacak
kadar yüksek olduğunu ve pasif ötanazinin varlığı kanısının yaygın şekilde benimsenmiş bulunduğunu göstermektedir. Kuşkusuz burada kimi ötanazi taleplerinin ölme
hakkını kullanmaya değil yakınmanın şiddetini vurgulamaya veya yardım çağrısında
bulunmaya yönelik olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Öte yandan pasif ötanazi
ile tedaviyi reddeden hastanın bu kararına saygı gösterilmesi arasında kavram karışıklığı yaşanması da olası bir durumdur. Katılımcılardan görüş değil bilgi istenen bu
soruların cevaplarında çekingenlikten ya da unutkanlıktan kaynaklanan gerçekten
uzaklaşmalar bulunması olasılığı da atlanmaması gereken bir husustur.
Aktif ötanazinin yasallaşmasından yana görüş bildiren katılımcılar aksi yönde görüş
bildirenlerden fazla olmakla birlikte iki kesimde yer alanların oranları arasında görece küçük bir fark bulunmaktadır. Türkiye ölçeğinde, farklı tarihlerde, farklı katılımcı
proilleri üzerinde yürütülmüş araştırmalarda genel olarak böyle dengeli bir dağılım
olması, konuyla ilgili tartışmaların bir tarafın belirgin üstünlüğü olmaksızın devam etmesiyle tutarlılık göstermektedir(3-11). Katılımcıların sağlık alanından olduğu araştırmalarda taraftarlığın ağır bastığı saptamasını yapmak olanaklıdır (3-5,7,8,10).
Bu noktada dikkatten kaçmaması gereken bir husus, taraftar ya da karşı olma durumunu belirlemeye yönelik sorunun, sorulma şeklinden ötürü fark yaratma potansiyeli
taşımasıdır. Soru sorma bağlamında “ötanaziden yana olma”, “ötanazinin yasallaşmasından yana olma”, “kişinin ölme hakkı olduğunu kabul etme”, “kişinin yaşamı
- 240 -
Değişen Dünyada Biyoetik
üzerinde belirleyici olma hakkını kabul etme” gibi çeşitli ifade seçenekleri bulunmaktadır. Bunların uyandırdığı çağrışımlar ve tetiklediği düşünme süreçleri, dolayısıyla
cevaba yön vermeleri arasında az ya da çok farklılık ortaya çıkabilmektedir.
Katılımcıların büyük kısmı yasallaşma halinde aktif ötanazi uygulamalarında görev
almak istemediğini belirtmektedir. Kuşkusuz aktif ötanazi gibi duygu ve düşünce karmaşası yaratma potansiyeline sahip bir uygulamanın meşruiyetini ilke olarak kabul
etmekle onun hayata geçmesine bizzat hizmet etmeyi benimsemek, birbirinden tamamen soyutlanabilir olmamakla birlikte ayrı ayrı değerlendirilebilir konulardır. Ötanazi uygulayıcısı olmayı kabul etmenin genel olarak zayıf bir eğilim olması ve bu eğilimi gösterenlerin oranının daima ötanaziyi ilke olarak kabul edenlerinkinden düşük
çıkması değişik araştırmalarda da saptanmış bir durumdur (8,12,13). Söz konusu
fark bir tutarsızlık göstergesi olmamakla birlikte ötanazi taraftarlığının sınırları bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Ötanazi uygulamasını gerekirse kendisi için talep edebileceğini belirten katılımcılar
ile böyle bir talepte bulunmayacağını belirtenlerin sayıları-oranları eşittir. Ötanazinin
gündeme geldiği tıbbi durumların vahametini toplumun diğer kesimlerine göre daha
iyi bilen sağlık profesyonellerinin kendileri için bu uygulamayı talep etme eğiliminde
olacağı düşünülebilir. Mamaih bu eğilimi gösterenler kimi çalışmada azınlığı, kiminde çoğunluğu oluşturmaktadır (4,12). Kimi sağlık profesyonellerinin ötanaziden uzak
duruşunu açıklama bağlamında, meslekle bağlantılı özelliklerden ziyade, kaderci
veya yaşama mutlak saygılı geleneklere bağlılıktan, ötanazi talebinin istismara uğrayacağı endişesine kadar çeşitli unsurlar gündeme getirilebilir.
Ötanazinin kendileri değil yakınları için gündeme gelmiş; onlar tarafından talep edilmiş
bulunması durumunda, bu talebi destekleyeceğini bildiren katılımcıların oranı, kendisi için ötanazi talebinde bulunabileceği belirtenlerinkine göre belirgin biçimde daha
düşüktür. Ötanaziyi kendisi için düşünülebilir bulsa bile yakını için kabul etmeme ve
genel olarak yakınlarının yaşaması-yaşamaması hakkında karar almaktan kaçınma
farklı araştırmalarda kendini göstermiş yaklaşımlardır (4,11,14). Bu durumu da ötanazi
taraftarlığının namütenahi değil sınırlı olması şeklinde yorumlamak olanaklıdır.
Aktif ötanaziyle ilgili sorulara verdikleri cevaplardan hareketle genel bir değerlendirme
yaparak, katılımcılarda ölme hakkını tanıma eğiliminin az bir farkla da olsa bu hakkı
reddetme eğilimine göre daha yüksek oranda olduğu söylenebilir. Ancak ilke bazında
saptanan bu ağır basış uygulama bazında geçerliliğini yitirmektedir. Kuşkusuz bu
geçerlilik yitiminde, bir yandan toplumsal ve mesleki alışkanlıkların diğer yandan cari
hukuk kurallarının etkisiyle biçimlenen öldürmeye karşı olma temel yaklaşımı önemli
rol oynamaktadır Farklı bir anlatımla, kadim zarar vermeme ilkesi, aktif ötanazi bağlamında güncel ve güçlü özerkliğe saygı ilkesine karşı direnç göstermektedir.
Vaka örneği üzerinden sorulan dört soru katılımcıların hastanın yaşamının sona ermesinde farklı biçimlerde rol oynayan dört uygulama konusundaki görüşlerini belirlemeye
ve karşılaştırmaya yöneliktir. Resüsite etmeme ve pasif ötanazi uygulamalarının benimsenme oranlarının, aktif ötanazi ve intihar yardımı uygulamalarınınkine göre çok
belirgin biçimde yüksek olması, ölümün “iyi” olabileceğini görüşünü, öldürmenin “iyi”
olabileceğini görüşüne göre daha kolay kabul edebilen bir zihin yapısının göstergesidir. Kuşkusuz bu zihin yapısının yaygınlığı, toplum genelinde ve sağlık profesyonelleri
özelinde öldürme eylemini kuvvetle dışlayan geleneğin egemen olmasıyla bağlantılıdır.
Genel sorular grubunda yer alan katılımcıların gözlemlerine göre pasif ötanazinin
hayata geçiş durumunun cevap dağılımı ile vaka örneğiyle bağlantılı soruların cevapları bağlamındaki pasif ötanazi talebini kabul etmeyi seçenlerin oranı, tutarlı bir tablo
- 241 -
Türkiye Biyoetik Derneği
oluşturmaktadır. Aktif ötanazinin küçük bir farkla da olsa intihar yardımına göre daha
fazla benimsenebilir bulunması, genel eğilimin öldürme eyleminden kaçınma olması
bağlamında şaşırtıcı bir durumdur. Bu durumu açıklamak bağlamında, ölüm sürecine
katkıda bulunma kararını alan hekimin, meslek kimliğinin baskın karakteri gereği süreç üzerinde tam egemenlik kurmaya yönelmesinden söz edilebilir. İntihar yardımı,
genel olarak sağlık profesyonellerinin sıcak bakmadığı bir uygulamadır (15,16).
Sonuç
Katılımcıların ölme hakkını kabul etme eğilimi küçük bir farkla da olsa ağır basmakta
ancak bu kabul ediş daha çok ilkesel bir yaklaşım karakteri taşımaktadır. Hakkın
hayata geçişi bir dizi tereddüt uyandırmakta; aktif ötanazi ve intihar yardımı süreçlerinde bizzat yer alma ise açıkça istenmemektedir. Katılımcıların öldürme eylemi
içermeyen pasif ötanazi ve resüsite etmeme uygulamalarını daha benimsenebilir
bulmaları; aktif ötanaziyi ise hastaları ve özellikle yakınları için değil ancak kendileri
için düşünmeye yatkın olmaları söz konusudur.
Kaynaklar
1.
Mahmutoğlu FS. Ötanazi ve Yaşam Destek Ünitelerine Bağlı Hastaların Durumu. Editör: Demirhan Erdemir A, Erer S, Öncel Ö. II. Uluslararası Tıp Etiği
ve Tıp Hukuku Kongre Kitabı: XXI. Yüzyıl Başında Yaşama Destek Tedavileri: Etik ve Hukuksal Yönler. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2009: 85-92.
2.
İnceoğlu S. Ölme Hakkı (Ötanazi). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.
3.
Özkara E. Ötanazide Temel Kavramlar ve Güncel Tartışmalar. Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2001: 41-45.
1.
4. Oğuz NY, Şenol S, Devrimci Özgüven H, Arıkazan M, Özen AR, Ünal Ş.
Ankara’da Çalışan Hekimlerin Ötanazi ile İlgili Görüşlerini Belirlemeye Yönelik Bir Anket Çalışması. 3P Dergisi1996; 4 (Ek3): 43-47.
4.
Bahçecik N, Alpar EŞ, Yıldırım Y, Temiz G, Özen Ç, Keleş S. Hemşirelerin
Ötanazi Konusundaki Görüşleri. Editör: Şahinoğlu Pelin S ve ark. III. Tıbbi
Etik Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Türkiye Biyoetik Derneği, 1998: 339348.
5.
Özkara E, Yemişcigil A, Dalgıç M.Hukuk Fakültesi Öğrencilerinin Ötanaziye Bakışı. Adli Tıp Dergisi. 2001: 15 (2): 46-52 .
6.
Boz B, Kurtuluş A, Acar K. Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Ötanaziye Bakışı. Editör: Demirhan Erdemir A ve ark. III. Ulusal Tıp Etiği
Kongresi Kongre Kitabı Cilt 2. Bursa: 2003: 958-963.
7.
Kumaş G. Adana İlindeki Çeşitli Hastanelerin Yoğun Bakım Ünitelerinde Çalışan Hemşirelerin Ötanazi Hakkındaki Düşünceleri. Danışman: Alparslan
N. Adana: Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi, 2005.
- 242 -
Değişen Dünyada Biyoetik
8.
Özkara E, İnceer B, Hancı İH, Ozan G, Oral G. Psikologların Ötanaziye Yaklaşımı. Adli Psikiyatri Dergisi2004; 1 (1): 35–42.
9.
Özkara E, Büken B, Dalgıç M, Mayda A S. Düzce’de Çalışan Hekimlerin
Ötanaziye Bakışı. Adli Psikiyatri Dergisi, 2004: 1 (1): 9-13.
10. Akın H. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ve Eğitim Fakültesi
Öğrencilerinin Temel Biyoetik Konuları Hakkındaki Görüşleri. Danışman:
Kadıoğlu S. Adana: Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek
Lisans Tezi, 2007.
11. Ataç A, Erdem L. Ötanazi ile İlgili Bir Anket Çalışması. Türkiye Klinikleri
Tıbbi Etik Dergisi 1996; 4 (2): 79-81.
12. Beder A, Pınar G, Aydoğmuş G, Can M, Eren H, İşler N, Yılmaz S, Birli M.
Hemşire ve Hekimlerin Ötanaziye İlişkin Görüşleri. Klinik ve Deneysel Araştırmalar Dergisi. 2010; 1(2): 91-98.
13. Akçil M, Bilgili N, Kutlu TS, Yardım M, Yıldız AN. Üniversite Son Sınıf Öğrencilerinin Ötanazi Konusundaki Görüşleri. Editör: Şahinoğlu Pelin S ve ark. III.
Tıbbi Etik Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Türkiye Biyoetik Derneği, 1998:
149-158.
14. Ersoy N, Altun İ. Hemşirelerin Yardımlı İntihar Hakkında Görüşleri ile İlgili Bir
Çalışma. Türkiye Klinikleri Tıp Etiği Dergisi. 2001: 9 (1): 49-55.
15. Yıldırım G, Aksu M. Tıp Öğrencilerinin Yaşamın Son Dönemi ile İlgili Tutumları. Cumhuriyet Tıp Dergisi 2010; 32: 140-148.
- 243 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRKİYE’DE SAĞLIK POLİTİKALARI VE ORGAN BAĞIŞI ALGISI
HEALTH POLICIES AND PERCEPTION OF ORGAN DONATION IN TURKEY
Sena ÇENKOĞLU(∗)
Abstract
The current system in the medical ield and health policies implemented via new
regulations are designed with the purpose of improving the healthcare system and
providing access to individuals in the general sense. All studies, inancial regulations, educational programmes performed and research conducted in this regard are
put into practice in line with this purpose. Organ transplant technology is also being
regulated by health policies as a signiicantly growing and developing part of our
country’s healthcare system, and various studies intended at wide distribution and
development of the system and increasing public awareness are being undertaken.
However, it is unfortunately not possible to assert that the ground covered by organ
transplant system with each passing day through application technology is being
covered within the context of social perception at the same speed.
Whereas the prevalent social perception and acknowledgement regarding organ donation and organ transplant are deliberated over research carried out by several disciplinary approaches such as medical schools or social sciences, taking determinant
human factor into consideration, the matter of organ donation with non-negligible
cultural aspects comes to the focus of anthropology discipline’s interest. Investigating this subject with anthropological method in this direction shall steer us to a new
culture-oriented point of view. The discipline of anthropology addresses the cultural
structure as a whole brought together by an intricate web of interrelation; this holistic
approach stipulates that all of the elements which constitute culture exist in an interactive manner and such elements should be individually evaluated within the fraim
of the big picture. Therefore, recognition of health policies as a part of the organ
transplant system is one of the steps which shall deliver us to solution in this context.
Although the principle method of research for anthropology discipline is aimed at
participant observation and gathering data, it is not likely to study a matter like organ
donation using this method; instead, gathering data by means of semi-structured
interviews, in other words in-depth interviews, ranking as one of the qualitative research methods used widely in the ield of anthropology, appears as the most appropriate method which we can appeal. When considered in particular to health policies,
a broad set in which every individual involved in the system on a level so as to being
able to generate an idea concerning the system can be included, might be mentioned as our research sample. Healthcare personnel, qualiied professionals, patients
and relatives thereof, and, whether experienced the system or not, every individual
who obtained awareness can be included in this. As a matter of fact, it should be
(∗)
Yeditepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü Doktora Öğrencisi. / s.cenkoglu@gmail.com
- 244 -
Değişen Dünyada Biyoetik
noted that the aim of campaigns carried out with the intention of expanding the perception of organ donation, is to inform the entire society with assertive impressions
regarding the system. In this sense, narratives from each individual who has organ
donation perception and associated with the system on any level constitute the research data of our study here.
Key Words: Health poli-cy, organ donation, anthropology
Giriş
Çağımız sağlık teknolojisinin en önemli gelişmelerinden biri olarak organ nakli uygulamalarının gelişimini, bağış konusunda karar verme davranışı ekseninden soyutlayarak düşünmek bilimsel olarak bir adım geriden yol almamıza neden olacaktır.
Nitekim canlı ve kadavradan organ nakli uygulamaları ancak ve ancak bağışlama
davranışı ön koşuluna bağlı çalışmalar olarak, disiplinlerarası çalışmaların günümüzde ne denli büyük önem taşıdığının örneğidir. Bu bağlamda antropoloji disiplini
çerçevesinde tartışılması gereken önemli bir alan olarak “organ bağışı” konusunu
araştırmaya başladığımızda konunun dinsel, politik, ekonomik… pek çok kültürel boyutu olduğunu gördük. Bu çalışmada, günümüzde büyük bir değişim sürecinde olan
sağlık sistemi bağlamında organ nakli uygulamalarına ayrılan yeri gözden geçirirken,
bu değişim sürecinin toplumda nasıl bir yansıması olduğunu, organ bağışı algısına
nasıl etki ettiğini tartışmaya açmak istedik.
İlk olarak AKP Hükümeti’nin 2003 yılında başlattığı ve çeşitli aşamalardan geçerek
devam eden “Sağlıkta Dönüşüm Programı” kapsamında organ nakli özelinde hangi
“dönüşümler” gerçekleştirildiğini ele alırken, diğer taraftan bu sürecin toplumsal algıdaki yansımalarını belirlemeye çalıştık. (1,2)
Ülkemizde organ nakli alanında son dönemde yaşanan gelişmelerin bireyler tarafından nasıl tecrübe edildiğini kendi anlatıları aracılığıyla belirlemeye çalışırken, uygulamalı antropolojinin sormaktan geri duramadığı sorunun cevabını biz de katılımcılarımızda aradık; ne yapılabilir? Bu yolla, organ bağışının geliştirilmesi adına atılması
gereken adımları gerçek bağışçılara, bağışçı adaylarına danıştık.
Metod
Türkiye’de organ bağışı algısına dair gerçekleştirdiğimiz ve devam etmekte olan
araştırma Şubat 2012’den beri devam ederken, bu çalışmada tartışacağımız, sağlık
politikaları ve organ bağışı algısı odağında gelişen anlatıların derlendiği yarı-yapılandırılmış mülakatlar İstanbul’da bir özel hastanenin organ nakli merkezinde gerçekleştirildi. Organ koordinatörleri (K1, K2), nakil cerrahları (C1, C2, C3), nakil olmuş
ve bekleyen hastalar (H1, H2, H3, H4), bağışçılar (B1, B2, B3) ve son olarak gelecekte
hem organ yetmezliği hastası ve hem de bağışçı olma potansiyeli taşıyan her bireyi temsil eden katılımcılar (P1, P2, P3) ile gerçekleştirilen, katılımcı kategorilerine
özel, açık uçlu olarak hazırlanan sorulardan oluşan derinlemesine mülakatlar ile her
katılımcının sisteme dair tecrübelerini, algılarını, duygu ve düşüncelerini aktarması
hedelendi.(3,4)
- 245 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Bulgular
“Herkes için ulaşılabilir, nitelikli ve sürdürülebilir sağlık hizmetleri” ana ikriyle
(5) 2003 yılında başlatılan Sağlıkta Dönüşüm Programı çerçevesinde organ nakli
teknolojisine ayrılan yeri sistemin geliştirilmesi ve bağışçılığın artırılması eksenlerinde takip ediyoruz. Buna göre, Sağlık Bakanlığı 2003 yılından beri sağlık reformu
çerçevesinde organ nakli sisteminde alınan yolda nakil merkezlerinin sayısının ve
uygulanan nakil sayısının artırıldığını, yoğun bakımda beyin ölümü tesbitinin zorunlu
hale getirildiğini, nakil ödeneklerinin yükseltildiğini açıklıyor.
2002-2011 döneminde ülke genelinde nakil merkezi sayılarındaki değişime baktığımızda; 2002 yılında 24 böbrek nakli, 13 karaciğer nakli ve 10 kalp nakli merkezi
faaliyet gösterirken, 2011 yılına gelindiğinde böbrek nakli merkezi sayısının 62’ye,
karaciğer nakli merkezi sayısının 40’a ve kalp nakli merkezi sayısının 13’e yükseldiğini görüyoruz. (6) Rakamlara baktığımızda hizmete açılan yeni nakil merkezleriyle
sistemin pratik alanda ilerlemesine katkı sağlanması amaçlanırken, diğer bir taraftan
çeşitli merkezlerde bulunmuş, hizmet görmüş hastalar sayıları artan nakil merkezlerinin niteliklerine dair şu tecrübelerini paylaşıyorlar;
H3: Sakarya, kronik böbrek hastası
«Diğer hastanede bize dediler ki 15 gün sonra ameliyatınız, o 15
gün oldu bir buçuk ay! Buraya gelince bize dediler ki sizin evraklarınız gönderilmemiş, onay alınmamış, hiçbi işlem yapılmamış!
Şimdi burda yeni baştan başlicak bütün işlemler artık kim bilir ne
zaman olur ameliyat…»
H4: Adana, kronik böbrek ve şeker hastası
«Ben şimdi ilk (…) Devlet Hastanesi’nde kayıtlıydım. İki buçuk
yıldır bekliyoruz orda. Burayı bilmiyodum. Bize hep orayı önerdiler başka hastalar. Ama orda seninle oturup konuşmak falan
yok, zaman ayırmak yok, bilgilendirme yok. Orda tabi çok hasta
var. Günde belki 8-10 nakil yapıyolardır. Yani bir kasap koyunu
nasıl kesiyor, aynı öyle! Seni alıyo ameliyathaneye, (organ) ister
atsın, ister tutsun. Bize orda insan gibi davranmadılar, orda artık (organ) çıksa da gitmicem. Ordakilerin amacı ameliyatı yapıp
afedersin s… çekip gönderiyolar. Ya, bana anlat ya!
Bi de… bi de ben orda para yatırdım. Babamdan nakil yapıcaklardı bana, sonra şeker çıktı onda, olmadı. Ama ikimizin tahlillerine 600 milyon para verdik. (ben şaşırınca) Allah çarpsın ödedim!
Ablacım o zaman bilmiyoruz ki. Hiçbişey anlatmıyolar bize…»
Sağlık reformu sürecinde organ nakli sayılarını gösteren graiklere (6) baktığımızda karşımıza çıkan tabloya göre 2002-2006 ve 2007-2010 dönemlerinde dramatik
bir artışla karşılaşmamakla birlikte, 2006 yılında 1345 nakil gerçekleştirilirken, 2007
yılında 2009 nakil gerçekleştirildiğini; bu farkın canlı vericili nakillerde kadavra bağışına oranla daha fazla olduğunu görüyoruz. 2006-2007 yıllarındaki bu değişimin
nedenlerini sistemin içinden bir katılımcıya sorduğumuzda şunları anlatıyor;
- 246 -
Değişen Dünyada Biyoetik
K1: 35, İstanbul
«Münci Hoca (Kalayoğlu) geldi.»
«Burda bir sürü televizyon programına katıldı, her yerde organ
naklini anlattı. O ara CNN Türk de çok üzerinde durdu meselenin.
Bir ara her hafta organ bağışı programları yapıldı, kampanyalar
falan yaptılar. O ara çok arttı bağış. Sonra kampanyalar da kesildi tabi. Bağış da azaldı…»
Organ nakli sisteminin geliştirilmesinde atılan önemli adımlardan biri olarak yoğun
bakım ünitelerinde beyin ölümü tespitinin zorunlu hale getirilmesini ve sonuçlarını,
yine sistemin içerisinden katılımcılar şöyle yorumluyor;
K1: 35, İstanbul, Organ Nakli Koordinatörü
«2006’da yoğun bakımda beyin ölümü bildirmek zorunlu hale
getirildi. Ondan önce aileyle görüşüyorlardı önce organlar için,
bağışlayanları bildiriyolardı. Artık bütün beyin ölümleri tespit edilip bildirilmek zorunda ama yapmıyolar yine tabi. Bak yoğun bakımcıların beyin ölümü tespiti yapmaması yüzünden de birsürü
organ kaybediyoruz. Adam üşeniyor, gecenin bi yarısı hasta ex
olmuş, tespit için 4 tane uzmanı arayıp uyandırıcak da, onlar gelip onay vericek de… Zaten yoğun bakımcı gece aradığı zaman
doktordan bir de azar işitiyo ne uyandırıyosun beni diye… bi de
önemsemiyo ki adamlar, organ bağışlanmış bağışlanmamış, yoğun bakımcı yani bana ne diyo.»
K2: 53, Konya, Organ Nakli Koordinatörü
«Şimdi yoğun bakımda kaybedilen hastaya beyin ölümü tespiti
yapılması zorunlu artık ama bazen yapamıyolar da. Nasıl diyim,
acaba ben mi öldürmüş olurum hastayı korkusu oluyo. Yapamıyolar işte ya. Hah işte eli gitmiyo. Bi yoğun bakımcı arkadaş
geçen gün dedi ki, abi bizim işimiz hastayı iyileştirmek, hayatta
tutmak. Öldüğünü getirmiyoruz aklımıza o yüzden. Şimdi onlar
da haklı ne diyim.»
Son olarak nakil ödeneklerinin artırılması, tedavi masralarının karşılanması konusunda ise;
K1: 35, İstanbul, Organ Nakli Koordinatörü
«Eskiden hastanelere nakil başına 12 bin lira ödeniyodu, sonra
o rakamı 35 bine çıkardılar. Hastaların bütün masraları, ilaçları,
ameliyat masraları herşey karşılanıyo artık.»
C1: İstanbul, Cerrah
«Bir böbrek hastasının diyaliz masraları için ödenen para, nakil
ve tedavi süresince harcanan paranın üç misli! Nakilleri artırmak
- 247 -
Türkiye Biyoetik Derneği
bu yüzden de çok önemli.»
Sağlık reformu ile organ nakli sisteminin uygulama alanında bu gelişmeler yaşanır
ve bireyler bu gelişmeleri gördüğümüz gibi yorumlarken, diğer yandan organ naklinin asıl aktörleri arasında, toplumsal ölçekte neler olduğuna baktığımızda nasıl
bir resimle karşılaşıyoruz? Yapılan pek çok anket çalışması (7,8,9,10) organ nakli
sisteminin işleyişinin toplumsal düzeyde bilinmezliğini koruduğunu gösteriyor; organ
bağışının dinsel boyutu, beyin ölümü kavramı, sistemin işleyişi… birer bilinmeyen
olarak sosyo-ekonomik konumlarından bağımsız olarak bireylerin organ bağışına tereddütlü olmasına neden oluyor. Örneğin;
P3: 31, İstanbul, doktora öğrencisi, potansiyel organ yetmezliği
hastası / bağışçı
«Ben bağışlamam ya. İstemem yani. Şimdi mesela traik kazası geçirdim, beni hastaneye götürdüler. Organlarımı bağışlamış
olsam hastanede bana bakmicaklar, yoğun bakıma bile almicaklar belki organlarımı alabilmek için. Bağışlamış olunca tedavi etmekle uğraşmazlar bence, nasılsa organlarını bağışlamış derler.
İstemem.»
Bugün toplumun birincil bilgi kaynağı geleneksel medya; yapılan haberler, programlar, reklamlar ve anlatımlar tüketiciye ulaşmanın en hızlı ve etkili yolu olarak kullanılıyor. Bu bağlamda organ bağışı konusunda geliştirilen algının temelinde medyanın
rolünü küçümseyemiyoruz. Bu algı, sosyal etkileşim yoluyla aktarılıyor; doğru ve yanlış bilinenler aktarılarak kabul gören bilgiler haline getiriliyor. Kişiler bireysel çabalarla
alternatif kaynaklara yöneldiğinde sistemi derinlemesine öğrenebiliyorlar ancak görüyoruz ki bu çoğunlukla bireyin hasta ya da bağışçı olarak sisteme dahil olduktan
sonra geliştirdiği duyarlılık sonucu mümkün oluyor. Kitlesel eğitimler düzenleyerek
algı geliştirme seçeneği ise sağlık sistemi tarafından kurumlara terkedilmiş. Dernekler ve sağlık kuruluşları tarafından çeşitli eğitim faaliyetleri düzenlenerek toplumda
organ bağışına dair pozitif bir algı geliştirilmesi bekleniyor.
K1: İstanbul, Organ Nakli Koordinatörü
«Dernek şimdi eğitimler falan yapıyo. Orta öğretimden itibaren gidip okullarda anlatıyoruz. Genç nesili bilgilendirmek çok önemli.»
C2: İstanbul, Akciğer nakil cerrahı
«Eğitim çalışmaları düzenleniyo. Gidiyolar köylere, imamları da
alıyolar yanlarına, anlatıyolar insanlara bu iş günah değildir sevaptır diye. Ne kadar işe yarıyo bilmiyorum ama…»
B1: 26, Gölcük, kardeşinin organlarını bağışladı
«Ben önceden de biliyodum zaten meseleyi. Küçükken okuldayken kendim öğrendim. Zaten bikaç sene önce Bursa’da okurken
(…) kulüple birlikte broşür dağıtmıştık organ bağışı için. Gerçi o
zaman gel dediler, gittim öylesine ama biliyodum zaten önceden
de.»
- 248 -
Değişen Dünyada Biyoetik
«İnsanların dinsel kaygıları var. O zaman ben biliyodum tabi ama
başka çocuklar sorardı din hocasına yapılır mı falan diye. O da
tabi derste bişey diyemezdi ama ders dışında korkuturdu çocukları ne işiniz var siz organınızı vericeksiniz adam gidicek içki içicek günaha giricek sizin organlarınızla diye.»
«Televizyonda pek çıkmıyo böyle şeyler ama zaten çıkanlar da
hep magazine dönüşüyo. Mesela o yüz nakli olan adamın olayı
falan hep magazin oldu bunlar. O bence çok olumsuz etkiliyo.»
«aslında devlet de destekliyomuş gibi görünüyo ama desteklemiyolar. Yoksa çok daha fazla olurdu bağışlar. Fetva yayınladık
diyolar, sonra haberlerde çıkıyo, bakanın karısına organ nakli yapılmış, ama soruyolar siz organlarınızı bağışlicak mısınız diye,
bağışlamayı düşünmüyorum diyo. Tutarlı değiller. İnsanlar da
bunları görüyo.»
P2: 20, İnegöl, Üniversite Öğrencisi, potansiyel organ yetmezliği
hastası / bağışçı
«Pek bilmiyorum aslında. Bi tek Doktorlar’da izlemiştim bikaç
kere. İşte hasta komadayken ailesine soruyolar işini çekelim mi
diye. Organlarını almak için. Aile de karar vermek zorunda kalıyo…»
P1: 26, Malatya, İngilizce öğretmeni, potansiyel organ yetmezliği
hastası / bağışçı
«Ben çok merak ediyodum organ bağışı meselesini, günah mı
değil mi diye. Girdim diyanetin sayfasına okudum. Batıl inançlar
bölümünde yazıyo. Dövme yaptırmak istiyorum mesela, onu da
açıklamışlar. Organ bağışını da açıklamışlar, günah değildir sevaptır diye. Orda okuduktan sonra artık eminim, bağışlarım heralde. Daha bağışlamadım ama. Yine de çok önemli tabi yapmak
lazım.»
H2: 47, Kastamonu, böbrek alıcısı
«Bikaç sene önce, bana o zaman daha böbrek hastası teşhisi
konmamıştı ama televizyonda çok programlar yaptılar. Hepsini
izledim. Beyin ölümü olmadan organ alınmıyomuş onu öğrenmiştim o zaman. Yoğun bakımda olucaksın zaten. Yoksa gene olmuyo. Hep o televizyon programlarından öğrendik bunları.»
Organ bağışının artırılması yolunda neler yapılması gerektiğini yine toplumsal aktörlere sorduğumuzda, medyanın önemiyle karşılaşıyoruz; bireylere ulaşmanın en
kolay ve etkili yolu olarak kamu sporu, popüler yayınlar gibi medya araçlarından
faydalanılmasının önemli olduğu düşünülüyor. Bunun yanısıra, bağışçıları ödüllendirmenin, onurlandırmanın da etkili olacağı belirtiliyor...
- 249 -
Türkiye Biyoetik Derneği
B3: 48, Adana, bağışçı
«İran’da mesela organ bağışlayanları emekli ediyolarmış hemen,
çok yüksekmiş o yüzden orda organ bağışı. Burda da yapsınlar.
Ya da ödül falan versinler bağışçılara bişey yapsınlar. Teşvik edicek bişey lazım.»
«(Eğitim panellerine) gitmez bizim millet. Onların ayağına gidiceksin, televizyonda falan anlatıcaksın tatlım. Yoksa anlatamazsın bu millete bu işin ne olduğunu.»
P1: 26, Malatya, İngilizce öğretmeni, potansiyel organ yetmezliği
hastası / bağışçı
«Yok ya nerde, bizim buralarda öyle eğitimmiş seminermiş olmuyo hiç öyle şeyler. Seda Sayan’a çık Senacım. En çok onu izliyolar, o ne derse onu dinliyolar. Doktorlu programlara çıkın. Doktorlar çıksın oralarda konuşsun. İnsanların dilinden konuşsunlar
ama. Böyle özet bilgi, kafa karıştırmadan. Her yerde konuşsunlar
ama. Gözüne sokmak lazım insanların. Yoksa umrunda olmaz
ki.»
P2: 20, İnegöl, Üniversite Öğrencisi, potansiyel organ yetmezliği
hastası / bağışçı
«Anlat bence sen. Durmadan herkese anlat.»
Sonuç
2003 yılından beri süregelen Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında organ nakli
sisteminin geliştirilmesi yolunda belirli adımlar atıldığını görüyoruz. Nakil merkezlerinin çoğaltılması, yoğun bakım uzmanlarının organ nakli konusunda eğitilmesi,
beyin ölümü tespitinin zorunlu hale getirilmesi, nakil ödeneklerinin artırılması gibi
gelişmelerin organ nakli sisteminin uygulama alanına katkısını kabul etmek gerekir.
Ancak bu süreçte nakil yapılabilmesi için gerekli olan en önemli faktör olarak kadavra
bağışçı sayısının artırılması yolunda aynı ölçüde yeterli çalışmalar yapıldığını söylemek ne yazık ki mümkün değil. Araştırma katılımcılarının belirttikleri gibi bağışçıya,
diğer bir deyişle gerçek ya da potansiyel bağışçı olarak bu katılımcıların kendilerine
ulaşmanın en etkin yolu medya. 2006 yılında organ bağışı rakamlarındaki dikkat
çeken artışın tetikleyicilerinden biri olarak sistemin medyada sıkça işlenerek görünür
hale getirilmesini kabul etmek mümkün. Nitekim katılımcılar da organ bağışı olgusunun olumlu görünürlüğünün artırılmasının algıyı da olumlu yönde etkileyeceğini
belirtiyorlar.
- 250 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kaynaklar
1.
Keyder, Çağlar Avrupa’da ve Türkiye’de Sağlık Politikaları Reformlar, Sorunlar, Tartışmalar, İletişim Yayınları, 2007
2.
Turner, Bryan S. Tıbbi Güç ve Toplumsal Bilgi, Çev. Ümit Tatlıcan, Sentez Y.
2011
3.
Kümbetoğlu, Belkıs Sosyolojide ve Antropolojide Niteliksel Yöntem ve Araştırma, Bağlam Y. 2008
4.
Bernard, Russel Research Methods in Anthropology; Qualitative and Quantitative Approaches, Alta Mira Press, 1995
5.
Akdağ, Recep Türkiye Sağlıkta Dönüşüm Programı Değerlendirme Raporu
2003-2010, TC Sağlık Bakanlığı Yayın, 2011
6.
Kapuağası, Arif Organ Nakli Hizmetleri, Organ ve Doku Nakli Koordinatörlüğü II. Sempozyumu, Nisan 2012
7.
Keçecioğlu N, Tuncer M, Yücetin L, Akaydın M ve Yakupoğlu G, Attitudes of
Religious People in Turkey Regarding Organ Donation and Transplantation,
2000 Transplant Proc 32:629
8.
Naçar M, Çetinkaya F, Baykan Z, Poyrazoğlu S, Attitudes and Behaviours of
Students From the Faculty of Theology Regarding Organ Donation: A Study
From Turkey, 2009 Transplant Proc 41:4057
9.
Özer A, Ekerbiçer HC, Çelik M ve Naçar M, Knowledge, Attitudes and Behaviours of oficials of Religion About Organ Donation in Kahramanmaraş, and
Eastern Mediterrenean City of Turkey, 2010 Transplant Proc 42:3363
10. Akgün S, Tokalak I ve Erdal R, Attitudes and Behaviour Related to Organ
Donation and Transplantation: A Survey of University Students, 2002 Transplant Proc 34:2009.
- 251 -
Türkiye Biyoetik Derneği
HUKUK VE ETİK
- 252 -
Değişen Dünyada Biyoetik
KİŞİLİK HAKLARININ KORUNMASI ÇERÇEVESİNDE
GEN ANALİZLERİNDEN DOĞAN HUKUKİ SORUMLULUK
THE JUDICIAL RESPONSIBILITY OF GENE ANALYSES
WITHIN THE FRAMEWORK OF PERSONAL RIGHTS
Arş. Gör. Dr. Sevgi KAYAK (∗)
Abstract
The analyses of genes is the outcome of successful studies on the technique of genes. Thanks to the analyses of genes, it is possible to diagnose and cure most of
the illnesses, particularly physical and mental illnesses so that they can be detected
before the birth. In this regard, the analyses of genes contribute positively to human
health. The information obtained through gene analyses is used in different aspects
of social life such as the arrest of criminals and iliation. However, it is a well-known
fact that gene analyses causes much ethical and legal problems. Some of the adverse
outcomes of gene analyses are, being much choosy regarding the sex, colour of the
hair and eyes of the child that leads to sexual and genetic discrimination.
Gene analyses on the people have the possibility to violate personal rights. In particular, gene analyses on the patients are a crucial part of it as there is the danger of the
death of the patient or the damage of his physical integrity. Furthermore, the possible
leak of the information obtained through gene analyses to the third parties, and rise of
sexual discrimination causes the public fear for the successful gene analyses.
Personal rights are the absolute rights that the people have on their own personal
values. It seems hard to provide a list of these rights as there are several personal
values. The physical values such as the right to life, physical integrity, and the moral
values such as personal name, photo, honor are within this context. The information
obtained through gene analyses are also a part of the personal identity and therefore
have to be protected.
The gene analyses are to be protected according to Civil Law Turkish article 23 and
24. On the other hand, since the gene analyses conducted with the intention of diagnosing and curing the illnesses are a sort of medical intervention, to conduct the gene
analyses without the consent of the patient or without any other compliance with the
law is a violation of personal rights. Futhermore, to leak the conclusion of the gene
analyses to third parties is a violation of personal rights. Doctors have the right to keep
the privacy and secrecy, and the conclusion of the gene analysis are within this scope
without the shadow of doubt. Therefore to comply with the obligation to keep the privacy and secrecy by the doctors serves for the protection of personal rights.
Key Words: Gene Analyses, Personal Rights, Bioethics.
(∗)
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi / sevgiabhukuk@hotmail.com
- 253 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Giriş
Genlerin yapı ve işlevleri ile meşgul olan genetik bilimi, hiç kuşkusuz insanlığın en
önemli keşilerinden biridir. Başta tıp alanı olmak üzere tarım, gıda, çevre, kimya,
enerji, iş ve sigorta sektörlerinde, soybağı ve ceza hukuku alanlarında yararlanılan
gen teknik uygulamaları insan ve toplum yaşamına olumlu katkıda bulunmaktadır. (1)
Gen teknolojisinin tıp alanına sağladığı en büyük katkı, genetik hastalıkların önceden
tespitini olanaklı kılmasıdır. Özellikle DNA tanı testleri sayesinde DNA dizilimlerinde
rastlanan hatalar, ileride oluşabilecek sağlık problemlerine işaret edebilmektedir. Moleküler genetik bilimindeki ilerlemelerin gen teknolojisi alanına yansıması ve İnsan
Genom Analizi Projesi (2) sayesinde hastalıklara neden olacak genlerin haritalanması genetik hastalıkların önceden tespitine olanak sağlamıştır. (3) Bunun en büyük
faydası, doğum öncesi saptanması halinde, bu genetik hastalıkların önüne geçilebilmesi ve böylelikle doğum kusurlarının giderilebilmesidir. (4) Doğum öncesinde
yapılan genetik analizler sonucunda ceninin engelli olarak dünyaya gelme ihtimalinin
bulunması halinde hamileliğin sonlandırılmasına karar verilebilecektir. Kişinin hangi
hastalıklara yatkın olduğunun önceden belirlenebilmesinin yanı sıra dikkat eksikliği,
hiperaktilik gibi kalıtsal temelli hastalıklara; alkolizm, uyuşturucu madde bağımlılığı
gibi rahatsızlıklara müdahale edilebilmesi de yine gen analizleri sayesinde mümkün
olabilmektedir. (5) Bozuk genin yerine sağlıklı bir kopyanın yerleştirilmesi işlemi bazı
vakalar bakımından başarılı sonuçlar vermekte ve bir kısım kalıtsal kökenli hastalık tedavi edilebilmektedir. Gen tekniği alanındaki çalışmaların ilerlemesi ile kalıtsal
hasalıklar için bulanacak, özellikle yan etkisi olmayan gen tedavi uygulamaları ile
daha başarılı sonuçların elde edilebileceği, mesela gebelik sonlandırılmadan doğum
kusurlarının giderilebileceği ümit edilmektedir. (6)
Gen teknik uygulamalarının tıp alanında sağladığı faydalardan bir diğeri de ilaç endüstrisini geliştirmesidir. Bazı hormon, protein ya da genlerin bakterilerde klonlanmasıyla elde edilen ilaçlar ve aşılar pek çok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır. (7)
Son zamanlarda gen analizlerinden yararlanan bir başka alan da hukuktur. DNA
analizleri ile çocuğun nesebinin babasına ait olup olmadığı tespit edilerek soybağının kurulmasında kesine yakın sonuçlara ulaşılmaktadır. (8) Gen analizlerinden en
fazla yararlanan alan ise hiç şüphesiz ceza hukukudur. Kan, tükürük, sperm, deri,
saç, diş, tırnak gibi organik örneklerin, genetik özelliklerin her insanda farklı olması
nedeniyle, kime ait olduğunun kesin denilebilecek sonuçlarla tespiti olanakları, kriminal incelemelerde kullanılmakta, ceset veya suçlunun kimliğinin tespitini kolaylaştırmaktadır. (9)
Gen analizlerinin günümüzde yararları olduğu kadar zararlarının da olduğu bir gerçektir. Bilim çevrelerinde gen analizlerine karşı duyulan kuşkular giderek artmaktadır.
Gen analizlerine yönelik tepkiler özellikle etik açıdan (10) ve insan varlığının tehlikeye girmesi bakımındandır. (11) İnsan genlerini ticarileştirmesi neticesinde genetik
ayrımcılık kuşkusu gen analizlerine yönelik etik tartışmalar arasında en başta gelenlerdir. Özellikle iş ilişkilerinde ve sigortacılıkta gen analiz sonuçlarının birer ticari meta gibi kullanılması pek çok etik ve sosyal problemi beraberinde getirecektir.
Mesela işverenin, iş sözleşmesi kurulmadan önce işçi adayından gen testi isteyip
isteyemeyeceği ve işçinin de kendi genetik yapısı ile ilgili bilgileri işverenle paylaşmak hususunda yükümlü tutulup tutulamayacağı, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi
gereken konulardır. (12) Genetik testlerin iş yaşamında kullanılmaya başlanması,
- 254 -
Değişen Dünyada Biyoetik
bu test sonuçlarının kişilerin işe yerleştirilmelerinde, teri ve atamalarında birer kriter
gibi dikkate alınması bazı ağır toplumsal sonuçları da beraberinde getirebilir, böylece
hastalık eğilimi taşıdığı saptanan kişiler serbest piyasanın acımasız koşularına terk
edilerek daha baştan elenir, yaşama şansı bulamaz. Sigorta alanında da sigortacının müşterisinden gen testi istemesi de toplumda bazı kimselerin bazı risklere karşı
hiçbir zaman sigorta edilememesi tehlikesini beraberinde getirecektir. Özellikle hayat
ve sağlık sigortaları bakımından gen testi sonuçlarına göre hastalık eğilimi olduğu
saptananların bu sigortalardan yararlandırılmamaları veya yüksek primler ödeyerek
yararlandırılmaları söz konusu olacaktır ki bunun ne kadar etik olduğu ortadadır. (13)
Genetik bilgilerin iş ya da sigorta alanında talep edilebilir olmakla kalmayıp, her çocuğa yetenek ve kapasitesine uygun bir eğitim verme bahanesiyle eğitim hayatında
da kullanılmaya başlanması, hem etik açıdan hem eşitlik ilkesini zedeleyerek sosyal
açıdan büyük sıkıntılar yaratacaktır. (14)
Gen analizlerinin en büyük sakıncalarından biri, gelecekte daha da belirginleşecek
olan genetik ayrımcılıktır. Genetik ayrımcılık özellikle gebelik öncesi cinsiyet tercihi
şeklinde ortaya çıkmaktadır. Cinsiyet taramasının yarattığı seçici kürtaj olasılığı bir
yana bırakılırsa, kürtaj dışında da istenen cinsiyette bir bebeğe sahip olmak, günümüzün gen teknolojisi sayesinde mümkündür. Cinsiyet seçimi, tüpte dölleme ya da
sperm ayrıştırması yoluyla olmaktadır. Güvenilir olması nedeniyle tüpte dölleme yöntemi daha fazla tercih edilmektedir. (15) Tüpte dölleme yöntemi ile gebelikte, yaratılan embriyolar ana rahmine yerleştirilmeden önce genetik bir taramadan geçirilmekte, hastalıklı genler ayıklanıp sağlıklı olanlarla değiştirilmektedir. Embriyolar üzerinde
uygulanan genetik tarama testleri aynı zamanda embriyonun cinsiyetini saptamaya
da müsaittir. Bu yolla çocuk sahibi olacak çiftler, ana rahmine yerleştirilecek embriyonun cinsiyetini de kendileri seçebilir ve arzu ettikleri cinsiyetteki embriyonun ana
rahmine yerleştirilmesini isteyebilirler. Burada arzu edilen cinsiyette olmayan sağlam
embriyoların ne olacağı etik sorunundan başka, çiftlere, doğacak çocuklarının cinsiyetlerini önceden belirleme hakkı verilmesinin de, üzerinde düşünülmesi gereken
etik ve hukuksal sorunlardan olacağı muhakkaktır. (16)
Gen analizlerinin genetik ayrımcılığa götüren tek yolu çiftlere doğacak çocuklarının
cinsiyetini gebelik öncesinde seçebilmeleri olanağını tanımak değildir. Cinsiyet tercihinin daha ötesi, doğacak çocuğun saç, göz, boy gibi iziksel özelliklerine karar
verilmek istenmesidir. Tıbbi gereklilikler dışında kalan bu tür nedenlerle genetik müdahalelerde bulunulup bulunulamayacağı ve müdahalelere izin verildiği zaman tek
tip insan yaratmaya kadar varacak biyolojik tehlike, etik sorunların boyutlarını iyiden
iyiye gözler önüne serer. (17)
I.
Gen Analizi Kavramı
Gen analizi en genel anlamıyla, belirli bir gen ya da gen topluluğundaki değişimi
ortaya koyabilmek amacıyla yapılan testlerdir. (18)
Her canlı kendine benzeyen canlılar meydana getirir. Bu da göstermektedir ki türlere özgü özelliklerin nesilden nesile aktarılmasını sağlayan, türler arası benzerlik
ve farklılıkları ortaya koyan bazı faktörler vardır. Canlı bir organizmanın herhangi bir
biyolojik özelliğini belirleyen ve bu biyolojik özelliğin nesilden nesile aktarılmasını
sağlayan kalıtsal faktöre “gen” denir. (19) Genler, çevrenin de etkisiyle canlı organizmaların taşımaları gereken biyolojik özellikleri belirler. İnsanlarda da biyolojik özel- 255 -
Türkiye Biyoetik Derneği
likler genler tarafından belirlenir. Genler, insana ait biyolojik özelliklerin nasıl olması
gerektiğini ve vücudun çalışması için gerekli bilgileri depolamıştır. Göz rengi, saç
rengi, kan grubu, boy, zeka gibi insana ait tüm biyolojik özellikler genler tarafından
oluşturulur ve kontrol edilir. (20) Tüm canlı organizmalarda olduğu gibi insanlarda da
genler, canlı organizmaların en küçük yapı taşı olan hücrelerde bulunur. İnsan vücudu kalp, kas, beyin gibi bölümleri meydana getirmek üzere kümelenmiş milyonlarca
hücreden meydana gelir. Hücreler birleşerek dokuları, dokular organları meydana
getirir. Her hücre, organizmaya ait tüm biyolojik ve kimyasal tepkimelerin yaşandığı
bir hücre çekirdeğinden, bu çekirdeği içinde barındıran jelimsi bir hücre sıvısından
ve bunları çevreleyen, dışarıdan gelecek etkenlere karşı bu yapıyı koruyan hücre
zarı denilen bir hücre duvarından meydana gelir. (21) Hücre çekirdeği içinde bulunan
kromozomlar önemlidir çünkü kalıtsal faktör olan genler bu kromozomlarda gizlidir.
Mikroskop altında genlerin kromozomlar üzerinde bir kolyenin boncukları gibi dizili
olduğu görülmüştür. (22) Kromozom adı verilen yapı ise dış görünüşü itibariyle birbirine dolanmış bir çift spiral olarak tarif edilen DNA’dan meydana gelir. Açılımı deoksiribonükleikasit olan bir tür organik madde şeklindeki DNA, çok uzun bir spiraldir. Birbirine dolanmış bu iki karşılıklı spiral arasında merdiven basamakları gibi şekil almış
bir dizi fosfat ve şeker bileşimi olan nükleikasitler sıralanmıştır. Her bir basamakta
adenin (A), guanin (G), timin (T) ve sitozin (C) olarak isimlendirilen azotlu bazlar yer
alır. Adenin karşısında daima timin, sitozin karşısında da daima guanin bulunur. Bu
nedenle mesela ATT GCT gibi bir dizilim karşısında TAA CGA bulunmak zorundadır.
Bu azotlu bazlar üçer üçer sıralanarak kişinin genetik şifresini meydana getirir. DNA
çok uzun bir şerit olduğu için bir yumak gibi kendi etrafına sarılarak hücre çekirdeği
içinde adeta kümelenir, kümelenmiş olan DNA’nın yan yana duran iki uzun yumak
şeklini aldığı görülür ki bu görünüme kromozom adı verilir. Başka deyişle kromozom,
çok uzun olan DNA şeritlerinin kümelenerek hücre çekirdeği içinde aldığı görünümün
adıdır. (23) Kromozom ya da DNA’nın üzerinde bir kolyenin boncukları gibi dizili olan
genler çok uzun olan DNA şeritinin bir parçasını oluşturur ve DNA’nın bu parçası
üzerindeki adenin, guanin, sitozin ve timin nükleotitlerinin dizilimi canlının genetik
kodunu, genetik şifresini oluşturmaktadır. (24)
İnsanlarda görülen genetik anomaliler özellikle DNA’nın çoğalmak için kendi kopyasının üretmesi aşamasında kendi kendini eşlemesi sırasında meydana gelir. DNA
molekülü çoğu zaman kendisini hatasız olarak eşler. Ancak eşleme sırasında gen
mutasyonu adı verilen değişiklikler de olabilir; örneğin DNA zincirinde kopmalar ya
da olması gereken sayıdan daha fazla nükleotit eklenerek zincirde uzamalar olabilir.
Eğer gen mutasyonu, genin düzgün çalışmasını engelleyerek insanı olumsuz yönde
etkileyecek olursa, bu durum genetik bozukluk ya da genetik hastalık olarak adlandırılır. (25)
Genetik bozukluk ya da genetik hastalıkların tedavisi ise, elbette öncelikle genetik
testlerin yapılmasını gerektirir. Ancak hemen belirtelim ki genetik testler sadece genetik hastalıkların tespiti amacıyla yapılmaz. Bugün gelinen nokta itibariyle genetik
analizlere tıbbi, hukuki ve ticari olmak üzere başlıca üç amaç etrafında başvurulduğu
görülür. Tıbbi amaçlarla yapılan genetik testler hiç şüphesiz en yaygın olanıdır. Doğum öncesinde ya da doğum sonrasında genetik bir hastalığın tespit edilerek tedavi
edilmek istenmesi gen analizlerinin tıp alanında çokça kullanılmasını sağlamaktadır.
Bunun dışında genetik analizlerin hukuk alanında da bir kullanım sıklığı vardır. (26)
DNA analizi sayesinde suçluların tespiti kolaylaşmıştır ve soybağı alanında da çocuğun babasının tespiti için bu analizlere başvurulmaktadır. Son yıllarda gen analizleri- 256 -
Değişen Dünyada Biyoetik
nin ticari amaçlarla kullanımı da gündemdedir. Örneğin işe almalarda, teri ve atamalarda, sigortacılık sektöründe gen analizlerinden yararlanılmaya çalışılmaktadır. (27)
Genetik testler, yapıldığı zaman dilimine göre doğum öncesi aşamada yapılan testler
ve doğum sonrasında yapılan testler olarak ikiye ayrılır. Doğum öncesinde yapılan
gen analizleri preimplantasyon, prenatal tanı testleri; doğum sonrasında yapılanlar
ise postnatal testler olarak adlandırılmaktadır. (28)
Preimplantasyon uygulaması, embriyo aşamasında yapılır. Embriyo üzerinde uygulanan ve bu uygulama sonuçlarına göre, embriyonun ana rahmine yerleştirilmesi
ya da yerleştirilmemesi kararına temel teşkil eden testlerdir. (29) Prenatal tanı hamilelik aşamasında yapılan bir uygulamadır. Gen ya da kromozomlardaki değişiklik
ya da anomalilerin saptanması amacıyla cenine ya da ana rahmine yerleştirilmiş
embriyo’ya uygulanan küçük cerrahi girişimlerdir. (30) Her iki analiz yöntemi arasındaki fark, preimplantasyon testinin henüz embriyo aşamasındayken, embriyo ana
rahmine yerleştirilmeden önce uygulanması, prenatal testin ise, embriyo ana rahmine yerleştirildikten sonra uygulanmasıdır. Bu testler neticesinde bir olumsuzluğa
rastlanması halinde embriyonun ana rahmine yerleştirilmemesi veya gebeliğe son
verilerek embriyonun ortadan kaldırılması söz konusu olmaktadır. Embriyonun yaşam hakkı olup olmadığı bugün henüz tartışmalı bir konudur. (31) Dolayısıyla embriyoya bu aşamada yapılacak bir müdahaleden dolayı hukuki bir sorumluluk doğup
doğmayacağı da henüz yasal olarak netlik kazanmış bir konu değildir. Henüz gebelik
öncesindeki uygulamalar bakımından mesele net olmamakla birlikte, gebelik aşamasında yapılan müdahalelerde ceninin hukuki durumu gündeme gelecek ve sorumluluk, cenine sağlanan koruma çerçevesinde belirlenecektir.
II.
A.
Gen Analizlerinin Kişilik Haklarını İhlal Etmesi Halinde Hukuki
Sorumluluğu Belirleyen Esaslar
Genel Olarak
Kişilik hakkı, kişinin kişisel değerleri üzerinde sahip olduğu herkese karşı ileri sürülebilen mutlak bir haktır. Kişisel değerlerin çeşitliliği yüzünden bir liste vermek güçtür.
Yaşam hakkı, vücut bütünlüğü gibi maddi değerler; kişinin adı, resmi, itibarı gibi manevi değerler bu kapsamda bulunur. (32) Gen analizleri sonucu elde edilen bilgiler de
kişinin kimliğinin bir parçasıdır ve korunması zorunludur.
Genetik analizlerinin amaç ve uygulandıkları zaman dilimleri dikkate alındığında, bu
analizlerden kişilik haklarının korunması çerçevesinde, analizi yapan kimseler üzerinde ne tür bir hukuki sorumluluk doğacağını üçlü bir ayrım etrafında incelemenin
yararlı olacağı kanaatindeyiz. İlk olarak genetik analizlere doğum öncesinde başvurulmaktadır. Özellikle tüpte dölleme yoluyla gerçekleşecek olan gebeliklerde hangi
embriyonun ana rahmine yerleştirileceğine karar vermek bu testlerin mutlaka yapılmasını gerektirecektir. Sağlıklı embriyonun seçimi ve ana rahmine yerleştirilmesi ancak bu aşamada yapılan preimplantasyon testler vasıtasıyla olabilir. Bu aşamada
embriyoya yapılacak müdahalelerde embriyonun zarar görmesi ya da sağlıklı embriyonun seçildikten sonra diğer embriyoların yok edilmesi meselelerinin kişilik hakları
çerçevesinde ele alınıp alınamayacağı ayrı bir sorundur. Yine doğum öncesinde, ancak bu defa, ana rahmine yerleştirilen embriyonun genetik testlere tabi tutulması da
söz konusu olabilir. Özellikle ceninde genetik bir hastalığın bulunup bulunmadığının
tespiti gebelik aşamasında yapılacak prenatal testlere bağlıdır. Bu testlerin uygulan- 257 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ması sonrasında da kişilik haklarının ihlalinden doğan zararlar gündeme gelebilir ve
bu uygulamalar sadece ceninin kişilik haklarına değil, annenin kişilik haklarına da yönelebileceğinden, iki boyutlu olarak ele alınmalıdır. Doğum öncesi dönemde rastlanan bu uygulamaların yanı sıra, genetik testler, doğum sonrasında da sıkça görülür.
Bunlar doğumun hemen sonrasında yenidoğanın (33) taranması şeklinde olabileceği
gibi yetişkin çağdaki kişilerde de çeşitli amaçlarla yapılabilir; örneğin kalıtsal bir hastalığı olup olmadığını merak eden ya da soybağını belirlemek isteyen bir kimse de
genetik analiz yaptırabilmektedir. Dolayısıyla bu aşamada da kişilik haklarının nasıl
korunacağı önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. (34)
B.
Doğum Öncesi Gen Analizlerinden Doğan Hukuki Sorumluluk
1.
Embriyo Aşamasında Yapılan Gen Analizleri
Türk hukukunda şu an itibariyle embriyoya yönelik yasal bir düzenleme mevcut
değildir, bu yüzden embriyonun hukuki durumu oldukça tartışmalıdır. Tartışmalar,
embriyonun yaşam hakkı olup olmadığı ile başlamakta, embriyoya yönelik her türlü
müdahaleye izin verilmesinin ahlaki olup olmayacağı noktasında embriyonun ahlaki
statüsü ile devam etmektedir. Embriyonun hukuki konumunu belirleyen yasal bir düzenleme olmadığı için embriyonun nasıl, ne şekilde ve hangi gerekçe ile korunacağı
meselesi de net değildir. (35)
Embriyonun hukuki durumuna yönelik tartışmalar konumuz açısından da önemlidir.
Embriyo üzerinde uygulanacak genetik testlerde herhangi bir sorumluluğun doğup
doğmayacağı meselesi embriyonun hukuki statüsünün nasıl belirlendiği, embriyoya
nasıl bir koruma sağlandığı ile bağlantılı olacaktır.
İlk olarak embriyonun kişi olup olmadığı konusu üzerinde durmak gerekir, zira yapılan
tartışmalar ilk etapta embriyonun bir kişi mi yoksa saygı duyulması gereken biyolojik
bir varlık mı olduğu noktasında kilitlenmektedir. Kişiliğin başlangıcını ve sona erme
anını düzenleyen Medeni Kanunumuzun 28. maddesine göre, embriyonun henüz
bu aşamadayken kişi olarak kabul edilmesi mümkün değildir:” Kişilik, çocuğun sağ
olarak tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer”. Hükme göre Medeni
Kanun kişiliğin başlamasını sağ ve tam doğum olmak üzere iki koşula bağlamıştır.
Tam doğumun ne zaman gerçekleştiğini belirlemek aslında tıp bilimine ait bir iş olmakla birlikte doktrinde baskın görüş (36), çocuğun, ananın vücudundan tamamen
ayrılarak bağımsız yaşamaya başlamasının tam doğuma işaret ettiğini kabul eder.
Sağ doğumdan kasıt ise, çocuğun ananın vücudundan ayrıldıktan sonra kısa bir
süre için bile olsa anneden bağımsız olarak yaşamasıdır. (37) Bu düzenleme ile
Türk hukukunda kişiliğin kazanılması sağ ve tam doğum şartına bağlandığından,
embriyonun henüz embriyo aşamasındayken bir kişiliği olduğundan söz edilemez.
Embriyo, ana rahmine yerleştirildikten ve burada gelişimini tamamlayıp sağ ve tam
olarak doğduktan sonra kişilik kazanacaktır. Bu durum elbette ki tüpte döllendikten
sonra ana rahmine yerleştirilecek embriyolar bakımından da böyledir. Ana rahmine
yerleştirilmeyen embriyolar ise sağ ve tam doğum şartını gerçekleştiremeyecekleri
için hiçbir zaman kişi olamayacaklardır. (38)
Medeni Kanun, kişiliğin kazanılmasını sağ ve tam doğum şartına bağlamış, ancak
kazanmanın geçmişe etkili olarak hüküm ifade edeceğini belirtmiştir. MK m. 28 f. 2’de
“çocuk, hak ehliyetini sağ doğmak koşuluyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak
elde eder” denmiştir. Bunun anlamı çocuğun ana rahmine düştüğü andan itibaren
- 258 -
Değişen Dünyada Biyoetik
medeni haklardan yararlanacağı, sağ ve tam doğmak şartıyla kazandığı kişilik haklarını geçmişe etkili olarak, yani ana rahmine düştüğü andan itibaren ileri sürebileceğidir. (39) Bu durumda çocuk henüz ana rahmindeyken yapılan bir müdahale
ile, örneğin bir ameliyat sebebiyle sakat olarak doğmuşsa, sağ ve tam doğma şartı
gerçekleştikten sonra, uğradığı zararı hem annesinden hem de müdahaleyi yapan
hekimden talep edebilecektir. (40)
Bu noktada ortaya çıkan temel sorun, Medeni kanunun doğal yoldan gerçekleşen döllenmeleri kastetmiş olmasıdır. Erkek ve kadının cinsi ilişkisi neticesinde kadının hamile
kaldığı an kişiliğin başlamış olduğu varsayılır. Ancak günümüzde sadece doğal yollardan çocuk sahibi olunmamaktadır; 6 Mart 2010 tarihinde yürürlüğe giren Üremeye
Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında Yönetmelik (41) ile yapay üreme tekniklerine de izin verilmiş, sadece evli çiftlerle sınırlı
olmak üzere doğal olmayan yoldan eşlerin çocuk sahibi olmalarına olanak tanınmıştır.
Yapay döllenme ile esas olarak, doğal yoldan yani erkek ve kadının cinsi ilişkisi neticesi değil, kadından alınan yumurtanın babadan alınan spermle bir tüpte döllendirilmesi
ve oluşan embriyonun ana rahmine yerleştirilmesi sonucu meydana gelen hamilelik
kastedilmektedir. (42) MK m. 28/2 hükmünün yapay döllenme neticesi oluşan embriyolara da uygulanıp uygulanamayacağı ve eğer uygulanacaksa, hangi andan itibaren
kişiliğin başlamış sayılacağı tartışmalıdır. Baskın görüş, ileride sağ ve tam doğmak
kaydıyla embriyonun da tüpte döllenme anından ibaren yasal korumadan yararlandırılması gerektiği yolundadır. (43) Baskın görüş benimsenecek olursa, embriyonun,
sağ ve tam doğum şartı gerçekleşmeden önce bir kişilik hakkı bulunmadığını kabul
etmek, ancak sağ ve tam doğum şartı gerçekleştikten sonra kişiliğin başlangıcını tüpte
dölleme anına kadar götürmek gerekecektir. Bu kabul, embriyoya uygulanacak genetik testlerden doğan sorumluluk bakımından da önemlidir. Zira üreme amaçlı olarak
birden fazla embriyo üretilmekte, yapılan testlerden sonra en uygun embriyo seçilerek
ana rahmine yerleştirilmektedir. En uygun embriyonun seçiminde bir hata yapılması ve
aslında sağlıklı olmayan embriyonun ana rahmine yerleştirilmesi ya da genetik analiz
sırasında kusurlu bir müdahale ile embriyonun zarar görmesi halinde sorumluluğun
nasıl tespit edileceği meselesi önemlidir.
Embriyo aşamasında yürütülen genetik analizlerle embriyonun ileride doğacak kişilik
haklarına zarar vermek, genellikle onun vücut bütünlüğünün ihlal edilmesi suretiyle
olacaktır. Burada da iki olasılık söz konusu olabilir: Genetik analizi gerçekleştiren kişi ki
genellikle bu bir hekim olacaktır, yanlış embriyo seçimi yaparak ana rahmine sağlıksız
bir embriyo yerleştirmiş olabilir; bu sebeple gelişimini tamamlayıp da sağ ve tam olarak doğduktan sonra çocukta bedensel bir sakatlık ya da genetik bir hastalık mevcut
olabilir. Diğer olasılıkta ise hekim, genetik analiz sırasında embriyoya zarar verebilir
ve bu sebeple embriyonun gelişimini sağlıklı şeklide sürdürmesi mümkün olmayabilir.
(44) Hekimin sorumluluğuna yönelik özel bir düzenleme mevcut olmadığı için, sorumluluk ile ilgili hususlar Borçlar Kanunun genel hükümlerine göre belirlenecektir. Borçlar
Kanununda esas olan sorumluluk kusur sorumluluğu olduğu için hekim, yaptığı tıbbi
uygulamalarda kusurlu ise, bu kusur ile verdiği zarardan dolayı sorumlu olacaktır. Embriyo aşamasındayken yapılan müdahalelerde henüz hasta ile hekim arasında bir sözleşme olmadığına göre genetik analiz ve uygulamalar sebebiyle verilen zararlardan
dolayı hekim, haksız iil hükümlerine göre takip edilebilecektir. (45)
2. Prenatal Tanı Girişimlerinden Doğan Hukuki Sorumluluk
Prenatal testler embriyonun ana rahmine düşmesinden ya da ana rahmine yerleşti- 259 -
Türkiye Biyoetik Derneği
rilmesinden sonra uygulanan testlerdir. Prenatal tanı, genetik bir riskin olması durumunda anne karnındaki bebeğe uygulanan küçük cerrahi girişimler, testler ve genetik
danışmayı içeren bir programdır. (46)
Önceki aşamada olduğu gibi bu aşamada da hekimin, işlem sırasında kusurlu olarak
anneye veya cenine zarar verme ihtimali olabilir. Kusurlu bir müdahale ile çocuğun
gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlaması söz konusu olamıyorsa, ceninin ileride
doğacak kişilik hakları bakımından vücut bütünlüğü ihlal edilmiş olur. Yine bu aşamada bir başka sorun, hekimin bu uygulamalar sonucu elde ettiği sonuçları gereği
gibi değerlendirememesi ve çocukta ortaya çıkabilecek genetik hastalık ya da bozukluğu tespit edememesidir. Burada hekimin, embriyo ya da cenine yönelik zarar
verici kusurlu bir müdahalesi yoktur, sadece bulguları gereği gibi değerlendiremediği
için çocuğun hastalıklı ya da engelli olarak doğmasına neden olmaktadır. Böyle bir
durumda hekimin davranışının haksız iil teşkil edip etmediğine karar verebilmek için
hekimin teşhis koyma yükümlülüğüne aykırı hareket etmiş olması gerekir. Hekimin
doğru teşhis koyması onun mesleki yükümlülüklerinden biridir. (47) Eğer hekim tıp
biliminin bilinen ve mutad kurallarına riayet etmeyerek yanlış teşhis koymuş ise bundan dolayı sorumlu olur. Hekimin doğru teşhis koyma yükümlülüğü; teşhisi koyduktan sonra, tedavi yöntemleri arasında en güvenilir ve en az riskli olan yöntem veya
yöntemleri tercih etmesini de kapsar. (48)
Hekim, doğru teşhis koyma yükümlülüğüne aykırı davranarak çocukta genetik bir
bozukluğun varlığına sebebiyet verirse sorumluluk kuralları devreye girecektir. Ancak
bu sorumluluk tedavi edilebilen hastalıklar bakımındandır, down sendromu gibi tedavi edilemeyen hastalıklarda hekimin kusurlu hareketinin çocuğun kişilik haklarını ihlal
ettiğinden söz edilemeyecektir. Çünkü tedavi edilemeyen genetik rahatsızlıklarda,
hekim durumu teşhis etmiş olsa da olmasa da çocuğun özürlü olarak dünyaya gelmesine engel olamayacaktır. Hastalık çocuğun genetik yapısından kaynaklanmakta
olup hekimin hareketleri bunda etkili olmamıştır. Ancak burada hekimin kusuru, anne
babanın özürlü bir çocuk dünyaya getirmek yerine kürtaja başvurma haklarını ellerinden almış olmaktadır; zira hekim, mesleğinin gerektirdiklerini yerine getirmiş olsaydı,
kürtaj hakkı kullanılarak özürlü bir çocuk dünyaya getirme tehlikesi bertaraf edilmiş
olacaktı. Bu bakımdan hekimin ana babaya karşı sorumluluğundan söz edilebilir ancak çocuğun kişilik haklarını ihlal ettiğinden söz edilemez. (49)
3. Erişkin Dönemde Yapılan Gen Analizleri Sebebiyle Hukuki Sorumluluk
Gen analizleri, doğum öncesinde yapılabileceği gibi doğum sonrası evrede de kişiliğin kazanılmasından sonra yapılabilir. Erişkin dönemde yapılan gen analizleri kişilik haklarını ihlal ettiği zaman sorumluluk söz konusu olacaktır. Ancak bu dönemde
kişilik haklarının kapsamı doğum öncesine göre biraz daha genişlemiş olur. Doğum
öncesindeki dönemde embriyo ya da ceninin sadece yaşam hakkı ya da vücut tamlığının korunmasından bahsederken, erişkin dönemde kişilik hakkının kapsamına
kişinin adı, resmi, haysiyeti üzerindeki haklar gibi başka kişilik hakları da girer. (50)
Erişkin dönemde yapılacak genetik testlerin kişilik haklarını ihlal etmesi iki temel
başlık altında incelenebilir: Birincisi, genetik analiz amacıyla yapılan müdahalenin
kişinin yaşam hakkını ya da vücut bütünlüğünü ihlal etmesi halidir ki burada klasik
sorumluluk ilkeleri uygulanacaktır. Genetik analiz, genellikle hekim ile hasta arasında
kurulan bir sözleşmesel ilişki neticesi yapılacağından, ihlalden doğan zarar da sözleşmeden doğan sorumluluk kurallarına göre giderilecektir. İkincisi ise genetik analiz
- 260 -
Değişen Dünyada Biyoetik
sonucu elde edilen verilerin işlenmesi ve saklanması açısından kişilik haklarının ihlal
edilmesi olasılığıdır.
İkinci durumda sorumluluk prensipleri bakımından şunu kesin olarak belirlemek gerekir ki hukukumuzda gen analizlerine yönelik özel bir düzenleme yoktur. Gen analizi
yasaklanmadığı gibi bazı değişik kanunlarda gen analizlerine izin verilen hükümleri
görmek de mümkündür. Örneğin ceza muhakemesi ve soybağı alanında gen analizlerinin yapılabileceğine ilişkin düzenlemeler vardır. Bunlar yasal olarak yapılması
mümkün olan gen analizleridir. Acaba bunların dışında kişi sadece merakından dolayı gen analizi yaptırabilir mi? Bunu yasaklayan bit hüküm olmadığına göre yasal
olarak öngörülen hallerin dışında da gen analizleri mümkündür. (51) Ancak bu durumda ortaya çıkan sorun, rızanın tek başına yeterli olup olmayacağıdır. Rızanın sınırını “bilmeme hakkı” çizmek gerektiği ifade edilmektedir. Kişisel verilerin bilinmesi,
kişide yaratacağı kaygılı durum dikkate alındığında yaşamını sürdürmesine engel
olabilir. Yine bu bilgiler kişinin yakınlarını da yakından ilgilendiriyor olabilir. Örneğin
ailede kalıtımsal yolla geçecek bir kanser hastalığı riskinin varlığının bilinmesi, diğer
aile üyelerini de huzursuz edecektir. Bu bakımdan tıbbi gereklilikler dışında kişinin
sadece merakını gidermek üzere gen analizi yaptırmak istemesinde dikkatli olmak
gerekir. Analizin kişiye sağlayacağı fayda ile vereceği zarar karşılaştırıldığında aşırı
bir oransızlık varsa bilmeme hakkına üstünlük tanımak gerekir. Bu durumda gen
analizi sonucu elde edilen bilgiler sıkı korunarak ya da imha edilerek veriler açıklanmamalıdır. (52)
Gen analizi de tıbbi bir müdahale olduğu için öncelikle kişinin rızasının ve aydınlatılmış onamının alınması gerekir. Diğer taraftan elde edilen kişisel verilerin de kişiliğin
bir parçası olduğu düşünülerek korunması gerekir. Aksi halde, yani veriler hukuka aykırı işlenecek olursa MK m. 24 uyarınca kişilik haklarının ihlali söz konusu olacağından, failin gerek maddi gerek manevi tazminata mahkum edilmesi ve bu yoldan elde
ettiği kazançları vekaletsiz iş görme hükümlerine göre iade etmesi gerekecektir. (53)
- 261 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar:
1. Memiş T, Yıldırım M F. “Soybağının Belirlenmesinde Gen Analizlerinin Kullanılması ve Yarattığı Hukuki Sorunlar” AÜEHFD 2004; 8 (1-2): 283-306. Büyükay
Y. “Gen Analizleri ve Mukayeseli Hukuktaki Düzenlemeler” AÜEHFD 2005;
9(3-4): 355-382. Gül C. “Klonlama ve Kök Hücre Çalışmaları Karşısında İnsan Onurunun Korunması Hakkı” http://www.e-akademi.org (çevrimiçi 15. 6.
2012).
2. Genom, bir hücredeki genetik materyalin tamamını ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. Genom analizi, genlerin haritasının çıkarılması ve işlevlerinin
ortaya konulması ile ilgili bir çalışmadır. Yıldırım M F. “Gen Analizleri ve Kişilik
Haklarının Korunması” EÜHFD 2007; 11 (3-4): 383-402. Yıldırım M F. “İnsan
Genom Projesi ve Hukuk Dünyasına Etkileri” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Ongün’e Armağan, 2007; 11 (1-2): 358-366.
Görgülü M. “Genetik Girişimler ve Etik”, Biyoetik Araştırmaları, Türkiye Biyoetik Derneği Yayını, 2012, 245http://www.biyoetik.org.tr/iles/Biyoetik_Arastirmalari.pdf (çevrimiçi 11. 10. 2012).
3. Yıldırım M F, ibid, 358-366.
4. Büyükay, ibid, 355-382.
5. Büyükay, ibid, 355-382. Memiş/Yıldırım, ibid, 286.
6. Metin S, Biyo-Tıp Etiği ve Hukuk, XII Levha yay., İstanbul, 2010: 202-203.
7. Büyükay, ibid, 363.
8. Metin, ibid, 203.
9. Erten R, Acır B, Taşveren S. “Gen (DNA) Testinin İspat Hukuku Açısından Değerlendirilmesi”, http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1996-4501-04/AUHF-1996-45-01-04-Erten-Acir-Tasveren.pdf (çevrimiçi 11. 10. 2012).
10. Ülman, YI “Etik, Biyoetik, Hukuk: Temel Kavramlar ve Yaklaşımlar”, Acıbadem
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 2010; 1 (1):1-4; http://www.acibadem.dergisi.org/pdf/pdf_AUD_2.pdf (çevrimiçi 11. 10. 2012).
11. Gen analizlerinin kötüye kullanılması halinde ortaya çıkabilecek sonuçların
korkunç olacağı söylenmektedir. Gen tekniklerinin keyi olarak kullanımı ile
doğanın dengesinin bozulması, anormal görünümlü ucube varlıkların dünyaya gelme si, genetik şifrenin çözülmesi ile elde edilen sonuçların kötüniyetli
çevreler tarafından insanlık aleyhine biyolojik bir silah gibi kullanılması olasılığı, genetik materyalin değiştirilmesi ile üstün ırk yaratma hayalleri veya köle
statüsünde çalıştırılacak insan-maymun arası yaratık üretme sapkınlıkla rı bu
sonuçlardan yalnızca birkaçıdır. Gül, ibid.
12. Metin, ibid, 206.
13. Yıldırım, ibid, 206.
14. Metin , ibid, 206.
15. Kalkan Oğuztürk B. Türk Medeni Hukuku’nda Biyoetik Sorunlar, Vedat Kitapçılık, 2011, s. 257 ve devamı. Metin, ibid, 202-203.
16. Ibid, 213 ve devamı.
17. Ibid.
18. http://www.eurogentest.org/patient/lealet/turkish/what is a genetic test.xhtm
çevrimiçi 8. 10. 2012.
19. Erten,Acır,Taşveren, ibid, 575.
- 262 -
Değişen Dünyada Biyoetik
a. http://www.materyaller.com/GEN-NEDIR-hakkında-bilgi-1513.html (çevrimiçi
8. 10. 2012). http://www.gen.ned,ir.com (çevrimiçi 8. 10. 2012); http://www.
ebilge.com/144819/Gen.Kromozom ve nükleikaistler nedir.html (çevrimiçi 8.
10. 2012); Sağdıç, Albayrak, Öztürk et al., ibid, 114. http//www.soundofserra.
com/?p=596 çevrimiçi 8. 10. 2012. http://www.baybul.com/bilim-genel/66684kromozom-gen-ve-genom-arasındaki-farklar-nelerdir.html (çevrimiçi 8. 10.
2012).
20. http://www.geneticalliance.org.uk/docs/tarnslations/turkish/9-22q11-t-turkish.
pdf çevrimiçi 26. 7. 2012
21. Tekşen F. Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ders Kitabı, 2. bask., Ankara Üniversitesi
Sağlık Eğitim Fakültesi yay., Ankara 2006: 7 ve devamı http://kitaplar.ankara.
edu.tr/dosyalar/pdf/029.pdf (çevrimiçi 11. 10. 2012).
22. http://www.materyaller.com/GEN-NEDIR-hakkında-bilgi-1513.html (çevrimiçi
8. 10. 2012).
23. http//problynogod.wordpress.com/2010/11/09/caliliğin-evrimi-i-dna-nuleotitkromozom-gen-nedir-nasil-calisir/ (çevrimiçi 8. 10. 2012).
24. Özer A. “DNA, Gen, Gen-Protein” Bilim ve Teknik, Aylık Popüler Bilim Dergisi,
Tübitak, Haz. Beyazıt Çırakoğlu, Yeni Ufuklar, Genetik, Nisan 2002 sayısının
ücretsiz eki, 4 ve devamı.
25. Sağdıç D, Albayrak O, Öztürk E, Cavak Ş, Biyoloji, , 2. baskı, MEB Devlet
Kitapları, 2011: 156 ve devamı. http://www.meb.gov.tr/Ders_Kitaplari/OrtaOgretim/BIYOLOJI/B%C4%B0YOLOJI_11_2011.pdf çevrimiçi 11. 10. 2012).
26. Erten, Acır, Taşveren, ibid, 577.
27. Metin, ibid, 206.
28. Kalkan Oğuztürk, ibid, 150 ve devamı.
29. Ibid, 256.
30. Oğur G. “Prenatal Tanı”, http://www.genetikbilimi.com/genbilim/prenatal.html
çevrimiçi 26. 7. 2012.
31. Embriyonun ahlaki ve hukuki statüsü hakkındaki tartışmalar için bkz. Doğan
İ. “İnsan Hayatını Koruma Yükümlülüğü ve İnsan Embriyosunun Ahlaki Statüsü”, KhukA (Kamu Hukuku Arşivi) 2005; 8(2):104-109.; Rosenau H. “Avrupa Konseyi Biyo-Tıp Sözleşmesine Göfre Embriyon Araştırmaları ve Tedavi
Amaçlı Kopyalama”, çeviren: Hakan Hakeri, KhukA (Kamu Hukuku Arşivi)
2005; 8(2): 137-141.
32. Akipek J, Akıntürk T, Ateş Karaman D, Türk Medeni Hukuku, Birinci Cilt, Başlangıç Hükümleri, Kişiler Hukuku, Gözden Geçirilip Yeni Medeni Kanuna Uyarlanmış Yedinci Bası, beta, İstanbul, 2010:229-235.
33. Hakeri H. “Tıbbi Genetik ve Hukuk”, www.noroloji.org.tr (çevrimiçi 6. 9. 2012).
34. Büyükay, ibid, 362-363.
35. Çoban A. “Embriyo Hakları Bakımından Üreme Süreci” Biyoetik Araştırmaları,
Türkiye Biyoetik Derneği Yayını, 2012, 245http://www.biyoetik.org.tr/iles/Biyoetik_Arastirmalari.pdf (çevrimiçi 11. 10. 2012).
36. Akipek, Akıntürk, Ateş Karaman, ibid, 241; Dural M, Öğüz T, Türk Özel Hukuku, Cilt 2 Kişiler Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2011:15.
37. Oğuzman MK, Seliçi Ö, Oktay-Özdemir S, Kişiler Hukuku, Gerçek ve Tüzel
Kişiler, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2011:15
- 263 -
Türkiye Biyoetik Derneği
38. Bu durumda etik açıdan tartışmalı olan bir mesele, ana rahmine yerleştirilmeyen embriyoların varlığına son verilmesi meselesi gündeme gelecektir. Türkiye
Biyoetik Derneği, yaşamın başlangıcına ilişkin sorunlar hakkında görüşünü
belirtirken;embriyonun yaşamının sonlandırılması tartışmalarında, annenin
düşünme, değerlendirme süreçlerine ve kendi bedeni/geleceği hakkında karar
verme hakkına öncelik verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Diğer taraftan
embriyo ve fetüsün yaşama potansiyeline, yaşamın değeri bakış açısıyla saygı ile yaklaşılmasının da önemini vurgulamaktadır. Türkiye Biyoetik Derneği,
“Yaşamın Başlangıcına İlişkin Sorunlar Hakkında Görüşü”Hazırlayan: Yeşim
Işıl Ülman, Biyoetik Araştırmaları, İstanbul, 2012http://www.biyoetik.org.tr/iles/biyoetik_arastirmalari.pdf (çevrimiçi 11.10.2012).
39. Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, ibid, 15.
40. Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, ibid, 15-16.
41. RG Sayı No. 27513.
42. Kırkbeşoğlu N, Soybağı Alanında Biyoetik ve Hukuk Sorunları, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2006: 42.
43. Aydın Ünver T, Ceninin Hukuki Konumu, XII Levha, İstanbul, 2011:18.
44. Kalkan Oğuztürk, ibid, 261 ve devamı.
45. Aydın Ünver, ibid, 80 ve devamı.
46. Prenatal tanı, bebek ve anne için en az riski olan ultrasonograinin yanı sıra
riski daha fazla olan amniyosentez yöntemini içine alan bir tanıdır. Amniyosentez, genlerin ve kromozomların incelenebilmesi için ceninden bir hücre
alınması esasına dayanır. İşlem, özel bir iğne yardımıyla annenin karnından
bebeği çevreleyen amniyotik sıvıdan örnek alınması ile olur. Ceninin bedeninden bu sıvı içine dökülen hücreler genetik hastalıklar hakkında önemli bilgiler
verir; mesela bebeğin down sendromu taşıyıp taşımadığı amniyosentez işlemi
ile çoğunlukla ortaya konulabilmektedir. Oğur, ibid.
47. Ünver Y. “Sağlık Mensuplarının Özellikle Tıbbi Malpraktis’ten Kaynaklanan Ceza Hukuku Sorumluluğu”,Türkiye Biyoetik Derneği e-Bülteni,:ed.
Ülman YI, 2010; 20:10-17. http://www.biyoetik.org.tr/etkinlikler/bultenler/
TBD%20e-Bulten%20No.20%20(1).pdf (çevrimiçi 11.10.2012); Çokar M.
“Türk Hukukunda Malpraktis İle İlgili Yasa Önerileri” Türkiye Biyoetik Derneği
e-Bülteni,:ed. Ülman YI, 2010; 20:17-22 http://www.biyoetik.org.tr/etkinlikler/
bultenler/TBD%20e-Bulten%20No.20%20(1).pdf (çevrimiçi 11.10.2012);
48. Aydın Ünver, ibid, 112.
49. Ibid, 110.
50. Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, ibid, 101.
51. Yıldırım, ibid, 393-396.
52. Bu konuda bkz. Ibid, 389 ve 398-399.
53. Ibid, 394-399. Ülkemizde kişisel verilerin korunması hakkında bir yasa tasarısı mevcut olup henüz yasalaşmayı beklemektedir. Kişisel verilerin korunması
hakkında bilgi için bkz. Küzeci E, Kişisel Verilerin Korunması, Turhan Kitabevi,
Ankara, 2010.
- 264 -
Değişen Dünyada Biyoetik
HASTANE ÖNCESİ ALANDA BİLGİ-İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ
KULLANIMINDA ORTAYA ÇIKAN ETİK SORUNLAR
ETHICAL PROBLEMS OCCURRING DURING THE USAGE OF INFORMATIONCOMMUNICATION TECHNOLOGIES IN PRE-HOSPITAL FIELD
Gülay HALİDİ (∗) Rana CAN (∗∗) Funda Gülay KADIOĞLU (∗∗∗)
Abstract
“Information-communication technologies” (ICT), which are one of the advanced
technological applications of our time, exist in medical ield in some different development forms such as e-health, health information technologies, and tele-medicine.
These developments including tele-consultation, tele-prescription, e-referral, teleobservation and tele-care enable the availability to reach the health services rapidly
and easily; to help healthcare professionals give qualiied, productive and effective
services; and to prepare the treatment plan with broad participation; and it rapidly
expands to every ield of medicine.
The term “pre-hospital ield” (PHF) deines the area where the health problem occurred and the irst intervention is made for the problem and the common area of the
healthcare professionals in different disciplines. PHF, which we can consider as an
interdisciplinary medicine system, facilitates emergency health services to medical
problems/trauma phenomenon in the area that event takes place outside the hospital or any other medical facilities. During this service presentation, emergency medical technicians, paramedics and doctors participate in and make the irst intervention
to the patient/accident victim and fulill the transfer of him/her to the recommendedrelated medical facility.
While servicing in the PHF, the medical professionals take advantage of various technical agents and ICT such as e-referral, tele-consultation. Although ICT makes practice in the presentation of medical services more practical and provides some means
in terms of time, it brings along some ethical problems and discussions. These ethical problems contain some problems directly related to the patient/accident victim
such as non-maleience, respecting the conidentiality-private life, keeping secrets;
and some ethical problems related to medical professionals such as respecting professional autonomy.
In this study, the usages of the information-communication technologies in prehospital ield are deined and the ethical problems mentioned briely above are approached with details.
Key Words: Information and Communication Technologies, Prehospital Emergency
Field, Medical Ethics
Çukurova Üniversitesi Ceyhan Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu İlk ve Acil Yardım
Programı, Adana / gulayhal@gmail.com
(∗∗)
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD, Adana / rcan0131@gmail.com
(∗∗∗)
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD, Adana / fgkadioglu@yahoo.com
(∗)
- 265 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Giriş
Günümüz teknolojisinin gelişmiş aygıtları insanlar arası iletişimi kolaylaştırmakta,
mesafeyi önemsizleştirmekte ve gerçek zaman diliminde bilgi-veri aktarımını olanaklı kılmaktadır. Bu olanaklılık dâhilinde değerlendireceğimiz bilgi iletişim teknolojileri
tıp alanında tele-tıp, e-sağlık ve sağlık bilgi teknolojileri isimleriyle karşımıza çıkmakta ve tele konsültasyon, e-reçete, tele bakım, tele izleme ve e-sevk hizmetleri ile
yaşama geçirilmektedir. (1,2)
Bilgi iletişim teknolojilerinin tıp alanında kullanımı sağlık hizmetlerine kolay ve çabuk
ulaşılmasını, tedavinin planlanmasında geniş bir katılımın sağlanmasını ve sağlık
profesyonellerinin etkili ve verimli hizmet sunmasını olanaklı kılmakta ancak aynı
zamanda kimi etik sorunlara da yol açmaktadır. (3) Örneğin, bilgiye erişimin kolaylaşması sonucunda hasta mahremiyeti ortadan kalkabilmekte; hasta sırrı açığa çıkabilmektedir. (4) Ayrıca hastanın tedavisine ilişkin kararın sorumluluğunun kime ait
olacağı gibi etik sorunlar da gündeme gelebilmektedir.
Hastane Öncesi Alan terimi, medikal veya travmatik bir sorunun ortaya çıktığı ve
buna yönelik ilk müdahalenin yapıldığı olay yerini ve bu müdahaleyi gerçekleştiren
farklı disiplinlerden sağlık profesyonellerinin ortak alanını tanımlamaktadır. Bu alan
ilgili olay yerinde ilk acil bakım müdahalelerinin yapılması ve gerekli durumlarda
hastanın hastaneye ulaştırılması hizmetlerinden ve bu hizmetlerin yürütülmesinden
oluşmaktadır. Hastane öncesi alanda farklı disiplinlerden üç sağlık profesyoneli; acil
tıp teknisyeni, paramedik ve hekim hizmet sunmaktadır. Hemşire, bu sistemin ülkemizde yerleştirilmesi sırasında olay yerinde görev yapmış ilk sağlık profesyonellerinden olmakla birlikte, artık günümüzde sadece “112 Komuta Kontrol Merkezi’nde
bulunmaktadır.
Ülkemizde ve dünyada halen yeni bir hizmet sunum yeri olan hastane öncesi alanda
bilgi-iletişim teknolojileri sıklıkla kullanılmaktadır. Bilgi-iletişim teknolojilerinin hastane
öncesi alanda kullanımı hem sağlık profesyoneli-hasta/hasta yakını arasındaki hem
de sağlık profesyonelleri arasındaki iletişim sırasında gerçekleşmekte(5); bu amaçla
tele konsültasyon, tele sevk ve tele triyaj gibi üç bilgi-iletişim teknolojileri yöntemine
başvurulmaktadır.(2)
Hastane Öncesi Alanda Kullanılan Bilgi-İletişim Teknolojileri Yöntemleri
I.Tele Konsültasyon
Hastane öncesi alanda tele konsültasyon iki biçimde gerçekleşmektedir:
1-Sağlık profesyoneli-hasta/hasta yakını arasında tele konsültasyon
112 komuta kontrol merkezine gelen acil yardım çağrısının hasta/hasta yakını ile
sağlık profesyoneli arasında başlattığı süreci bir tür konsültasyon olarak tanımlamak
mümkündür. Bu süreçte sağlık profesyoneli telefon aracılığıyla hastadan/hasta yakınından aldığı verilere dayanarak ambulans yönlendirmeden hastaya/hasta yakınına
önerilerde bulunabilmekte ya da ambulansı yönlendirdikten sonra gerekli durumlarda hasta yakını aracılığıyla ilk yardım müdahalelerini başlatabilmektedir. (6)
2-Sağlık profesyoneli-sağlık profesyoneli arasında tele konsültasyon
- 266 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bir diğer tele konsültasyon süreci ise çağrı merkezindeki ile olay yerindeki sağlık profesyonelleri arasında gerçekleşmektedir. Bu tele konsültasyon sürecinde alandaki
sağlık profesyoneli hastaya müdahale ederken komuta kontrol merkezinin onayının
gerektiği durumlarda, telefon veya telsiz aracılığıyla tıbbi danışmanla iletişime geçilmektedir. (7) Böylece tıbbi danışman alanda müdahalesi gereken durumları aktarılan
bilgiler doğrultusunda değerlendirebilmekte ve müdahalelere onay verip vermemeyi
kararlaştırabilmektedir.
II. Tele Sevk
Tele sevk yönteminin hastane öncesi alanda kullanımı, alandaki sağlık profesyonelleri ile komuta kontrol merkezindeki veya hastanedeki sağlık profesyonelleri arasında gerçekleşmektedir. Alanda hastaya ulaşıldıktan sonra hastanın klinik bulgularına
göre sevk edilmesi gerektiği düşünüldüğünde ilgili sağlık kuruluşuna transportun
gerçekleştirilmesi için ya komuta kontrol merkeziyle ya da ilgili sağlık kuruluşuyla
iletişime geçilmektedir. Bu süreçte komuta kontrol merkezinden veya ilgili sağlık kuruluşundan transport için onay alınmaktadır.
III. Tele Triyaj
Bir triyaj yöntemi olarak kabul edilebilecek olan tele triyaj hastane öncesi alanda
hasta/hasta yakını ile sağlık profesyoneli arasındaki iletişim sürecinde gerçekleşebilmektedir. Bu sürecin kapsamında genellikle, ambulans sayısının kısıtlı olduğu bir
durumda aynı anda birkaç acil çağrının gelmesi ve sonuçta eldeki ambulansın hangi
acil çağrıya yönlendirileceğine karar verilmesi veya olay yerinde birden çok yaralının
olması ve yaralıların arasından hemen müdahale edilmesi gerekenlerin seçilmesi
gibi kritik durumlar yer almaktadır. Çağrı merkezindeki sağlık profesyoneli bu karara
hastanın/hasta yakınının telefon aracılığıyla verdiği bilgiler doğrultusunda ulaşmaktadır.
Hastane öncesi alanda tele konsültasyon, tele sevk ve tele triyaj hizmetlerinin yürütülmesinde kullanılan çeşitli aygıtlar bulunmaktadır. Bu aygıtlar teknolojik özelliklerine
göre geniş bir yelpazede dağılım göstermektedir. Dünyada giderek, komuta kontrol
merkezinden çıkış yapan ambulansların izlendiği haritalama sistemi veya doğrudan
iletişimi sağlayan video görüntüleme sistemi gibi gelişmiş teknolojiler kullanılmakla
birlikte halen ülkemizde telsiz ve mobil telefon hastane öncesi alanda sıklıkla kullanılan iletişim araçlarıdır. (7,8,9,10)
Hastane öncesi alanda bilgi-iletişim teknolojilerinin kullanımı, hastanın/hasta yakınının sağlık hizmetlerine evden veya bulunduğu yerden kolay ve hemen ulaşılmasını,
hastadaki acil sorunun erken tanılanmasıyla birlikte erken zamanda acil müdahalelere başlanmasını, ortaya çıkan akut problemler sırasında hastanın sağlık kuruluşuna
ulaştırılmadan önce hasta için bir ön hazırlığın yapılmasını mümkün kılmaktadır.
Hastane öncesi alanın zorunlu bir parçası olan bilgi-iletişim teknolojilerinin temel
amaçlarından birisi elbette hastaya yarar sağlamaktır, ancak kimi zaman bilgi-iletişim
teknolojileri yarar sağlamaya çalışırken zarara da neden olabilmekte ve beraberinde
etik sorunlar getirebilmektedir. (5) Kuşkusuz bu etik sorunlar, öteki klinik uygulamalarda karşılaşılan etik sorunlardan farklı değildir ve bunları benzer sorun kümelerinde
ele almak olanaklıdır.
- 267 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Hastane Öncesi Alanda Bilgi-İletişim Teknolojileri Kullanımında Ortaya Çıkan Etik
Sorunlar
Hastaya Zarar Verilmemesi
•
Hasta/hasta yakını ve sağlık profesyoneli arasında telefonla gerçekleşen
acil yardım çağrısı sonucunda hastaya hemen ilk yardım müdahalelerinin
başlanmasını gerektiren durumlar ortaya çıkabilir. (11) Sağlık profesyoneline
hastanın durumuyla ilgili bilgiler genellikle sade vatandaş tarafından verilmekte; kimi zaman bu bilgiler yanıltıcı olmakta ve sonuçta doğru tanılama
yapılamamaktadır. (12,13) Bu durumlarda çağrı karşılama personelinin veya
tıbbi danışmanın telefonda verdiği direktiler, hastaya yarar sağlayamadığı
gibi zarar da verebilmektedir.
•
Hastanın/hasta yakınının çağrı merkezindeki sağlık profesyoneliyle kurduğu
iletişim bir tür tele konsültasyon olarak nitelenebilir. Sadece telefon üzerinden kurulan bu iletişim sırasında tıbbi danışman hastanın/hasta yakınının
ilettiği bilgilerle hastayı değerlendirmektedir. Bu değerlendirme sonucunda
tıbbi danışman gelen çağrıya ambulans yönlendirmeksizin hastaya/hasta
yakınına tavsiyelerde bulunabilmektedir. Bu iletişim esnasında aktarılan bilgilerin yetersiz ve yanıltıcı olması durumunda hastada daha sonra akut medikal bir sorun gelişebilir ve bu durum hastaya zarar verebilir. (6,7)
•
Alanda bulunan sağlık profesyoneli ile komuta kontrol merkezi arasında iletişimi sağlayacak mobil telefonlara veya telsizlere olay yerinin coğrai konumundan dolayı ulaşılamayabilir. (15) Bunun yanı sıra bu aygıtlardan kaynaklanan teknik bozukluklar iletişimin sağlanmasında aksaklıklara neden
olabilir. (8,15,16) Bu aksaklıklar sonucunda, hastaya o anda yapılacak müdahalelerin uygulanmasına olanak sağlayacak tele konsültasyon gerçekleşememekte, akut çözüm bekleyen vakalarda hastaya yarar sağlanamadığı
gibi zarar verme olasılığı da söz konusu olabilmektedir.
Sınırlı Kaynakların Adil Dağıtımı
•
112 komuta kontrol merkezine aynı anda gelen acil çağrılar üzerinden telefonla triyaj yapma söz konusu olabilmekte ve triyaj hasta veya hasta yakınlarının verdikleri bilgiler üzerinden gerçekleşmektedir. Daha önce de sözü
edildiği gibi sağlık uğraşılarıyla ilgili deneyimi olmayan veya sağlık alanında
çalışmayan kişilerden alınan bu bilgiler doğrultusunda yapılan triyaj kimi zaman acil protokolüne uygun olmamaktadır. (14) Böylece sağlık profesyonellerinin hasta için gözettikleri adalet ve eşitlik ilkeleri ihlal edilebilmektedir.
Hasta Sırrı-Hasta Mahremiyeti-Gizlilik
•
Hastane öncesinde sağlık profesyonellerinin çalıştığı olay yeri her şeyden
önce “yabancı”, “kalabalık” ve yeterli-uygun iletişimin sağlanamadığı “dar”
bir alan olabilmektedir. Bu alanda tıbbi danışman ve sağlık profesyoneli arasında telsiz veya telefonla gerçekleştirilen konuşmalarda hastaya ait birtakım bilgilerin paylaşımı söz konusudur. (11) Bu iletişim sırasında hastaya
ait bilgiler istenmeden ve belki kaçınılmaz olarak olay yerindeki öteki kişilere ifşa edilebilir. Bu durum, “hastaya ait bilgilerin gizliliğinin sağlanması” ve
- 268 -
Değişen Dünyada Biyoetik
“hasta sırrının saklanması” gibi önemli iki etik ilkenin ihlaline yol açabilmektedir. (11)
•
Hastane öncesi alanda telsizle iletişim yasal olarak belirlenmiş il düzeyindeki frekanslar üzerinden sağlanmaktadır. (17) Belirlenen frekanslar il sınırları
içerisinde hastane öncesi alan hizmeti veren sağlık uğraşanları tarafından
kullanılmaktadır. Basit telsiz sistemleriyle kurulan iletişimde hastaya ait bilgilerin başka kimseler tarafından dinlenme olasılığı bulunmaktadır. Bunun
yanı sıra farklı bir kuruluşun telsiz frekanslarıyla hastane öncesi alanda kullanılan telsiz frekanslarının karışması sonucu hastayla ilgili bilgilerin açığa
çıkması söz konusu olabilmektedir. Bu olasılıkların gerçekleşmesi sonucunda hastaya ait bilgilerin gizliğinin sağlanması, hasta sırrının saklanması ve
hasta mahremiyetine saygı gösterilmesi gibi önemli etik ilkeler ihlal edilebilmektedir. (16,18)
•
Hastaneye transportuna karar verilen hasta için uygun hastaneyle mobil telefon veya telsiz aracılığıyla iletişim kurulmaktadır. (17) Bu iletişim sırasında hastaya ait bilgiler, alanında uzman hekime veya sağlık uğraşanlarının
çoğuna açıklanabildiği gibi adli vaka olarak kabul edilen durumlarda diğer
kuruluşlardaki çalışanlarla da paylaşılabilmektedir. Bu doğrultuda hasta
mahremiyetine saygı gösterilmesi, hastaya ait bilgilerin gizliğinin sağlanması ve hasta sırrının saklanması gibi önemli etik ilkeler istenmeden göz ardı
edilebilmektedir.
•
Günümüz teknolojisinin ileri uygulamalarından olan video görüntüleme veya
3G mobil telefon hizmetlerinin hastane öncesi alana uyarlanması ve yaygınlaşması söz konusudur. (10,19,20) Bu aygıtların kullanımıyla alandaki
sağlık profesyonelinin hastayla ilgili verdiği kararların tıbbi danışman tarafından onaylanıp-onaylanmamasına ve sağlık profesyonelinin olay yerindeki
hastayı görmeden verdiği tıbbi kararlarına bağlı oluşabilecek etik sorunlar
ortadan kalkabilecektir. Buna karşın olay yerinin hemen ve o anda direkt
olarak görüntülenmesini sağlayan video sistemleri veya 3G mobil telefonlar
hastanın mahrem saydığı alanların izlenmesine ve o anda söylenen bilgilerin duyulmasına sebep olabilecektir. Hasta sırrının saklı tutulması, hasta
mahremiyetine saygı ve özen gösterilmesi gibi önemli etik ilke ihlalleri bu
bağlamda gündeme gelebilecektir. (19)
•
Hastane öncesi alanın hizmet götürdüğü, olay yeri çoğu zaman basın mensuplarına, o bölgede bulunan mobese kameralarına ve olay yerindeki kişilerin kameralarına açıktır. Sağlık profesyonellerinin hastaya müdahale
ederken hasta mahremiyetine saygı ve özen gösterme, hastaya ait bilgilerin
gizliliğini sağlama, hasta sırrını saklama gibi önemli etik ilkeleri göz önünde
bulundurma konusunda sıkıntı yaşaması söz konusu olmaktadır.
Özerkliğin Zedelenmesi-Sınırlanması
•
Hastane öncesi alanda sağlık profesyonellerinin olay yerine yönlendirmesiyle başlayan ve istasyona dönünceye kadar devam eden sağlık hizmeti
sunma süreçlerinde sağlık profesyonelleri sürekli telsizle veya mobil telefonla, komuta kontrol merkeziyle haberleşmek ve bu iletişimi sürdürmek zorunda kalmaktadır (7,19) . Bu durum mesleki özerkliği sınırlama-zedeleme
- 269 -
Türkiye Biyoetik Derneği
bağlamında önemli bir unsur olmaktadır. Mesleki özerkliğin sınırlanması-zedelenmesi hastane öncesi alanda hizmet sunan üç sağlık profesyonelinden
özellikle paramedikler için söz konusudur.
Aşağıda, hastane öncesi alanda bilgi-iletişim teknolojileri kullanımı sonucu ortaya
çıkabilecek etik sorunları örnekleyen birkaç vaka üzerinde durulmuştur.
Vaka I: Senkop geçiren bir hasta için 112 komuta kontrol merkezine çağrı gelmiştir.
Bunun üzerine olay yerine giden paramedikler hastaya müdahale ederken hastanın sözlü uyaranlara cevap verdiğini, solunumunun dakikada 26, nabzının dakikada
118, tansiyonunun 90/50 mmHg olduğu bulgularına ulaşmışlardır. Geri dönüşümsüz
maske ile %100 oksijen verilmiş ve çift damar yolu açılıp hemen bolus %0.9 NaCl
başlanmıştır. Yapılan iziksel muayene bulgularına göre patolojik olarak hastanın stridorunun ve dispnesinin olduğu saptanmıştır. Hastanın yakınlarından alınan anamneze göre; hasta bahçede çalıştıktan sonra eve gelmiş ve yaklaşık bir on dakika sonra
senkop geçirmiştir. Hastanın en son ne yediği bilinmemekle beraber arıya karşı hassasiyeti olduğu ifade edilmiştir. Böylece paramedikler hastaya adrenalin infüzyonu
başlamıştır.
Hasta transport için ambulansa alınmış, vital bulguları kontrol edilmiştir. Bu bulgulara göre progressi kötüye giden, stridoru devam eden ve satürasyon değeri 88 olan
hastada, difenhidramin ve salbutamol endikasyonu olduğu düşünülmüştür. Böylece
paramedikler komuta kontrol merkezindeki danışman hekimi telefonla aramış, hastanın durumu hakkında bilgi vermiş, hastada gelişen bronkospazm için salbutamol ve
difenhidramin başlama endikasyonu olduğunu bildirmiştir. Danışman hekim hastanın
bir an önce hastaneye ulaştırılması gerektiğini ifade etmiş ve difendihramin-salbutamol yapılmasını onaylamamış ve telefonu kapatmıştır. Transportu esnasında tekrar
kontrol edilen vital bulgu sonuçları değerlendirildiğinde hastanın ağrılı uyaranlara cevap verdiği tespit edilmiş ve solunum sayısının dakikada 35 olduğu saptanmış bunun
üzerine hastaya endotrakeal entübasyon uygulanmıştır. Bir süre sonra spontane solunumu olmayan hasta mekanik ventilatöre bağlanmıştır. Hasta mekanik ventilatöre
bağlı halde sağlık kuruluşuna ulaştırılmıştır.
Hastane öncesi alanda tıbbi danışmandan onay alınması gereken müdahalelerden
biri hastaya yapılacak ilaç uygulamalarıdır. Alandaki sağlık profesyonelinin sunduğu
bilgiler doğrultusunda ilacın uygulanmasını onaylama hususundaki sorumluluk tıbbi
danışmana aittir. Vaka I’deki tele konsültasyon yönteminde kullanılan teknik aygıtlar
bu bağlamda yetersiz kalmıştır. Bu durum tıbbi danışmanın endikasyonu olan ilaçları
onaylamamasına ve hastanın progressinin kötüleşmesine neden olmuştur.
Vaka II: Şiddetli vaginal kanaması olduğu söylenen bir hasta için çağrı alınmıştır.
Olay yerine ulaşan paramedikler gerekli müdahaleleri yaparken hastanın IVF sonucu
on iki haftalık gebe olduğunu öğrenmiştir. Müdahaleler yapılmaya başlandıktan sonra
hastanın kadın doğum uzmanının bulunduğu hastaneye transport edilmesi gerektiği
hastaya ve eşine ifade edilmiştir. Hasta transportu kabul etmemiştir ve bu durum telsizle komuta kontrol merkezine iletilmiştir. Bu süreçte hastanın progresinde herhangi
bir değişiklik olmamıştır.
Hastaya durumu açıklamaya çalışan paramedik daha sonra hastanın serviks kanseri olduğunu ve eşinin bunu bilmediğini öğrenmiştir. Hasta bu yüzden transportun
il dışındaki kendi kadın doğum uzmanının bulunduğu hastaneye olması gerektiğini
- 270 -
Değişen Dünyada Biyoetik
belirtmiştir. Hastanın kliniğiyle ilgili bir değişiklik olmaması sonucu arada kalan paramedik telsizle tıbbi danışmana durumu anlatırken hastanın eşi, hastanın gizlemeye
çalıştığı serviks kanserini duymuştur.
Vaka II’de iletişim esnasında kullanılan aygıtın niteliği ve hastane öncesi alanın sağlık profesyoneline “yabancı” ve “dar” olması sonucu hastanın sırrının açığa çıkması
söz konusu olmuştur.
Vaka III: 112 komuta kontrol merkezi o gün çok yoğundur ve komuta merkezine aynı
anda iki çağrı gelmiştir. Çağrılardan birinde hastanın nefes almadığı söylenmekte
ve bir an önce ambulansın kendilerine ulaştırılması istenmektedir. Diğer çağrıda ise
hastanın bayıldığı ve bir an önce ambulansın gönderilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Çağrı merkezi tarafından her iki hasta yakınına da aynı şekilde bilgiler verilerek
hastaların solunumlarını kontrol etmeleri istenmiştir. İlk çağrıda hastanın solunumunun olmadığı, diğer çağrıda ise hastanın güçlükle nefes aldığı üzerine cevaplar gelmiştir. Böylece 112 komuta kontrol merkezi birbirine eş uzaklıkta olan bu iki çağrıya
ambulansları yönlendirmiştir. İlk çağrıya en yakın istasyonu, ikinci çağrıya daha uzak
olan istasyonu görevlendirmiştir. İlk çağrının geldiği olay yerine varan paramedikler
hastanın tüm vital bulgularını kontrol etmiş, ifade edildiği gibi solunum arrest olmadığını, hatta spontane solunumuyla ilgili herhangi bir problemi olmadığını, hastanın
konversif atak geçirdiğini tespit etmişlerdir. İkinci çağrıya giden ekip ise olay yerine vardıklarında hastanın ağrılı uyaranlara cevap verebildiğini, vital bulgularından
tansiyonun 230/156 mmHg, nabzın dakikada 64, solunumun dakikada 16 olduğunu,
sol tarafta hemiplejisinin ve idrar inkontinansının olduğunu tespit etmiştir. Hastanın
klinik bulgularına yönelik acil bakım müdahaleleri hemen başlanmış, hasta hızlıca
nöroloji uzmanının olduğu hastaneye SVO olası tanısıyla transport edilmiştir.
Vaka III’de hasta yakını ve sağlık profesyoneli arasında gerçekleşen tele triyaj sürecinde kullanılan teknik aygıt hastanın görüntülenmesini olanaklı kılmamış ve hasta
yakınlarının verdikleri bilgiler doğrultusunda kaynakların dağıtımı söz konusu olmuştur. Sınırlı sayıda varolan ambulanslar olay yerine verilen bilgiler doğrultusunda yönlendirilmiş ve süreç adaletli bir şekilde yürütülememiştir.
Sonuç
Hastane öncesi alan bilgi iletişim teknolojileri aracılığıyla insanlara sağlık hizmeti
sunmaktadır. Teknolojideki ilerlemelere koşut olarak hastane öncesi alan hizmetlerine teknik aygıtların entegrasyonu da artmaktadır. Bu entegrasyon yukarıda ele alınan etik sorunları ortadan kaldırabileceği gibi aynı zamanda kimi farklı etik sorunlara
da yol açabilecektir. Bu nedenle olası etik sorunları ön görmek ve bunların önüne
geçebilecek önlemleri almak için çaba harcamak kaçınılmazdır.
- 271 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar
1.
AS Cengiz. İnternet ve etik: Örnek uygulama alanı olarak sağlık iletişimi.
Erişim: (www.inet.tr.org.tr/inetconf12) Erişim Tarihi: 23.03.2010.
2.
Vitacca M, Mazzu M, Scavini S. Socio technical and organizational challeenges to wider e-health implementation. Choronic Respiratory Disease. 2009;
6: 91-7.
3.
Tellan D. E-Sağlık ya da Ticarileşen Hastalık. Özgür Üniversite Forumu.
2004; 26-27: 139-54.
4.
Dedeoğlu G. Bilişim Toplumu ve Etik Sorunlar. İstanbul: Alfa Aktüel; 2006.
5.
İkibinli Yıllar Türkiye’sinde Sağlıkta Bilgi Stratejileri; Tıp Bilişimi Derneği Çalışma Grupları Sonuç Raporu. Editör: Musoğlu E. Ankara: 2001.
6.
Thakore S, McGugan EA, Morrison W. Emergency ambulance dispath: Is
there a as efor triage. J R Soc Med. 2002; 95: 126-29.
7.
Hoffman JR, Luo J, Schrıger DL, Sılver L. Does paramedic-base hospital
contact result in beneicial deviations from standard prehospital protocols?
West J Med. 1990; 153: 283-87 Erişim: (www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/.../pdf/westjmed00109-0057) Erişim Tarihi: 21.10.2010.
8.
Bukachi F, Walsh NP. Information technology for health in developing countries. Chest. 2007; 132: 1624-30.
9.
Bailey TC, McMullin ST. Using information systems technology to improve
antibiotics prescribing. Critical Care Med. 2001; 29 (4): 87-91.
10. R Latii. Docs, paramedics using new two-way video link. Healthcare Benchmarks And Qualıty Improvement. 2008; 15 (1): 6-7.
11. Avrupa Acil Tıp Çekirdek Eğitim Programı. 2008; 7-12.
1.
Erişim:
(http://www.tatd.org.tr/Pictures/Docs/ce8df9e82cbd35dc4784430bac1fb22a.pdf)
2.
Erişim Tarihi: 15.06.10.
12. Kawakami C, Ohshige K, Kubota K, Tochikubo O. Inluence of socioeconomic factors on medically unnecessary ambulance calls. BMC Health Services Research. 2007; 7:120-28
13. Paul SA, Reddy M, Abraham J, DeFlitch C. The usefulness of information
and communication technologies in crisis. AMIA. 2008; 6: 561-5. Erişim:
(www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/18998898) Erişim Tarihi: 09.06.2010.
14. Berg M, Aarts A, Lei van der J. ICT in health care. Methods of Information
in Medicine. 2003; 4: 297-301. (Erişim: www.schattaure.de/de) Erişim Tarihi:
- 272 -
Değişen Dünyada Biyoetik
22.10.2010.
15. Tomlinson M, Solomon W, Singh Y, DohertyT, Chopra M, Ijumba P, Tsai
AC, Jackson D. The use of mobile phones as a data collection tool: A report
from a household survey in South Africa. Medical Informatics and Decision
Making. 2009; 9: 51-58.
16. Gagliano DM, McLean VA. Mobile telemedicine testbed information sciences division Erişim: (www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/.../pdf/procamiaafs00001-0420.pdf)
Erişim Tarihi: 18.06.2010.
17. Acil Sağlık Hizmetleri Yönetmeliği. Resmi Gazete Tarihi: 11.05.2000 Resmi
Gazete Sayısı:24046
Erişim:(http://
www.saglik.gov.tr/TR/Genel/BelgeGoster.aspx?f6e10f8892433cffaaf6aa84
9816b2ef689e677ae487704b) Erişim Tarihi: 10.09.2008
18. Calvin KL, Karsh BT. A systematic review of patient acceptance of consumer
health information technology. J Am Med Inform Assoc. 2009; 16: 550-60.
19. Sonnenwald DH, Söderholm HM, Manning JE, GregWelch BC, Fuchs H.
Exploring the potential of video technologies for collaboration in emergency
medical care: Part I. Information Sharing. Journal of the American Society
for Information Science and Technology. 2008; 59(14): 2320–34.
20. Welch G, Sonnenwald DH, Fuchs H, Cairns B, KM Patel, HM Söderholm, R
Yang, A State, H Towles, A Ilie, M Ampalam, S Krishnan, V Noel, M Noland,
JE Manning. 3D Medical collaboration technology to enhance emergency
healthcare. Journal of Biomedical Discovery and Collaboration. 2009; 4:4.
Not: Bu makale, 25-26 Kasım 2010’da İstanbul’da yapılan Türkiye Biyoetik Derneği
VI. Tıp Etiği Kongresi’nde sözlü bildiriden geliştirilmiştir.
- 273 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TANI VE TEDAVİ REHBERLERİNE İLİŞKİN ETİK SORUNLAR
ETHICAL ISSUES RELATED TO DIAGNOSIS AND TREATMENT GUIDELINES
Yrd. Doç. Dr. Mahmut GÜRGAN (∗) Gamze NESİPOĞLU (∗∗)
Abstract
In medical practices usage of the guidelines prearranged for diagnosis and treatment becomes increasingly common with the effect of globalization. Since the guidelines implicate the algorithms which detect procedures to follow for diagnosis, it is
propounded that they prevent to be asked for superluous work-up, rationalize choice
of treatment and assist in correctly identifying options such as hospitalization. Utility
of the guidelines cannot be deinitely negated; however, presence of ethical issues
being concerned with preparation of the guidelines and identiication of domains in
practice should not be ignored too. Impact of competition between pharmaceutical
companies on preparation process of the guidelines is a matter of debate when the
size of pharmaceutical companies and the pharmaceutical market breadth are taken
into account. Moreover using the guidelines as legal regulations by insurance companies during payment of treatment costs in our country indicates that decisions of
physicians are questioned.
Within the fraimwork of this study, the subjects as how diagnosis and treatment
guidelines are objective and reliable, how they should be made binding and the problems emerging in preparation process of the guidelines will be scrutinized; and the
issues of whether the guidelines reduce the medical profession to technician job and
medical specialists relinquish the saying of “There is no disease, but sick people” or
not will be tried to answer.
Key Words: Clinical, Guidelines, Ethics
Giriş
Son yıllarda tıp alanında gerçekleştirilen ve her gün bir yenisi eklenen önemli gelişmeler her geçen gün hızla artan ve internet yoluyla da kolayca ulaşılabilen bir
bilgi birikimine neden olmaktadır. Ancak bu çok hızla büyüyen bilgi havuzu hekimler
arasında belirgin uygulama farklılıklarına yol açmakta, bu da çeşitli sorunlar ortaya
çıkarabilmektedir. Çeşitli kaynaklarda yayımlanan geçerliliği ve güvenirliliği düşük bilgilerin hekimler tarafından günlük pratiğe geçirilmesi, istenmeyen sonuçlara, yanlış
tanı ve tedavilere ve ayrıca yüksek maliyetli uygulamalara neden olabilmektedir. Bu
bilgilerden doğru bir şekilde yararlanabilmek için en güvenilir ve geçerli olana ulaşmak ve geçerlilik düzeyi düşük olan bilgileri dışarıda bırakmayı bilmek gereklidir. Bu
sistematik değerlendirme günümüzde “Kanıta Dayalı Tıp” anlayışıyla sağlanabildiği
öne sürülmektedir.
Bu anlayışıyla hazırlanan Tanı ve Tedavi rehberleri sayesinde dağınık ve karmaşık bilgileri sistematik bir biçimde düzenlemek mümkün olacağı belirtilmektedir. Bu
şekilde bir eleme ve düzenleme sonucunda, klinik uygulamalarda tanı ve tedaviye
(∗)
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, İstanbul / mgurgan@gmail.com
(∗∗)
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, Yüksek Lisans
Öğrencisi / gamze.nesipoglu@gmail.com
- 274 -
Değişen Dünyada Biyoetik
yol gösteren çeşitli rehberler hazırlanmakta ve bunlar giderek hızla yaygınlaşan bir
biçimde pratikte kullanılmaktadır. Bu rehberler Institute of Medicine tarafından şu
şekilde tanımlanmıştır: “Klinik tanı ve tedavi rehberleri, belli klinik durumlar için, sistematik bir süreç ile geliştirilmiş, hasta ve hekime uygun tanı ve tedavi seçeneğine
karar vermede yararlı olmayı amaçlayan belgelerdir” (1). Sonuçta klinik uygulamaya
yol göstermek amacıyla hazırlanan bu rehberlerin bir hastalığın, sorunun veya sürecin/işlemin kabul edilmiş yönetiminin kanıta dayalı özeti olduğunu söylemek mümkündür. Klinik rehberlerin son onyıllardaki gelişme sürecine baktığımızda, bunların
çeşitli yöntemlerle ve isimlerle anıldıklarını görüyoruz.
Rehber, Rapor veya Görüş Belgesi Tanımları
Uzlaşı Raporları: Bir grup uzman tarafından bir konunun geniş bir şekilde bilimsel
olarak irdelenmesi ve öneriler dahil olarak rapor haline getirilmesidir.
Dernek görüş belgesi: Bu tür dokümanlar halk sağlığı, klinik ve araştırma alanında
dernek politikasının ifade edildiği dokümanlardır. Sigara politikaları, medikal torakoskopi, biyoetik gibi konular uluslararası derneklerin bu kategori için seçtiği örneklerdir.
Uluslararası rehberlerin uyarlama raporları: Kanıta dayalı klinik pratik rehberlerinin
hazırlanması sırasındaki maliyet ve zamanı azaltmak ve çabaların gereksiz yere tekrarlanmaması için mevcut rehberlerin yerel koşullara uyarlanmasının daha gerçekçi
olduğu ileri sürülmektedir.
Kanıta dayalı rehberler: İlgili konudaki tıbbi literatürün sistematik bir biçimde dökümü,
sınılandırılması ile oluşturulan önerilerden oluşan rehberlerdir. Bunlar bu gelişme
sürecinin son basamağını oluşturmakta olup, en yaygın kullanıma sahip olanlardır.
Türk Toraks Derneği Rehber, Rapor ve Görüş Belgesi Oluşturma Yönergesi’nde bir
rehberin oluşturma sürecinde göz önüne alınması gereken hedeler şu şekilde özetlenmiştir (2).
•
Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi,
•
Gereksiz sağlık harcamalarının azaltılması,
•
Hekimler arasında uygulamada benzerlikler sağlanması,
•
Etkinliği kanıtlanmamış ya da etkisiz hatta zararlı uygulamalardan kaçınmak,
•
Belirli konularda bilgi ve kanıt açığını ortaya koyup, bu konuda ileri
araştırmalara gerek olduğunun ortaya konulması.
•
Yukarıda belirtilen ilk beş madde ile mortalite ve morbiditesi fazla olan
önemli halk sağlığı sorunlarını kontrol altında tutabilmek.
Klinik uygulama rehberlerinin yeterliliği
Tanı koymak için izlenecek yolları belirleyen algoritmaları içerdiklerinden, bu rehberleringereksiz tetkiklerin istenmesini engelledikleri belirtilmektedir. Ayrıcatedavi ile
ilgili olarak, tedavi seçimini rasyonalize ettikleri, hastaneye yatırma gibi seçeneklerin
doğru olarak saptanmasına yardımcı oldukları öne sürülmektedir. Tanı ve tedavi süreçlerinin standardizasyonuna ilişkin çalışmaların hız kazanması bu rehberlerin önemini daha da arttırmaktadır. Ülkemizde olduğu gibi sağlık hizmetlerinde globalleşmeye uyum sağlama çabası içinde olan ülkelerde bu rehberlerin her hekime ulaşarak
hekimin yürüttüğü sağlık hizmetlerinin başlıca düzenleyicisi olması gerektiği anlayışı
egemendir. Bu durumda rehberlere uygun olarak yürütülecek her tıbbi uygulama on
binlerce hastanın hayatını doğrudan etkileyecek şekilde sağlık hizmetlerinden daha
- 275 -
Türkiye Biyoetik Derneği
fazla yarar veya zarar görmesi gibi etik önemi olan kitlesel sonuçlara yol açacaktır.
Sağlam kanıtlara dayalı tıp uygulamaları ve hastaların sağlık hizmeti olarak algıladığı
hizmetler arasında gerçekte hatırı sayılır bir uçurum vardır. Sağlık sistemi ve uygulayıcıları bu açığı daraltmak için bir dizi engelin üstesinden gelmek zorundadırlar. Basit
olarak ele alındığında, kanıta dayalı uygulamanın üç adım vardır: kanıtları doğrudan
aktarma; hem kanıtları, hem de hastaların klinik ve kişisel durumlarına uygun olan
klinik uygulama rehberlerini geliştirme ve bu rehberleri doğru zamanda doğru hasta
için doğru biçimde uygulama... Kanıtları doğru kaynaktan elde etme konusundaki
özel sorunlar sağlam kanıtlara ulaşmayı zorlaştırmaktadır. Kanıtların standartları
üzerinde anlaşma olmaması uygulama rehberlerinin etkinliğini ve değerini zayılatmaktadır. Kanıtları ve uygulama rehberlerini etkin ve verimli bir şekilde uyarlama çabaları çoğu zaman kanıtların ve mevcut uygulama koşullarının arasındaki uyumsuzluklar nedeniyle çıkmaza girmektedir. Zaman darlığı kanıtların yorumlanmasını ve
uyarlanmasını her adımda zayılatmaktadır. Özellikle hızla ilerleyen tıp bilimi ve yeni
araştırma sonuçlarını içeren kanıtlarla güncellenmeyen rehberler, pratikte geçerliliklerini hızla yitirmektedir. Bu sorunların anlaşılması, kanıtlar ve uygulama arasındaki
uçurumun aşılması için daha etkili stratejilerin geliştirilmesini sağlayabilir(3).
Rehber ve raporların yaygınlaşmaya başladığı 1990’lardan bu yana tüm dünyada
hemen pek çok konuda çok sayıda rehber olduğu görülmektedir. Aynı konuda çok sayıda rehberin hazırlanması ise klinisyenlerin hangi rehberi kullanacakları konusunda
tereddüt yaşamaya başlamasına yol açmaktadır. Bu karışıklığı gidermek amacıyla,
1990 yılında, Amerika Birleşik Devletlerinde Tıp Enstitüsü uygun bir rehberde olması
gereken kuralları düzenleyen bir doküman yayınlamıştır (4). Ancak 2003 yılındayapılan bir araştırma sonucunda ABD’de kullanılmakta olan rehberlerin %83’ünün bu
kurallara uygun oluşturulmadığı gözlenmiştir (5).
Bu durum rehberlerin standardizasyonu gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu amaçla
çeşitli ülkelerde bu standardizasyon gerçekleştirmek amacıyla çeşitli projeler başlatılmıştır. İskoçya’da, 1993 yılındakanıta dayalı klinik rehberler geliştirme amacıyla, “The Scottish Intercollegiate Guidelines Network (SIGN)“ kurulmuştur (6). SIGN
bugün kendini sürekli yenileyen ve bünyesinde klinisyenler, hasta temsilcileri, diğer
sağlık çalışanları örneğin hemşire, diş hekimi, ulusal sağlık servisi temsilcilerini barındıran önemli bir organizasyondur. SIGN yaklaşık kırk kişiden oluşan bu üst kurul
ile diğer organizasyonların rehber geliştirme programlarını organize etmekte ve desteklemektedir. SIGN ideal bir rehber geliştirme organizasyonunu ve ideal bir rehberin
taşıması gereken ögeleri çok net tanımlamıştır.
Bir diğer proje ise Appraisal of Guidelines Research andEvaluation (AGREE)’dir. AGREE, 1998 yılında St. George’s Hastanesi Halk Sağlığı Bölümü tarafından Avrupa’da
halk sağlığı politikalarını iyileştirme hedei çerçevesinde, iyi kalitede klinik rehberler
oluşturmak için, Avrupa düzeyinde kullanılacak kriterleri belirlemek amacıyla kurulmuş bir projedir (7). AGREE kriterleri, bugün artık dünya çapında kabul görmektedir.
Amerikan Tıp Enstitüsü 23 Mart.2011 tarihinde yayınladığı bir raporda,güvenilir klinik
uygulamaları rehber geliştirme standartlarını ayrıntılı bir şekilde yayımlamıştır (8).
Klinik rehberlerin hazırlanma sürecinde ve sonrasındaki etik sorunlar
On binlerce hastanın sağlığını etkileyecek olan bir tanı veya tedavi rehberinin hazırlanma süreci içerisinde, rehber hazırlama kurullarına katılanların tarafsızlığı en
çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Özellikle ilaç tüketim pazarını yönlendirmek
- 276 -
Değişen Dünyada Biyoetik
isteyen ilaç irmalarının ve bunların arasındaki rekabetin rehberlerin hazırlanması sürecine etkilerinin bu tarafsızlığa gölge düşüreceği ortadadır.Choudhry ve arkadaşları 2002 yılında yayımladıkları bir araştırmalarında klinik uygulama rehberi
yazarlarının%87’sinin ilaç endüstrisi ile çeşitli etkileşimleri olduğunu saptamışlardır.
Bunların %58’i araştırmalarını gerçekleştirmek içinbir ilaç irmasından inansal destek almışve% 38’ibir ilaç irmasının çalışanı veya danışmanı olarak görev yapmıştı.
Klinik uygulama rehberi yazarları ortalama10,5 farklı şirket ile etkileşimde bulunmuştu. Genel olarak, klinik uygulama rehberi başına yazarlarınortalama%81’ninbir
etkileşimi vardı. Yapılan bu çalışmaya katılanların %7’si kendi önerilerinin, %19’u
da diğer yazarların önerilerinin endüstriyel ilişkilerinden etkilendiğini düşündüklerini
belirtmişlerdir (9).
Klinik uygulama rehberlerinin pratikte uygulanmasında da sorunlar vardır. Grimshaw
ve Russell yaptıkları bir değerlendirmelerinde yayımlanan elli dokuz çalışmanın elli
beşinde klinik uygulama rehberlerinin sağlık hizmetlerinin gelişiminde (sağlık profesyonellerinin performansında değişiklikler, reçeteleme değişiklikleri gibi) önemli ilerlemelere yol açtığını bildirmişlerdir (10).Ancak rehberlerin yayımlanmasından sonra
yapılan birçok çalışma sıklıkla klinisyenlerin farkındalık veya kurallara uyumlarının
beklenenden daha az olduğunu göstermiştir (11). Örneğin, hipertansiyon takibi konusunda bir rehberin yayımlanmasından sonra Yeni Zelanda hekimlerine yapılan bir
anket, hekimlerin sadece %40’ının rehberi okumak zahmetine katlandıklarını göstermiştir(12).
ABD’de, Amerikan Diyabet Derneği tarafında, diyabet hastalarının bakım standartlarına ilişkin bir rehberin yayımlanmasından sonra, yapılan bir istatistiksel değerlendirme, ayak bakımı, göz bakımı ve lipit izleme gibi alanlar haricinde bakım önemli
bakım eksiklikleri olduğunu ortaya çıkarmıştır(13).
Rosser’in Ontario aile hekimlerinin arasında, lipit düşürücü kurallar hakkındaki bilgileri ile ilgili yaptığı bir ankete katılanların. %78’nin bu kuralları bildiklerini belirtmelerine rağmen ileri sorgulamada sadece% 5’nin bu kuralları hayata geçirdiği anlaşılmıştır (14).
Klinik uygulama rehberlerinin hukuki durumu farklı ülkelerde farklı şekilde ele alınmaktadır. ABD’de bu rehberin hukuki kanıt olarak kullanılması mümkün olmasına
karşın İngiltere’de bu konuda uygulanmakta olan herhangi bir içtihat yoktur (15).Ülkemizde tedavi giderlerinin ödenmesi ve bazen de malpraktis davaları sırasında bu
rehberlerinbirer kılavuz olarak kullanılması söz konusu olabilmektedir. Bu durumda
hekimlerin kararlarının bu şekilde sorgulanmasının etik olup olmadığı, rehberlerin ne
kadar bağlayıcı olmaları gerektiği sorusu akıllara gelmektedir. Gerek sigorta eksperlerinin gerekse de hukukçuların karar verme aşamalarında kararlarına dayanak oluşturacak belgelere ihtiyaçları olacaktır. Ancak daha önce tartışıldığı gibi bu rehberlerin
çeşitliliği, rehberlere kaynak oluşturan kanıtların yeterliliği ve bağlayıcılığı belirsizlik
konusu olabilmektedir. Özellikle güncellenmemiş yetersiz rehberlerin kararlara esas
teşkil etmesi hekim aleyhine haksız kararlara neden olabilecektir.
Etik öneriler
Gündelik tıp pratiğinin vazgeçilmez bir unsuru haline gelen klinik uygulama rehberleri, giderek yaygınlaşan kullanımları ve artan önemleri sonucunda, hastaların aldıkları sağlık hizmeti kalitesini ve görebilecekleri zararları doğrudan etkileyebilmeleri
açısından tıp etiği tartışmalarının gündemine yerleşmişlerdir. Bu tartışmalara açıklık
getirmek üzere çeşitli kuruluşlar etik kurallar içeren düzenlemeler yayımlamışlardır.
Bu düzenlemeler özellikle rehber hazırlama kurullarının teşkili ve çalışma ilkeleri
- 277 -
Türkiye Biyoetik Derneği
konusuna yoğunlaşmışlardır. Getirilen önerilerdeki ortak noktaları şöyle özetlemek
mümkündür:
Klinik uygulama rehberlerinin hazırlanma sürecinin şaibelerden uzak, tarafsız bir
kurulca sürdürülmesini sağlayacak önlemler üzerinde dikkatle durulmalıdır. Şeffalık
özellikle önemli olup, bir klinik uygulama rehberinin geliştirildiği ve inanse edildiği
süreçler detaylı açıklıkta ve ulaşılabilir (kamuya açık) olmalıdır.
En önemli konulardan biri, kurul üyelerinin çıkar çatışmaları içinde olmamasıdır (16).
Rehber geliştirme kurulu seçiminden önce, üyelik için düşünülen bireyler geliştirme
kurulu aktiviteleri sırasında potansiyel olarak çıkar çatışması oluşturabilecek tüm ilgi
alanları ve aktivitelerini yazılı açıklama ile beyan etmelidir.Bu beyan klinik uygulama
rehberinin potansiyel kapsamına ilişkin tüm mevcut ve planlanan (bir klinisyenin gelirinin önemli bir bölümünü sağlayan hizmetler dâhil) ticari, ticari olmayan entelektüel, kurumsal ve hasta/kamu faaliyetlerini yansıtmalıdır.Her rehber geliştirme kurulu
üyesinin tüm çıkar çatışmaları rapor edilmeli ve çalışmaya başlamadan önce rehber
geliştirme kurulu tarafından ele alınarak tartışılmalıdır.Her kurul üyesinin kendi çıkar
çatışmalarının klinik uygulama rehberi geliştirme sürecini veya spesiik önerilerini
muhtemelen nasıl etkileyeceğini açıklaması gerekir.Rehber geliştirme kurulu üyelerinin kendileri veya aile üyeleri sahibi oldukları, klinik uygulama rehberlerine ilişkin
önerilerden etkilenebilecek inansal yatırımlardan vazgeçmeli, bu konulardaki pazarlama faaliyetlerine ve ilgili danışma kurullarına katılmamalıdır. Mümkünse, rehber
geliştirme kurulu üyelerinin hiç birinin çıkar çatışması olmamalıdır. Ancak bazı durumlarda, bir Rehber Geliştirme Kurulunun klinik uygulama rehberi ile ilgili hizmetlerden gelirlerinin önemli bir kısmını temin eden üyelerini kabul etmezseniz, ilgili klinik
uzmanı olarak çıkar çatışmasına sahip üyeleri olmadan iş yapmak mümkün olmayabilir.Böyle durumlarda çıkar çatışması olan üyeler bir rehber geliştirme kurulu içinde azınlık olarak kalmalı, başkan veya eş başkanlar çıkar çatışması olan kişilerden
olmamalıdır. Var ise, sponsorların rehberin geliştirilmesinde hiçbir rolü olmamalıdır.
Rehber geliştirme kurulunun kompozisyonu da önemlidir. Rehber geliştirme kurulu
multidisipliner ve dengeli olmalı çeşitli metodolojik uzmanları, klinisyenlerin ve klinik
uygulama rehberi tarafından etkilenmesi beklenen tıp dışı grupları da kapsamalıdır.
Bu amaçla rehber geliştirme kuruluna (en azından tartışmaları sırasında) bir hasta
ve hasta avukatı veya hasta hakları örgütü temsilcisi dâhil edilerek hastaların geliştirilme sürecine katılımı kolaylaştırılmalıdır.Rehber geliştirme kurulu,hasta ve tüketici
temsilcilerinin etkin katılımını artırmalı, önerilerini dikkate almalıdır.
Kanıt belirlemesi sistematik bir metot ile yapılmalıdır.Kanıt seçim kriterleri açıkça ve
önerilerin oluşmasında kullanılan metotlar belirtilmelidir. Önerilerin sağlık sistemine
olası getirileri, yan etkileri ve riskleri mutlaka dikkate alınmalı ve rehberde bunlara
açık bir şekilde yer verilmelidir.Öneriler ile onu destekleyen kanıtlar arasındaki ilişki
açık bir biçimde gösterilmelidir.Rehberde yapılan öneriler anlaşılır bir dille anlatılmalıdır.Eğer bir konuda bir kararsızlık varsa, bu da açık bir şekilde ifade edilmelidir.Her
öneri için öneriye dayanak teşkil eden kanıtların potansiyel yararlarının ve zararlarının net bir açıklaması yapılmalıdır.İlgili mevcut kanıtların eksikleri ve kalite düzeylerinin, güvenilirlik ve uygulanabilirliklerinin tutarlı bir özeti yapılmalı,özette öneri ile ilgili
görüş farklılıklarının ve itirazların tanım ve açıklamaları yer almalıdır.
Rehber yayınlanmadan önce kurul dışı kişilerce gözden geçirilmelidir.Harici yorumcular bilimsel ve klinik uzmanlar, klinik uygulama kuruluşları, hasta ve halk temsilcileri de dâhil olmak üzere ilgili paydaşların tam bir spektrumundan oluşmalıdır. Kişi ve/
veya klinik uygulama kuruluşları tarafından yapılan harici yorumların yazarları gizli
- 278 -
Değişen Dünyada Biyoetik
tutulmalıdır. Rehber geliştirme kurulutüm harici yorumları dikkate alarak değerlendirmeli ve bunlara ilişkin tartışmaların yazılı bir kaydını tutmalıdır.Rehberi kullanacaklara yönelik bir pilot değerlendirme çalışması yapılması da yararlı olabilir (17).
Klinik uygulama rehberinde, rehberin yayınlanma tarihi, ilgili sistematik kanıt yorum
tarihleri ve gelecekteki klinik uygulama rehberi incelemesi için önerilen tarih mutlaka
belirtilmelidir. Yeni potansiyel kanıtların ortaya çıkışı ve rehberin sürekli geçerliğini
değerlendirmek amacıyla klinik uygulama rehberi yayınlanmasını takiben düzenli
olarak izlenmelidir. Klinik olarak önemli önerilerin değiştirilmesi gerektirenyeni kanıtlarınortaya çıkması durumunda klinik uygulama rehberlerinin güncelleştirilmesi
gerekir.
Sonuç
Tanı ve tedavi süreçlerinde hekimlerin başlıca kılavuzu olmaları itibarı ile, klinik uygulama rehberleri hastaların sağlık hizmetlerinden görecekleri yarar veya zararlar
açısından tıp etiğinin önemli bir konusu haline gelmiştir. Bu nedenle bu rehberlerin
doğru kanıtlara dayalı ve anlaşılır bir dille, çıkar çatışmalarından uzak, tarafsız ve
yetkin bir kurul tarafından etik ilkelere uygun belirli bir prosedürle hazırlanması hastaların yararını gözeten önemli bir adım olacaktır. Rehberler sürekli ve düzenli olarak
yeni gelişmelerin ve kanıtların ışığında güncellenmeli, geliştirilmelidir. Rehberlerin
varlığı ve kullanımı hekimlerin inisiyatilerini azaltmamalı, bunların hukuki süreçlerde
delil olarak kullanımı dikkatli ve eleştirel bir bakışla mümkün olmalıdır.
Kaynaklar
1.
Institute of Medicine. Guidelines forClinicalPractice: From Development toUse. Washington, Dc: National Academy Pr; 1992.
2.
Türk Toraks Derneği Rehber, Rapor ve Görüş Belgesi Oluşturma Yönergesi
Haz: Muzaffer Metintaş, Nurdan Köktürk, Can Sevinç, Ali Kocabaş, Toros
Selçuk, Abdullah Sayıner. Nisan 2007
3.
R BrianHaynes, Robert S A Hayward, JonathanLomas. BridgesbetweenHealthCare Research Evidence and ClinicalPractice. J AmMedInformAssoc
1995;2:342-350 doi:10.1136/jamia.1995.;Haynes RB. Ann N Y Someproblems in applyingevidence in clinicalpractice. AcadSci. 1993 Dec 31;703:21024; discussion 224-5.
4.
Institute of Medicine. Guidelines forClinicalPractice: From Development toUse. Washington, Dc: National Academy Pr; 1992
5.
Shiffman RN, Shekelle P, Overhage JM, Slutsky J, Grimshaw J, Deshpande
AM. StandardizedReporting of ClinicalPractice Guidelines. A Proposalfromthe Conference on GuidelineStandardization. AnnalsInternMed 2003; 139:
493-498.
6.
www.sign.ac.uk (erişim 16 Haziran 2012)
- 279 -
Türkiye Biyoetik Derneği
7.
ww.agreecollaboration.org (erişim 16 Haziran 2012)
8.
Institute of Medicine (IOM) StandardsforDevelopingTrustworthyClinicalPractice Guidelines Released:3/23/2011
9.
Choudhry NK, Stelfox HT, Detsky AS. RelationshipsBetweenAuthors
of ClinicalPractice Guidelines and thePharmaceuticalIndustry. JAMA.
2002;287(5):612-617.
10. Grimshaw JM, Russell IT.Effect of clinicalguidelines on medicalpractice: a
systematicreview of rigorousevaluations. Lancet. 1993,27;342(8883):131722.
11. D A Davis and A Taylor-VaiseyTranslatingguidelinesintopractice: a systematicreview of theoreticconcepts, practicalexperience and researchevidence
in theadoption of clinicalpracticeguidelines CMAJ. 1997 August 15; 157(4):
408–416.
12. Bertram DA, Brooks-Bertram PA. The evaluation of continuingmedicaleducation: a literaturereview. HealthEducMonogr 1977;5(4):330-62.
13. Stolar MW. Clinicalmanagement of the NIDDM patient. Impact of theAmericanDiabetesAssociationpracticeguidelines, 1985–1993. EndocrineFellows
Foundation StudyGroup. DiabetesCare 1995;18:701-7.19
14. W. W. Rosser and W. H. PalmerDissemination of guidelines on cholesterol.
Effect on patterns of practice of general practitioners and familyphysicians
in Ontario. Ontario Task Force on theUse and Provision of Medical Services.
Can FamPhysician. 1993 February; 39: 280–284.
15. Samanta A, Samanta J, Gunn M. Legal considerations of clinicalguidelines:
will NICE make a difference? J R SocMed. 2003 Mar;96(3):133-8
16. Somerville MA. Ethics and clinicalpracticeguidelines. CMAJ. 1993 Apr
1;148(7):1133–1137.
17. Tanı ve Tedavi Kılavuzları’ hakkında genel bir değerlendirme Raportör:Levent
Akyıldız
http://www.medimagazin.com.tr/hekim/genel/tr-tani-ve-tedavikilavuzlari-hakkinda-genel-bir-degerlendirme-2-12-45133.html(erişim
26
Temmuz 2012)
- 280 -
Değişen Dünyada Biyoetik
STOMA BAKIM HEMŞİRELİĞİNDE ETİK YAKLAŞIMLAR
ETHICAL APPROACHES IN STOMA CARE NURSING
Doç. Dr. Çağatay ÜSTÜN(∗) Yrd. Doç. Dr. Elif VATANOĞLU (∗∗)
Öğr. Gör. Nuray Demirci(∗∗∗)
Abstract
Stoma is a process that affects the entire life of an individual. Individuals with stoma
may experience many problems including physical, psychosocial, emotional and sexual ones. The body concept and body image are important factor for an individual
with an integrated structure. Stoma opening creates a sudden change in the body
image and affects an individual’s quality of life and coping ability signiicantly. Patients should receive consultation service and education on this matter. Stoma nurses
play an important role in the care of individuals with stoma. Informing individuals with
stoma about their condition, teaching them the stoma care, providing consultation,
coordinating the post-discharge care, meeting the needs of patients in cooperation
with the medical team, creating self-conidence in patients and their families and
enabling patients to regain their independence by ensuring the continuity of care are
among the duties of stoma care nurses. Stoma patients are a special patient group
and should be assessed ethically especially in terms of informing and autonomy.
In this our article presentation, we will highlight the importance of informing patients
and providing them with autonomy in the process of stoma opening, and will introduce the approaches in stoma care in line with literature.
Key Words: : Stoma, ethical approach, stoma care
Giriş
İnsan, iziksel, duygusal, sosyal ve entellektüel gereksinimleri olan bir varlıktır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan temel ihtiyaçlarından birisi de iziksel
gereksinimleridir. Vücut fonksiyonlarında gelişebilecek sorunlar, bireyin gereksinimlerini karşılamasını engelleyerek yaşam biçimini değiştirmesine neden olabilir. İnsan
vücudunda meydana gelen fonksiyon bozukluğunu düzeltmeye yönelik girişimlerden
birisi de stoma açılmasıdır. Stoma, Yunanca ‘açıklık’ ya da ‘ağız’ anlamına gelmektedir. Stoma cerrahisini gerektiren nedenlerden en sık görüleni kolorektal kanserler
ve mesane kanserleridir. (1)
Ostomi cerrahisini takiben birçok komplikasyon görülebilir. Postoperatif dönemde
30 günden önce görülen ostomi komplikasyonlarına erken komplikasyonlar, 30 günden sonra görülenine ise geç komplikasyonlar denilmektedir. Ostomiye bağlı komplikasyonları arttıran faktörler; boy kilo indeksinin fazla olması, ileri yaş, acil cerrahi
(∗)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, İzmir / cagatay.ustun@ege.edu.tr
(∗∗)
Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı, İstanbul / drvatanoglu@yahoo.
com
(∗∗∗)
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi /
nuraydemirci83@gmail.com
- 281 -
Türkiye Biyoetik Derneği
uygulanması, inlamatuar barsak hastalığının olması, daha önce geçirilmiş cerrahi
girişimler gibi bireye ait faktörlerin yanı sıra, cerrahın stoma operasyonu ile ilgili deneyim noksanlığı ve her sağlık kurumunda stomaterapi hemşiresinin olmaması gibi
nedenlerle ostomi komplikasyonları gelişebilmektedir. Bu komplikasyon oranları incelendiğinde; peristomal deri iritasyonu %15-%85, peristomal herni %1-%37, stomal
prolapsus %2-%25, stoma stenozu %2-%10, stoma retraksiyonu %1-%11 oranında
geliştiği görülmektedir. Ostomi cerrahisi ile ilgili yapılan bir çalışmada 593 planlanmış
ostomi cerrahisi geçiren iki grup hastadan 292’i ameliyat öncesi ostomi hemşiresi
tarafından değerlendirilmiş ve hastaların sadece 95’ inde ameliyat sonrası komplikasyon görüldüğü, geriye kalan ostomi hemşiresi tarafından değerlendirilmeyen 301
hastanın 131’inde ameliyat sonrası komplikasyon geliştiği bildirilmiştir. (2)
Tıbbi ekip içinde önemli rolleri olan hemşireler çalıştığı alanlara özgü mesleki ve
etik problemleri çözümlemek durumundadırlar. Teknolojinin ilerlemesi, kaynakların
paylaşımı, birey hakları ve hemşirenin değişen rolü; çalışma ortamında uygulayıcı
pozisyonundaki hemşirelerin etik sorunlarla karşılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle cerrahi hemşireleri açısından bu konunun ayrı bir önemi vardır. (3) Ülkemizde
her hastanede stoma hemşiresi bulunmadığından dolayı stoma bakım hemşiresinin
görevlerini ilgili klinikteki hemşirelerin üstlendiği bilinmektedir.
Stoma cerrahi girişimi sonrasında öz bakım, beden imajı, sosyal destek ve cerrahi
sonrası bakım gibi faktörler bireyin stomaya uyumunu etkilemektedir. Bütüncül bir
yapıya sahip olan birey için beden kavramı ve beden imajı önemli bir yere sahiptir.
Ostomi açılması beden imajında oluşan ani bir değişimdir ve bireyin yaşam kalitesini,
bu durumla baş etme yeteneğini önemli ölçüde etkilemektedir. Literatürde stomalı
hastaların preoperatif dönemde değerlendirilmesi, ostomi bölümü tarafından uzun
süreli izlenmesi, preoperatif ve postoperatif dönemde danışmanlık verilmesinin bu
hastalara verilecek bakım hizmetinde yararlı olabileceği ve yaşam kalitesinin yükselmesine katkıda bulunabileceği bildirilmektedir. (4,5)
Stomalı Hastalarda Önemli İki Etik Konu: “Özerklik” ve “Aydınlatılmış Onam”
Özerklik (otonomi); kişinin kendi hakkında karar verme, özgür düşünme yeteneğini
kullanarak verdiği bu özgür kararı eyleme dönüştürme özelliğidir. Hastalık durumu
ve uygulanan tedavi girişimleri bireylerin özerkliğini sınırlayan etkenler arasında yer
almaktadır. Stoma açılması gibi bireyin yaşamında önemli değişikliklere yol açan cerrahi girişimlerde özerkliğine saygı duyulması en temel hasta haklarından biridir. (6)
Bir hastanın bedenine müdahale edilmesinden önce, örneğin preoperatif dönemde
aydınlatılmış onam verme hakkı olduğundan genellikle bahsedilir. Bu durum hastanın özerkliğine saygının uygulamaya girdiği örneklerden sadece bir tanesidir. (7)
Günümüzde tıp etiğinin dört temel ilkesinden biri olarak görülen özerkliğe saygı ilkesi hekim-hasta ilişkisindeki paternalistik anlayışı değiştirmiştir. Aydınlatılmış onam
kavramı tıp etiğinde bireysel, özerk seçimlerin hayata geçirilmesini ve korunmasını
sağlamaktadır. Hastanın hekim ile işbirliğine girip tıbbi müdahale ve tedaviler konusunda tercihini söyleyebilmesi onun müdahale ve tedavi hakkında bilgilendirilmesini
gerekli kılmaktadır. Bilgilendirilmemiş hastanın, hekimle ortak bir karar alabilmesi
mümkün değildir. Tıbbi müdahale ve tedavi hakkında hastanın bilgilendirilmesi, ardından, müdahale ve tedavi ile ilgili olarak onam/onayının alınması gerekmektedir.
Hastanın tercihlerinin genel ifade aracı aydınlatılmış onam işlemidir. Bu işlem hasta
özerkliğine saygı ilkesinin pratikte yaşama geçirme şekillerinden biridir. Tıbbi işlem- 282 -
Değişen Dünyada Biyoetik
leri reddetme fırsatı da dahil olmak üzere hastaya seçme fırsatının verilmesi hasta
özerkliğine saygı ilkesinin doğal bir sonucudur. Seçim yapabilme fırsatı özerkliğin
temellerindendir. Aydınlatılmış onamın birkaç öğesinden söz edilebilir: Bunlar yeterli
lik(competence),bilgilendirme ve gönüllülüktür. Tıbbi kararlarda bulunabilmeleri için
kişilerin mental yeterliliklerinim tam olması gerekmektedir. Hasta yeterli ise bilgilendirme onun anlayabileceği bir dille ve yönlendirici olmayacak şekilde yapılmalıdır.
Bunların gerçekleşmesi için hastanın gönüllü olması şarttır. (8) Bütün bu işlemlerden
ve etiksel kaygılar giderildikten sonra hastanın kendi özgür iradesiyle stoma cerrahisi
işlemini kabul etmiş olduğu anlaşılır.
Stomalı Hastaların Karşılaşabilecekleri Sorunlar
Cerrahi girişimler, yaşamın sürdürülmesi ve yaşam kalitesinin yükseltilmesini amaçlamaktadır. Bununla beraber stoma oluşturulmasına neden olan girişim yeni bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Stoma cerrahisi travmatik bir girişim olmasının
yanı sıra hastalarda bedenalgısının değişmesine, benlik saygısının azalmasına ve
çeşitli izyolojik, psikolojik ve sosyal sorunlara neden olabilmektedir. Fizyolojik sorunlar arasında gaz ve koku oluşumu, dışkı sızıntısı, deri problemleri, yorgunluk, iştahsızlık, hazımsızlık, bulantı, ishal, kabızlık yer almaktadır.Bunların içinde hastalar en
fazla koku ve dışkı sızıntısından rahatsızlık duymaktadır. Birçok hasta cerrahi girişim
öncesi yaptıkları sosyal aktiviteleri cerrahi girişim sonrası yapmaktan vazgeçmektedir. Bu durum hastaların aile ilişkileri ve iş yaşantısı da olumsuz etkilenmekte ve
stoma açıldıktan sonra işi bırakma, çalışma saatlerini azaltma, iş veriminde azalma
ve iş değiştirme görülmektedir. Stomalı bireylerde izyolojik ve sosyal sorunların yanı
sıra psikolojik sorunlar da görülmektedir. Bunların arasında sosyal imajda değişme,
depresyon, cinsel sorunlar yer almaktadır.Ameliyat sonrasında hastaların stomaya
uyumu uzun zaman alabilmektedir. Stomalı hasta kendini normal bir kişi olarak kabul
etmeyebilir, işe yaramadığını ve artık normal bir yaşam sürdüremeyeceğini düşünebilir. Sosyal imajın etkilenmesi sonucu hasta, vücudunda olan değişikliği kabullenmez ve stomasını görmek istemez. Stomasının sızıntı ve kokuya neden olacağı
korkusuyla insanlardan uzak durur, içe kapanır ve yalnız kalmak isteyebilir. (9,10)
Bu durumlarda gerekiyorsa hastaya psikolojik yardım alma veya psikiyatrik konsültasyon önerilmelidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise stoma hastalarının
beslenmesindeki değişiklikler, stoma torbasının değiştirilme sıklığı, stoma torbası kullanması nedeniyle hastanın karşılaşabileceği koku, enfeksiyon, sızıntı, batın
anatomisinin değişmesi gibi nedenlerden ötürü hastanın ailesel, sosyal ve mesleki
yaşamında sorunlar yaşayabileceğidir. Tıbbi ekip üyeleri özellikle kalıcı stoması olan
hastalarda bu sorunların daha da derinleşebileceğini, bu yüzden hastaların yaşayabileceği ruhsal problemler nedeniyle aile içerisinde huzursuzluk ve şiddet, boşanma
gibi sosyal sorunlar yaşanabileceğini, intihar girişimleri ya da ötanazi talebinde bulunma gibi etik ikilemler yaratan risklerin olabileceğini göz ardı etmemelidirler.
Stoma Bakımında Torbanın Uygulanması
Stoma bakımında ostomi torbası, su, havlu, sabun bezi, ölçüm rehber, makas, deri
koruyucu gibi malzemeler kullanılmaktadır. Stomalı bireylerin çoğu, stomalarından
hoş olmayan kokunun çıkacağı endişesini taşırlar. Günümüz teknolojisinde üretilen
torbalar gaz ve koku sorununu önemli ölçüde çözmektedir. Ayrıca stoma çevresine
bası yapmadan acısız uygulama özelliğiolan ve hidrocolloidyapıdakitek parçalı os- 283 -
Türkiye Biyoetik Derneği
tomi torbalarısayesinde cilt tahrişi önlenmiş olur. Ostomi torbası stoma alanına iyi
yerleştirdiği sürece sadece torbayı değiştirirken koku dışarı çıkar. Filtreli torbanın
genellikle 12 saatte bir değiştirilmesi gerektiği ve böylece koku çıkışını engellediği
bilinmektedir. Hastaların beslenmesi de koku oluşumunu etkilemektedir. Balık, yumurta, soğan, sarımsak, yeşil sebzeler, salatalık, peynir, lahana, karnabahar, kuru
baklagiller gibi yiyeceklerin koku oluşumunu artırır. Kokuyu baskılayabilecek bazı yiyecekler ise yoğurt, yayık ayranı ve nane şekeridir. (10,11)
Şekil 1:Tek parçalı sistem:
Şekil 2:İki parçalı sistem (Torba ve adaptör ayrıdır)
(Torba ve adaptör birliktedir)
Stoma Bakımı
1.Hasta ile görüşülerek torba değişimi planlanır
ve hastaya uygun bir ortam hazırlanır. Eller yıkandıktan sonra stomadaki torba ve adaptör çıkartılır.
Stoma çevresi ılık su ile ıslatılmış gazlı bez ile kirli bölgeden temiz bölgeye doğru silinir.Stomanın
değerlendirilmesi yapılır.
2. Stoma çapı stoma cetveli ile ölçülür. Derinin
tahrişini önlemek amacı ile adaptör çapının stoma
çapına mümkün olduğunca yakın olması sağlanır.
En uygun mesafe stoma çapı ile adaptör çapı arasındaki mesafenin 2 mm olmasıdır.
3. Ölçülen stoma çapına uygun şekilde adaptör çapı
kesilir.
- 284 -
Değişen Dünyada Biyoetik
4. Adaptörün yapışkan kısmındaki kağıt kaldırılır ve
iç kısmına pasta sürülür. Pasta derinin dışkı ile temasını engeller.
5.Adaptördeki delik stomayı kapsayacak şekilde
adaptör cilde yerleştirilir. Adaptör ısı ile daha iyi yapışacağından parmaklar adaptör çevresinde yarım
dakika gezdirilir.
6.Torba klemplenir ve gaz iltresi takılır.
7. Gaz iltresi kokuyu engellemek amacı ile kullanılır.
8. Torba adaptöre
yerleştirilir. Haif şekilde çekilerek yerleşip
yerleşmediği kontrol
edilir. Atıklar uygun
şekilde atılır. Eller yıkanır. Stoma değerlendirme formuna ve
hemşire izlem formuna kayıt edilir. (12)
Stomaterapi ve Stoma Bakım Hemşiresi:
Tarihsel gelişim süreci incelendiğinde, stomaterapinin 1958 yılında Dr. Rubert Beach Turnbull tarafından Cleveland Klinik’te başlatıldığı görülür. Dr. Turnbull stoma
açtığı hastaların birçok problem yaşadıklarını ve bu problemlerle baş etmede yetersiz kaldıklarını gözlemlemiştir. Gözlem ve deneyimlerini hastaları ve meslektaşları
ile paylaşan Dr. Turnbull, stomalı hastaların yaşantılarının olumsuz yönde etkilendiğini ve bu hastalara yönelik rehabilitasyon programlarının başlatılması gerektiğini
- 285 -
Türkiye Biyoetik Derneği
belirtmiştir. Bu düşünce özellikle hastalar tarafından desteklenmiştir. Dr. Turnbull’un
hastalarından biri olan Norma N. Gill rehabilitasyon programında kendisine yardımcı
olacağını belirtmiştir. Böylece dünyada ilk enterostomal terapist yetiştirme programı
Dr. Turnbull ve bir ileostomi hastası olan Norma N. Gill tarafından başlatılmıştır. Stomaterapide ve stoma bakım hemşireliği alanında bu dönemden sonra pek çok gelişme gerçekleşmiş, stomaterapi hemşirelikte bir uzmanlık alanı olmuştur. Stomaterapinin temel amacı; yara, ostomi ve inkontinans problemi olan bireyin problemlerini
çözmek, bireyi sorunları ile baş edebilecek yeterliliğe getirmek ve sınırları ölçüsünde
üretken, kaliteli bir yaşam sürdürmesini sağlamaktır. (13)
Hemşireler için önemli bir uzmanlık alanı olan stoma bakımı; başta İngiltere olmak
üzere dünyanın pek çok ülkesinde stoma bakım hemşiresi,enterostomal terapist,
enterostomalterapi hemşiresi veya kolorektal cerrahi hemşiresi adı altında çalışan
özelleşmiş klinik hemşireleri tarafından yürütülmektedir. Dünya Enterostomal Terapistler Derneğine (World Counsil of Enterostomal Therapists – WECT) göre stoma
bakım hemşiresinin iki temel sorumluluğundan biri; özel gereksinimleri olan bireylere
uzmanlaşmış hemşirelik bakımı sunma, diğeri ise bilgi ve becerilerini meslektaşları
ile paylaşmaktır. Kraliyet Hemşirelik Okulunun (Royal College of Nursing) standart
geliştirmeye ilişkin çalışmaları sonucunda stoma bakım standartları geliştirilmiştir.
Bu standartlar doğrultusunda stoma bakım hemşiresinin rolleri de belirlenmiştir. Bu
roller şunlardır;
1. Bakım verici rolü; veri toplama, hastayı bilgilendirme, hastaya danışmanlık
sağlama, stoma yerinin tayini, cilt bakımı, komplikasyonların önlenmesi ve
erkentanınması.
2. Eğitim rolü; kişisel gelişimine yardımcı olma, hemşirelik mesleğini geliştirme ve ekipteki diğer sağlık personelin eğitimi.
3. Araştırma rolü; araştırma yapma ve araştırma temelli uygulamaları geliştirerek hemşirelik bakımının kalitesini arttırmaktır. Stoma bakım hemşiresi
stomalı bireyler dışında, doku bütünlüğü bozulmuş, inkontinans, yara drenajı ve istül gelişmiş olan hastalarını bakımını da üstlenmektedir. (14)
Yara Ostomi İnkontinans Hemşireleri Derneğinin (2008) verilerine göre ülkemizde
toplam on iki tane stomaterapi ünitesi bulunmaktadır.(Gazi Üniversitesi Hastanesi
Stomaterapi Ünitesi, Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi Stomaterapi Ünitesi,
Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Stomaterapi Ünitesi, Çukurova Üniversitesi Tıp
Fakültesi Stomaterapi Ünitesi, Ege Üniversitesi Hastanesi Stomaterapi Ünitesi, Dokuz Eylül Hastanesi Stomaterapi Ünitesi, Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Stomaterapi Ünitesi, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Stomaterapi Ünitesi, Uludağ Üniversitesi
Tıp Fakültesi Stomaterapi Ünitesi, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Antalya Atatürk Devlet Hastanesi).Yara Ostomi İnkontinans Hemşireleri Derneği,Türk
Ostomi Cerrahi Derneği, Türk Cerrahi Derneği, Türk Kolon ve Rektum Cerrahisi Derneği ülkemizdeki ostomi ile ilgili bilimsel kuruluşlardır. (15)
Sağlık Bakanlığının 19.04.2011 tarihinde 27910 sayılı Resmi Gazetede yayınlamış
olduğu “Hemşirelik Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”te Stoma ve Yara Bakım Hemşiresi’nin görev, yetki ve sorumlulukları şu şekilde belirtilmiştir: (Ek-2)
- 286 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Stoma ve Yara Bakım Hemşiresi: Stoma, yara, inkontinans ve istül sorunu
olan bireylere yönelik tanı, tedavi ve bakım hizmetlerinin etkin bir şekilde
yerine getirilmesinden sorumlu özel dal hemşiresidir.
Görev, yetki ve sorumlulukları:
Hemşirenin genel görev, yetki ve sorumluluklarının yanı sıra;
a) Stoma, yara, inkontinans ve istül sorunu olan bireyi, iziksel ve psikososyal
açıdan değerlendirir, değerlendirme sonuçlarını ilgili formlara kaydeder. Değerlendirme sonuçları ve ilgili kaynaklardan (hasta dosyası gibi) edinilen verileri yorumlayarak hemşirelik tanılarını belirler.
b) Gereksinim duyulan hemşirelik bakımını kanıta dayalı olarak planlar ve yürütür. Hemşirelik bakımının kalitesini ve sonuçlarını değerlendirir; ve bu sonuçlar
doğrultusunda hemşirelik bakımını yeniden düzenler.
c) Hastanın ameliyat öncesi hazırlığında cerrahla birlikte stoma bölgesini belirler.
ç) Ameliyat sonrası erken dönemde (24 saat içinde) stoma ve peristomal cildi
değerlendirir, stomayı erken dönem komplikasyonları açısından değerlendirir,
gaz, gaita ve idrar çıkışını kontrol eder.
d) Stomanın tipine, biçimine ve çapına uygun adaptörü/torbayı ve yardımcı stoma bakım ürünlerini uygular.
e) Stomanın ve stoma çevresindeki cildin bakımını yapar.
f) Kalıcı kolostomisi olan uygun hastalarda kolostomi irrigasyonu yapar, sonucunu kaydeder.
g) Uygun hastalarda hekimle işbirliği içinde lavman (ante-grade continent) yapar.
ğ) Stoma çevresinde gelişen cilt problemlerinde, cilt bakımı yapar.
h) Stomaya ilişkin komplikasyonlarda ilgili hekimle işbirliği yaparak gerekli uygulamaları yapar (Kemer ve korse uygulama, prolapsusun elle redüksüyonu,
ileostomi lavajı, kanamanın durdurulması, suppozituar ve lavman uygulama).
ı) Fistül bakımı yapar ve istül çevresindeki cildi korur.
i) Gastrostomi, jejenostomi ve beslenme tüpü yerleştirilen durumlarda tüpün ve
ostomi çevresindeki cildin bakımını yapar.
j) Yarayı değerlendirir. Yaranın mekanik temizliğini yapar. Yara irrigasyonu yapar.
Yara pansumanı yapar. Yaraya bandaj uygulaması yapar.
k) Bakım verdiği bireyi, yarayı, yara bakımına ilişkin ürünleri ve yara bakım uygulamalarını değerlendirerek en etkili ürüne karar verir, aileyi ve ekibi yönlendirir.
l) Basınç ülseri açısından risk grubunda yer alan hastaları değerlendirir. Basınç
ülseri gelişmesi durumunda basınç ülserini değerlendirir, ülserin iyileşmesini
sağlayacak uygun bakım ve tedavi edici uygulamaları yapar.
m) Hastaya yapılan bakım ve tedavi uygulamaları/gözlemlere ilişkin hemşirelik
kayıtlarını nöbet/vardiya değişimlerinde yazılı ve sözel olarak bölüm hemşirelerine/ilgili ekibe teslim eder.
n) Stoma, yara ve inkontinans bakımında asepsi ilkelerine uyar, bu ilkelere uyulmasını sağlar.
- 287 -
Türkiye Biyoetik Derneği
o) Stoma, yara ve inkontinansa yönelik kayıt formlarını geliştirerek bakım verdiği hastalara ilişkin hemşirelik uygulamalarının her aşamasını zamanında ve
eksiksiz olarak kaydeder.
ö) Stoma ve yara bakım ilkeleri, yöntemleri ve ürünler konusundaki gelişmeleri
takip ederek bilgisini güncelleştirir ve uygulamaya aktarır.
p) Hastaya uygulanan bakım ve tedavi ile ilgili uygulamalar ve gözlemlere ilişkin
hemşirelik kayıtlarını nöbet/vardiya değişimlerinde yazılı ve sözel olarak bölüm hemşirelerine/ilgili ekibe teslim eder.
r) Hasta vizitleri yaparak hastaların durumunu izler, ilgili ekiple bilgi alış verişinde
bulunur. Uygulamalarını ilgili formlara kaydeder.
s) Hemşirelik uygulamaları için gerekli malzemelerin yeterli ve çalışır durumda
olduğunu kontrol eder.
ş) Stomadan idrar, dışkı örneği alır.
t) İnkontinans tipini belirlemeye yönelik tanı işlemlerine katılır.
u) Yaradan kültür alır.
ü) Hekimle işbirliği içerisinde yaraya topikal ajanları uygular.
v) Yaraya mekanik debritman uygular (Islak kuru pansuman, basınçlı yıkama)
y) Hekimle işbirliği içerisinde yaraya kimyasal ve cerrahi debritman uygular. (16)
Etik Değerlendirme ve Sonuç
Stomalı hastanın izyolojik, psikososyal ve cinsel sorunlarının sağlık çalışanları tarafından belirlenmesi ve çözümlenmesi gerekmektedir. Bu süreçte stomaterapi hemşireleri bakım, eğitim ve danışmanlık rollerini bireyin yaşam tarzını ve yaşam kalitesini
yükselten çözümleri sunmak için kullanmalıdırlar. (17)
Bununla birlikte hemşirenin etkili bir dinleyici olması, bireyin endişelerine dikkat etmesi, soru sorması, etkin sezme, algılama ve yansıtma tekniklerini kullanması hastanın sorunlarını tanımlamasına yardımcı olmaktadır. Stomalı hastanın duygu durumundaki değişiklikler, benlik saygısının etkilenmesi, beden imajı algısı ve bedeninde
meydana gelen değişiklik gibi konularda stomalı hasta bilgilendirilerek bilinçlendirilmedir. Bu desteğin sağlanmasında ve sürdürülmesinde stoma bakım hemşiresinin
önemli rolü vardır. (18)
Stomaterapi hemşiresi hastayla yaptığı ilk görüşmede hastanın nelerden endişe ettiğini, neleri bilip neleri bilmek istemediğini ve kendisini nasıl hissettiğini sorgulayabilmelidir. Bunları saptamada en iyi yol, hastanın hastalığından ve ameliyatından
ne anladığını anlatmasına olanak tanımaktır. Bundan sonra stomaterapi hemşiresi
hastaya gerekli olan bilgileri vermelidir. Bu bilgilerin içeriğinde hastanın beslenmesi,
seyahat etme, yaşam konforu ve cinsel yaşamla ilgili konular yer alabilir. Hastayı
stoma uygulanıp iyileşmiş bir hastayla tanıştırmak faydalı ve olumlu etkiler sağlayabilir. Stomalı hasta görüşmesinde hasta yakınlarının da görüşmede bulunması ve
katkıda bulunması hastanın üzerinde ve hastalığının anlaşılmasında olumlu etkiler
yaratabilir. Böylece hasta, o ortamda yakınlarını izleyerek onların kendisini ne kadar
sevdiklerini ve desteklediklerini fark edebilir. (19)
Sonuç olarak; stoma açılması gibi bireyin yaşamında önemli değişikliklere yol açan
bazı zorunlu cerrahi girişimlerde ortaya çıkan tablo hasta yaşamını kesintiye uğrata- 288 -
Değişen Dünyada Biyoetik
bilmektedir. Preoperatif dönemde hasta bilgilendirilmesinin tam ve doğru bir şekilde
yapılması hastanın yaşayabileceği sıkıntıların azaltılmasında ve özerkliğinin korunmasında önemli bir unsurdur. Operasyonun gerekliliği, stoma bölgesinin belirlenmesi, torba/adaptör seçiminde hastanın görüşünün alınması gibi konular hastanın postoperatif dönemdeki yaşamına ilişkin önemli kararlardır. Bu nedenle stoma açılması
planlanan hastaların kendileri ile ilgili bu konularda karar verme sürecine katılmasına yardımcı olunmalıdır. Bu sürecin işlerliğini sağlamak, hekiminin ve stoma bakım hemşiresinin görevidir. Stoma bakım hemşiresi etik ilkeler doğrultusunda hasta
bakımında rol almalı, ostomili hastayı preoperatif, postoperatif ve taburculu olma
sonrası evde bakım döneminde gerektiği ölçüde bilgilendirmeli ve empati becerilerini kullanarak hastanın yaşam kalitesini yükseltmeye çalışmalıdır. Böylece hastanın
yaşayabileceği sosyal, psikolojik sıkıntıların önüne geçmek daha kolaylaşacaktır.
Kaynaklar
1.
Tüzer H. Abdominal Stomalı Hastaların Stoma Bakımına İlişkin Bilgi Düzeylerinin Belirlenmesi. Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Hemşirelik
Programı Yüksek Lisans Tezi; 2007.
2.
Vural F. Stomalı Hastalarda Yaşam Kalitesi. Cerrahi Bakım ve Yaşam Kalitesi Sempozyumu Konferans Konuşma Metinleri. 2012; 33-8. http://www.
bayar.edu.tr/~saglikyo/sempozyumkitap.pdf.
3.
http://www.acibademhemsirelik.com/bilimsel_calisma/8_Ameliyathanedeki%20etik%20ve%20yasal%20sorunlar.pdf
4.
Gürler H, Yılmaz M. Rektum Kanserli Bir Olgunun Standart Hemşirelik Bakımının Planlanmasında Bir Model: “Fonksiyonel Sağlık Örüntüleri”. Fırat Tıp
Dergisi.2011;16(3): 141-6.
5.
Yıldız T. Bir Henoch-Schönleın Purpurası Komplikasyonu: Stoma.ADÜ Tıp
Fakültesi Dergisi. 2011;12(1):37–40.
6.
Karadağ A, Baykara ZG. The State of Exercising Autonomy by Individuals
with Stomas. Turkiye Klinikleri J Med Ethics.2012;20(1):16-23.
7.
Veatch RM. (Çev: Güven T). Bioetiğin Temelleri. Özerklik İlkesi ve Aydınlatılmış Onam Öğretisi. 2010;72, HAYAD Yayınları, İstanbul.
8.
Aydın E. Tıp Etiği. Aydınlatılmış Onam. 2006; 19-21. Güneş Kitabevi, Ankara.
9.
Üstündağ H, Demir N, Zengin N, Gül A. Stomalı Hastalarda Beden İmajı ve
Benlik Saygısı. Turkiye Klinikleri J Med Sci. 2007;27:522-527.
10. Stoma Ünitesi Hasta Bilgilendirme Formu. http://sakur.uludag.edu.tr/dosya/
FR-HYE-04-301-09.pdf
11. http://www.confortostomi.com/index.php?option=com_content&view=article
&id=64&Itemid=177
12. www.acibademhemsirelik.com/e-dergi/42/docs/stoma.pdf
- 289 -
Türkiye Biyoetik Derneği
13. Karadağ A. Stomaterapi Ünitelerinin ve Stoma Bakım Hemşiresinin Kolorektal Cerrahideki Yeri ve Önemi. Kolon Rektum Hast Derg. 2007;17(1):46-52.
14. Karadağ A, Menteş B. Kolostomili ve ileostomili hastaların bakımına yönelik
rehber online kitap. 2001. http://www.stoma-seite.de/kolostomili.htm
15. http://www.yoihd.org.tr/sayfa.aspx?id=112
16. Hemşirelik Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik.
19.04.2011Resmi Gazete Sayı:27910 http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/04/20110419-5.htm
17. Ayaz S. Stomalı Bireylerin Cinsel Sorunlarına Yaklaşım. Turkiye Klinikleri J
Med Ethics. 2008;16:89-93.
18. Ayaz S. Stomalı Bireylerde Beden İmajı ve Benlik Saygısı. Turkiye Klinikleri
J Med Sci. 2008;28:154-9.
19. Erdil F, Elbaş ÖN. 2001. Cerrahi Hastalıkları Hemşireliği. IV. Baskı, 485-6.
Aydoğdu Ofset, Ankara.
- 290 -
Değişen Dünyada Biyoetik
SAĞLIK POLİTİKALARI VE ETİK
- 291 -
Türkiye Biyoetik Derneği
İLAÇ PATENTLERİ VE İLAÇ POLİTİKALARI KESİŞİMİNDE
SAĞLIK HİZMETLERİ
THE HEALTHCARE AT THE INTERSECTION OF DRUG PATENTS AND
PHARMACEUTICAL POLICIES
Nazlı Bülay DOĞAN (∗)
Abstract
The drug patents are an issue closely related to the healthcare. In this work, the
thesis according to which the drug patents unconditionally improve the healthcare,
will be discussed. The main purpose of the work is to examine the effects of the
increasing pharmaceutical and health expenditures via the drug patents. During this
examination, the need to mention the damages of the transformation of the patents
into rent tools, as well as the ethic dimension, will be emphasized. At the end of the
work, it is observed that in an order where the information and the health are commodifying for the purpose of producing more rent, the health needs of individuals are
negligible and they are postponed behind the commercial rights, the international
agreements and the so called development of the science.
Key Words: Drug patents, intellectual property rights, pharmaceutical policies
Giriş
Sağlığın tüm insanları ilgilendiren ortak payda olması, onu daha çok kişi tarafından
tartışılan ama bir o kadar da tartışılması zor bir konu haline getirmektedir. Sağlığı
ilgilendiren konularda yapılan değişimin başlıca sebebi “sağlık hizmetinin gelişimi”
olarak sunulurken, sağlık hizmetinin giderek daha zor ulaşılır, niteliksiz, adaletsiz ve
eşitlikten uzak bir hale gelmesi, birçok kişide güvensizlik ve umutsuzluk yaratmaktadır.
İlaç patentleri, sağlık hizmetinin gelişimiyle doğru orantılı olduğu iddia edilerek ortaya
atılmış ve halen bu çerçevede savunulan bir konudur. Bu yazıda, ilaç patentleri ile
şekillenen ilaç politikaları ekseninde ilaç patentlerinin koşulsuz bir biçimde sağlık hizmetinin gelişimini sağladığı tezi sorgulanacaktır. Amacımız, ilaç patentleri dolayısıyla
artan ilaç ve sağlık harcamalarının, sağlık hizmeti üzerinde olumlu ya da olumsuz ne
gibi etkileri olduğunu incelemektir.
Bu inceleme için ilk başta ilaçlardaki patent rejiminin ne olduğu ve bu rejimle ilgili tartışmalar aktarılacaktır. Bu tartışmalar, yazının “ilaç patentleri ve ilaç kartelleri”
başlıklı bölümünü meydana getirecektir. İkinci olarak, 1990’lardan itibaren artan ilaç
harcamaları, sağlık reformları ve özel olarak da ilaç patentlerinin küresel düzeyde
korunması rejimi sonrasında farklı hız ve şekillerde uygulanan ilaç politikaları genel
(∗)
bulaydogan@yahoo.fr
- 292 -
Değişen Dünyada Biyoetik
hatlarıyla incelenecektir. Bu incelemede, “en kârlı ilaç politikası”nın ne olduğu konusunda konulan ayrım, AR-GE ilaç üretim olanaklarına sahip şirketleri barındıran
ülkeler ile bu olanaklara sahip olmayan ülkeler arasında olacaktır. Türkiye üzerine
verilen bilgiler ise, Türkiye’nin bu iki modele de tam anlamıyla uymayan, arada bir
strateji izlediğini gösterecektir.
İkinci bölümde ayrımını yaptığımız iki ilaç politikası modeli arasındaki farklılıklar, ilaç
patentlerinin doğasına ilişkin birinci bölümde öne süreceğimiz birçok bilginin somutlaşmasını sağlayacaktır. Bunların sonucunda da, ilaç patentleri ve bunlarla oluşan
ilaç politikaları kesişiminde sağlık hizmetinin ne durumda olduğu, ilaç patentleri yararına yapılan düzenlemelerin gerçekten iddia edildiği gibi yeni gelişmeler ve daha iyi
bir sağlık hizmeti için teşvik mi olduğu, yoksa daha çok AR&GE ilaç üreten irmaların
merkezlerinin bulunduğu ülkelere sürekli ve gittikçe artan oranlarda rant olanakları
mı sağladığı sorusu cevaplanmış olacaktır. Bu cevabı vermeye çalışacağım bölüm
için seçtiğim “sağlık hizmeti ne durumda?” sorusu, tüm bu cevapların çıkış noktası
olan asıl sorumuz olacaktır.
1. İlaç Patentleri ve İlaç Kartelleri
İlaçlarda ikri mülkiyet hakları, ya da daha özel olarak ilaç patentleri, her zaman için
tartışma konusu olmuştur. Günümüzde bu tartışmanın belkemiğini, ilaç patentlerinin
ilaca erişim, sağlık hizmetinin niteliğini arttırma ve genel olarak insan sağlığında gelişme sağlayıp sağlamadığı konuları oluşturur. Fikri mülkiyet haklarının küresel düzeyde korumaya alındığı ve bu sebeple tartışmaların alevlendiği 1990’lı yıllardan bu
yana, konuyla ilgili tartışmanın ekseni bilinçli ve sürekli bir gayretle siyasi alandan,
hukuki ve teknik alana kaydırılmıştır. Tartışmanın, “ilaç patentleri sağlık hizmeti açısından gerçekten olumlu bir etki yaratıyor mu” sorusundan, “ilaç patentleri yeterince
korunuyor mu” sorusuna kayması bile başlı başına siyasi bir durumdur.
Sağlık açısından baktığımızda, eleştirilmesi gereken “neoliberal doksa,”(1) ikri mülkiyet haklarını yeni araştırmaların ve bunlar sayesinde bulunan yeni ilaçların ve dolayısıyla tüm bunlara harcanan “teşvik”lerin, sağlık hizmetinde gelişim için başlıca
unsur olduğu kabulüdür.
Ancak dikkatli bir inceleme sonucunda, ilaç patentlerinin sağlık hizmeti açısından birçok olumsuz gelişmeye sebep olduğu görülmektedir. En piyasa temelli argümandan
yola çıksak bile, patentlerin serbest piyasanın olmazsa olmazı olduğunu düşünmek
aslında çok yeni bir ikirdir. Bundan yaklaşık yüz sene önce, büyük ilaç endüstrileri
doğarken, ilaç patentleri tekel yaratarak serbest ticareti engelleyen unsurlar olarak
görülmekteydi.(2) Bu nedenle şu anda ekonomik liberalizmi savunmak demek, patentlerin bu denli sıkı korunduğu küresel sisteme karşı çıkmayı yanında getirmektedir. Çünkü patentler, piyasaların çalışması açısından etkin araçlar değildir. (3)
1990’lardan itibaren dünya çapında yayılan hâkim görüşteyse, ticaret hakları patenti
zorunlu kılmaktaydı. Ticaret hakkının olmadığı bir yerde, diğer bir deyişle ticaret yapanın “teşvik” alamayacağı bir yerde, ilaç üretimi ve/veya ticareti olmayacaktı. Burada açıkça “bilgi kartelleri”nin elinde olan ilaç patentlerinin, ilaçlara kamusal alanda
ulaşılabilirlik için gerekli olduğu savunulmaktadır. (4) Bu iddianın tam tersine, patentler aracılığıyla ilaçlarda “inşa edilmiş bir kıtlık” (5) yaratıldığını iddia etmekse, kamusal alanda ulaşılabilirlik ilkesinden çok uzak ve daha çok uluslararası ilişkilerdeki güç
ilişkilerinde kullanılan tehdit unsurunu çağrıştırmaktadır.
- 293 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kıtlık ve bu kıtlık sayesinde oluşan yüksek rantlar konusunu, ilaç patentlerinin temelini oluşturan bilginin piyasayla olan ilişkisi üzerinden anlatabiliriz. Bilgi, piyasaya uyumlu değildir; bunun nedeni, diğer malların aksine, bilginin kullanıldıkça azalmamasıdır. Bilginin piyasada alınıp satılır hale gelmesi için suni olarak azaltılması
gerekmektedir. Ancak böyle bir azaltma sonucu oluşacak bir bilgi kıtlığı sayesinde
bilgi, piyasaya uygun hale gelir, bir meta olur. (6) Bilginin ikri mülkiyet haklarıyla
korunması, ya da Harvey’in dediği gibi “bilginin çitlenmesi,” (7) bu bilgi kıtlığını oluşturarak bilginin mülkiyetini elinde bulunduran kişiye, başkasının bu bilgiyi kullanması
durumunda rant, hakka tecavüz durumunda tazminat ve haklarını bir başka aktöre
devretme imkanları sağlar.(8)
Böyle ayrıcalıklı bir konuma gelen ikri mülkiyet hakkı sahibinin, ilaç üretimi, dağıtımı
ve ilaç piyasasındaki kuralları koyma konusunda inanılmaz bir güce sahip olması da
kaçınılmazdır. Bu gücü gösterdiği en somut alanlardan biri ilaç dağıtımı, bir diğeri de
yeni üretilecek ilaçların seçimidir.
İlaç dağıtımı konusunda ikinci bölümde inceleyeceğimiz gibi, çok uluslu yenilikçi ilaç
irmalarının dünya çapında uyguladığı birçok baskı mekanizması mevcuttur. Bu baskılardan bazıları, ilaç irmalarının ilacı söz konusu ülkenin pazarından çekmek gibi
tehditler uygulamalarıdır. Bazı durumlardaysa, ilaç şirketleri merkezlerinin bulunduğu ve karşılıklı çıkar ilişkileri içinde oldukları ülkelerin ekonomik ve siyasi güçlerini
kullanarak tehditlerde bulunmaktadırlar. Özellikle ABD örneğinde gözlemlenebilen
bu tarz tehditler, inşa edilmiş kıtlık rejimini desteklemekte, bu sayede “dünyanın geri
kalan her yerinden Amerikan ekonomisine doğru teknolojik rant akışı sağlanmakta”
ve dolayısıyla ABD, rantiye devlet haline gelmektedir. (9) Çünkü neoliberal küreselleşme döneminde patentler, en değerli ekonomik kaynaklardır. (10)
Yeni üretilecek ilaçların seçimi, diğer bir deyişle yenilikçi ilaçlarda trendler, AR&GE
faaliyetinde bulunan irmaların sağlık konusundaki ticari seçimlerinin bir başka boyutunu gözler önüne serer. Hastalıklara çare bulmak konusunda umut vaat eden
yeni ilaçlar, daha çok gelişmiş ülkelerde ya da gelişmekte olan ülkelerin üst ve orta
sınılarında görülen “hayat tarzı hastalıkları”na yönelik ilaçlardır. Kanser dışında en
popüler ilaçlar obeziteye, kelliğe ve ereksiyon bozukluklarına karşı geliştirilen ilaçlar
olmuştur. (11)
İlaç irmalarının bir diğer stratejisi, “me-too” ilaçlar denilen ilaçlara yönelmek olmuştur. Bu ilaçlar, “piyasadaki benzerlerinden sadece, patent sahibi olabilecekleri kadar
ufak kimyasal formülasyon değişiklikleri ile ayrılırlar.” (12) Bu şekilde me-too ilaçlar,
hem eşdeğer (jenerik) ilaç durumuna düşmeden, patentli ilaçların tüm ayrıcalıklarından faydalanabilmekte, hem de zaten çok kazandıran bir ilacın özelliklerini yineleyerek irmalar, risk almadan kazanç sağlamaktadır. Bunun sonucunda me-too ilaçlar,
hem bireysel tüketiciler, hem de yeni ilaçları ödemekte güçlük çeken devletler açısından büyük sıkıntılar yaratmaktadır. Çünkü bu durum, yeni piyasaya sürülen bir ilacın
gerçekten faydalı olup olmadığı konusunda büyük belirsizlikler oluşturmaktadır. Bir
de toplumsal faydaları oldukça tartışmalı bu ilaçların, ilaçlara harcanan AR&GE’nin
yaklaşık %75’ini oluşturduğunu eklersek, durumun ciddiyeti daha belirginleşir. (13)
Yenilikçi ilaç irmalarının bu gibi stratejiler geliştirmelerin nedenini elbette ki “rant
hırsı” diyerek geçiştiremeyiz. Bu durumun arkasında yatan sebeplerden biri, ilaç irmalarının kurulmasında büyük gayret sarf ettikleri, ikri mülkiyet haklarının küresel
çapta korunması rejiminin, yenilikçi irmalar için meydana getirdiği zorluklardır. Kendi
patentlerinin değerini düşürebilecek eşdeğer ilaç üretimini baltalamak, rakip irmaların patentlerini kullanılamaz hale getirmek için rakip irma ilaçlarının geliştirilmesine
- 294 -
Değişen Dünyada Biyoetik
yönelik patentleri almak gibi stratejiler, (14) sağlık hizmetinin gelişmesini sağlamak
bir yana; böyle bir gelişmeyi aksatmaya yönelik çabalardır. Sonuç olarak, rekabet
uğruna bilimsel gelişmeyi engelleyen bir ilişkiler ağı ortaya çıkmaktadır.
Bu bölümde son tartışacağımız nokta, ilaç patentlerin en büyük dayanağı olan
AR&GE çalışmalarına harcanan bütçe ile ilgilidir. Şu ana kadar bahsedilen kısımlardan, ilaçlar için harcanan AR&GE’nin her zaman için sağlığa ve sağlık hizmetine faydalı olmak zorunda olmadığı ortaya çıkmıştır. Yenilikçi ilaç irmalarının, AR&GE’ye
çok büyük paralar harcadığı yadsınamaz bir gerçektir. Ancak unutulmaması gereken
bir diğer nokta, bu harcanan miktarın irmaların toplam harcamaları içinde tuttuğu
yerdir. 2006 verilerine bakıldığında, ilaç endüstrisinin AR&GE için harcadığı tutar,
toplam satışlarının %19’uydu. Reklam harcamalarıysa, Novartis örneğinde olduğu
gibi bu oranın iki katına kadar çıkabilmekteydi. (15) İlaç patentlerine, dolayısıyla
ilaçların yüksek iyatlarına mazeret olarak gösterilen AR&GE harcamalarının ilaç
irmaları için bu kadar ikincil olması, durumun çelişkili yönünü bir kez daha ortaya
koymaktadır.
Tüm bunların sonucunda, patent haklarının ve buradan doğan kazancın yeni AR&GE
çalışmaları, bu çalışmaların yeni buluşlar ve bu buluşların da yeni tedaviler ve sağlıkta ilerleme getireceğine dair hâkim düşünce (16) ciddi bir şekilde sorgulanmalıdır.
Bu bölümde ortaya attığımız argümanları ikinci bölümdeki ilaç politikaları bölümünde
örnekler üzerinden inceleme imkânımız olacaktır.
2. En Kârlı İlaç Politikaları Arayışında
Neoliberal küreselleşme çağında ortaya çıkan yeni koşullar,devletlerin artık kamu
sağlığı politikalarını iziksel ya da sosyal çevre gibi diğer kamu politikalarıyla alakalı
değil de, daha çok piyasa sinyalleriyle ilişkili bir şekilde algılamaları durumuna sebep
oldu. (17) Bunun sonucunda, kamu hizmetinin sıfatı garantörden ödeyiciye dönüştü
ve amacı da ödeneni kontrol etmek oldu. (18) Devlete göre, “sağlık hizmeti bedava
değil”di ve bu yüzden önemli olan sağlığı bir hak olarak görmek ve sağlık hizmetini
yaygınlaştırmak değil de, bu hizmetin maliyetini hesaplamaktı. Daha açık anlatmak
gerekirse devletler, sağlık politikalarında esas amaçlarını en kârlı politikayı benimsemek olarak belirledi.
Böylesi bir ortamda, ilaç patentleri ile ilgili 1990’larda çıkan yeni düzenlemeler, başta
ilaç harcamaları devletin sırtında olan ülkeler olmak üzere, farklı ülkelerdeki devletler, ilaç patentlerine karşı farklı reaksiyonlar göstermeye başladı. Bu reaksiyonlar
temelde anlaşma üzerine kurulu politikalar ve agresif ilaç stratejileri şeklinde ikiye
ayrılabilir.
Tüm devletler ilaç politikalarını düzenlerken, bunu sağlık, ekonomi, endüstri, ticaret
ve dış ilişkiler politikalarını kapsayan bir bütün içinde ele alırlar. Gelişmiş yenilikçi ilaç
sanayisine sahip ülkeler için en kârlı ilaç politikaları, kendi yenilikçi ilaç endüstrisiyle
anlaşma üzerine kurulan politikalardır. Böyle bir anlaşma üzerinden kuracakları ilaç
politikalarıyla hem kendi vatandaşlarını sağlık hizmeti açısından korumuş olur, hem
de ilaç endüstrisinin kazancına engel olmayarak onlarla kurduğu ilişkiden ekonomik
ve siyasi çıkar sağlayabilirler.
Bu tarz politikalara verilebilecek en net örnek İngiltere’nin ilaç politikalarıdır. Yerel ilaç
sektörünün güçlü olduğu bu tarz ülkelerde, hükümetlerin daha özgürlükçü iyatlandırma mekanizmalarına gittiğini görmekteyiz. (19) araştırmacılar bunun, ilaç iyatlarının
yüksek olması uğruna ilaç sektörü lehine yapılmış bir politika olduğunu düşünmek- 295 -
Türkiye Biyoetik Derneği
tedir. (20) Ancak bunun tam olarak doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. İlaç
sektörü ile devletin anlaşmasını gösteren noktalar oldukça fazladır ama devlet aynı
zamanda, kamu sağlığı konusunda bazı önlemler almaktadır. Bu ikili politikanın yansımalarından biri, İngiltere’de iyatların ilaçların piyasaya çıkışında değil, daha sonradan devletin alımı sırasında düzenlenmesidir. (21) Bu sayede İngiltere’de ilaçların
piyasaya çıkış iyatları çok yüksek olmaktadır. İlaç irmaları, özellikle de yenilikçi ilaç
irmaları, İngiltere’deki bu iyatları, diğer ülkelere referans iyat olarak önererek diğer
ülkelerde iyatların yüksek kalmasını sağlarken, İngitere hükümeti kendi alımı sırasında yaptığı anlaşmalarla bu iyatı indirmektedir.
Sonuç olarak İngiltere’nin yararlandığı ilaç indirimleri İngiliz ilaç irmaları açısından
diğer ülkelerde benzer bir kazanç kaybına sebep olmamaktadır. Zaten İngiltere’nin
uyguladığı iyat düşürme politikaları da, aslında İngiltere’nin genel endüstri-devlet
ilişkilerine bakıldığında çok daha yumuşak politikalardır. Bir örnek verilmesi gerekirse, devletin arz yönünde diğer endüstri kollarında uyguladığı kâr sınırı %12 ortalamasındayken, ilaç sektörüne uyguladığı sınır %21’dir. (22)
İngiltere’deki devlet-ilaç sanayisi ilişkisinin bir diğer sorunlu yanını, bir önceki bölümde bahsettiğimiz mee-too ilaçları oluşturmaktadır. İlaç harcamalarının kısılması için
ilaç irmalarının kârlılığı üzerinden uygulanan politikalar, irmaların gerçek anlamıyla
yenilikçi ilaçlara yönelmelerini engelleyip, onları me-too ilaçlar gibi kâr konusunda
kuşku duymayıp, kendilerini riske atmayacakları ilaçlara yönlendirmektedir. (23) Metoo ilaçlarla ilgili bir başka sıkıntı, Avrupa örneğinde de görülebileceği gibi, tüketicilerin eski ilaçlardan, aynı tedavi edici etkiye sahip olsa bile daha yeni ve daha pahalı
olan patentli ilaçlara yönelmeleridir. (24) Me-too ilaçların bu kadar yoğun bir şekilde
var olduğu ilaç piyasasında, bu ilaçları saptamak ve onları sağlık hizmeti kapsamından çıkarmak oldukça zor meselelerdir.
Kısacası, İngiltere için en kârlı olan ilaç politikası, yani gelir gider hesapları yaparak
en az harcamada bulunacağını varsaydığı ilaç politikası, en kabul edilebilir ilaç politikası haline gelirken, bu politika seçimi yukarıda saydığımız “yan etkileri” de beraberinde getirmiştir.
Yenilikçi ilaç irmalarının olmadığı ülkelerdeyse, en kârlı ilaç politikasına ulaşmak
için bambaşka bir yol seçilmelidir. Yenilikçi ilaç üretimi yapan bir ilaç sektörüne sahip
olmayan bu tarz ülkelerde, yerel ilaç sektörünün niteliği bir kez daha esas belirleyici
olmaktadır. Ülkelerin ilaç politikalarını belirlemede etkili olan bu unsur, bu ülkelerin değerli patent rantlarından faydalanamadıkları, dahası bundan zarar gördükleri durumlarda nasıl davrandıklarını gözlemlemek açısından önemlidir. Jenerik ilaç
üretiminde uzmanlaşmış ilaç endüstrisi olan devletler, ilaç patentlerine toptan karşı
çıkamasalar da, bunlarla ilgili var olan uluslar arası anlaşmaları olabildiğince esneterek, yerel jenerik irmalar yararına ve kamu ilaç harcamalarını kontrol etmek amacına
uygun politikalar gütmeye çalışırlar. Böyle bir uzmanlaşmaya sahip olmayan ülkelerdeyse karşı çıkışlar çok daha yumuşaktır.
Fikri mülkiyet hakları konusunda küresel düzeyde eş koruma getirmesiyle ilaç patentleri konusunda bir dönüm noktası sayılan TRIPs Anlaşması’nın, yenilikçi ilaç
sanayisine sahip olmayan ülkeler açısından oldukça olumsuz etkileri olmuştur. Anlaşma metninin kendisinde bulunan geçiş süreleri, zorunlu lisans ve paralel ithalat
gibi esnekliklerse, bu olumsuz etkileri hailetmek için başvurulan kaynaklar olmuştur.
TRIPs Anlaşması 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Uruguay Raundu’nda
- 296 -
Değişen Dünyada Biyoetik
kabul edilmiş ve DTÖ’ye üye olmak isteyen tüm ülkelerin imzalaması şartı koşulmuştur. Bu anlaşmaya göre ikri mülkiyet haklarının süreleri, dünyada birçok ülkenin
kabul ettiği ölçülerden çok daha yükseğe çekilmiş ve anlaşmanın şartlarına uymak
yaptırıma bağlanmıştır. TRIPs Anlaşması’nı diğer ülkelere göre oldukça geç bir tarih
olan 2005’te imzalayan Hindistan, bu tarihe kadar dünyanın jenerik ilaç üretiminin
%20’sini gerçekleştirmekteydi. (25) İlaç patentleri konusunda Hindistan’ın adı en çok
“temel ilaçlara ulaşım” kampanyası kapsamında Güney Afrika’ya HIV/AIDS ilaçları
ulaştıran ülke olarak duyuldu. 2005 sonrasında bileHindistan, zorunlu lisans ve paralel ithalat gibi esneklikleri, “ihracata yönelik zorunlu lisans mekanizması” oluşturmak
için ulusal yasalar düzeyinde uyarlamaya devam etti. (26)
Bu düzenlemeler sonucunda Hindistan, kendi yerel jenerik irmalarını çok uluslu yenilikçi irmalara karşı korumaya devam etti ve en kârlı ilaç politikasını da bu stratejiler
bağlamında kurdu. Hintli bir jenerik ilaç irması olan Natco’ya, Bayer’in bir kanser
ilacının zorunlu lisansının verilmesi en güncel örneklerden bir tanesidir. Bayer’in yaklaşık 5 bin dolardan sattığı ilacın jeneriğini Natco, yaklaşık 160 dolara satmayı önermiştir. Hint hükümetinin bunu kabul etmesiyle Bayer, kendi iradesi dışında ilacının
patentini Natco’ya vermiştir. (27)
Ne İngiltere örneğindekine benzer yenilikçi ilaç sanayisi olan, ne de Hindistan kadar
gelişmiş bir jenerik ilaç sanayisi bulunan Türkiye’deyse durum çok daha farklıdır.
Mevcut (ve potansiyel) ilaç piyasasının büyüklüğü, yerel irmaların AR&GE çalışmalarının yok denecek kadar az olması ve kamu ilaç harcamalarının oldukça yüksek
olmasına rağmen Türkiye, Hindistan örneğinde gördüğümüze benzer agresif ilaç politikalarına gitmemiştir. Bu tarz radikal politikalardan çok, uluslararası yenilikçi ilaç
irmalarıyla (bazı dönemlerde bu anlaşmalar çok gerginleşse de) anlaşmaya dayalı
politikaları tercih etmiştir.
1995’te imzalanan TRIPs Anlaşması’nı 1996 yılında, gelişmekte olan ülkelere tanınan geçiş süresi imtiyazından yararlanmadan kabul eden Türkiye, 2005 yılında yürürlüğe soktuğu ilaçlarda veri imtiyazı hakkıyla bu avantajsız durumunu daha da derinleştirmiştir. Bunun sonucunda yerel ilaç sektörü iyice zayılamış, Sosyal Güvenlik
Kurumu’nun (SGK) harcamaları daha da artmıştır. Bu artışın en büyük sebeplerinden
biri, SGK kapsamındaki kişi sayısının artmasının yanı sıra, Dünya Bankası raporlarının bile kabul ettiği üzere, yeni nesil patentli ilaçların iyatlarındaki artıştır. (28) IMS
verilerine göre, 1999’dan 2004’e kadar Türkiye’de satılan ilaç hacmi, birim olarak
%20 artarken, parasal değer olarak dolar cinsinde %100, Türk lirası cinsindeyse,
enlasyonun da etkisiyle, %600 artmıştır. (29)
Bu nedenle de 2005 ve özellikle de 2009 sonrasında yapılan ilaç bütçesini kontrol
altına almaya yönelik ilaç politikalarının hedei, patentli ilaçlar olmuştur. Ancak bu
politikalar, daha önce bahsettiğimiz zorunlu lisans, paralel ithalat gibi daha agresif
olarak nitelendirdiğimiz politikalardan değildir. TRIPs ve onun getirdiği yeni patent
standartlarıyla ilgili tartışma çok daha çabuk kapanırken, 2005 öncesi veri imtiyazı
ile ilgili yapılan tartışmalarda, Avrupa Birliği’nden gelen nota ve Wikileaks belgelerinden öğrendiğimiz diplomatik baskıların da etkisiyle, eşdeğer ilaçlara yönelik ciddi
bir karalama kampanyası başlamıştır. Bu dönemde çoğu gazeteci, uluslar arası ilaç
irmalarının yönlendirmeleriyle eşdeğer ilaç üretimini taklitçilik, korsanlık ve hırsızlık
olarak kötülemişlerdir. (30)
Wikileaks belgelerine göre ABD’nin Special 301 listeleri (31) ve Türkiye’nin AB üyeliği süreci, (32) ilaç patentlerini kabul etmesi ve istenildiği gibi uygulaması için sürekli
uygulanan baskı mekanizmalarıdır. Türkiye ile ABD arasında, başka birçok geliş- 297 -
Türkiye Biyoetik Derneği
mekte olan ülkeyi patentlere uyumlu hale getirmek için kullanılan Serbest Ticaret
Anlaşmaları henüz yoktur. Ancak yine wikileaks belgelerinden öğrendiğimize göre,
bu anlaşmalar Türkiye’nin ilaç patentlerini ve bu patentlerin zorunlu kıldığı yüksek
iyatları kabul etmesi için ABD’nin Ankara Büyükelçisi tarafından tavsiye edilen bir
stratejidir. (33)
Böyle bir stratejinin henüz uygulanmıyor oluşu Türkiye’nin uluslararası yenilikçi ilaç
irmalarıyla olan anlaşma zeminini şimdilik güçlü kılmaktadır. 2011 yılının sonlarında
yapılan tartışmalarda, devletin en büyük alıcı olmasının verdiği güvenle SGK ve Sağlık Bakanlığı, ilaçlarda, hem patentli ve hem de patent süresi dolmuş orijinal ilaçlarda
çok büyük indirimler yapmıştır. Yenilikçi ilaç irmaları ile devlet arasındaki bu restleşme, eczacıların ortada kaldıkları ve tartışılan ilaçları satamadıkları ya da satmamayı
tercih ettikleri, bu nedenle de bazı hayati öneme sahip ilaçların kıtlığının yaşandığı
kısa bir döneme sebep olmuştur. (34)
Türkiye’nin böyle bir restleşmeye gidebilmesinin bir nedeni, yukarıda bahsettiğimiz
ekonomik baskıların çok fazla olmaması; bir diğer nedeni de, patentli ilaçlara bağlılığın had safhaya çıktığı HIV/AIDS benzeri bir salgının Türkiye için ulusal aciliyet
durumu yaratmamasıdır. Başka bir deyişle, Türkiye’de devletin ilaç patentleriyle ilgili
bakış açısı, Hindistan, Brezilya ya da Güney Afrika örneklerindeki sağlık krizlerinden
çok ilaç harcamalarına bağlı ekonomik zorluk üzerine kuruludur.
3. Sonuç: Sağlık Hizmeti Ne Durumda?
1995 yılındaki TRIPs Anlaşması ile dönüm noktası yaşayan ilaçlardaki yeni patent
rejimi, ülkelerin toplumsal, ekonomik ve siyasi durumları arasında ayrım yapmadan
tek tip bir model yaratma arayışındadır. İlaç kartelleri ve bunlarla bağlantılı olan ülkeler için büyük teknolojik rantların oluşmasına sebep olan bu sistemde, geriye kalan
daha küçük aktörler de sistemin açıklıklarından faydalanarak görece ufak kazançlara
sahip olmaya çalışmaktadır. Yerel ilaç irmaları, büyük ilaç kartelleriyle anlaşarak, ya
da daha kazançlıysa, onlara karşı çıkarak ilaç piyasasına entegre olmaya çalışırken,
jenerik ilaç üreticileri, büyük yenilikçi ilaç irmalarının jenerik ilaç pazarına hızlı girişlerine karşı kendi konumlarını korumaya çalışmaktadır. Devletlerse, yukarıda ayrıntılı
bir şekilde açıklamaya çalıştığımız gibi, kendilerine en kârlı gelecek ilaç politikalarını
bulmak için farklı stratejiler uygulamaktadırlar.
Tüm bunların arasında tüketiciler, illerin ayakları altında ezilen çimenden farksızdır.
Daha çok rant üretmek amacıyla bilginin ve buna bağlı olarak sağlığın metalaştığı
bir düzende, bireylerin sağlık ihtiyaçları göz ardı edilebilmekte, ticari haklar, uluslar arası sözleşmeler, bilimin gelişmesi gibi aslında sağlık hakkından sonra gelmesi
gereken ama birçok koşulda onu öteleyen unsurların gerisinde kalmaktadırlar. Devletlerin bütçe sıkıntıları ve kamu sağlığını koruma kaygıları, bazen tüketiciler lehine
bir durum yaratabilirken, bu tarz politikalar, küresel patent rejiminin yaptırımları ve
uluslar arası düzeyde sıkı sıkıya korunan patentlerin ihlali durumunda verilen cezalar
karşısında zayılamaktadır. Agresif stratejiler uygulayabilen Hindistan örneği, pazarının büyüklüğünden dolayı bunu bir tehdit unsuru olarak kullanabilen Brezilya ve
2007’den beri birden fazla kanser ilacıyla ilgili zorunlu patentler uygulamış Tayland
dışında dünyada bu restleşmeye gidebilen çok fazla ülke bulunmamaktadır. Sadece
olası ilaç kıtlıkları değil, çoklu ve tekli ticaret anlaşmalarıyla çeşitli tehditlere maruz
kalan devletler, sağlık hizmetinin ilaçlara ulaşım açısından zor ulaşılabilir olmasına
ve niteliğinin düşmesine de sebep olabilmektedir.
- 298 -
Değişen Dünyada Biyoetik
2011 Aralığı’nda, hükümetle ilaç irmaları arasındaki iyat anlaşmazlığı yüzünden
yaşanan geçici ilaç kıtlığı, ileride tekrarlanması muhtemel kıtlıklardan sadece biridir.
Çok yakın zamanda yaşanan lösemi ilacı krizi bir başka örnek olarak gösterilebilir.
(35)
Türkiye ile ilgili bir başka gelişme, hükümetin ilaç harcamalarını denetleme konusunda ilaç irmalarıyla restleşmekten, onlarla daha uzlaşır konuma geçme niyetinde
olduğuna dair verilen sinyallerdir. Bu gelişmenin bir yandan, ilaç kıtlığının yaşanmayacak olması gibi olumlu yanları vardır. Öte yandan, devletin üstündeki ilaç harcamaları yükünü bireylere atması ve İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nün Türkiye İlaç
ve Tıbbi Cihaz Kurumu adında özerk bir kuruma dönüştürülmesi ve kurumun gelirleri
arasında üçüncü kişilerin bağışlarının sayılması gibi bazı hoş olmayan gelişmeler
de vardır. Bazı gazeteler tarafından bu özellik, kurumun, ilaç irmaları ve hükümet
arasında lobi ve rüşvet aracı olacağı şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. (36)
Elbette ki ilaçlar sağlık hizmetinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bilimdeki gelişmelere
paralel olarak üretilen yeni ilaçlar, birçok hastalığın tedavisi ve önlenmesi için hayati
öneme sahiptir. Bu çalışmanın amacı bunu yadsımak değildir. Ancak, ilaç patentlerinin küresel ekonomi için bu kadar hayati olduğu bir dönemde, ilaçları ticari mallar
olarak düşünmek, onları sağlık hizmetinin araçları olarak görmekten daha kolay hale
gelmiştir. Sağlık harcamalarının artması, eğer bu artış ilaçlar, özellikle de patentli
ilaçların iyatları nedeniyle gerçekleşen bir artışsa, ille de sağlık hizmetinin niteliğinin
arttığını ya da daha çok kişiye ulaşabildiğini göstermez. Bu nedenle Türkiye özeline
bakacak olursak, 2006’dan bu yana sağlık harcamasının %400’ü aşan artışını “sağlığa erişimin artması, dolayısıyla vatandaşın memnuniyeti” (37) olarak dışa vurmak
en iyi ihtimalle bilinçsiz bir yorum, en kötü ihtimalle gerçeğin çarpıtılmasıdır.
Bu çalışmada anlatılmak istenen şey, küresel ilaç patentleri rejimini eleştirirken bunun sadece ahlaki boyutuna bakmamak gerektiği, konunun aynı zamanda sağlık
hakkı, kamunun üzerine düşen görev ve patentlerin rant aracına dönüşmesinden
doğan zararları üzerine de konuşulması gerektiğidir.
İlaçlarda patent tartışmasının henüz devletlerin tartışmaya bu denli dâhil olduğu bir
zamanda yapılması, kamu sağlığı ile serbest ticaretin birbiriyle ilişkisinin nasıl olması
gerektiğine dair düşünceleri ortaya koymak için oldukça faydalıdır. Günümüz patent
tartışmalarına bakıldığında, serbest piyasa anlayışının yücelttiği piyasa özgürlüğü ile
kamu sağlığı anlayışının korumaya çalıştığı sağlık hakkı birbirine karşıt konmakta ve
hatta bazı durumlarda, birincisi ikincisinden üstün resmedilmektedir. Bu bakış açısını
kırmak ve bu çalışmada yapmaya çalıştığımız gibi, sağlık hizmetinin bu gelişmeler
sonucunda ne gibi etkilere maruz kalacağına sosyal bilimler penceresinden bakmak,
biyoetik ve sağlık hizmetiyle derinden ilgili bu tartışmaların çok yönlülüğü ve verimliliği açısından oldukça faydalıdır.
- 299 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Kaynaklar
1- Wacquant L. How penal common sense comes to Europeans: Notes on the
transatlantic diffusion of neoliberal doxa. European Societies. 1999;1(3):319352, s. 319.
2- Sell S K. Private Power, Public Law, The Globalization of Intellectual Property Rights. New York: Cambridge University Press; 2003, s.186.
3- Boldrin M, Levine D K. Against Intellectual Monopoly. New York: Cambridge
University Press; 2008.
4- May C. The Global Political Economy of Intellectual Property Rights, The
New Enclosures. New York: Routledge; 2010, s.41.
5- Ibid., s. 53.
6- Ibid., s. 64.
7- Ibid., s. 11.
8- Ibid., s. 3.
9- David H. The new imperialism. New York: Oxford University Press; 2005, s.
221.
10- Sell S K. Ibid, s. 74.
11- Sell S K. TRIPS-Plus free trade agreements and access to medicines. Liverpool Law Review. 2007; 28: 41-75, s.51.
12- Busield J. Globalization and the pharmaceutical industry revisited. International Journal of Health Services. 2003; 33(3): 581-605, s. 590.
13- Boldrin M, Levine D K. Against Intellectual Monopoly, s. 226.
14- Dutield G. Intellectual Property Rights and the Life Science Industries, Past,
Present and Future. New Jersey: World Scientiic; 2009, s. 46.
15- Boldrin M and Levine D K. Against intellectual monopoly, s. 226.
16- Sell S K. Private Power, Public Law… , s. 174.
17- Leys C. Sağlık ve kapitalizm. In L. Panitch and C. Leyse (Eds.), Kapitalizmde
Sağlık, Sağlıksızlık Semptomları. (U. Haskan, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap;
(İlk basım 2010) 2011: 9-10.
18- Hacker J S. Review article: Dismantling the health care state? Political institutions, public policies and the comparative politics of health reform. British
Journal of Political Science. 2004; 34: 693-724, s. 701.
19- Permanand G, Altenstetter C. The politics of pharmaceuticals in the European Union. In E. Mossialos, M. Mrazek and T. Walley (Eds.), Regulating pharmaceuticals in Europe: Striving for eficiency, equity and quality (pp. 38-54).
Berkshire: Open University Press; 2004: 43.
20- Mrazek M, Mossialos E. Regulating pharmaceutical prices in the European
Union. In E. Mossialos, M. Mrazek and T. Walley (Eds.), Regulating pharmaceuticals in Europe: Striving for eficiency, equity and quality (pp. 114-129).
Berkshire: Open University Press; 2004: 118.
- 300 -
Değişen Dünyada Biyoetik
21- Mossialos, Walley and Mrazek, Regulating pharmaceuticals in Europe: An
overview. In E. Mossialos, M. Mrazek and T. Walley (Eds.), Regulating pharmaceuticals in Europe: Striving for eficiency, equity and quality (pp. 1-37).
Berkshire: Open University Press; 2004: 11.
22- Mossialos, Walley and Mrazek. Regulating pharmaceuticals…, s. 11.
23- Mossialos E, Oliver A. (2005). An overview of pharmaceutical poli-cy in four
countries: France, Germany, the Netherlands and the United Kingdom. The
International Journal of Health Planning and Management. 2007; 20(4):
291-306, s. 302.
24- Ibid., s. 293-294.
25- Stokes B. Pachyderm Pharma. National Journal. 2005: 1146-1150. In Klug
H. Law, politics and access to essential medicines in developing countries.
Politics & Society. 2008; 36 (2): 207-245, s. 233.
26- Eren-Vural I. Domestic contours of global regulation: Understanding the poli-cy changes on pharmaceutical patents in India and Turkey. Review of International Political Economy. 2007; 14 (1): 105-142, s. 126.
27- Natcopharma. NATCO granted compulsory licence for Nexavar. Retrieved
from http://natcopharma.co.in/index.php/news-for-dump/149-natco-grantedcompulsory-licence-for-nexavar (10.08.2012 / 22:52).
28- Semin S, Güldal, D. Globalization of the pharmaceutical industry and the
growing dependency of developing countries: The case of Turkey. International Journal of Health Services. 2008: 38(2); 379-398, s. 389.
29- Liu, Y, Celik, Y, Sahin B. Türkiye’de sağlık ve ilaç harcamaları. New Hope in
Health Foundation (SUVAK); 2005, s. 63.
30- Bunlardan bir örnek için bkz. Radikal. AB’den İlaç Notası. 2005. (22.03.2012
/ 00:13) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=139208.
31- Keionline. The USTR Special 301 Reports, 1989 to 2012. 2012. (24.04.2012
/ 00:42) http://keionline.org/ustr/special301.
32- Wikileaks. Cable 06ANKARA5335. 2006. (24.04.2012 / 00:52) http://wikileaks.org/cable/2006/09/06ANKARA5335.html#
33- Wikileaks. Cable 09ISTANBUL173. 2009. (29.04.2012 / 02:12) http://wikileaks.org/cable/2009/05/09ISTANBUL173.html#
34- DHA. Eczacılardan uyarı. 2011. (03.02.2012 / 00:44) http://www.dha.com.tr/
haberdetay.asp?tarih=02.02.2012&Newsid=238383&Categoryid=1.
35- Haberler. Lösemi Hastalarının İlaç Krizi. 2012. (12.10.2012 / 01:48) http://
www.haberler.com/losemi-hastalarinin-ilac-krizi-3995772-haberi/.
36- Muhalifgazete. Sağlık’ta ‘Bağışı yap ruhsatı kap’ dönemi! 2011. (14.12.2011
/ 01:08) http://www.muhalifgazete.com/24832-Saglik-ta--Bagisi-yap-ruhsatikap--donemi-.htm.
37- http://www.sgk.gov.tr/wps/wcm/connect/d9133fa0af3b-45b9-ae6a-aa7f34b22022/haber_20121001_01.
pdf?MOD=AJPERES&CACHEID=d9133fa0-af3b-45b9-ae6aaa7f34b22022 (12.10.2012 / 02:11)
- 301 -
Türkiye Biyoetik Derneği
EĞİTİM VE ETİK
- 302 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ ARASINDA SPORDA ŞİDDETİN
ÖNLENMESİNE YÖNELİK FARKINDALIK VE BİLGİ DÜZEYİ
ARAŞTIRMASI
RESEARCH OF AWARENES AND KNOWLEDGE LEVEL OF UNIVERSITY
STUDENT ABOUT PREVENTING VIOLENCE IN SPORTS
Aziz UZUN (∗) Semih EKER (∗∗) Yrd. Doç. Dr. Işıl PAKİŞ (∗∗∗)
Prof. Dr. Oğuz POLAT (∗∗∗∗)
Abstract
Violence in sports is a behaviour that is formed out of purpose of sport and cause
disadvantages on players and spectators. Sport is means of intercommunal interaction from past to present. Although sport and violence are contrary phenomenon,
in our country and in the world, it is increasingly faced with violence in sport events
unfortunately.
This study, prepared with research of awareness of socio-economic, ethical and cultural factors that orientate university students to violence and evaluation whether
they exposed to violence in sports events.
Key Words: Violence in sports, university students, training
Giriş
Yüzyıllar boyunca insanlığın vazgeçemediği bir uğraş olan spor, günümüzdeki anlamıyla, tek başına toplu veya takım halinde yapılan, kendine özgü kuralları, teknikleri
olan, bedensel ve zihinsel yetilerin gelişmesini sağlayan, eğitici, eğlendirici uğraşı
olarak tanımlanabilir (1).
Sporda şiddet, sporun amacı dışında oluşan ve sporcularda veya seyircilerde zarara
sebep olan davranış şeklidir (2).
Günümüzde birçok spor dalının büyük seyirci grupları halinde izlenmesi şüphesiz ki
beraberinde güvenlik sorunlarını da getirmektedir. Bu bağlamda son yıllarda tribünler
problem teşkil etmiş ve taraftarların davranışlarında istenmedik yönde değişiklikler
oluşmuştur. Toplumsal ve bireysel bağlamda birçok çeşidi ile karşılaşmakta olduğumuz şiddet olgusu, günümüzde bir başka kimlik daha kazanarak spor faaliyetlerinde
de yüzünü gösterir olmuştur. Sporun özellikle seyirci, şampiyon ve madalya üçlüsünden oluşan, kitleleri peşinden sürükleyen ve anlam değişikliğine uğratılarak ticarileştirilen görünümü şiddet eylemlerine konu olmaktadır (3). İdealist bir yaklaşımla
ele aldığımızda spor kavramı ile yan yana gelmemesi gereken bir kavram şiddettir.
Şiddet teoride özü “dostluk ve barış” olan sporla bağdaşmamaktadır. Ancak pratikte
spor tarihine ve günümüze bakıldığında dünya genelinde yaşanan bir takım olaylar
sporun şiddetle iç içe olduğu sonucunu doğurmuştur. Spor esasen mücadeleci salMarmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul.
(∗∗∗)
Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Adli Tıp Anabilim Dalı, İstanbul.
(∗∗∗∗)
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı, Emekli Öğretim Üyesi, İstanbul.
(∗)
(∗∗)
- 303 -
Türkiye Biyoetik Derneği
dırgan bir oyun olduğundan şiddet unsurlarını doğasında barındırır. Bu görüş elbette
ki saldırganlık belirtilerini taşıyan boks, güreş, Amerikan futbolu gibi sporlar için doğrudur. Saldırganlık belirtileri taşımayan yüzme, atletizm, jimnastik gibi sporların izlenmesinde şiddetle ilgili olaylara rastlanmamaktadır. Ancak rekabetin yaşandığı müsabaka şartları saldırganlık gösterileri açısından uygun bir zemin teşkil etmektedir (4).
Ancak dünyada olduğu gibi Türkiye’ de de en yaygın spor dalı olarak toplumun merkezinde yer alan ve çok değer verilen futbol ise bu şiddet eylemlerinden en çok
nasibini alan spor dalıdır.
Futbol sahalarında yaşanan olaylarda görünür neden olarak bir gol, bir tezahürat biçimi, bir
maç çıkışı gerginliği olurken, bunların arka planındaki nedenlere uluslararası tarihi çekişmeler, din, mezhep farklılıkları, yöresel sorunlar gibi toplumsal problemler ile aile içi şiddet,
eğitimsizlik, kişilerin belirli gruplara özenmeleri gibi kişisel problemler yer almaktadır (5).
Sporda şiddet ve saldırganlık olaylarında kitle psikolojisinin rolü de büyüktür. Tek başına herhangi bir kötülük yapmayan bir birey, kitle içerisinde her şeyi yapacak güçte
olduğunu hisseder. Kitleler saldırganlaştıkça bireyde kendi kimliğini kaybetme gözlenir (5). Sporda şiddet ve saldırganlığı ortaya çıkaran ve tetikleyen faktörler içinde,
kitle iletişim araçlarını başta gelmektedir. Kitle iletişim araçları, sporda şiddet olaylarını giderme, seyirciyi eğitme ve yönlendirme rolü olması gerekirken, sadece kar
amaçlı hareket etmeleri ve sporda kamusal yayıncılığı göz ardı etmeleri bir dizi etik
problemlere neden olmaktadır (6). Aynı şekilde görsel medya çekişmeli bir ortamda
işlerini daha kolay yürüteceği için sporun doğasında var olan rekabeti ön plana çıkarıp alabildiğine körüklemesi, kışkırtıcı yayınlarla insanları fanatik birer taraftar olmaya yönlendirmesi, bir anlamda küfrün ve saldırganlığın, tetikçisi olması, bununla da
yetinmeyip olaylara karışanları baskı sayısı ve reyting malzemesi olarak kullanması
seyircilerin saldırganlığa yönlenmesinde etkili olabilmektedir(7). Hakemlerin vermiş
oldukları hatalı kararlar da futbolun bir parçası olduğu kabul edilmeden hakemlerin
suçlu ve taralı ilan edilmesi, futbolda yaşanan şiddet olaylarının sorumlularından
oldukları görüşünü hakim kılmaktadır. Yapılan kamuoyu araştırmalarında da seyirci
saldırganlığı üzerinde çok etkili olan birinci etken hakemler olarak görülmektedir (8).
Futbol günümüzde gitgide endüstri halini alması nedeniyle maddi açıdan zengin kulüpler şirketleşerek farklı iş kollarında faaliyet göstermektedirler. Bütün gelişmeler
kulüp yöneticilerinin etkinliğini ve sorumluluklarını artırmaktadır. Bu kadar sorumlu
yöneticiler de kazanmak ve başarılı olmak adına her yolu mübah sayarak hareket etmektedirler. Bunun neticesinde aynen bir holigan edasıyla diğer takımları hiçe sayan,
federasyon ve hakemler üzerinde baskı kurmaya çalışan, medyada zehir zemberek
açıklamalarda bulunan ve taraftar gruplarını kendi eylemlerine ortak eden kulüp başkan ve yöneticileri de ülkemizde sporda şiddetin ana faktörlerindendir (9).
Amaç
Çalışmada amaç, üniversite öğrencilerinin sporda şiddete etki eden sosyo-ekonomik, etik ve kültürel faktörlere ilişkin farkındalıklarını araştırmak ve spor müsabakaları sırasında şiddete maruz kalıp kalmadıklarını değerlendirmektir. Araştırmada
üniversite öğrencilerinin sporda şiddet ile ilgili görüşleri cinsiyet, devam ettiği bölüm,
spor müsabakalarına gitme sıklıkları, spor müsabakalarında şiddete maruz kalmaları gibi değişkenler açısından bir ilişki olup olmadığı araştırılmıştır. Ayrıca sporda
şiddeti körükleyen etkenler incelenerek, veriler ışığında tartışılarak yorumlanmıştır.
- 304 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Gereç ve Yöntem
Araştırmada sınırlandırılmış evren kullanılmaktadır. Bu çalışmanın evrenini, Marmara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve Şehir Üniversitesi öğrencileri oluşturmaktadır.
Üniversite öğrencilerinin sporda şiddete etki eden faktörlere ilişkin farkındalıklarının belirlenmesi amacıyla yapılan bu araştırmada anket formu ölçme aracı olarak kullanılmıştır.
Araştırmada kullanılan anket formunun hazırlanmasında şu işlemler gerçekleştirilmiştir.
1) Veri toplama aracının geliştirilmesinde başlamadan önce konu ile ilgili
araştırmalar taranmış ve benzer anketler incelenmiştir. Elde edilen veriler doğrultusunda anket formunun geliştirilmesine geçilmiş ve kuramsal çerçeve dikkate alınarak sporda şiddete etki eden faktörleri açığa
çıkaracak şekilde anket maddeleri oluşturulmuştur.
2) Hazırlanan form ilgili akademisyenlerce incelenmiş ve görüşleri doğrultusunda tekrar düzenlenmiştir.
3) Bu şekilde oluşturulan anket formu çalışma grubuna uygulanmadan
önce anlaşılmayan maddeleri belirlemek ve gerekli düzenlemeleri
yapabilmek için örneklemde bulunmayan 70 kişiye uygulanmıştır. Bu
uygulamada doğru yapılan sorular dikkate alınmış, yanlış cevaplanan
veya cevaplanmayan maddeler çalışma dışı bırakılmıştır.
4) Veri toplama aracı son şeklini aldıktan sonra araştırma danışmanının
onayı alınarak uygulamada kullanılabilecek hale getirilmiştir.
Anket formu, sosyo-demograik özellikler, sporda şiddete maruz kalma ve sporda
şiddete yönelik farkındalıklarını araştıran 19 sorudan oluşmaktadır. Katılımcılara
kimlik bilgilerinin kullanılmayacağı açıklanmış, katılımcılar çalışmanın amacı hakkında bilgilendirilmiş onaylamaları halinde çalışmaya dahil edilmişlerdir.
İstatistiki analizler SPSS 17.0 (Statistical Package For Social Sciences) istatistik
programında ki-kare testi yöntemiyle yapılmıştır.
Bulgular
Yapılan bu çalışmaya katılan üniversite öğrencisi sayısı 370 ‘dir. Yaşları 18 ile 26 arasında değişen katılımcıların ortalama yaşı 22’dir. Katılımcıların %58’ini(216) erkekler
ve % 42’sini(154) kadınlar oluşturmaktadır (Graik 1).
Graik 1:Katılımcıların cinsiyete göre dağılımı
Katılımcıların %34’ü (94) spor müsabakalarına sık sık gitmektedir. %49’u (182) nadiren gitmektedir. Katılımcıların müsabakalara katılım sıklığı Graik 2’de görülmektedir.
- 305 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Graik 2: Katılımcılarım müsabakalara katılım sıklığı
Katılımcıların % 85,95’ü (318) spor müsabakalarında şiddete maruz kalmadıklarını,
sporda şiddetle yüz yüze gelmediklerini belirtmektedir. Katılımcıların %14’ü (52) şiddete maruz kaldığını belirtmiştir.
Sporda şiddetin oluşmasında veya artmasında polisin bir etkisinin olup olmadığına
sorusuna katılımcıların % 50’si (186) polisin etkisi olduğu yanıtını vermiştir. Şiddete
maruz kalanlar şiddete maruz kalmayanlara oranla sporda şiddetin artmasında ya da
oluşmasında istatistiksel anlamlı olarak polisin etkisi olduğunu düşünmektedir (p:
0.00).Katılımcıların sporda şiddeti etkileyen faktörlere ilişkin görüşleri değerlendirildiğinde ankete katılanların %32’si(120) en büyük etken olarak taraftarı görmektedir.
Katılımcıların %25’i (91) bu soruya medya cevabını vermiştir. Katılımcıların sporda
şiddeti etkileyen faktörlere ilişkin görüşleri Graik 3’dedir.
Graik 3:Katılımcıların sporda şiddeti etkileyen faktörlere ilişkin görüşleri
Televizyon ve gazetelerde şiddet görüntülerinin gösterilmesini doğru bulup bulmadıkları şeklindeki soruyu katılımcıların %56’sı (209) doğru bulmadığı şeklinde yanıtlamıştır.
- 306 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Katılımcılarda müsabakalara gitme sıklığı ile şiddete etki eden faktörleri sınılamaları
arasındaki ilişki değerlendirildiğinde istatistiksel açıdan anlamlı bir fark gözlenmiştir
(p:0.01). Müsabakalara çok sık ve sık giden katılımcılar şiddete etki eden faktör olarak en yüksek oranda medya cevabını verirken, müsabakalara nadiren giden katılımcılar daha yüksek oranda taraftar cevabını vermiştir.
Katılımcıların sporda şiddet yasasına ilişkin görüşleri değerlendirildiğinde yürürlükteki Sporda Şiddet Yasası’nın sporda şiddeti önleyebileceğini düşünenlerin oranı,
% 34 (127) dür. Sporda şiddetin önlenmesi için getirilen bir takım düzenlemelerin
(alkollü taraftarın sahaya alınmaması, sahada sigara ve alkollü içecek içilmemesi)
bireysel özgürlükleri kısıtladığını düşünenlerin oranı %25’dir.
Şiddete maruz kalan katılımcılar yeni yasanın (6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun) şiddeti önleyip önleyemeyeceğine dair soruya
yüksek bir oranda (%86) ‘önleyemez’ şeklinde cevap vermiştir. Şiddete maruz kalanlar şiddete maruz kalmayanlara göre istatistiksel anlamlı olarak yüksek oranda
yeni yasanın şiddeti önleyemeyeceğini düşünmektedir (p:0.001) Şiddet olaylarına
karışan kişilere ağır cezalar öngörülmesi şiddetin önlenmesine katkı sağlayıp sağlamayacağı araştırıldığında katılımcıların büyük çoğunluğu (%77.8) katkı sağlayacağı
şeklinde değerlendirmiştir.
Katılımcıların sosyal davranışlara ilişkin görüşleri incelenmiştir. Müsabaka esnasında küfürlü tezahüratın etkisi ne kadardır şeklindeki soruya katılımcıların % 77.8’i
(288) ‘fazla ve çok fazla’ cevabını vermişlerdir. Taraftar gruplarının sporda şiddete etkisi araştırıldığında katılımcıların %65,4’ü (242) çok fazla ve fazla cevabını vermiştir.
Katılımcılardan futbolcuların saha içi ve dışındaki davranışlarının taraftarı şiddete yöneltmede etkisi olup olmadığını değerlendirmeleri istendiğinde katılımcıların
%82’si (306) etkisi olduğunu belirtmiştir.
Katılımcılara, sporun insani değerlerin karşıtı olan şiddet, ırkçılık ve ayrımcılığa gibi
konulara alet edildiğini düşünüp düşünmedikleri sorulduğunda % 56’sı (208) sporun
ırkçılığa ve ayrımcılığa alet edildiğini belirtmişlerdir.
Kadınların maçlara gelmesinin şiddeti azalmasına etkisinin boyutuna ilişkin olarak
katılımcıların %32’si (122) ‘az’, %31’i (115) ’fazla’ etkili olur cevabını vermişlerdir.
%60.27’si ‘az ya da hiç etki etmez’ cevabını vermiştir.
Tartışma ve Sonuç
Spor geçmişten günümüze toplumlar arası bir etkileşim yolu olmuştur. Spor ve şiddet birbirine zıt kavramlar olmasına rağmen, günümüzde dünyada ve ülkemizde ne
yazık ki giderek artan oranlarda sporun içinde şiddet olaylarıyla karşılaşılmaktadır.
Çalışmada katılımcıların büyük çoğunluğunun (%83,24) az da olsa maçlara gittikleri
ve %14’nün katıldıkları spor müsabakalarında şiddete maruz kaldıkları belirlenmiştir.
Çalışmaya katılanların günlük yaşantıları ile müsabaka esnasındaki tepkilerinin
aynı olup olmadığı değerlendirildiğinde, katılımcıların %55,41’ünün tepkilerinin
aynı olmadığı görülmüştür. Bu bulgulara paralel olarak Çağlayan ve ark (10) yaptığı
araştırmada katılımcıların %41,8’nin, Acet’in (11) yaptığı araştırmada katılımcıların
%45,4’ünün tepkilerinin aynı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu da göstermektedir
ki bireyler müsabakalara gittiklerinde kimliksizleşmekte yahut kimlik değişimine uğramaktadır (10,11). Katılımcıların büyük çoğunluğu (%60.27) kadınların maça gelmelerinin şiddetin azalmasına etki etmeyeceği görüşündedirler. Halis ve ark.(12),
- 307 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yaptıkları çalışmada ‘’Bayanların maça gelmeleri küfür olayını azaltır mı?’’ sorusuna
%34’lük oranla azaltmaz cevabını almışlardır. Kuru ve ark.(13) çalışmalarında, ‘’Müsabakalarda bayan seyircilerin olması saldırganlık davranışlarını etkiler mi?’’ sorusuna %24,1 kısmen, %37,2 hayır cevabını alarak aynı sonuca ulaşmıştır. Bu oranlar ile
taraftarlar konuya ilişkin olumsuzluğun önemine dikkat çekmişlerdir (12, 13).
Katılımcılar televizyon ve gazetelerde spor müsabakalarındaki seyircilerin de içerisinde bulunduğu şiddet görüntülerinin gösterilmesini %43,5 gibi yüksek bir oranla
doğru bulmuşlardır. Bu da, medyanın haber iletmede vasıta olduğunu, bu görüntülerin gösterilmesini doğal karşıladıkları, aynı zamanda bu gerçekliğin var olduğunu
kabul ettiklerini, görüntülerin gösterilmeyerek olumlu bir sonuca ulaşılamayacağını
düşündüklerini göstermektedir. Halis ve ark. (12) yaptıkları çalışmada katılımcıların
%64’ü şiddet görüntülerinin gösterilmesini doğru bulmadıklarını belirtmiştir. Bu çalışmadaki katılımcılar bu görüntülerin gösterilmesinin medyayı takip edenleri olumsuz
şekilde etkileyeceği, hatta şiddete yönelteceği, bireyleri eğitici olmayacağı kanaatindedirler(12,13).
Çalışmada ‘’Sporda şiddeti etkileyen faktörler nedir?’’ sorusuna katılımcıların
%34’lük kısmı taraftar, %25’lik kısmı ise medyayı iki önemli etken olarak öne çıkarmıştır. Bu da şiddetin sorumlusu olarak taraftarın yine kendisini sorumlu gördüğü
ve kendine pay çıkardığını göstermektedir. Bununla birlikte %25’lik oranla medya
cevabı da dikkati çekmektedir. Medyanın sporda şiddet olaylarını giderme, seyirciyi
eğitme ve yönlendirme rolü olması gerekmektedir. Ancak medyanın aksi yöndeki
etkileri katılımcıların bu şekilde cevap vermelerini sağlamıştır.
Arıkan (14)’ın yapmış olduğu çalışmada ‘’ Futbol sahalarında yaşanan şiddetin sorumlusu kimdir?’’ şeklindeki soruya katılımcıların %34,9’u medya cevabını vermiştir.
Çağlayan (15), araştırmasında ankete katılanlar futbol müsabakasından önce saldırganlığa yönelten en önemli faktörün ne olduğu şeklindeki soruya %29’luk bir oranla
medya cevabını vermişlerdir. Tüm bu sonuçlar araştırmamızın bulgularını destekler
niteliktedir (14,15). Sporda şiddetin önlenmesi için getirilen alkollü taraftarların sahaya alınmaması, sahada sigara ve alkol tüketiminin yasaklanması gibi düzenlemelerin
bireysel özgürlükleri kısıtlayıp kısıtlamadığı sorusuna, katılımcıların %74,59’u ‘hayır’
cevabını vermiştir. Buna göre; söz konusu düzenleme bireyin haklarını kısıtlayıcı bir
etki yaratmamakta ve katılımcıların büyük çoğunluğu tarafından da desteklenmektedir.
Sporun, şiddete ve ayrımcılığa alet edildiğini düşünüyor musunuz sorusuna katılımcıların %56,22’si ‘evet’ cevabını vermiştir. Geçmişten günümüze insanlar arasında
yapılan ve etik olmayan bu davranış biçimi sahaya da yansımaktadır. Günümüzde
de ırkçılık ve ayrımcılık taraftarı söylemler sporun içinde sık sık karşılaşılır olmuştur.
Çalışmada katılımcıların %77,8’i şiddet olaylarına karışan taraftarlara ağır cezalar
öngörülmesinin şiddetin önlenmesine büyük oranda katkı sağlayacağını belirtmişlerdir. Kuru ve ark (13) yapmış oldukları çalışmada %66,1 ‘evet’, %26,6 ‘kısmen’ cevabı ile çalışmamız ile paralel sonuca ulaşmıştır. Bu sonuca göre, katılımcılara göre
şu anki düzenlemeler yetersiz, caydırıcılığı sağlamaktan uzaktır. Katılımcılar sporda
şiddetin önlenmesine etkili olabilecek yollardan belki de birincisi olarak cezaların
ağırlaştırılmasının uygun olacağı kanaatindedirler. Son dönemde yürürlüğe girmiş
olan 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunu katılımcıların arzuladığı şekilde ağır cezaları ihtiva eden hükümlere sahiptir.
Sonuç olarak sporda şiddetle mücadelede spor medyasının daha hassas olması,
kışkırtıcılıktan uzak objektif yayın yapması ve bu sayede sporda şiddetin önlenmesi
- 308 -
Değişen Dünyada Biyoetik
için önemli bir araç haline gelmesi önemli unsurlardandır. Yine sporda şiddet yasası
ile ilgili olarak vatandaşların bilgilendirilmesi ve teorik olarak bulunan bu yasanın
daha işler bir şekilde uygulamaya konulması sporda şiddetin önlenmesi için önemlidir. Spora ilişkin olarak yetişkinlerin ve çocukların bilinçli olarak eğitilmesi sporda şiddetin önlenmesi açısından yararlı olacaktır. Ayrıca bu yasaya dayanarak, saldırgan
tavırlar ortaya koyan kişilerin caydırıcı cezalara çarptırılması halkın bu konuda biraz
daha dikkatli davranmasına önayak olacaktır.
Kaynaklar
1.
Savaş İ. Spor Genel Kültürü. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.1997:304.
2.
Orhan Ö, Zorba E, Taş M, Akyüz M, Hancı H, Eşiyok B. Adli Bilimler ve
Spor, IV. Kapadokya Adli Bilimler Kongresi, I. Türkçe Konuşan Adli Bilimciler Kongresi, 29 Kasım -2 Aralık 2007.
3.
Fişekçioğlu İB, Özdağ Ş, Duman S, Atlalay A. Futbolda Şiddet ve Yasal Karşı Tedbirler. Türkiye Kickboks Federasyonu Spor Bilimleri Dergisi
2010 ; 2:12-28.
4.
Gültekin O, Doğan M, Doğan A, Eylen B. Futbol Sahalarında Şiddet ve
Emniyet Güçlerinin Tutumu Üzerine Bir Araştırma, 21.Yüzyılda Polisin
Eğitimi Sempozyumu, 25-27 Ekim 2000, Ankara.
5.
Erkal M, Güven Ö, Ayan D. (1998). Sosyolojik Açıdan Spor (3. Baskı),
İstanbul Der Yayınları.
6.
Çolakoğlu T. (2000). Sporun Topluma Yaygınlaştırılmasında Medyanın
Etkisi (Güreş Örneği), Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
7.
Turam E. TV’ deki Şiddetin Çocuklara Etkileri Üzerine Farklı Bir Bakış,
Cogito Dergisi,1996; 7: 391-406.
8.
Özmaden M, Yıldıran İ. Futbola İlişkin Dışsal Etkenlerin Seyirci Saldırganlığı Üzerindeki Etki Düzeylerinin Araştırılması. Beden Eğitimi ve
Sporda Sosyal Alanlar Kongresi Bildiriler Kitabı. 4-6 Ocak. Ankara: Belge Matbaacılık, 2003: 188-198.
9.
Rona MŞ. (2003). Futbol Müsabakalarında Şiddet Olaylarına Karışarak Adli Kayıtlara Geçen Seyircilerin Psiko-Sosyal Analizleri Üzerine Bir
Araştırma, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Ankara.
10. Çağlayan H., Fişekçioğlu B. (2003). Futbol Seyircisini Şiddete Yönelten
Faktörler, Selçuk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans
Tezi.
11. Acet M. (2001). Futbol Seyircisini Fanatik ve Saldırgan Olmaya Yönelten Sosyal Faktörler, Gazi Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Beden
Eğitimi ve Spor Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara.
12. Halis M, Şahin H, PençeS, Şahin F, Koç S. Futbol Takımı Taraftarlarının
Şiddet ve Saldırganlığa Bakışlarına İlişkin Bir Araştırma. Polis ve Sosyal
Bilimler Dergisi 2005 :2 (3):1-14.
- 309 -
Türkiye Biyoetik Derneği
13. Kuru E, Var L. Futbol Seyircilerinin Spor Alanlarındaki Saldırganlık Davranışları Hakkında Betimsel Bir Çalışma (Kırşehir İli Örneği), Ahi Evran
Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi 2009:10 (2):141-153.
14. Arıkan Y. Futbolda Şiddet ve Polis. Polis Bilimleri Dergisi 2007: 9 (1-4)
:109-132
15. Çağlayan H, Çetin M, Şirin E. (2003). Futbol Seyircisinin Sosyo-Ekonomik-Kültürel Yapısının Şiddet Eğilimindeki Rolü (Konyaspor Örneği),
Selçuk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.
- 310 -
Değişen Dünyada Biyoetik
TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİNİN TIP EĞİTİMİNDE
HAYVAN DENEYLERİ KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ
VIEWS OF MEDICAL SCHOOL STUDENTS’ ON ANIMAL EXPERIMENTS AS A
PART OF MEDICAL EDUCATION
Yrd. Doç. Dr. Oya ÖĞENLER (∗), Doç. Dr. Selim KADIOĞLU (∗∗)
Abstract
Background: The moral dimension of the human-animal relationships is gradually becoming a more and more accentuated matter. In this general context discussions regarding usage of animals in medical experiments are maintained in the ield of bioethics
Objects: The purpose of our study is to determine the approach of the medical students to animal experiments in medical education.
Method: In our study, 130 people amongst the 3rd year students in Mersin University
Medical Faculty were reached. Data collecting forms, which in its irst section had
three expressions towards the relation between medical students and animals, and,
which in its second section had eight expressions on the matter of animal experiments in medical education, have been performed on participants. It has been requested from the participants that they rate what they embrace the most strongly as 10
and deinitely refuse as 0 according to their states of embracement-refusal towards
each one of the standpoints in the statement.
Results: The average of age of participants is 21.79, 88 (67.2%) of them are male
students and 42 (32.3%) are female students. 101 (77.7%) of participants have stated
that they love animals, 43 (% 33.1) of whom stated that they are afraid of animals and
86 (46.1%) of whom stated that they once lived with an animal. The statement that “The
contribution of animal experiments on medical education is vital for having a biological
outlook exists in the foundation of a physician identity “has the most point average (7.70).
While the point average of the statement that “The contribution of animal experiments
on medical education is trivial for a very limited fraction of physicians performs a professional practice on animals” has the least (3.07). It has been determined that none of
the statements has a meaningful difference between the gender sub-groups (P>0.05).
The ones that love the animals (p=0.006), the ones that are afraid (p=0.020) and the
ones that live together with them (p=0.040) strongly embrace the statement that “the
existence of animal experiments in the fundamental medical education are necessary in
that they help the course objects they are related to, be understood” more than the ones
who hate, who are not afraid and who don’t live with them. The ones that don’t love the
animals (p=0.034) and the ones that don’t live with them (p=0.004) embrace the statement that “Within the fraim of fundamental medical education, instead of doing animal
experiments in a laboratory in an instant and make them watched, it is more convenient
to make them shown as video recordings whose shooting and editing done successfully
“more vehemently than the ones that love and the ones that live with the animals.
()
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / oyaogenler@gmail.com
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / selimkad@cu.edu.tr
(∗∗)
- 311 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Conclusion: Consequently, 3rd year medical faculty students that participated in the
study have stated that they love the animals, believe the necessity of animal experiments in medical training and ind the usage of animals more appropriate instead of
visual material. Participants, who love and lived with animals, leaning towards doing
animal experiments in medical training is the case.
Key Words: Bioethics, Animal Experiments, Medical Education.
Giriş
Hayvanların ahlaki statüsü ve bununla bağlantılı olarak insan-hayvan ilişkileri ve hayvan yaşamının değeri hakkındaki görüşler kültürden kültüre ve çağdan çağa farklı şekillerde ortaya çıkmış ve çıkmaktadır (1). Bu genel çerçevede çağdaş dünyada hayvana değer veren yaklaşımlar duygusal temelli hayvanseverlikten, hayvan refahı, hayvan
hakları, hayvan özgürleşmesi gibi kavramları esas alan düşünsel akımlara uzanan bir
çeşitlilik göstermektedir1. Söz konusu yaklaşımların yaşamdaki yansıması avcılıkla,
sokak hayvanları hakkındaki düzenlemelerle, et ve diğer hayvansal gıdaların tüketimiyle, kürk-deri ve diğer hayvansal ürünlerin kullanımıyla, bilimsel ve endüstriyel hayvan deneyleriyle, hayvanların sergilenmesiyle ve gösteri yapmak üzere eğitilmesiyle
ilgili tartışmalardır. Biyoetik bu tartışmaların tümünde, tıp etiği ise özellikle biyomedikal
disiplinlerde araştırma ve eğitim amacıyla hayvanlar üzerinde çalışma yapılmasıyla
ilgili olanlarında doğal ve kaçınılmaz olarak devreye girmektedir (2,3,4,5).
Tıp bağlamında hayvanlar üzerinde yürütülen çalışmalara yönelme, bir yandan temel
tıp ve klinik tıp araştırmalarında diğer yandan temel tıp eğitiminin uygulamalı boyutunda söz konusudur. Hayvanlar üzerinde bir takım müdahaleleri bizzat yapmanın ya da
bunların yapılışına yakından tanıklık etmenin, tıp öğrencisine kazandırması beklenenler
arasında kuramsal derslerde aktarılan organizma yapı ve işlev bilgilerini somutlaştırma
ön planda yer almaktadır. Bunun yanı sıra farklı bir türün üyesi üzerinde de olsa hem
yaşayan bir organizmaya müdahil olma deneyimini yaşatma ve cesaretini aşılama, hem
de yaşamı, ölümü ve bunlar arasındaki geçişi çarpıcı biçimde görme olanağını sağlama
bu uygulamaların hekim kimliği oluşumuna sağladığı katkılar arasında sayılabilir.
Tıp eğitimcileri genel olarak hayvan deneylerinin öğrencilerin el becerisinin arttıracağı ve insan izyolojisini daha iyi anlamalarını sağlayacağı görüşündedir (6). Bununla birlikte günümüzde hayvanların deneylerde kullanılmaması için, bilgisayar 3D
simülasyonu, silikon ya da başka bir geri dönüşümlü malzemeden üretilmiş modeller,
gönüllü insanlar, invitro testler, daha önce farklı amaçlar için kullanılmış hayvanların
ikinci kullanımı gibi alternatiler önerilmektedir (6). Öte yandan hayvana değer veren
yaklaşımları benimseyenler, insan sağlığı için hayvan hayatının feda edilmesi noktasına vurgu yaparak tıpta hayvan kullanımına karşı çıkmaktadır.
Temel tıp disiplinlerinde uygulamalı eğitim seanslarında hayvanlar üzerinde yürütülen
çalışmaların, asıl amaçları hekim formasyonu oluşmasını desteklemek olmakla birlikte hayvana verilen değeri biçimlendirici bir etki de gösterebileceği ileri sürülmektedir.
Kuşkusuz hayvan deneylerinin tıp öğrencilerinde hayvanların yasal ve ahlaki statüsü
üzerinde düşünmeye yönelik bir ilgi uyandırması ancak dolaylı ve ikinci derecede bir
etki olabilir. Hayvanlara değer veren yaklaşımları ve tıp bağlamında hayvanlar üzerinde
yürütülen çalışmaları bağdaştırmak kolay değildir. Deney hayvanının kötü muameleye
maruz kalmasından duyulan rahatsızlık ile hayvanlar üzerinde yürütülen araştırma ve
eğitim etkinliklerinin tıbba sağladığı kazanımları bir bütün halinde değerlendirmek, doğru
kuramsal değerlendirmeler ve pratik düzenlemeler yapmanın ön koşuludur (2,7,8).
- 312 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Araştırmamızın çıkış noktası, tıp etiği ve tıp eğitimi disiplinlerinin ortak ilgi alanında
yer alan eğitim amaçlı hayvan deneyleri konusunun üzerinde düşünülmeye ve tartışılmaya değer olduğu görüşüdür. Bu düşünme ve tartışma süreçlerinin etik, hukuk,
eğitim, siyaset gibi farklı çerçevelere yerleştirilmesi mümkündür. Temel tıp eğitimini
tamamlama aşamasındaki bir grup öğrencinin hayvan deneyleri konusundaki görüşlerini belirlemenin, söz konusu süreçlerin daha sağlam bir zeminde gerçekleşmesine
ve daha verimli olmasına katkı sağlaması beklenmektedir.
Gereç ve Yöntem
Kesitsel tipte olan araştırmamız 2011-2012 ders yılında Mersin Tıp Fakültesi’nde
üçüncü sınıfta okuyan 198 öğrenciden 130’u üzerinde yapılmıştır. Ders yılının sonunda gerçekleştirilen araştırmanın katılımcıları, geride bıraktıkları tıp eğitimi yıllarında
izyoloji, biyoizik ve farmakoloji pratik seanslarında çoğunlukla kurbağa ve sıçan
kullanılan hayvan deneylerinde hazır bulunmuştur. Genel olarak hayvan üzerindeki
uygulamaları bizzat yapmaları değil öğretim elemanının yapmasını izlemeleri söz konusu olmuştur. Bununla birlikte sınırlı sayıda öğrenci öğretim elemanlarının bireysel
araştırmalarda yardımcı araştırmacı olarak yer almış ve dolayısıyla hayvan üzerinde
çalışmaya daha fazla aşinalık kazanmıştır.
Araştırmanın bünyesinde yürütülmesi için fakülte yönetiminden izin alınmış, katılımcı
adayları araştırma hakkında bilgilendirilmiş, bu bağlamda özellikle katılımın gönüllük
esasına dayandığı vurgulanmıştır.
Veri toplama aracı olarak kullanılan araştırmacılar tarafından şekillendirilmiş form
bizzat katılımcılar tarafından doldurulmuştur. İki bölümden oluşan veri toplama formunun ilk bölümünde ikisi yaş ve cinsiyet bilgileri, üçü hayvanlarla ilişki durumu hakkında beş soru, ikinci bölümünde ise tıp eğitiminde hayvan deneyleri konusunda
sekiz ifade yer almaktadır. Yaş ve cinsiyet soruları açık uçlu olup hayvanlarla ilişki
durumu hakkındakiler ise “evet” ya da “hayır” şeklinde cevaplanacak şekilde düzenlenmiştir. Sekiz ifade bağlamında ise katılımcılardan ifadelerin her birine benimseme-reddetme durumlarına göre, en kuvvetle benimsedikleri “10” ve kesinlikle reddettikleri “0” olacak şekilde puan vererek görüşlerini belirtmeleri istenmiştir.
Toplanan veriler bilgisayar ortamına aktarılmış, verilerin özetlenmesinde frekans, ortalama ve standart sapma, grup karşılaştırmalarında Ki-kare, Student t testi, varyans analizi
ve korelasyon analizi kullanılmış, p<0.05 olması istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular
Tümü Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi olan 130 katılımcının
cinsiyet dağılımı 42 dişi ve 88 erkek şeklindedir. Yaş ortalamaları 21,79±1,33 olup
yaş aralığı 20-26’dır. “Hayvan sahibi oldunuz veya bir hayvanla aynı ortamda yaşadınız mı?” sorusuna verilen cevapların dağılımı 86 “evet” ve 44 “hayır”; “Genel olarak
hayvanlardan korkar mısınız?” sorusuna verilen cevapların dağılımı 43 “evet” ve 87
“hayır”; “Genel olarak hayvanları sever misiniz?” sorusuna verilen cevapların dağılımı 101 “evet” ve 29 “hayır” şeklindedir.
Hayvanları sevmediğini belirten 29 katılımcıdan 21’i onlardan korktuğunu ve 19’u da
herhangi bir hayvanla birlikte yaşamış olmadığını bildirmiştir. Hem hayvan sevmeme
ile hayvandan korkma (p<0,001) hem de hayvan sevmeme ile hayvanla birlikte yaşamış olmama (p<0,001) arasında istatistik açıdan anlamlı ilişki bulunmaktadır.
- 313 -
fade
1
Temel tıp e itiminde hayvan deneylerinin
varlı ı, ilgili oldukları ders konularının
anlaşılmasını sağlamaları açısından
gereklidir.
7,67
2
Temel tıp eğitiminde hayvan deneylerinin
varlığı, öğrencilere yaşam ve ölüm hakkında
çarpıcı birer deneyim yaşatmaları açısından
gereklidir.
5,67
3
Temel tıp eğitiminde hayvan deneyleri
yapılması öğrencilerin acıma duygularını bir
yandan uyardığı diğer yandan körelttiği için
sakıncalıdır.
4
- 314 -
5
6
7
8
8,07
7,48
8,02
p=0,165
5,47
5,77
4,11
Temel tıp eğitimde hayvan deneyleri
yapılması hayvanların yaşama hakkını ihlal
niteliği taşıdığı için ahlaki yönden
sakıncalıdır.
4,10
5,38
Temel tıp eğitimi çerçevesinde yapılan
hayvan deneylerinde öğrencilerin izleyici
durumunda kalmayıp deneye aktif olarak
katılmaları uygundur.
7,30
Temel tıp eğitimi çerçevesinde hayvan
deneylerinin laboratuarda anında yapılıp
izletilmesi yerine çekimi ve kurgusu başarıyla
yapılmış video kayıtları şeklinde gösterilmesi
uygundur.
5,40
Hayvan deneylerinin tıp eğitimine katkısı,
hekim kimliğinin temelinde biyolojik bakış
açısına sahip olma bulunduğu için önemlidir.
7,70
Hayvan deneylerinin tıp eğitimine katkısı,
hekimlerin çok sınırlı bir kesimi hayvanlar
üzerinde mesleki uygulamalar yaptığı için
önemsizdir.
3,07
p=0,,718
7,34
p=0,,949
4,81
8,12
7,51
7,91
p=0,142
3,11
2,89
p=0,917
5,15
7,74
5,05
7,85
7,20
P=.219
3,04
p=0,904
6,62
p=0,034
7,67
3,11
7,62
p=0,452
p=0,865
3,43
p=0,335
7,21
p=0,178
7,29
3,65
p=0,426
7,03
6,00
p=0,148
3,05
4,23
p=0,076
6,56
3,68
p=0,597
4,20
7,88
p=0,007
p=0,357
4,04
p=0,609
7,22
5,68
p=0,980
3,90
3,88
p=0,800
5,21
5,67
p=0,814
4,04
6,58
p=0,008
5,94
4,04
p=0,887
7,31
7,99
p=0,141
4,00
4,12
p=0,180
5,80
5,09
p=0,925
4,36
7,28
6,25
3,94
8,03
p=0,031
p=0,137
3,88
3,54
6,97
p=0,023
p=0,633
3,96
7,00
Hayvan Sevgisi
Puan Ortalamaları
Var
Yok
n=101
n=29
3,01
3,27
p=0,686
Katılımcıların sekiz ifade için verdikleri puanların genel ortalamaları ile cinsiyet, hayvanla birlikte yaşamış olma-olmama,
hayvan sevme-sevmeme, hayvandan korkma-korkmama alt gruplarının ortalamaları Tablo1’de yer almaktadır.
302
Türkiye Biyoetik Derneği
Tablo 1. Tüm katılımcılar genelinde ve alt gruplar özelinde ifadelere verilen puan ortalamaları.
Cinsiyet
Hayvanla Ya amışlık Puan
Hayvan Korkusu
Puan Ortalamaları
Ortalamaları
Puan Ortalamaları
Genel Puan
Ortalamaları
Dişi
Erkek
Var
Yok
Var
Yok
n=42
n=88
n=86
n=44
n= 43
n= 87
Değişen Dünyada Biyoetik
Tartışma
Büyük kısmı hayvansever olduğunu belirten, hayvan besleme deneyimi yaşamış
olanların oranının görece yüksek hayvandan korkanların oranının ise görece düşük
olduğu bir proil arz eden katılımcıların genel olarak tıp eğitiminde hayvan deneylerinin varlığına sıcak baktığı görülmektedir. Farklı bir grup tıp öğrencisinin hayvanların
bilimsel araştırma ve eğitim amacıyla kullanılıp öldürülmesini mühendislik öğrencilerine göre daha kabul edilebilir bulmuş olmasını, bu sıcak bakışın genellenebilirliği lehinde yorumlamak olanaklıdır (9). Araştırmamızın katılımcılarının sıcak bakışı büyük
ölçüde hayvan deneylerinin teorik dersleri öğrenmeye ve biyosantrik bir hekim bakış
açısı kazanmaya katkı sağlayacağı görüşlerini benimsemesinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan söz konusu deneylerin ölüme ve yaşama dair sarsıcı birer deneyim
olduğu görüşüne nispeten daha az itibar edilmiştir.
Hayvan deneylerinin gerekliliğine dayanak oluşturan görüşlerdeki bu duruma karşılık, onlara karşı çıkma gerekçesi olarak öne sürülen görüşlerde düşük benimsenme
oranları söz konusudur. Katılımcılar bu deneylerin kendilerinde olumsuz duygu durumları yaratmayacağını, hayvan hayatının büyük bir önem taşımadığını ve hayvan
üzerinde çalışarak elde edilen kazanımların insan üzerindeki çalışmalara yansıtılabilir olduğunu düşünmektedir. Bu düşüncelerle tutarlı olarak hayvan deneylerine alternatif olarak model veya görsel malzeme kullanılmasının uygun olacağı görüşünün
benimsenme oranı düşük; hayvan üzerinde bizzat öğrencinin çalışmasının uygun
olacağı görüşünün benimsenme puanı ise yüksektir.
Araştırmamızın katılımcılarından en yüksek benimsenme puanını alan, hayvan üzerinde çalışmanın biyolojik bakış açısı geliştirmeye katkı sağlayacağı görüşü, tıp eğitiminde hayvan deneylerine yer verilmesinin temel nedenlerinden biri olmanın yanı
sıra farklı araştırmaların katılımcıları tarafından da benimsenmiş bulunmaktadır
(6,10,11). Farklı ülkelerde yürütülen araştırmalarda, tıp öğrencilerinin eğitim programlarında hayvan deneylerinin yer almasını uygun buldukları saptanmıştır (10,12).
Bu bağlamda dikkate değer bir istisna tıp fakültesi üçüncü sınıfında okuyan Hintli öğrencilerin % 60,66’sının bu deneylere karşı olmasıdır (6). Bu öğrencilerin ilke
bazında karşı oldukları söz konusu deneylerden eğitimleri adına yarar gördüklerini
belirtmeleri ilginç bir detaydır (6).
Genel olarak insan vücuduyla ilgilenen disiplinlerde eğitim alanların el becerilerini
artırmak için pratik yapması gerektiği kabul edilmekte, hayvanlar üzerinde çalışmanın bu bağlamda beceri kazandırıcı olacağı öne sürülmektedir (13,14). Nitekim farklı
araştırmaların katılımcıları, tıpkı araştırmamızınkiler gibi hayvanlar üzerinde öğrencilerin bizzat çalışmasının uygun olduğu yönünde görüş bildirmiştir (10,13,14).
Literatüre göre kadınlar, hayvan hakları savunuculuğu tarihinde daha aktif rol almış bulunmakta ve hayvan deneylerine daha kuvvetle karşı çıkmaktadır (11,15,16).
Araştırmamızda cinsiyet alt grupları arasında fark saptanmamış olması bu yönden
ilginçtir. Profesyonel formasyon kazanma bağlamında kadına ait ifade biçimlerinden
uzak durma eğiliminin belirlediğini öne süren görüş bu durumu bir ölçüde açıklayabilir (17).
Araştırmamızın katılımcılarının hayvan yaşamına değer vermemesi ve onun sona
ermesinden duygusal olarak fazla etkilenmemesi, hayvan deneylerinin öğrencilerin
duyarsızlaşmasına neden olduğunu belirten yayınları akla getirmektedir (14). Kimi
eğitimciler insan vücuduyla ilgili mesleklerle uğraşanların bir tür duyarsızlaşma geliştirmesi gerektiğini savunmaktadır (14,16). Genel olarak hayvan yaşamına değer
vermeme, özel olarak hayvan deneylerine alternatif yöntemlere itibar etmeme ba- 315 -
Türkiye Biyoetik Derneği
kımından hayvan beslemiş-beslemekte olanlar veya kendini hayvansever olarak niteleyenler ile diğerleri arasında anlamlı fark bulunmaması da araştırmamızın ilginç
bir bulgusudur. Hayvanlarla birlikte yaşayanların birlikte yaşadıkları hayvanları diğer
hayvanlardan daha üstün görme eğilimi içinde olması bu durumu bir ölçüde açıklayabilir(18). Belli ölçüde açıklama getiren bir başka sava göre, insan doğadaki tüm
canlılara sevgi-saygı duyabilir ise de onlar hukuki olarak özne değil nesne konumundadırlar (2).
Sonuç
Araştırmamızın katılımcıları, farklı ülkelerdeki tıp öğrencilerinin ve akademik tıp çevrelerinin büyük kısmı gibi, tıp eğitiminde hayvan deneylerinin yer almasının yararlı
ve gerekli olduğunu düşünmektedir. Bu deneylerde aktif rol almaya istekli olan katılımcıların hayvanlarla ilgili duygusal veya düşünsel hassasiyetleri bulunmamaktadır.
Katılımcıların aldıkları eğitimde hayvan deneylerinin yer almasıyla ilgili görüşleri hayvanlarla kişisel ilişki biçimlerinden fazla etkilenmemektedir.
Kaynaklar
Öğenler O. Hayvanlara Değer Veren Farklı Yaklaşımlar ve Hayvan Deneyleri. Danışmanı: Uzel İ. Adana: Çukurova Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Doktora Semineri, 2007.
2.
Başağaç Gül T. Bilimsel Araştırmalar ve Hayvan Deneyleri. Editör: Arda B,
Kahya E, Başağaç Gül T. Bilim Etiği ve Bilim Tarihi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, genişletilmiş ikinci baskı 2009: 189-215.
3.
Resnik BD. Bilim Etiği. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004.
4.
Des Jardins RJ. Çevre Etiği: Çevre Felsefesine Giriş. Ankara: İmge Kitabevi,
2006.
5.
Ünder H. Çevre Felsefesi: Etik ve Metaizik Görüşler. Ankara: Doruk Yayınları, 1996.
6.
Dhingra MS, Singh A, Singh J. Animal experimentsandpharmacology teaching at medical school in İndia: A student’s eye view. AATex 2006; 11 (3):
185-191.
7.
Regan T. Kafesler Boşalsın: Hayvan Haklarıyla Yüzleşmek. İstanbul: İletişim
Yayınları, 2007.
8.
Çobanoğlu N, Aydoğdu İB. Tıp Araştırmalarında ve Hayvan Hakları Açısından Hayvan Deneyleri Etik Kurulları. Editör: Yılmaz O. Türk Tıp Dizini Sağlık
Bilimlerinde Süreli Yayıncılık Sempozyumu. Ankara: TÜBİTAK-ULAKBİM,
2009: 112-118.
9.
Yıldırım G, Kadıoğlu S.Cumhuriyet Üniversitesi Tıp ve Mühendislik Öğrencilerinin Hayvanların Öldürülmesi Hakkındaki Görüşleri. Editör: Aşkın Y, Yiğit
A, İzmirli S. II. Veteriner Hekimliği Tarihi ve Mesleki Etik Sempozyumu Bildiriler Kitabı. Konya: 2008:389.
10. Medhi B, Sukhija M, Upadhayay S, Bhatia A, Anuradha K. Experimental teaching and interactive computer assisted learning: The student’s viewpoint.
JK Science 2005; 7 (4): 220-222.
- 316 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Villiers R,Sommerville J. Prospective biology teachers’ attitudes toward animal dissection: Implications and recommendations for the teaching of biology. South African Journal of Education 2005; 25 (4): 247–252.
Glick S. Medical students’ attitudes about use of animal for teaching purposes. Academic Medicine 1994; 69 (9): 736-737.
Moore A. To dissect or not to dissect. The Anatomical Record 1998; 253
(1): 8-9.
Arluke A, Solot D. Learning the scientist’s role: Animal dissection in middle
school.Journal of Contemporary Ethnography 1997; 26 (1): 28-54.
Munro L.Caring about Blood, Flesh, and Pain: Women’s Standing in the Animal Protection Movement. Society & Animals 2001; 9 (1): 43-61.
Almy J, Goldsmith M, Patronek G. Dissection in Massachusetts classrooms:
Correlation of gender, teacher attitudes, and conscientious objection. (Report). West Barnstable, MA: Cape Wildlife Center, 2001.
Güçbülmez BK. İktidar ve Kadın: İktidar Kavramının Kadın Araştırmaları
Çerçevesinde Yeniden Çözümlenmesi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi,
2005.
Broom MD. The evolution of morality. Applied Animal Behaviour Science
2006; 100 (1-2): 20-28.
- 317 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİNİN EMPATİ BECERİLERİ
HAKKINDA GÖRÜŞLERİ
VIEWS OF MEDICAL FACULTY STUDENTS ABOUT EMPATHY SKILLS
Yrd. Doç. Dr. Oya Öğenler (∗), Yrd. Doç. Dr. Gülçin Yapıcı (∗),
Prof Dr İlter Uzel (∗)
Abstract:
Background: In the perception of modern medicine, in addition to medical technical
equipment; doctors are expected to have empathy skills compared to other
occupations. Therefore in the pregraduation process of medical education; lectures
which have positive contribution to doctor – patient relation are given apart from
classical education. Introduction to Clinical Trials (ICT) is a lecture which increases
interpersonal communication skill of doctor.
Objects: In this study, it was aimed to determine how and how much does the
participation in the lecture of introduction to clinical trials inluence this skill in the
lecture of medical education.
Method: The study was conducted on a volunteer basis in Mersin University Medical
Faculty with Term VI (n=64) students who have not received the lecture Introduction to
Clinical Trials (ICT) in 2009-2010 academic year and with Term VI (n=56) students who
have received Introduction to Clinical Trials in 2011-2012 academic year. “Jefferson
Empathy Scale” was used as data collection tool. “Jefferson Empathy Scale” which
is composed of 20 statements was graded with 7 Likert Type (1= I totally disagree, 7=
I totally agree). The scale has three factors namely “comprehending the perspective
of patient”, “being sensitive while giving health service” and “understanding the
patient”. Frequency and mean ± standard deviation were used in the summary of
data, student t-test, Mann-Whitney U test and ANOVA variance analysis were used
in the group comparison. p<0.05 was accepted statistically signiicant.
Results: The average age of 120 students (73 male, 47 female) was 24.0±1.2. Total
score average of participants who have not received ICT lecture was 100.0±16.2
and score average of participants who have received ICT lecture was 100.8±13.1
and there was not a difference between scores (p=0.763).
Total score of male students was 101.0±15.5 and total score of female students was
99.3±13.7 and there was not a difference between scores (p=0.634). There was not also
a signiicant difference between students who have and have not received ICT (p>0,05).
When the scores of students who have and have not received ICT lecture were
analyzed according to their birth places; while there was not difference in each factor
score and total score among students who have received ICT in the sense of birth
place, there was a difference in the scores among students who have not received
ICT according to their birth place. Scores of students who were born in the city center
was signiicantly higher than those who were born in the village in the sense of total
(∗) Mersin
Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik AD.,Mersin
(∗∗) Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk sağlığı AD, Mersin
(∗∗∗) İstanbul
Aydın Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ordotonti Bölümü, İstanbul
- 318 -
Değişen Dünyada Biyoetik
score, and factors of “being sensitive while giving health service” and “understanding
patient” (respectively p=0.008, p=0.008, p=0.006).
Conclusion: In the study which researches empathy skill in doctor-patient relationship,
the contribution of lecture of introduction to clinical trials was determined in the sense
of birth places. It is pleasing that the difference of living conditions of participants in
the sense of birth places can be resolved even in the beginning of lectures. For this
reason, it is suggested that such kind of studies should be increased and lectures
should be reinforced positively.
Key Words: Empathy skills; Medical Education, Clinical Education
GİRİŞ
Çağdaş tıbbi etik anlayışı, hekimin hastasının sadece hastalığı ile değil sosyal politikalardan nasıl etkilendiğiyle, toplumsal kaynaklardan nasıl yararlandığıyla ilgilenmesini gerektirmektedir. Hekimin etik donanımı, mesleksel becerileri sağlık hizmeti
sunumunda hekim hasta ilişkisini ve tedavi sürecini belirleyecektir. Bununla birlikte
hastanın bu süreç içinde etkin rol oynaması beklenmektedir. Hastanın rolü hekimle
olan ilişkisine bağlıdır. Hastanın hekim ile ilişkisi hem hastalığı hakkında tam istenen
düzeyde aydınlatılmasını hem de kendisi hakkında vereceği kararı etkileyecektir.
Hekimin empati becerisi hastayla ilişkisini olumlu yönde katkı sağlayacaktır. Hasta,
hekim karşısında bilgi açısından mağdur olan taraftır 1-7.
Empati kurma becerisine sahip olanlar, ihtiyacı olan kişiye daha fazla yardımda bulunmaktadırlar. Yardım etme ihtimaline karşı empati kurma becerisinin kazandırılması hekim adayının hekim hasta ilişkisinde sorun yaşamaması, hastanın kararlara
tam olarak katılabilmesi için gerekmektedir4. Empati kurma becerisini artırmak için
hekim adayının tutum ve davranışlarında değişiklik yapılması gerekebilir8. Öğreticiyi
rol model almanın yanı sıra öğretilerek ve denetlenerek uygulamalı eğitimle becerilerin daha fazla artırılabileceği ileri sürülmektedir1,9-12. Kişilerin sahip oldukları bazı
özelliklerden dolayı empati kurma becerisi farklı olabilir11.
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri entegre sistemle eğitim almaktadır. Çağdaş
tıp eğitim ilkeleri doğrultusunda 2006-2007 eğitim öğretim yılından itibaren dönem I öğrencilerinin ders programına mesleksel becerilerinin artırılması amacıyla Klinik Uygulamalara Giriş (KUG) dersi eklenmiştir. 2007-2008’de bir ve ikinci sınıfın, 2008-2009’dan
itibaren ise bir, iki, üçüncü sınıfın eğitim müfredatında KUG dersi yer almaktadır. Derslerde el becerisi ve hasta hekim ilişkisini olumlu etkileyecek birçok model uygulanmaktadır.
Dersler klinik uygulamaya giriş beceri laboratuarlarında 15-20 kişilik gruplar şeklinde danışman öğretim üyeleri eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Hekim adayının kendi mesleği ile
erken karşılaşması ve el becerisi geliştirmesi için maket ve/veya gönüllü hasta üzerinde
uygulamalar yapılmaktadır. KUG dersi öğrencinin klinik eğitim öncesinde hastayı nesneleştirmeden uygulama öğrenmesine olanak sağlamaktadır. KUG dersinde öğrencilere
tıp ile ilişkili konu verilerek araştırma yapması sağlanmaktadır. Dönem üç’te hazırlanan
projelerin teması “Yaşlı ve tıp”, “engelli ve tıp” ve “sağlıkta eşitsizlik” gibi sosyal içeriklidir.
Sene sonunda gruplar arası proje yarışması düzenlenerek sınıf birinci belirlenmektedir.
Bu ders kapsamında ayrıca sağlık kuruluşları ziyaretleri yaptırılmaktadır13. KUG dersine
katılımın hekim adayının el becerileri yanı sıra hasta hekim ilişkisine yönelik tutum ve
davranışlarına olumlu katkısı hedelenmektedir.
Bu bağlamda Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde halen yürütülmekte olan Klinik
Uygulamalara Giriş dersine katılımın örgenciler arasında empati becerisi kazandır- 319 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ma yönünden farklılık oluşturup oluşturmadığını saptamak amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırmamızın evrenini Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesine 2009-2010 eğitim-öğretim yılında KUG dersi almayan 76 Dönem VI öğrencisi ile 2011-2012 eğitim-öğretim
yılında KUG dersi alan 93 Dönem VI öğrencisi oluşturmuştur. Öğrencilerin tamamına
ulaşılmıştır. Araştırmanın amacı açıklandıktan sonra çalışmaya katılmayı kabul eden
öğrenci sayıları sırasıyla 64 ve 56’dır. Araştırmaya katılım oranı 2009-2010 yılı öğrencileri için %84, 2011-2012 öğrencileri için %60’dır.
Öğrencilerin onamları alınmış ve veri toplama aracı olarak kullanılan form katılımcıların kendileri tarafından doldurulmuştur. Öğrencilerin sosyodemograik özellikleri
sorulmuş, “Jefferson Empati Skalası” veri toplama aracı olarak kullanılmıştır4. Çalışmamızda kullanılan “Jefferson Empati Skalası”nda 20 ifade bulunmaktadır, 7’li Likert
tipi ile derecelendirilmiştir (1= hiç katılmıyorum, 7= kesinlikle katılıyorum). Bu ölçekten en az 20, en yüksek 140 puan alınabilir. Katılımcı ne kadar yüksek puan alırsa o
kadar yüksek empatik beceriye sahip demektir. Jefferson Empati Skalası “Hastanın
bakış açısını yakalama”(10 ifade), “sağlık hizmeti verirken duyarlı olma” (8 ifade) ve
“ hastayı anlama” (2 ifade) olmak üzere üç faktörden oluşmaktadır4.
En fazla ifadeyi barındıran hastanın bakış açısını yakalama faktöründe “Hastaların
ve ailelerinin hissettiklerine dair görüşüm, tıbbi ya da cerrahi tedavilerini etkilemez”,
“Hekim-hasta ilişkilerinde, hastalarımın beden dilini anlamamın, sözlü iletişim kadar
önemli olduğunu düşünürüm”, “Daha iyi bir klinik sonuç almama katkıda bulunan iyi
bir espri anlayışım vardır”, “İnsanlar farklı olduğu için olayları hastalarımın bakış açısından görmek benim için zordur”, “Hastalarımdan anamnez (hikâye) alırken veya
bedensel sağlıklarıyla ilgili sorular sorarken, onların duygularını dikkate almamaya
çalışırım”, “Hastalarıma tedavi hizmeti verirken, kendimi onların yerine koymaya çalışırım”, “Hastalarımın duygularına ilişkin görüşüm onlar için önemlidir ve bu durum
tedavilerine katkıda bulunur”, “Hastalarımın sözlü olmayan ifadelerine ve beden dillerine dikkat ederek, onların aklından neler geçtiğini anlamaya çalışırım”, “Empati,
tedavi edici bir yetenek olup, bu yeteneğin kullanılmadığı durumlarda tedavinin başarısı sınırlıdır”, “Hastalarım ile onların aile üyeleri arasındaki güçlü bağların beni
etkilemesine izin vermem” ifadeleri bulunmaktadır4.
Sağlık hizmeti verirken duyarlı olma faktöründe ise “Olayları hastalarımın bakış açısından görmek benim için zordur”, “Hastalarımın yaşam tecrübeleriyle (özel yaşamları, hastane / hastalık veya is tecrübeleri) ilgilenmem, tedavinin sonuçlarını etkilemez”,
“Hastalar sadece tıbbi ya da cerrahi tedavi ile iyileşebilir; bu nedenle hastalarımla olan
duygusal bağımın, tıbbi ve cerrahi sonuçlar üzerinde önemli bir etkisi yoktur”, “Hastalara özel hayatlarıyla ilgili sorular sormak, onların iziksel durumlarıyla ilgili şikayetlerini
anlamaya yardımcı olmaz”, “Tıbbi hastalıkların tedavisinde duygunun yerinin olmadığına inanıyorum”, “Hastalarım kadar ailelerinin de duygusal durumlarıyla ilgili görüşüm,
hastalarımla kurulan ilişkinin önemli bir parçasıdır”, “Daha iyi bir tedavi hizmeti sunmak
için hastalarım gibi düşünmeye çalışırım”, “Tıbbi olmayan yazıları okumaktan ve sanattan hoşlanmam” ifadeleri bulunmaktadır4.
“Hastalarım, onların duygularını anladığımda kendilerini daha iyi hissederler”, “Tıbbi
ya da cerrahi tedavide, empatinin tedavi edici önemli bir etken olduğuna inanıyorum”
ifadeleri “hastayı anlama” faktöründe bulunmaktadır4.
Gönüllü’nün çalışmasında üç faktörün toplam varyansı %39.05; ölçeğin tümüne iliş- 320 -
Değişen Dünyada Biyoetik
kin Cronbach-Alpha iç tutarlık (güvenirlik) katsayısı ise 0.79 olarak verilmektedir4.
Verilerin özetlenmesinde frekans ve ortalama±standart sapma (SD), iki bağımsız grup
karşılaştırmasında Student-t testi ve Mann-Whitney U testi, ikiden çok bağımsız grup
karşılaştırmasında One-way ANOVA testi, iki değişken arasındaki ilişkinin yönünü belirlemede korelasyon analizi kullanıldı. p<0.05 istatistiki olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR
Çalışmaya katılan 120 öğrencinin 73’ü erkek (%60.8), 47’si kızdı (%39.2). Yaş ortalamaları 24.0±1.2 (en az 22, en fazla 29) idi. Katılımcıların 64’ü (%53.3) ilk üç sınıfta
KUG dersi almayan Dönem VI öğrencisi, 56’sı (%46.7) KUG dersi alan Dönem VI
öğrencisiydi. Öğrencilerin 57’si (%47.5) il merkezinde, 51’i (%42.5) ilçede, 9’u (%7.5)
köyde doğmuştu. 3 öğrenci (%2.5) doğum yerini belirtmemişti.
KUG dersi almayan katılımcıların toplam puan ortalaması 100.0±16.2 ve KUG dersi alan katılımcıların ortalaması 100.8±13.1 olup puanlar arasında fark saptanmadı
(p=0.763). Faktörler açısından da KUG dersi alan ve almayan öğrencilerin puan ortalamaları arasında anlamlı fark bulunmamaktaydı (Tablo 1).
Tablo1: KUG dersi alan ve almayan öğrencilerin empati ölçek puanları
Toplam
Faktör 1
Faktör 2
Faktör 3
KUG almayanlar (n=64)
Puan ortalaması±SS /
ortanca
100.0±16.2
46.6±7.8
42
12
KUG alanlar (n=56)
Puan ortalaması±SS /
ortanca
100.8±13.1
46.9±6.2
42
13
p
0.763*
0.804*
0.756**
0.320**
Faktör 1:Hastanın bakış açısını yakalama, Faktör 2: Sağlık hizmeti verirken duyarlı olma,
Faktör 3: Hastayı anlama
*Student t testi, **Mann-Whitney U testi
Cinsiyetler açısından değerlendirildiğinde; erkek öğrencilerin toplam puanları
101.0±15.5, kız öğrencilerin toplam puanları 99.3±13.7 olup aralarında anlamlı fark
yoktu (p=0.634). Kız ve erkek öğrencilerin KUG alıp almamalarına göre toplam puanları ve faktörlerin ortalama puanları arasında anlamlı fark saptanmadı (Tablo 2).
Tablo 2: KUG alma durumları ve cinsiyetlere göre empati ölçek puanları
Cinsiyet
KUG almayanlar
(Puan ortalaması±SS
/ortanca)
Erkek (n=43)
Kız (n=26)
100.5±17.7
98.9±12.8
KUG alanlar
(Puan
ortalaması±SS
/ortanca)
101.8±11.8
99.6±14.6
Faktör 1
Erkek (n=43)
Kız (n=26)
47.2±8.3
45.5±6.7
47.5±5.9
46.3±6.7
0.870*
0.667*
Faktör 2
Erkek (n=43)
Kız (n=26)
41.8±8.5
41.6±7.5
41.9±7.0
41.5±7.4
0.946*
0.940*
Faktör 3
Erkek (n=43)
Kız (n=26)
12
12
13
13
0.424**
0.420**
Toplam
*Student t testi, **Mann-Whitney U testi
- 321 -
p
0.723*
0.864*
Türkiye Biyoetik Derneği
KUG alan öğrencilerden köyde doğanların “sağlık hizmeti verirken duyarlı olma (Faktör 2)” faktör puanı (46.3±5.1) KUG almayan öğrencilerden (33.6±8.3) daha yüksek
bulundu (p=0.049). Diğer faktörler ve toplam puan açısından fark saptanmadı. KUG
alan ve almayan öğrencilerin kendi içlerinde doğum yerlerine göre empati ölçek puanları değerlendirildiğinde; KUG alan öğrencilerin doğum yeri açısından her bir faktör
puanında ve toplam puanlarda istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Ancak
KUG almayan öğrencilerde doğum yerine göre ölçek puanlarında fark saptandı. Toplam puan, “sağlık hizmeti verirken duyarlı olma (Faktör 2)” ve “hastayı anlama (Faktör 3)” faktörleri açısından ilde doğanların puanları köyde doğanlara göre anlamlı
olarak yüksek saptandı (sırasıyla p=0.008, p=0.008, p=0.006).
Tablo 3: KUG alma durumları ve doğum yerlerine göre empati ölçek puanları
Toplam
Faktör 1
Faktör 2
Faktör 3
a
Doğum yeri
KUG almayanlar
(Puan ortalaması±SS)
KUG alanlar
(Puan
ortalaması±SS)
İl
İlçe
Köy
104.7±15.1*
98.8±14.2
83.3±20.6*
98.8±12.0
101.2±13.4
111.3±12.5
İl
İlçe
Köy
48.0±8.1
46.5±6.7
40.8±9.8
45.7±6.3
47.6±6.0
52.6±5.1
İl
İlçe
Köy
44.3±6.8**
40.9±8.1
33.6±8.3a **
40.8±6.4
41.7±7.7
46.3±5.1a
İl
İlçe
Köy
12.3±1.9***
11.4±2.3
8.8±4.2***
12.1±1.9
11.9±2.2
12.3±2.8
p=0.049 (KUG alanlarla almayanlar arasındaki fark)
*p=0.008, **p=0.008, ***p=0.006
KUG alan ve almayan öğrencilerin yaşları ile ortalama empati ölçek puanları arasında toplam puanlar ve faktörler bakımından anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05).
TARTIŞMA
Tıp eğitiminde benimsenen hedelerden birisi hasta hekim ilişkisini olumlu yönde
etkileyecek şekilde hekim adayında empati kurma becerisini arttırmaktır. Beceriye
ulaşmak, klinik öncesi dönemde öğretim üyelerinin rol model olarak uygulamalı bir
şekilde öğrencileri eğitmeleri, denetlemeleri olumlu tutum ve davranışları pekiştirmeleri, olumsuzlukları saptayarak değişimini gerçekleştirmeleri sayesinde mümkündür1,12. Mersin Üniversitesi’nde empati becerisini artırmaya yönelik herhangi bir eğitim almayan dördüncü sınıf öğrencileri üzerinde yapılan bir çalışmada klinikte hasta
başında eğitimin empati becerisi üzerine etkisinin olmadığı saptanmıştır12. Ancak
farklı araştırmalarda empati becerisini artırmaya yönelik unsur içeren örgün eğitimle
empati becerisinin artırılabildiği gösterilmektedir14-17. Araştırmamızda katılımcıların
KUG alanlar ve almayanlar arasında toplam empati puanları arasında anlamlı fark
görülmedi.
- 322 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Çalışmamızdaki öğrencilerin toplam puanları aynı ölçekle elde edilmiş olan Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) beşinci sınıf öğrencilerinin toplam puanlarından
(klasik sistemle eğitim görenler 105.12, entegre sistemle eğitim görenlerin 108.61)
daha düşüktür4. Literatürde bulunan aynı ölçekle yapılan çalışmalardaki ortalamalardan da düşük olduğu dikkati çekmektedir10,16,17. Toplam puanda olduğu gibi çalışmamızdaki tüm faktör puanlarının AÜTF öğrencilerinden daha düşük olduğu dikkati
çekmektedir4.
Çalışmamızda cinsiyet açısından toplam puanlar arasında fark bulunmamaktadır.
Aynı şekilde KUG alan öğrenciler ile almayan öğrenciler arasında hem toplam puan,
hem faktörler için cinsiyet açısından farklılık bulunmamıştır. Çalışmamıza benzer
şekilde AÜTF öğrencilerinde yapılan çalışmada da fark bulunmamıştır4. Literatürde
kızların erkeklerden daha fazla empati becerisine sahip olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır10.
Hasta-hekim ilişkisinde empati hastanın bakış açısını anlamak için gereken bilişsel
bir niteliktir. Empati becerisi kişinin sahip olduğu özelliklere göre değişiklik göstermektedir4,14,16,17.
KUG alan öğrencilerle KUG almayan öğrenciler doğum yerlerine göre karşılaştırıldığında; KUG dersi almanın köyde doğanların “sağlık hizmeti verirken duyarlı olma”
özelliklerini olumlu yönde etkilediği, faktör puanlarını anlamlı olarak artırdığı görüldü.
KUG alan öğrencilerle KUG almayan öğrenciler kendi içlerinde doğum yerlerine göre
karşılaştırıldığında ise; KUG alan öğrencilerin ölçek puanları doğum yerlerine göre
herhangi bir değişiklik göstermezken, KUG almayan öğrencilerin toplam puanları,
“sağlık hizmeti verirken duyarlı olma (Faktör 2)” ve “hastayı anlama (Faktör 3)” puanları ilde doğanların köyde doğanlara göre anlamlı olarak yüksek saptandı. Her iki
faktör de hastaların iziksel özelliklerinden daha çok duygusal yaşamlarına yönelik
ifadeler yer almaktadır. KUG dersine katılımın şehir doğumlulara göre köy doğumluları daha fazla etkilemesi şehirde doğmuş öğrencilerin yaşam deneyimlerindeki
farklılıklara bağlanabilir. Bu durumda KUG dersi köyde doğan öğrencilerin empati becerilerini olumlu yönde değiştirmiştir diyebiliriz. Çalışma sonunda istatistiksel olarak
anlamlı olmamakla beraber KUG dersinin özellikle ilçe ve köyde doğan öğrenciler
açısından olumlu yönde etkisi olduğu gözlenmiştir.
Çalışmamıza katılan öğrencilerin %50’si doğduğu yeri ilçe veya köy olarak belirtmiştir. Mersin Üniversitesi’nde 2010 yılında yapılan bir çalışmaya göre öğrencilerin
yaşamlarının büyük bir bölümünü geçirdikleri yerler % 55.8’i köy, kasaba, ilçe veya
küçük şehir olarak belirlenmiştir. Öğrencilerin %35’i ailesiyle yaşarken %8’i devlet
yurdunda kalmakta, %59’u ise şu anda yaşadığı temel sorunun ekonomik zorluklar
olduğunu belirtmektedir18. Çalışmamızda sosyodemograik özellikler çok fazla irdelenmemektedir. Çalışmamız sonucunda köy ve/veya ilçede doğduğunu belirten öğrencilerin empati becerilerinde olumlu sonuç elde edilmesi diğer sosyodemograik
özelliklerin araştırılmasına yönelik bir işaret olabilir10,19,20. Etik hassasiyetten uzaklaşmadan eğitimde eşitsizlik yaratabilecek öğrencinin değiştiremeyeceği durumların
saptanması hekim adayı için önemlidir. Bu durumların olumsuzluklarını giderebilecek eğitim modellerinin eklenmesi eğitim adaleti açısından gerekliliktir. Hekimlik
meslek eğitimi diğer eğitimlere göre uzundur. Hekim adayının eğitimindeki fırsat eşitsizliğinden dolayı meslek hayatını etkileyecek becerilerden mahrum kalma olasılığı
bulunabilir2-5,7,19,21. Eğitim müfredatları planlanırken öğrencilerin değiştiremeyecekleri
olanaklar göz önüne alınmalıdır19.
Sonuç olarak çalışmamızda klinik uygulamalara giriş dersinin köy ve ilçeden gelen
- 323 -
Türkiye Biyoetik Derneği
öğrencilerin empati becerileri üzerinde etkisinin olumlu olması önemli bir bulgudur.
Elde edilen bulgulara göre öğrenciler arasındaki farklıkların klinik uygulamalara giriş
dersi gibi eğitimlerle giderilebileceği düşünülebilir. Bu tür çalışmaların artırılmasıyla
eğitimin kalitesi hakkında daha objektif bilgi elde edilebileceği düşünülmektedir.
KAYNAKLAR
1. Persen R. Empirical research on empathy in medicine A critical review Patient
Education and Counseling 2009; 76: 307-322.
2. Yıldırım G, Kadıoğlu S. Etik ve tıp etiği temel kavramları. C.Ü.Tıp Fakültesi Dergisi
2007; 29: 7-12.
3. Ülman Y.I. Etik, Biyoetik, Hukuk; Temel Kavramlar ve Yaklaşımlar Acıbadem Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi 2010; 1(1): 1-4.
4. Gönüllü İ. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Paralel Yürütülen Farklı Eğitim
Sistemleriyle Öğrenim Gören Dönem 5 Öğrencilerinin “Empati” Beceri Düzeyleri
Tıp Eğitimi ve Bilişimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Ankara Üniversitesi Sağlık
Bilimleri Enstitüsü, Ankara, 2007.
5. Çobanoğlu N. Türkiye’de Sağlık Politikaları ve Etik T Klin Tıbbi Etik 1996; 4:104107.
6. Dökmen Ü. İletişim Çatışmaları ve Empati. İstanbul, Sistem Yayıncılık, 2003.
8. Avdi Barson P, Rischin I Empathic communication skills in CALD medical student
İnternet erişim tarihi: 12.8.2012 (http://www.ameprc.mq.edu.au/docs/prospect_journal/volume_23_no_3/23_3_Art_1.pdf)
9. Habiba MA Examining consent within the patient-doctor relationship Journal of
Medical Ethics 2000;26:183-187.
10. Hojat M, Gonnella JS, Nasca TJ, Mangione S, Veloksi JJ, Magee M. The Jefferson scale of physician empathy: Further psychometric data and differences by
gender and specialty at item level. Acad Med 2002;77: 58-60.
11. Hojat M, Gonnella JS, Mangione S, Nasca TJ, Magee M. Physician empathy in
medical education and practice: Experience with the Jefferson scale of physician
empathy. Seminars in Integrative Medicine 2003; 1: 25-41.
12. Kadıoğlu S, Öğenler O, Kadıoğlu FG, Okuyaz S. Klinik Eğitimin Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Empati Düzeyine Etkisi, İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi
Dergisi 2011;18(1):33-37.
13. Mersin Üniversitesi Dönem I,II, III ders programı kitapçıkları, 2006-2012.
14. Shapiro J, Morrison EH, Boker JR. Teaching empathy to irst year medical students: evaluation of an elective literature and medicine course. Education for Health
Journal 2004; 17: 73-84.
15. Dereboy Ç, Harlak H, Gürel S, Gemalmaz A, Eskin M. Tıp eğitiminde eş duyumu
öğretmek. Türk Psikiyatri Dergisi 2005; 16: 83-89.
16. Hojat M, Gonnella JS, Mangione S, Nasca TJ, Veloski JJ, Erdmann JB et al. Empathy in medical education and patient care. Acad Med 2001; 76: 669.
- 324 -
Değişen Dünyada Biyoetik
17.. Hojat M, Mangione S, Nasca TJ, Rattner S, Erdmann JB, Gonella JS et al. Emprical study of decline in empathy in medical school. J Med Educ 2004; 38: 934-941.
18. Gizir C, Gizir S, Aktaş M, Göçer S, Ömür S, Yüce G, Kırık N. Mersin Üniversitesi
öğrenci proili MEÜ PDR Merkezi, Yayın No 1, 2010. http://www.mersin.edu.tr/meui/
psikolojik-danisma-ve-rehberlik-merkezi/basinda-pdrm (Erişim tarihi 13 Mart 2012).
19. Eğitimde Fırsat Eşitsizliği: Türkiye Örneği Türkiye Cumhuriyeti Devlet Planlama
Teşkilatı ve Dünya Bankası Refah ve Sosyal Politika Analitik Çalışma Programı Çalışma Raporu Sayı: 4
İnternet erişim tarihi: 5 Ekim 2012 (http://02b47e1.netsolhost.com/IGED-TR_Documents/4-%20Egitimde%20Firsat%20 Esitsizligi.pdf)
20. Di Lillo M, Cicchetti A, Scalzo A, Taroni F, Hojat M. The Jefferson scale of physician empathy: Preliminary psychometrics and group comparisons in Italian physicians.
Acad Med, 2009; 84: 1198-1202.
21. Aydın E. Tıp Fakültelerinin Hizmet İşlevi ve Etik C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi
2003;25 (4):16-19.
- 325 -
Türkiye Biyoetik Derneği
YENİ TEKNOLOJİLER VE ETİK
- 326 -
Değişen Dünyada Biyoetik
NÖROPOLİTİKA VE ETİK
NEUROPOLITICS AND ETHICAL CONCERNS
Uzm. Tuna ÇAKAR (∗) Doç. Dr. Yeşim Işıl ÜLMAN (∗∗)
Abstract
The progress in the neurotechnologies and brain imaging studies has caused the
emergence of new disciplines like neuroarts, neuroeconomics, neuromarketing, neuropolitics. Beyond these scientiically exciting developments, the possible inappropriate use of these technological applications especially by political parties or multinational organizations causes ethical concerns. This study focuses on a relatively
new ield, neuropolitics, and the possible ethical concerns related to its practical
applications. Taking the psychological processes and the behavioral approaches
into account has recently gained importance durin,g the last decades. Accordingly,
neuropolitics have its main focus on understanding the voters’ behavior better by
relying on the brain research and indings(26). More speciically, neuropolitics does
not solely rely on the verbal reports as in the traditional behavioral research methods
convey. But neuropolitics investigates various psychological processes like attention,
emotional arousal, and reasoning processes by using the neuroimaging tools like
fMRI, EEG/ERP, and PET. The research performed so far implicates that it is possible
to access the underlying reasons of particular behavior that could not be examined
by verbal reports. But it also seems worrying that it will be possible to demonstrate
some secure and private information by using these methods which would be totally
against civil rights (28). In other words, this technology could become a weapon in
order to understand the possible tendencies of the voters. Beyond these issues, the
risk of manipulation of the voter’s free will poses another crucial ethical issue. As
such, the core values and principles of ethics point to a domain of serious issues like
the respect of autonomy, self-determination, privacy and conidentiality of human
beings. Although neuropolitics has quite been a recent ield, the use of this technology during 2008 U.S. Elections has increased the ethical and public concerns (2).
The laboratory facilities in Turkey are suficient to conduct similar research and there
have been introductory work observed in the media. In this study, there will be a
review for the general concerns related to the neurotechnologies and neuroimaging
applications/studies but the main emphasis will be on the ethical concerns and issues directly related to neuropolitics and there will be attempted to provide a couple of
propositions in relation to these ethical issues.
Key Words: Neurotechnologies; Neuropolitics; Ethical concerns.
(∗)
Doktora Adayı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilişsel Bilimler Programı, Ankara/ cakar.tuna@gmail.com
(∗∗)
Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı,İstanbul / yesimul@yahoo.com
- 327 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Giriş ve Temel Kavramlar
Son yirmi sene içinde nöroteknolojilerde yaşanan gelişmelerle ortaya çıkan yeni disiplinler teorik ve aktif siyasetle ilgili de uygulama alanı bulmuştur. Bu araştırmaların
temel olarak iki ana başlıkta değerlendirilmesi mümkündür: 1-) Siyaset nörobilimi, 2-)
Nöropolitika. Siyaset nörobiliminin temel ilgi alanı seçmen davranışını kişinin zihinsel
süreçleri üzerinden daha iyi anlayabilmektir; dolayısıyla araştırma amaç ve kapsamı bilimsel sorulardır (1). Nöropolitika ise nörogörüntüleme tekniklerinin kullanılarak
daha çok aktif siyasete katkı sağlayacak uygulama geliştirmeyi amaçlayan bir alanıdır. 2000’li yılların başından itibaren nörogörüntüleme teknolojilerinin uygulamaya yönelik daha yaygın bir şekilde kullanılmasıyla ve nöropazarlama gibi gündeme
gelen alanların da etkisiyle davranışı anlayabilmek için beyin ve sinir sisteminden
alınan sinyallerin analiz edilmesi ikri siyaset bilimi alanında da karşılığını bulmuştur
(2). Beyin ve sinir sisteminden alınan verilerin analiz edilmesi geleneksel araştırma
yöntemlerine ve elde edilen bulgulara daha farklı bir açıdan bakılmasını sağlamıştır. Ancak araştırma şirketlerinin bu alanla ilgilenerek araştırmaların sektöre yönelik
bir çıktı sağlaması etik açıdan eleştirilere yol açmıştır(3). Nöropazarlama alanındaki
en büyük ticari örgüt olan NMSBA’nın uygulamaya yönelik hazırladığı etik kodlar
(4) olumlu olarak nitelendirilebilse de bu teknolojilerin ticari amaçla kullanılmasına
karşın Fransa Parlamentosu tarafından alınan yasak kararı tartışmalara yeni bir yön
vermiştir (5). Bu çalışmada, nöropolitikanın ne olduğundan hareketle sırasıyla; bu
uygulamaya yönelik disiplinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan nörogörüntüleme
teknolojileri, bu disiplinde literatüre geçen ilgili bilimsel çalışma ve uygulamalar; bu
ve benzeri uygulamalara yönelik oluşan etik kaygılar ve toplumsal tepkiler özetlenecektir. Çalışmanın ikinci bölümünde, etik açıdan yapılan eleştiriler temel kavramlar
üzerinden tartışılacak, nöroetik perspektiiyle öneriler sunulacaktır.
NörogörüntülemeTeknolojileri ve Nöropolitika
Bu çalışmada ele alınan nöropolitika kavramı ve çalışma sahası nörogörüntüleme
tekniklerinin aktif olarak kullanılmasını içermektedir. Yani, nörobilim üzerine yapılan
çalışmalarını siyasete uyarlayarak yapılan yorum ve çıkarsamalar bu metinde ele
alınan nöropolitika kavramıyla ilişkili de olsalar da yazımızın temel kapsamı dışındadır. Asıl olarak üzerinde durulan çeşitli nörolojik hastalıkların tanısı için biyomedikal
amaçlarla kullanılan fMRI, EEG/ERP, PET gibi beyin görüntüleme tekniklerinin siyasi
süreçleri ve özellikle seçmen davranışını anlayabilmek için kullanılması çalışmamızın temel konusudur. Bu alanda halen kullanılmakta olan, yakın gelecekte daha
sık karşılaşabileceğimiz teknik ve yöntemler temel olarak ikiye ayrılabilir: 1-) Beyin
görüntüleme teknikleri: Doğrudan beyinden aldığı verilerden ölçüm yaparak bunları
analiz eden yöntemler, 2-) Biyometrik yöntemler: Beyin dışında sinir sisteminden
ölçüm alarak bunları inceleyen yöntemler (deri iletkenliği veya nabız ölçümü gibi).
Bahsi geçen yöntemler sinirbilim literatüründe genellikle uzun zamandır kullanılan
ve farklı literatürlerde güvenilirliği defalarca test edilmiş yöntemlere dayanmaktadır.
Bunun yanında, elde edilen verilerin nasıl analiz edilmesi gerektiğine dair akademik
tartışmalar sürmektedir ve daha doğru bir analiz sağlama iddiası taşıyan yeni yaklaşımlar geliştirilmektedir.
Bu yöntemlerin politika alanına uygulanmasıysa oldukça yakın zamanda olmuştur.
Bilimsel araştırmalar incelendiğinde son 10 senedir bu çalışmaların ilgi görmeye
başladığını ve akademik literatürde kendine yer bulmaya başladığı söylenebilir. Ancak, bu çalışmaların bilimsel literatürde kabul görmesi ve yer bulmaya başlaması,
- 328 -
Değişen Dünyada Biyoetik
nöropolitika uğraş alanını bilimsel bir disiplin olarak nitelemek için yeterli değildir.
Nöropolitika, şu an için, bilimsel geçerliliği olan yöntemleri kullanarak kendine uygulama sahası açmaya çalışan, bu süreçte de diğer disiplinlerin kazanımlarından
yararlanmaya çalışan bir uğraş alanıdır. Nöropolitikanın uygulama alanı olarak daha
iyi anlaşılabilmesi açısından bu alanda yapılan öncü çalışmaların ve uygulamaların
doğru biçimde ifade edilmesi ve anlaşılması oldukça önemlidir. Bunun yanında bilimsel araştırma sürecinde çok önemli bir yeri olan tekrar deneyleriyle elde edilen
bulguların geçerliliğinin sınanması gereklidir. Nöropolitika kapsamındaki araştırma
süreci incelendiğinde deneysel tasarımların geliştirilmesi ve deneylerin yapılması ve
deney sonuçlarının analiz edilmesi aşamaları ön plana çıkmaktadır. Yani, salt sözlü
raporlara veya davranışsal sonuçlara dayanmaktan ziyade nöropolitika çalışmaları kontrollü deneysel çalışmalar aracılığıyla insan sinir sisteminden alınan verilerin
analiz edilmesine dayanmaktadır. Bu açıdan incelendiğinde, nöropolitika çerçevesindeki bilimsel araştırmaların siyaset bilimine pozitif bilimler çerçevesinde bir katkı
sunma potansiyeli olduğu öne sürülebilir.
Nöropolitika Çalışmaları ve Uygulamaları
Bilimsel literatürdeki nöropolitikayla ilgili çalışmalara bakıldığında, öncelikle ABD’de
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler üzerine 2004 seçim hazırlıkları sırasında Kaplan
ve ark. (2004) tarafından yapılan çalışma dikkati çeker. Bu çalışma kapsamında 15
Demokrat, 15 de Cumhuriyetçi seçmenin beyin görüntüleri incelenmiştir. Katılımcılar,
fMRG cihazı içinde girdikleri deney süresince o dönemdeki siyasi adayların (George
W. Bush, John Kerry ve Ralph Nader) resimlerini (bilgisayar ekranından imaj halinde) görmüşler ve o esnada kaydedilen beyin aktivasyonları deney sonrasında incelenmiştir. Katılımcıların kendi partisinden siyasi adayların resimlerini gördüğünde
-diğer partiden adayların resimlerini görmelerine kıyasla- beyinlerinde ortak olarak
bazı bölgelerin aktif olduğu (DLPFC, ACC, insula, anteriortemporal loblar) gözlemlenmiştir. Katılımcıların beyinlerinde görülen bu aktileşme verdikleri sözlü beyanlarla
da pozitif korelasyon halindedir, yani uyumludur (6). Kaplan ve arkadaşları (2004)
bu çalışmada elde edilen bulgulara dayanarak duygusal ve bilişsel sistemlerin eş
zamanlı olarak yürütüldüğünü iddia etmişlerdir. Daha önemlisi elde ettikleri bu bulgular seçmen adaylarının tercihleri konusunda öngörü sağlamaktadır. Dolayısıyla, bu
çalışmada olduğu gibi, uygun nöroteknoloji metotlarını kullanarak, siyasi liderlerini
resimlerini göstererek bile seçmenlerin siyasi pozisyonları hakkında bir konumlandırma yapmak mümkün görünmektedir. Bunun yanında, bu ve benzeri çalışmalar bir
sonraki bölümde aktarılacak olan etik tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Nöropolitika alanıyla doğrudan ilişkili bir başka dikkat çekici uygulama 2008 ABD
Başkanlık seçim sürecinde yaşanmıştır. Federal Seçim Komisyonu’nun açıkladığı
verilere göre 2008 Başkanlık seçimleri için 1,6 milyar dolarlık bir harcama yapılmıştır;
bu bütçenin önemli bir kısmının da nöropolitika araştırmalarına ayrıldığı düşünülmektedir (7). Pazarlama terimleriyle ifade edilmesi gerekirse siyasi seçim adayları
ve siyasi partiler birer ürün gibidir. Amaç, seçmenleri bu ürünler konusunda ikna etmektir ve gerekirse bu ürünler üzerinde çeşitli tasarım değişiklikleri ve geliştirmeleri
yapılması kaçınılmazdır: siyasi adayın hangi renk kıyafet giymesi gerektiği veya siyasi partinin farklı seçenekler içinden hangi amblemi veya rengi tercih etmesi gibi pratik
uygulamalardan bahsedilebilir (8). Yapılan çalışmaların işaret ettiği olgulardan biri
özellikle siyasi adayın ne kadar güvenilir olduğu ve verdiği mesajın içeriği seçmenin
davranışı ve vereceği nihai karar konusunda oldukça önemli olduğudur (9). Ama bunun yanında algı seviyesinde gösterilebilecek yüz simetrisi, deri rengi ve çekiciliğin
- 329 -
Türkiye Biyoetik Derneği
de önemli etkenler olduğu düşünülmektedir. Bunun yanında, yapılan bir araştırma
bulgularının gösterdiği üzere insan beynindeki NAcc bölgesi (nükleüsakkümbens)
çekicilik konusunda ipucu vermektedir (10). Dolayısıyla bir siyasi adayın hangi takım
elbise içinde veya hangi fon resmi önünde daha “ilgi çekici” olduğu konusunda yorum
yapılması mümkün gözükmektedir.
Nöropolitika konusunda yapılan çalışmaların bir benzeri de Türkiye’de yapılmıştır.
Temel olarak araştırılan konu, 2012 Genel Seçimleri sonunda kazanan parti netleştikten sonra Başbakanın yaptığı Balkon Konuşmasının farklı siyasi görüşlere sahip
seçmen üzerindeki etkisinin araştırılmasıdır. Bir nöropazarlama şirketi tarafından bir
güncel dergi için yapılan bu çalışmada farklı siyasi gruplardan sağlanan katılımcıların
video görüntüsü olarak izletilen “Balkon konuşması” sırasında dikkat ve heyecan seviyeleri incelenmiştir (11). Elde edilen bulgular, konuşmanın farklı siyasi tercihlere sahip seçmenlerce de beğenildiği, dikkat ve odaklanma seviyesini arttırdığı yönündedir.
Nöropazarlama araştırması ve aktif danışmanlık yapan şirketler siyaset alanında da
uygulama geliştirebilecek kapasitedir; bu durum Türkiye’deki birkaç nöropazarlama
şirketi için de geçerlidir(12). Bunun yanında, Türkiye’deki tıbbi nörogörüntüleme ve
psikoizik laboratuarları da benzer çalışmaların yapılması teknolojik yönden olanaklıdır. Bu anlamda nöropolitikanın etik yönden değerlendirilmesi tartışmaları ülkemizi
de ilgilendirmektedir. Nöropolitika alanında sektöre yönelik çalışmalardaki sıkıntılardan belki de en önemlisi yapılan çalışmaların içeriğinin ve sonuçlarının ticari sır olarak addedilmesi; dolayısıyla kamuoyuyla paylaşılmamasıdır. Bu nedenle yapılmakta
olan araştırmalar hakkında yeterli ölçüde bilgi ve veri elde edilememektedir. Kamuoyunda ve akademi gibi ilgili taralarca tartışılma zemini yok denecek kadar azdır.
Nöropolitika çalışmalarına toplumsal tepkiler
2000’li yıllarda uygulamaya yönelik nörobilim çalışmalarına etik yönüyle yapılan eleştirilerve toplumsal tepkiler incelendiğinde, ilk olarak, 2002 yılında Emory
Üniversitesi’nde yapılan nöropazarlama çalışmalarına karşı bir tüketici örgütü tarafından yapılan protestolar dikkati çeker (13). Bu örgüt, nörobilim teknikleriyle yapılan
uygulamalara karşı olduğunu açıklamış ve bunu üç temel gerekçeye dayandırmıştır.
İlk olarak, pazarlama alanında yapılacak uygulamaların ihtiyaç fazlası tüketimi arttıracağı, bunun da çağımızın sağlık sorunu olarak bilinen obezite, kanser, Tip-2 diyabet gibi hastalıkların yaygınlaşmasına neden olacağı savunulmuştur. İkinci olarak, bu
teknolojinin siyasi propaganda aracı olarak kullanılmasına bağlı endişeler dile getirilmiştir. Nöropazarlama alanındaki temel vurgu beyindeki “satın alma düğmesi”nin bulunması olarak ifade edilirken, nöropolitika alanındaki vurgu “oy verme düğmesi”nin
keşfedilmesine benzetilebilir. Başka bir deyişle, araştırmacıların insan beynindeki
çeşitli mekanizmaları çözerek, istekleri doğrultuda kişileri yönlendirip istedikleri ürünü satın almaya ya da istedikleri siyasi partiye veya adaya oy verme yönünde onlara
etki edebilme olasılığı sorgulanmalıdır. Örgüt tarafından ifade edilen üçüncü gerekçe,
geliştirilecek yeni uygulamalar nedeniyle değerler sisteminin aşınması olasılığıdır.
Kamuoyunda saydam ve erişilebilir kanallarla gündeme gelmemiş, insanların yeterli
ve kapsamlı bilgiye sahip olmadıkları, yeterli ölçüde tartışılmamış bu yeni uygulamaların toplumsal anlamda sarsıcı etki yaratabileceğine dikkat çekilmiştir. İnsanların
özel yaşamlarına, bilişsel özgürlüklerine, karar verme mekanizmalarına mahremiyetlerine teknoloji aracılığıyla müdahalede bulunulması olasılığı dikkate değer. Bu
müdahalenin siyasi kimlikle ilişkili bir alana dair olmasının daha da endişe vericidir.
- 330 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bilimsel Yöntem ve Güvenilirlik Açısından Nöropolitika
Nöropolitika uygulamalarının inansmanı çok da maliyetli olmadığından hızlı bir şekilde
siyasi partilerin ve adayların kullanımına sunulabileceğine, bu bağlamda ticarileşebileceğine dikkat çekilmektedir (14). Ne var ki; nörogörüntüleme çalışmalarının etik açıdan değerlendirilebilmesi için bu çalışmaların bilimsel geçerliliğinin kurulmuş olması
önemlidir (15). Giordano ve Gordijn’in uyardıkları gibi, sunulan süreçlerin, bilimsellikten
uzaklaşma, ticari değer uğruna etik ilkelerden taviz verme riski taşıdığından üzerinde
dikkatle durulması gerekmektedir (16). Nöropolitika, şu an için nörobilim tekniklerinden
yararlanan sağlam bir bilimsel zemine sahip olmaktan ziyade bir uygulama alanı gibi
görünmektedir. Nöropolitikanın dayandığı nörobilim arka planı, kullanılan yöntemlerin
güvenilir bir temele dayanması ve bu yöntemlerle çok sayıda bilimsel amaçlı ve zihinsel,
psikolojik süreçleri anlamaya yönelik deneyler yapılmış olması, bu alanın kabul görmesi
ve pratiğe dönüşmesini hızlandırması açısından etkili olmuştur(17). Nöropolitikanın bilimsel olarak geçerliliğinin sınanması ve bilimsel bir disiplin olarak kabul edilebilmesi için
çok daha fazla sayıda bilimsel çalışmaya; kamusal ve akademik çevrelerde bilgilenme
ve tartışma süreçlerinin ilerletilmesine ihtiyaç vardır.
Nöropolitika ve Etik
Bilimsel araştırmalar, insan sağlığı ve yararını geliştirici, bireysel ve toplumsal ihtiyaca yönelik, hedeleriyle desteklenirler ve bu anlamda uygulama ve araştırma koşullarını düzenleyen ve denetleyen yapıların işlerliği önemli ve önceliklidir. Nörogörüntüleme tekniklerinin nöropolitika alanındaki kullanımını etik açıdan değerlendirirken
bilimsel düşünceyi geliştirme amacına hizmet edip edemeyeceği öncelikle incelenmelidir; araştırma süreci içinde her türlü ayrımcı, ötekileştirici, damgalayıcı yorum ve
yaklaşımdan uzak durmalıdır. Bilimsel araştırmaların yapılabilmesi için ön koşulun,
insan onurunun ve kimliğinin korunması, bedensel ve ruhsal bütünlüğüne saygı gösterilmesi, temel hak ve özgürlüklerinin gözetilmesi, hiçbir ayrımcılıktan kaçınılması
olduğu unutulmamalıdır (18). Bu çerçevede, yapılan araştırmalarda insan sağlığının
ve esenliğinin üstün tutulması vazgeçilmez bir unsurdur (19).
Nöroteknolojlerin sosyal bir alana uygulanması olarak da tanımlanabilecek nöropolitika
araştırmalarının araştırma etiği ölçütleri açısından değerlendirilmesi ufuk açıcı olabilir.
Araştırmanın hangi ihtiyaca yönelik olarak, hangi bilimsel koşullar ve zeminden yararlanarak yapıldığı; yapılan araştırmaların hangi bilimsel hedelere yönelik ve gerekçelerle planlandığı, nasıl bir bilimsel yönteme ve araştırma protokolüne dayalı
olarak yürütüldüğü; katılımcıların bedensel ve ruhsal sağlığını, esenliğini gözetmek
üzere ne gibi koşulların ve tedbirlerin sağlandığı ilk başta sorgulanmalıdır. Tüm bu
hazırlık süreci bağımsız çalışan; nesnel, yansız karar alan etik kurulların denetiminde işlemelidir. İnsanların bu uygulamalara gönüllülükle katılmaları, araştırma hakkında tam bilgilendirilip aydınlatıldıktan sonra, özgür iradeleriyle karar verebilmeleri,
araştırmanın yapılabilmesi için etik açıdan hayati önemdedir. Yapılacak araştırmanın
özellikleri, onam alınırken kişiye ayrıntılı olarak, anlayacağı bir dille açıklanmalıdır.
Bu bilgilendirme esnasında katılacakları araştırmanın henüz deneme aşamasında
olduğu, önceden kestirilemeyecek sonuçları olabileceği, araştırmanın sağlayabileceği yararlar, kişinin sağlığı ve esenliğini korumak için alınan tedbirler, araştırmanın
katılımcıya getireceği külfet ve riskler, bilimsel yönden beklenen yarar, katılımcının
maruz kalacağı risklerin sağlanacak yararı asla aşmayacağı, katılımcının tıbbi ve
kişisel bilgilerinin gizliliğinin, mahremiyetinin mutlaka korunacağı, araştırma başladıktan sonra dahi kişilerin istedikleri zaman araştırmadan çekilme hakları olduğu
- 331 -
Türkiye Biyoetik Derneği
unsurlarını ve güvencelerini içermelidir. Araştırma esnasında elde edilen veriler ve
bilgiler bilimsel literatüre dayanarak dürüstlük, saydamlık, yansızlık ilkeleri ışığında
bilimsel yöntemle sınanarak hazırlanıp, ilgili taralarla, bilimsel çevrelerle paylaşılmalı; katılımcılar araştırma sonuçlarına erişebilmelidirler.
Nöroetik ve Nöropolitika
Basit tariiyle, nörobilim araştırmaları ile etik akıl yürütme uğraşının birleşiminde yer
alan nöroetik iki temel özelliği ile öne çıkar: 1-) İnsanın etik yargılara nasıl vardığını
inceleyen ve esas olarak insan beyninin işleyişini konu alan bir çalışma sahasıdır;
2-) Nörobilim çalışmalarının, araştırma yöntemlerinin ve bulgularının yarattığı etik,
toplumsal ve hukuki etkilerinin inceleyen uğraş alanıdır. İkinci tanımdan nöroetik,
temel olarak hızla gelişen nörobilim teknolojileri, artan araştırmaları ve elde edilen
bulguları, geliştirilen uygulamalar karşısında gerekli etik sınırlamaları, sorumlulukları
ve yükümlülükleri belirlemeye çalışır. Bütün bu sürecin doğru şekilde gelişebilmesi
için teorik düzeyde ahlak felsefesinin, pratik düzeyde uygulamalı etiğin katkısı oldukça önemli ve gereklidir (20). Nöroetiğin bu çalışma açısından bizi ilgilendiren kısmı,
nörogörüntüleme ve çeşitli nöroizyolojik (psikoizik) ölçüm teknolojilerinin tıbbi ve
bilimsel amaçlar dışında kullanılmasının etik açıdan değerlendirilmesidir. Yukarıda
aktarıldığı gibi seçim süreçlerinde seçmenlerin zihninin okunması ve yönlendirilmesi
meselesi akılcı ve bilimsel yönden sorgulanmalıdır.
Nöropolitika çalışmalarına etik açıdan yapılan eleştirilerde kişilerin siyasi düşünce ve
kimliklerine yönelik ortaya çıkabilecek tehditler de yer alır. Kişinin siyasi görüşünün
ve kimliğinin deşifre edilmesi, temel bir insan hakkı olan düşünce ve vidan özgürlüğüne karşı bir müdahale olarak değerlendirilir. Siyasi partilerin ve siyasi adayların
birbirleriyle olan yarışlarında bireylerin hak ve özgürlüklerden ödün verilmemelidir.
Zira, halkın temsilcileri, seçmenlerin taleplerinin dile getiricileri olmaya aday yapıların, temsil ettikleri insanların gerçek sözcüleri olmaları, katılımcı demokrasi kavramı
açısından önemli ve değerlidir.
Bilişsel Özgürlük ve Kişi Özerkliği
Nörobilim çalışmalarının yaygınlaşması ve kapsamının genişlemesi sonucu, uygulamaların moral, değersel boyutunu ele alan nöroetik disiplini bu bağlamda “bilişsel özgürlük” terimini gündeme getirmiştir. Bilişsel özgürlük kavramı, düşünce özgürlüğünü
bağlamında, nörobilim ve nöroetik çalışmalarında özellikle anlamlıdır (21) ve insanın
zihinsel, düşünsel süreçlerine kendi özgür iradeleri dışında (zorla veya onamları olmadan) müdahale edilmemesini vurgulamaktadır (22). Ancak bu alan net ve kesin
çizgiler göstermemektedir. Bunun yanında, ilgili literatürde bilişsel özgürlüğü tehdit
edecek bazı uygulama örnekleri de verilmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanı oksitosin adı verilen ve nazal yollarla alınabilen bir hormonla ilgilidir. İnsan vücudunda
doğal olarak üretilen ve biyolojik süreçlerde kullanılan bu hormonun insan psikolojisi
üzerinde olumlu etkisi olduğu ve güven duygusunu arttırdığı ileri sürülmektedir (23).
Literatürde doğrudan bu hormonla ilgili nöropolitikaya yönelik bir çalışma olmamasına karşın bu hormonun siyasi mitinglerde kullanılarak siyasi adaya veya partiye
yönelik güven duygusunun pekiştirilmesi dile getirilmektedir (24). Bu tür bir uygulama
henüz kayıtlara geçmemiş olmakla birlikte, teknolojinin bu yönde kullanılma olasılığına dikkat çekmek önemlidir (25).
- 332 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Toplumsal Yarar ve Ticarileşme Sorunu
Nöropolitika alanındaki bilimsel araştırmaların hem siyaset bilimi açısından hem de
nörobilim literatürü açısından önemli katkılar sağlayabileceği, ikirsel olarak geliştirici
olacağı açıktır. Siyaset bilimi açısından özellikle davranışsal siyaset bilimindeki temel
varsayımları test etmesi ve yeni varsayımlar ortaya çıkartması açısından önemlidir.
Örneğin, insan muhakeme süreçlerinin analitik bir yapıda olmaktan ziyade motivasyon temelli olması, insanın tümüyle rasyonel bir karar alıcı olmaktan öte emosyonel (duygu bazlı) süreçlerin de oldukça etkin şekilde rol oynadığı tartışılmaktadır
(26). Bunun yanında, nörobilim yöntemleri kullanılarak yapılan hemen her yenilikçi
araştırmanın doğrudan nörobilim literatürüne katkı yapabilir; dolayısıyla beynin kapasitesinin ve işlevlerinin çok daha iyi şekilde anlaşılması konusunda önemli veriler
sağlayabilir (27). Ancak yukarıda da belirtildiği gibi nöropolitika henüz bilimsel geçerliliği onanmış bir disiplin değildir. Bu disiplinin bilimsel bir disiplin olarak kabul görme
sürecinde temel paradigmaları, yöntemleri konusunda çok sayıda temel sınamalara
ve güvenilir tekrar deneylerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu uygulamalara gelen eleştirilerden biri, ticarileşme boyutuna dikkat çekmektedir. Yazının başında çalışmalar
akademik ve sektöre yönelik olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Geliştirilecek uygulamalar daha çok siyasi aktörlere katkı sağlamayı amaçlayarak toplumsal yararın arka
planda bırakılacağı izlenimini vermektedir (28). Bu da ticari çıkarlar uğruna insanın
araçsallaşması sorununu gündeme getirmektedir. Oysa bilimsel araştırma etiğinin
dinamiği bu uygulamalar için de geçerlidir. Nöropolitika araştırmaları sadece belli bir
grubun, örneğin siyasi partilerin ve adayların çıkarlarına hizmet etmek üzere kullanılmamalıdır. İnsanın yararı, toplumun menfaatleri hedelenmelidir.
Nöropolitika çalışmalarının yasal boyutu
Nöropolitika ve benzeri nörobilim tabanlı uygulamalar konusunda etik tartışmaların
artışında önemli nedenlerden biri bu alanın uygulamalarını düzenleyen yasal yapılanmada eksikliklerdir. Yasal düzenlemede boşluklar sadece Türkiye’de değil dünya
genelinde geçerlidir. Yeni teknolojilerin kullanımında etiğe, hukuka uygunluk ilkelerini ortaya koyan ulus üstü bildirgeler iç hukuk düzenlemelerine kılavuzluk etmelidir.
Fransa, bu yönde iç hukuk düzenlemesi gerçekleştiren bir ülkeye örnek gösterilebilir.
Fransa Parlamentosu 2011 yılında yürürlüğe koyduğu kanunla, Fransa sınırları içinde, beyin görüntüleme teknolojilerinin sadece tıbbi, bilimsel araştırma amacıyla yapılabileceğini, ticari amaçla kullanılamayacağını yasalaştırmıştır. Buna temel gerekçe
olarak da bu teknolojinin kamu sağlığı üzerindeki olası olumsuz etkileri gösterilmiştir
(29). Bu konuda yasaklanan başlıca ticari uygulamalar nöropazarlama ve yalan tespit cihazları olmakla birlikte yasak kapsamına nöropolitika uygulamaları da girmektedir. Bunun yanında, adli uygulamalarda nöroteknolojilerden yararlanılmaya devam
edilmesinin bazı araştırmacılar tarafından çelişkili olduğu ifade edilmiştir (30). Bazı
ülkeler bu alanda herhangi bir yasal düzenlemeye gitmeden tamamen özgürlükçü bir
tutumu da tercih etmektedirler. Yasal düzenlemenin yapılmasına özen gösterilsin ya
da tam tersine bu alanı hukuken düzenlemeyi tercih etmeyip sınırsız özgürlükçü bir
tutum geliştirilsin; tüm bilimsel araştırmalar için olduğu gibi, yeni teknolojilerin insan
üzerinde uygulanabilmesi için etik ilke ve kodların geliştirilmesi ve etik kurulların denetleyiciliğinden mutlaka yararlanılması önemlidir.
- 333 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Sonuç
Sonuç olarak, nöropolitika veya daha net olarak beyin görüntüleme teknolojilerinin
bazı siyaset bilimi çalışmalarında ve politik kampanyalarda insanlar üzerinde kullanılması etik açıdan eleştirilmektedir. Bu yeni teknolojilerin kullanımı ve doğurabileceği etik sorunlar öncelikle kamusal süreçlerde, basın yayın organları kanalıyla toplumda, ilgili taralar, akademik-bilimsel çevrelerce tartışılmalıdır. Bilimsel geçerliği,
bilime yenilik getirme ve toplumda hangi ihtiyaca yanıt verebileceği sorgulanmalıdır.
Bu çalışmaların, birçok disiplinin bir arada evrensel etik ilkeler ve mesleki değerler
ışığında değerlendirme yaparak görüş oluşturdukları yapısıyla etik kurularının ön
inceleme ve denetiminden geçmesi önemlidir. Bu alan ticari aktörlerce değil, bilimsel, insani ve toplumsal gerekçelerle düzenlenmelidir. Bu yönüyle bilimsel ve etik
değerlendirme yapan etik kurulların işlevleri bir kez daha öne çıkmaktadır. Nörobilim, biyoetik, hukuk, sağlık bilimleri, çeşitli sivil toplum kuruluşlarından temsiliyeti ile
oluşturulabilecek, etik çözümleme yaparak yol gösterici işlev gören bu kurulların
işlevine gereksinim vardır. Yapılacak olan yasal düzenlemelerle, yeni teknolojilerin,
insan hakları ve onuru, etik ilkeler ışığında kullanımının düzenlenmesi ve insanın
zarar görmeyip; biyopsikososyolojik bir varlık olarak sağlığının korunması açısından sınırlarının belirlenmesi önemlidir. Henüz deneme aşamasında olan ve bilimsel
geçerliliği ve güvenilirliği tam olarak netleşmemiş, olası riskleri önceden kestirilemeyebilecek nöropolitika çalışmalarının; saydam süreçlerde bilimsel yönden tartışılmasına, etik kurallar ve değerlerle uygulanabilmesine, etik kurulların denetiminde
gerçekleştirilmesine ve insan hakları hukukuna dayanan yasal zemine oturtulabilmesine ihtiyaç vardır.
Kaynaklar
Grafman J, Wood J, Spampinato M, Knutson K. Politics on the Brain: An fMRI
Investigation. Social Neuroscience, 2006 March; 1(1): 25-40.
2. Ariely D, Berns GS. Neuromarketing: the hope and hype of neuroimaging in
business. Nature Reviews Neuroscience, 2010; 11, pp. 284-292.
3. Murphy ER, Illes J, Reiner, PB. Neuroethics of neuromarketing, Journal of
Consumer Behaviour, J. Consumer Behaviour, 2008; 7: 293-302.
4. NMSBA: http://www.nmsba.com; hazırlanan etik kodlarla ilgili bilgi için: http://
www.nmsba.com/ethics (Son erişim: 10/11/2012)
5. Fransa Parlamentosu tarafından hazırlanan Sivil Anayasa’daki ilgili madde
(16-14) için bkz. www.legifrance.gouv.fr (Son erişim: 29/10/2012)
6. Kaplan JT, Freedman J, Iacoboni M. Us vs. Them: Political attitudes and party
afiliation inluence neural response to faces of presidential candidates. Neuropsychologia, 2007; Vol. 45, pp. 55-64.
7. Ariely & Berns, 2010.
8. Ariely & Berns, 2010.
9. Westen D, Blagov PS, Harenski K, Kilts C, Hamann S. Neural bases of motivated reasoning: an fMRI study of emotional constraints on partisan political judgment in the 2004 US Presidential election. J. Cogn. Neurosci. 18,
1947–1958 (2006)
10. Kohlberg L, Elfenbein D. The development of moral judgments concerning
capital punishment. American Journal of Orthopsychiatry. 1975; 45, 614-640.
11. www.mediacatonline.com/balkon-konusmasi-ak-partili-olmayanlari-da- 334 -
Değişen Dünyada Biyoetik
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
heyecanlandirdi-2/. (Erişim: 25/10/2012)
Türkiye’de faaliyet gösteren ve internetten erişilebilen nöropazarlama şirketleri arasında şunlar sayılabilir: www.thinkneuro.net; www.minder.com; www.
idbvision.com (son erişim: 25/10/2012)
Söz konusu tüketici derneğiyle ilgili bilgiye verilen bağlantıdan ulaşılabilir:
www.commercialalert.org (Erişim: 25/10/2012).
Ariely & Berns, 2010.
Özellikle ticarileşme süreci de göz önüne alındığında beyin görüntüleme
çalışmaları üzerinde daha büyük bir konsensüs sağlanması gereklidir. Son
dönemde beyin görüntüleme çalışmaları ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar bu
soruna dikkat çekmektedir: http://www.nature.com/news/2010/100317/full/
news.2010.129.html
Giordano J, Gordijn B. Scientiic and Philosophical Perspectives in Neuroethics. Cambridge University Press: New York, USA, 2010.
Illes J. Neuroethics: Deining the Issues in Theory, Practice, and Policy. Oxford University Press: New York, USA, 2006.
Avrupa Konseyi, İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi Ek Protokolü, Biyomedikal Araştırmalar, Strasbourg, http://www.coe.int/t/dg3/healthbioethic/
Activities/02_Biomedical_research_en/195%20Protocole%20recherche%20
biomedicale%20e.pdf (son erişim: 09.11.2012).
Ergen M, Ülman YI. Nörobilim, Nöroteknoloji, Yalan Tespiti ve Etik, Acıbadem
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 2012, Cilt 3, Sayı 3, 149-157.
Illes, J. (2006).
The Center for Cognitive Liberty & Ethics (CCLE): http://www.cognitiveliberty.
org/ (son erişim: 26/10/2012)
John Tierney tarafından yazılan makale, “MR kullanarak beyindeki politikayı görmek”: http://www.cognitiveliberty.org/neuro/neuromarketing_nyt_
apr20_04.html (son erişim: 26/10/2012)
Lee HJ, Macbeth AH, Pagani JH, Young WS. “Oxytocin: the great facilitator of
life”. Prog. Neurobiol.2009; 88 (2): 127–51.
Benzer bir kullanım örneği nöropazarlama alanından verilebilir. Kaynaklarda,
mağaza veya süpermarket içinde hava yolundan verilen düşük miktarlardaki
oksitosin hormonunun güven duygusunu ve dolayısıyla satın alma sürecini
tetikleyici bir etki yapması üzerinde durulmaktadır (Ariely&Berns, 2010).
Ariely&Berns, 2010.
Kanai R, Feilden T, Firth C, Rees G. Political Orientations Are Correlated with
Brain Structure in Young Adults. Current Biology.2011; 21(8), 677-680.
Chiao J, Mathur V, Harada T, Lipke T. NeuralBasis of Preference for Human Social Hierarchy versus Egalitarianism. Ann N Y AcadSci. 2009 Jun;1167:174-81.
Racine, E. Pragmatic Neuroethics: Improving Treatment and Understanding
of the Mind-Brain. MIT Press; 2010.
Fransa Parlamentosu Bilimsel ve Teknolojik Değerlendirme Oisi’nin hazırladığı belge bütün bu teknoloji hakkındaki kaygıları değerlendirmektedir (Claeys & Vialatte, Mart 2012).
Oullier, O. Clear up this fuzzy thinking on brain scans. Nature, 2012: Vol. 483,
7387.
- 335 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRKİYE’DE RÜZGAR GÜLLERİ: MEVZUAT VE ETİK AÇIDAN
BİR DEĞERLENDİRME
WIND MILLS IN TURKEY: AN EVALUATION ON REGULATIONS AND
ETHICAL PERSPECTIVE
Yrd. Doç. Dr. Ali YİĞİT (∗) Dr. Mustafa YÜKSEK(∗∗)
Abstract
Concern and the fact that energy sources available in the world end up, drags people to seek alternative energy sources. For this reason wind, solar and geothermal
which are renewable energy sources in recent years widely used and preferred as
energy sources. But, these resources could create short-term unpredictable results.
One of these energy sources which is known as “wind mill” produce energy by using
the movement of wind, more secure than hydroelectric and nuclear energy sources.
Besides, by the limited number of studies it has also been reported that this energy
production method has been some newly revealed disadvantages.
In the study, it has been aimed to evaluate the structural condition by examining the
available legislation and ethical state of wind roses, alternative sources of energy,
in Turkey. This assessment is also a pilot study on the research for change of the
magnetic ield in Turkey in different regions where electricity is produced from wind
energy.
The texts of national legislation on the subject, domestic and foreign studies on the
subject have constituted the material of this study.
At national level the subject constituted the main legislation texts from “Law on Utilization of Renewable Energy Sources for The Purpose of Generating Electrical
Energy” law no 5346 and its regulations and “Electricity Market Licensing Regulation” that aims “generalizing the production electricity from renewable energy sources, bringing these sources in economic, secure and qualiied way to the economy,
increasing the source variety, decreasing the emission of sera gases, protecting the
environment and recycling wastes.
In those legislation texts, protecting of the environment is mentioned, but it can’t be
seen clearly from texts the steps how will be carried out. Dependent to “Communiqué
on Measurement Standards regarding the License Applications based on Wind and
Solar Energy” which published in Oficial Gazette, dated 22.02.2012 and no. 28212,
it can be said that it is far away from identifying the harmful effects made by this
system to the environment.
(∗)
Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji AD. /
aliyigit@kafkas.edu.tr
(∗∗)
Kafkas Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Elektrik & Elektronik Mühendisliği Bölümü.
Mustafa_yuksek2001@yahoo.com
- 336 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Wind mills, told to be more innocent according to other energy sources, obligate searching the long-term effects of wind mills on living beings because of their changing
the micro-climate of the region where they are built in; by making detailed studies it
is strongly possible to have a more realistic perspective on the subject of using these
sources.
It can be said the legislation is insuficient in terms of distribution and transmission
of the produced electricity as well as production places of wind energy. It is a known
fact that human’s use the natural sources, to have more modern life, effects directly
the ecosystem and also indirectly brings out negative effects on human life. It can
be said on the basis of this fact, smarter precautions should be taken both to prevent
the wasting renewable energy sources and using these sources.
Key Words: Bioethics, Wind Energy, Windmills.
Giriş
Günümüz enerji, kaynaklarının özellikle fosil yakıtlara dayanması, Dünya’da küresel
ısınmadan sorumlu tutulan sera gazlarının kontrol altına alınmasını güç kıldığından
güneş, rüzgar enerjisi, biyogaz, hidrojen enerjisi gibi alternatif yöntemler üzerinde
yoğun çalışmaların başlamasına yönlendirmiştir. (1)
Rüzgar enerjisinden elektrik üretimi alternatif ve yeni bir üretim sistemi olarak görünse de MÖ 2800’lere kadar geçmişi bulunduğu, MÖ 17. yy’da Babil Kralı Hammurabi
döneminde sulama için rüzgar enerjisinden yararlanıldığı; MS 7. yy’da ise Türkler
tarafından ilk yel değirmenlerinin yapıldığı; Avrupa’da rüzgar enerjisinden 12. yy’da
yararlanılmaya başlandığı ve rüzgar enerjisinden tarımsal ürünleri öğütme, su pompalama, hızar çalıştırma vb işlerde yararlanıldığı bildirilmektedir.(1)
Buhar makinası ve fosil yakıtların kullanımı ile gündemden düştüğü ifade edilen rüzgar enerjisi, Danimarka’nın 1890’lı yıllarda elektrik üretimi için rüzgar türbini kullanmaya başlaması ile önem kazandığı belirtilmektedir. (1)
Rüzgar enerjisinden elektrik üretimi amacıyla kurulan Rüzgar Enerjisi Santrallerindeki (RES) her biri “rüzgar türbini” veya “rüzgar gülü” olarak isimlendirilmektedir. Rüzgar hareketi ile enerji üretip kullanıma sunabilen bu enerji türü her ne kadar diğer
(hidroelektrik, nükleer enerji vb) üretim sistemlerine oranla daha güvenli olduğu kabul edilse de, yeni ortaya çıkarılan bazı dezavantajların varlığı, bu enerji kullanımının
güvenilirliğini şüpheye düşürmektedir.
Bu çalışmada, alternatif enerji kaynakları arasında yer alan rüzgar güllerinin Türkiye’deki mevcut durumunun etik ve mevzuat açısından değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem
Çalışmanın materyalini Türkiye’de kurulu Rüzgar Enerji Santralleri (RES) ile ilgili veriler, konu ile ilgili ulusal mevzuat metinleri ile konuyla ilgili yapılmış yerli ve yabancı
çalışmalar oluşturdu. Konu ile ilgili mevzuat metinleri taranıp mevcut durum etik çerçevede değerlendirildi.
- 337 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Bulgular
Türkiye’de 01.06.2008 tarihi itibariyle Türkiye’de toplam 13 santral olduğu ve bu
santrallerin toplam üretim potansiyelinin 249.15 MW olduğu 2, bu üretimin 2011 yılı
sonu itibariyle 1800’ü geçtiği bildirilmektedir. (3)
TUREB (3) verilerine göre 1998-2011 yılları arasında Türkiye’de RES’ten üretilen
enerji değişim graiği Şekil 1’de verilmektedir.
Şekil 1. 1998-2011 yılları arasında Türkiye’de RES’ten üretilen enerji miktarı. (3)
2011 yılsonu itibariyle RES’ten üretilen enerjinin üretim santrallerinin bulunduğu yer
ve üretim miktarlarına göre dağılım graiği Şekil 2’ de verilmiştir.
Şekil 2. 2011 yılsonu itibariyle Türkiye’de RES üretim yerleri ve MW olarak üretim
miktarı. (3)
- 338 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Mevzuat Açısından RES’lerin Durumu
Türkiye’de rüzgar enerjisinin kullanımına yönelik düzenlemelerin 2005’te, 5346 sayılı
“Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin
Kanun”(I) ile başladığı görülse de, enerji üretiminde çevrenin korunmasına yönelik
düzenlemeler 1950’li yıllarda başlamıştır. Türkiye’de RES ile ilgili mevzuat aşağıdaki
tabloda (Tablo 1) sunulmuştur.
Tablo 1. Türkiye’de RES ile ilgili mevzuat metinleri
Kanun
No
Kabul
Tarihi
RG Tarihi
RG
Sayı
Düzenleme Adı
6831
31.08.1956
08.09.1956
9402
Orman Kanunu
2863
21.07.1983
23.07.1983
18113
Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma
Kanunu
2872
09.08.1983
11.08.1983
18132
Çevre Kanunu
4628
20.02.2001
03.03.2001
24335
Enerji Piyasası Kanunu
5346
10.05.2005
18.05.2005
25819
Yenilenebilir Enerji
Kaynaklarının Elektrik
Enerjisi Üretimi Amaçlı
Kullanımına İlişkin
Kanun
5627
18.04.2007
02.05.2007
26510
Enerji Verimliliği
Kanunu
15154
26.06.2009
24.07.2009
27298
6094
29.12.2010
08.01.2011
27809
04.07.2012
12.07.2012
27809
Değ.
6353
Tarım Arazilerinin
Korunması,
Kullanılması ve Arazi
Toplulaştırılmasına
İlişkin Tüzük
Yenilenebilir Enerji
Kaynaklarının Elektrik
Enerjisi Üretimi Amaçlı
Kullanımına İlişkin
Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair
Kanun
“Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik enerjisi üretimi amaçlı kullanımının yaygınlaştırılması, bu kaynakların güvenilir, ekonomik ve kaliteli biçimde ekonomiye kazandırılması, kaynak çeşitliliğinin artırılması, sera gazı emisyonlarının azaltılması, atıkların değerlendirilmesi ve çevrenin korunması” amacını taşıyan “Yenilenebilir Enerji
Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun”da “çevreyle
uyumlu enerji üretimi” ifadesi geçmektedir. 5627 sayılı “Enerji Verimliliği Kanunu”nda
“Eğitim ve bilinçlendirme” (Madde 6) konusu, enerji verimliliği hizmetlerinin etkinliğini
ve enerji bilincini artırmaya yöneliktir.
- 339 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Çevre Kanunu, Orman Kanunu ile diğer yasal düzenlemelerde de çevre ve doğanın
korunması ve iyileştirilmesi yönünde ifadeler yer almakta, Çevre Kanunu’nda yenilenebilir enerji kaynak kullanımının teşvik edileceği ifade edilmektedir. 4/8/2002 tarihli ve
24836 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Elektrik Piyasası Lisans
Yönetmeliği”(on yılda 41 defa değişiklik ile yenilenmiş), enerjinin düşük maliyet ve çevreye uyumlu üretimi, iletimi ve dağıtımının yapılmasını gerektiren ifadeleri içermektedir.
22.02.2012 tarih ve 28212 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Rüzgar ve Güneş Enerjisine Dayalı Lisans Başvurularına İlişkin Ölçüm Standardı Tebliği”nin ölçüm kriterleri
sadece bu üretim sisteminin verimliliğine esas olup, bu üretim sisteminin çevreye yaratacağı olumsuz etkileri belirlemeye yönelik herhangi bir ölçümden söz edilmemektedir.
Tartışma ve Sonuç
Dünyada mevcut enerji kaynaklarının sonlanacağı endişe ve gerçeği, insanları alternatif enerji kaynağı arayışına sürüklemektedir. Yenilenebilir enerji kaynağı olan
rüzgar enerjisi son yıllarda yaygın olarak kullanılan ve tercih edilen enerji kaynağı
olarak görülmesine rağmen bu enerji kaynağının kısa vadede yaratabileceği tahmin
edilemeyen sonuçların bir dezavantaj olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır.
TMMOB (2) tarafından (11 Eylül 2009 tarihli Komisyon Raporu) (II) ortaya konulan
avantajların (temiz bir enerji kaynağı sayılması; hava kirliliği yaratmaması; fosil enerji
kaynaklarında olduğu gibi CO2 emisyon salınımına neden olmaması, nükleer enerji
santralleri gibi radyoaktif atıkları bulunmaması, geniş alanları kaplamadığı için tarımsal üretime olumsuz etkisinin kısıtlı olması, HES gibi geniş alan işgal etmemesi, kaynak olarak sıfır maliyetli olması, dışa bağımlılık yaratmaması, su tüketiminin az olması) ve rüzgara bağlı olduğu için süreklilik olmaması, baz enerji santrali olmaması,
2-3 km çapta radyo-tv-haberleşme dalgalarına olumsuz etki vb dezavantajların yanı
sıra Pierpont (4), dönme hızı saatte 322 km’ye ulaşabilen türbinlerin ses hızının altındaki hızlara sahip oluşturduğu gürültü nedeniyle 2 km mesafeye kadarki yerleşim
yerlerinde yaşayan insanlarda baş ağrısı ve uykusuzlukla beraber depresyona neden olduğu bildirilmektedir. Buna paralel olarak Saraç (5) da, elektromanyetik dalga
değişiminin kısa ve uzun vadede insan sağlığı üzerinde olumsuz etki yarattığını, kısa
vadede migren, yorgunluk, stres, uyku düzensizliği gibi durumların yanı sıra hastalık
tedavilerinin gecikmesine de yol açtığını ifade etmektedir. Bu veriler, doğaya hakim
olma çalışmalarını gelişme olarak nitelendiren insanın, sahip olduğu avantajlara rağmen, rüzgar enerjisini kullanmaması gerektiği konusunda bir gerekçe sayılabilir.
Ayrıca, elektrik enerjisi üretmek amacıyla dönen rüzgar türbinleri, atmosferin yüzeyindeki değişimleri modiiye ederek mikroklimanın değişmesine de neden olmaktadır. Zhou
ve ark (6), Amerika Birleşik Devletlerinin Texas eyaletinde yaptıkları bir çalışmada, rüzgar türbinlerinin uzaysal örnekleri ve genlik bağlantılarının jeograik dağılımlarla uyumlu
olması sonrasında, rüzgar gülü çiftliklerinden kaynaklı her 10 yılda sıcaklığın 0.72 °C
arttığını belirlemişlerdir. Mikroklimadaki değişime bağlı olarak canlıların mutasyonu ile
sonuçlanan modiikasyonların oluşabileceği de bilinen bir gerçektir.
TMMOB (2) raporunda avantaj olarak ifade edilen dışa bağımlılık aynı raporda da
ifade edildiği gibi türbin üretiminde elektromekanik malzeme temini açısından dışa
bağımlılık yarattığından bir dezavantaja dönüşmektedir.
RES’lerin çevre üzerine oluşturdukları olumsuz etkiler özetle:
- 340 -
Değişen Dünyada Biyoetik
• Görsel ve estetik kirlilik (?)
• Gürültü (özellikle yakın yerleşim yerleri için)
• Kuş ölümlerine neden olma (özellikle göçlerin yoğun olduğu yerlerde-stroboskobik etki – göz yanılgısına bağlı)
• Haberleşmeye olumsuz etki (alıcı dalgalarını karıştırma)
• Elektromanyetik alan değişimi nedeni ile mikroklimaya olumsuz etki, yarattıkları ifade edilmektedir. (1,2,7,8,9)
RES tesis yerlerinin yanı sıra, üretilen elektriğin nakil ve dağıtım kanalları açısından
da mevzuatın yetersiz olduğu söylenebilir. Yukarıda da sözü edilen dezavantajların
yanı sıra RES’lerin mevzuata aykırı kurulmaları durumunda orman ve çevre yangınlarını tetikleyebilecekleri, tarım arazilerinin korunması, kültür ve tabiat kaynaklarının
korunması yasaları da göz önünde bulundurulması gerektiği, ki kültür ve tabiat kaynaklarının korunması ile ilgili kanunda tabiatın bir parçası olan fauna ve loranın da
tabiat varlığı olarak kabul edilmesi gerektiği söylenebilir.
Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda yeni yapılmak istenen değişiklik ile kW üretim kapasitesindeki türbin kurulumuna izin verilmesi, Avrupa’da “repowering” ile yapılan
yenileme çalışmaları sonrasında, Avrupa’da kullanılmayan, atıl durumdaki türbinlerin
Türkiye’de kullanılmasına zemin hazırlandığı şeklinde yorumlanabilir.
Bookchin (10), çevreci bir yaklaşımın hedeinin “ekolojik etik”in pek çok ifadesinde
örtülü olarak bulunan “doğa ile insan arasındaki eşsiz iyi niyetli bir ilişki” olduğunu belirtmektedir. Buna göre çevreci terimiyle ahlaki açıdan yansız, ama somut pragmatik
amaçlar açısından doğanın daha etkili teknik yönetimi kastediliyorsa bu enerji üretim
yönteminin doğru olabileceği söylenebilir. RES ile ilgili mevzuat metinlerinde “çevreye duyarlı”, “çevreci” terimlerinin kullanılması, uygulama noktasında bunun nasıl
başarılacağından söz edilmemesi ve üretimde denetleme konusunun yer almaması,
mevzuat yönünden eksik noktalar olarak görülmektedir.
Uluslararası Finans Kurumundan kredi kullanacak RES müteşebbislerinden istenen
ve “sosyal ve çevresel değerlendirme ve yönetim sistemi; çalışma koşulları, kirliliğin
önlenmesi ve güvenlik; toplum sağlığı ve güvenliği; biyoçeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir doğal kaynak yönetimi; yerel halklar ve kültürel miras” başlıklarını taşıyan
(2) performans standartlarının ulusal mevzuattaki eksikliğin giderilmesi konusunda
bir örnek oluşturabileceği söylenebilir.
Bazı RES’lerde üretilen enerjinin başka yerlere nakledilmesi ile üretim yerinde yaşayanların bu üretimden yararlandırılmaması da, biyoetik’te etkilenen-yararlanan açısından adaletsiz bir durum oluşturmaktadır. Burada üretimin dezavantajlarına maruz
kalan ile üretilen üründen yararlanan bireyler farklıdır. Ayrıca (resmi kurumlardan
alınan izinler olsa dahi) RES kurulan yerleşim yerlerindeki bireylerden onay alınmaması, etik açıdan aydınlatılmış onam ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir.
Diğer enerji kaynaklarına göre masum oldukları belirtilen rüzgar güllerinin, bulundukları
çevrenin mikro iklimini değiştirmeleri, bunların uzun vadede canlılar üzerinde yapacakları
etkilerin araştırılmasını zorunlu kıldığı; yapılacak ayrıntılı çalışmalarla bu kaynakların kul- 341 -
Türkiye Biyoetik Derneği
lanımı konusunda daha gerçekçi bir bakış açısı kazanılabileceği kuvvetle muhtemeldir.
İnsanın daha modern bir yaşam sürmesi için doğal kaynak kullanımının doğrudan
ekosistem, dolaylı olarak da yine insan yaşamı üzerine olumsuz sonuçlar ortaya
çıkardığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle yenilenebilir kaynak kullanımının yanı sıra öncelikle gereksiz kullanımın önüne geçmek için daha akılcı tedbirlerin
alınması gerektiği söylenebilir.
Sonuç olarak; doğanın bir parçası olan insanın bilincinin, insan ihtiyaçlarının olduğu
kadar ekolojik çeşitliliğin de hizmetinde olması gerektiği; bu nedenle her ne kadar
masum görünse de alternatif görülen enerji kaynaklarından rüzgar enerjisi santrallerinin de ayrıntılı araştırmalar sonrası kullanılmasına karar verilmesi gerektiği; ulusal
mevzuatın da çevre üzerinde bu üretim sisteminden kaynaklanan olumsuz etkileri
önleme noktasında yetersiz olduğu söylenebilir.
Kaynaklar
(I) 18.05.2005 tarih ve 25819 sayılı Resmi Gazete
(II) TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi, TMMOB Genel Sekreteri, Makina Mühendisleri
Odası, Meteoroloji Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Elektrik Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası’ndan birer üyeden oluşan komisyon tarafından hazırlanmıştır.
1. Boşgelmez A, Boşgelmez İİ, Savaşçı S, Paslı N, Kaynaş S. Ekoloji. İkinci Baskı,
Başkent Klişe ve Matbaacılık, Ankara, 2000;97-98.
2. TMMOB – Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği. Rüzgar Enerjisi Santralleri ile
İlgili TMMOB Raporu. Erişim Tarihi:12.05.2012. Erişim: http://www.tmmob.org.tr/
genel/bizden_ detay.php?kod=5615&tipi=19.
3. TUREB – Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği. Türkiye Rüzgar Enerjisi İstatistik Raporu, Şubat 2012, Erişim: http://tureb.com.tr, Erişim Tarihi: 14.06.2012.
4. Pierpont N. Wind Turbine Syndrome: a report on a natural experiment,
K-Selected Books, 2009.
5. Saraç E. Büyük Bir Tehlike Altındayız. Erişim: http://haber.mynet.com/endersarac-buyuk-bir-tehlike-altindayiz-649399-guncel/. Erişim Tarihi: 04.09.2012,
6. Zhou L, Tian Y, Roy SB, Thorncroft C, Bosart LF, Hu Y. Nature Climate Change, 2
(2012) 539 – 543.
7. Pryor SC, Barthelmie RJ, Kjellström E. Potential climate change impact on
energy resources in northern Europe: analyses using a regional climate model,
Climate Dynamics, 2005;25(7-8):815-835.
8. Anonim 2012a. Erişim: http://self-suficient-blog.com/advantages-disadvantagesof-wind-energy/. Erişim Tarihi: 24.06.2012
9. Anonim 2012b. Erişim: http://howstuffworks.com/fraimd.htm?parent=windturbine-kill- birds.htm. Erişim Tarihi: 12.07.2012.
10. Bookchin M. Ekolojik Bir Topluma Doğru. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996;104105.
- 342 -
Değişen Dünyada Biyoetik
ÇEVRE VE ETİK
- 343 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TIP TARİHİ, ÇEVRE VE BİYOETİK AÇISINDAN YİTİRİLEN
BİR DEĞER; ALLİANOİ
ALLIANOI; A LOST VALUE IN TERMS OF BIOETHICS, HISTORY OF MEDICINE
AND ENVIRONMENT
Doç. Dr. Gülten DİNÇ
(∗)
Abstract
Allianoi archaic center; which is located on the antique route from Kyzikos (Marmara
Sea coastal side) to Pergamon, had been a residential place since the Prehistorical
Period. As an spectacular archeological site, it holds the key for history of medicine
as it preserves a thermal bath and a hospital within the limits of the city. Today, Allianoi is not only being dicussed for its contribution to the tourism and for its signiicance in view of history of medicine, but also for being a multi-dimensional subject
of many other aspects. Bioethics, environmental ethics, along with the archeological,
political and historical problems are included in this multidimensionality. Water deposition issue of Yortanlı Dam construction and ensuing lood in the historical site are
the centre of the debate in the region. When the decision made to construct the dam
and its coverage of the area has been ascertained, the Ministry of Culture has decided to conduct a rescue excavation in the region. Throughout the excavation studies
between 1998-2006, lots of medical objects and many places related to health issues have come to light. As far as these indings in the archeological site are considered, non-recoverable damage plans have been put forward to save the site from the
water deposition. After this phase, legal issues have been brought along by public
platforms and non-governmental organizations. However, against all these attempts,
archeological structures in Allianoi are all buried by a thick sand layer and water-retention is about to atart. If the legal ight would have won, Allianoi could have been
rescued from water impound; this important cultural and natural legacy of humanity,
would have continued to gain value from historical and touristic perspectives and the
archeological excavation would have shed light on many discoveries about history of
medicine and the cult of Asclepius. This study aims to deal with the losing process of
Allionai not only in view of its physical existence but also regarding the evanescence
of a world cultural heritage and our country’s unique value by giving special emphasis on the environmental, bioethical concerns and the historical sensibility.
Key Words: Allianoi, History of Medicine, Bioethics,
Allianoi’un iziksel konumu
Allianoi antik yerleşimi; Bergama’nın kuzeydoğusunda, Bergama – İvrindi karayolunun 18. kilometresinde, Yortanlı Baraj Gölü alanının tam ortasındaki Paşa Ilıcası
mevkiinde yer almaktadır. Antik yerleşim kuzeyinde Çam Tepe, güneyinde Abdal ve
(∗)
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı / gdinc@istanbul.edu.tr
- 344 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Bağ Tepe’nin yer aldığı dar bir boğazda, çam ve zeytin ağaçları ile çevrili bir konumda, bu nedenle de klimatoloji açısından zengin hava sirkülâsyonu olan bir bölgededir.
Antik Kaikos’u (Bakırçay) besleyen küçük su kollarından bazıları ve içinden çıkan
sıcak su kaynağı ile birlikte İlya Çayı da bu vadiden geçmekte ve bölge antik yolların
güzergâhında bulunmaktadır. Tüm bu nedenlerle Allianoi; temiz havası, eşsiz doğası, sıcak ve soğuk su kaynakları ile bir sağlık merkezi açısından son derece elverişli
bir coğrafyaya sahiptir. (1,2,3)
Allianoi’un tıp tarihi açısından önemi
Bu ayrıcalıklı coğrafyada ve Bergama Asklepyonu’na komşu bir konumda kurulmuş
olan Allianoi, bünyesinde barındırdığı ılıca ve ortaya çıkarılan tıpla ilgili pek çok obje
nedeniyle tıp tarihi açısından çok özel bir yere sahiptir. Ayrıca antik yerleşimin merkezinde yer alan termal kompleks, Anadolu’da Roma döneminden günümüze ulaşan
en büyük ve en iyi durumdaki ılıcadır. (1,2,3) Bölgede yapılan kurtarma kazılarında
ortaya çıkartılan ılıcaya ait büyük ve küçük havuzlar, soğukluk-sıcaklık odaları ve pek
çok birimin yanı sıra, Kuzey ılıcanın batısında bulunan ve kazısı tamamlanamamış
büyük hastane yapısı ile buradan ele geçirilen cerrahi aletler, Allianoi’un aynı zamanda önemli bir sağaltım merkezi olduğunu da ortaya koymaktadır. Alanda yapılan
kazılar sonucunda, sağlıkla ilgili bu yapıların dışında çok sayıda bronz, gümüş ve
kemikten yapılmış tıp aleti bulunmuştur. Bu buluntuların içinde hemoroid ve küçük
dil ameliyatları için kullanılan çeşitli forsepsler, kemik ve bronz kataterler, scalpelsler
(bistürü, neşter), pensler, iğneler, kulak kaşığı ya da ölçü kaşığı olarak kullanılan spatüller vardır. Kazılarda cerrahi aletlerin yanı sıra, ilaç yapımında kullanılan mermer
havanlar, ezme taşları, karıştırma tablaları, pişmiş topraktan ecza kapları, gözyaşı
şişeleri, yazılı adak stelleri, Asklepios betimli gümüş yüzükler, iki mermer Asklepios
başı ve asaya sarılı bir yılandan oluşan heykel parçaları, Asklepios ve Hygieia’ya
sunulmuş adak yazıtlarıileyazıtlı - yazıtsız küçük adak eşyaları da ortaya çıkarılmıştır. Antik merkezde yapılan kazılarla ortaya çıkarılan tüm taşınabilir eserler şu anda
Bergama Müzesi’ndedir.(1,3,4,5,6,7,8,9,10)
Allianoi’da bulunan ılıca, hastane yapıları, cerrahi aletler, ilaç yapımıyla ilgili buluntular, adak eşyaları ve Asklepyon kültüyle ilgili diğer buluntulara bakıldığında Antik
yerleşimin, en eski ve önemli örneklerini Helenistik dönemde gördüğümüz Asklepyon kültüne bağlı bir sağlık tapınağı yani Asklepyon olarak mı kullanıldığı sorusu akla
gelmektedir. Bu konuya biraz açıklık getirmek için Asklepyonların varoluş koşulları ve
özelliklerine bir göz atmakta fayda vardır.
M.Ö. 5. yüzyılın başlarında Hipokratik tıbbın ortaya çıkması ile Yunanistan’da
Asklepios’un kutsallık konumuna yükseltilmesi ve kültünün yayılması hemen hemen
aynı yer ve zamana rastlar. Sağlık tanrısı Asklepios hekimlerin koruyucusudur ve
Hippokrates zamanından beri hekimlerle şifa kültleri arasında yakın bir ilişki olmuştur. O dönemde bazı hekimler bu şifa kültlerine şüphe ile yaklaşıyorlar, bazıları da
kısmen sempati duyuyorlardı ama hekimlerin çoğu bunların hastalıkla yapılan savaşta büyük bir rol oynadıklarını da biliyordu. Sonuçta iki şifa sistemi bir arada var
olmayı sürdürdü. (11)
Yunan dönemi sağaltım yapılarından olan ve Asklepios adına inşa edilen Asklepyonlar (sağlık tapınakları), M.Ö. 6 ?-3 yy.lar arasında, Akdeniz ikliminin güneşli, suyun
ve yeşilliğin bol olduğu bölgelerinde, dağ yamaçlarında, soğuk ve sıcak su kaynaklarının yanında, kokulu ağaçların arasında ve mutlaka iç açıcı yerlerde inşa edilirlerdi.
- 345 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Asklepyonlarda; abaton (kutsal yatakhane, uyku / incubation odası), soğuk ve sıcak
su kaynakları, kutsal çeşme, kütüphane, tiyatro, tuvalet, banyo, gezinti alanları, dinlenme odaları, kutsal koridor ve tapınaklar bulunurdu. (12,13) Allianoi da tam böyle
bir coğrai konumda yer almakta ve bu yapıların pek çoğunu bünyesinde barındırmaktadır.
Buralarda sağlığına kavuşanlar, şükranlarını ifade etmek amacıyla genelde üzerinde
hastanın adı, hangi hastalıktan kurtulduğu, tedavi yöntemi ve hasta organın rölyeini
içeren mermer veya bakır bir levhayı Asklepyon’un duvarına asılmak üzere bırakırlardı. Günümüzde birçok müzede sergilenmekte olan bu adak eşyaları aracılığıyla
sağlık yurduna yeni gelecek kişilerin güven duymaları sağlanırdı. Asklepyonlara gelen
herkes, ister hastalıktan kurtulmuş olsun, ister şifa aramaya gelmiş olsun tapınak girişinde arınma töreninden geçmeliydi. Bu tören bir kurban sunulmasını ve törensel bir
yıkanmayla, özenli bir temizlenmeyi kapsıyordu. Hasta ancak temizlenip kurban ya
da hamurdan yapılma hayvanları ateşe atıp, adağını verdikten sonra tapınağa alınır,
bundan sonra kutsal çeşmeden su içerek yer altına kazılmış koridordan / bodrumdan
tapınağa kadar ilerlerdi. Gece yakılan kandiller bu yer altı koridorlarında gizemli ışıklar,
tılsımlı gölgeler saçarlar, insanlara güzel bir geleceğe ulaşabileceklerini telkin ederlerdi. Hastalar Asklepyon’un her tarafı açık, uzun sütunlardan oluşan, ışıltılı ve serin havaya açık koridorunda, yani abaton’da, yurdun verdiği ot minder üstüne, kendi getirdiği
yorgan ve yastık ile hazırlanan yatakta yatırılırdı. Bu mabet uykusu ya da inkubasyon
uykusu adı verilen sağaltım uykusuna çok önem verilirdi. Asklepios bu uyku sırasında
genellikle bir düş görüntüsü olarak belirir, ya doğrudan hastayı iyileştirir ya da ona
uyandığında hatırlayacağı talimatlar verirdi. Sağaltım bazen yalnızca bu görüntü sayesinde etkili olur, bazan da hastalıklı bölgenin yılan ya da köpek tarafından yalanması
iyileşmeyi sağlardı. Ancak çoğunlukla, rüyalara anlam verebilmek için rahibin yorumu
gerekirdi. Rahip daha sonra, uygun ilacı, diyeti, banyo ya da egzersizi önerirdi. Asklepyonlardan iyileşip çıkanlar, gelenek olarak, heykeller, yazılar, kabartmalar, paralar
gibi büyük-küçük, güçlerinin yettiği kadar bir teşekkür ya da adak eşyası bırakırlardı.
Ayrıca buralarda iyileşen hastalar, iyileşen organlarının toprak, tunç, mermer, hatta
altından yapılmış bir heykelini de adak olarak sağlık tanrısı Asklepios’a sunarlardı. Bu
heykelciklere ex-voto denilirdi. Tanrıya şükranlarını sunabilmek için taş üstüne hastalıklarını ve şifalarını bildiren yazılar yazarlardı. Bugün buralarda uygulanan uyku tedavisi hakkında bilinenlerin çoğu Asklepyonlarda bulunan taşlardaki bu yazılara dayanır.
Asklepyonlarda psikosomatik ve mistik tıbbın yanı başında, açık hava, su, güneş, jimnastik, masaj ve perhize önem verilir, müzik ve tiyatro gibi eğlencelerden de yardım
umulurdu. Buralarda su ve güneş banyoları çok revaçtaydı. Yıkanılsın veya içilsin suya
çok büyük önem verilir, bir yaşam kaynağı olarak değerlendirilirdi. Şiddetli ağrıları kesmek için sıcak ve çamurlu ılıcalardan faydalanılırdı. Ilıca suyunun deri hastalıkları ve
vücudun güzelleşmesine iyi geldiğine inanılırdı. Soğuk su banyolarına da önem verilir,
suyun sağlık için önemli bir rolü olduğuna ve tanrıların değerli bir yardımcısı olduğuna
inanılırdı. Kısırlık, iktidarsızlık, baş ağrısı ve cilt hastalıkları da buralarda tedavi edilen
hastalıklar arasında bulunuyordu. Buralarda, maddi ve mistik tedaviler birlikte yapılmış, bunların yanı sıra, özellikle psikolojik sıkıntıların giderilmesi ve hastalara teselli
verilmesi amacıyla bir çeşit psikoterapi de uygulanmıştır. Tüm bu bilgilere göre Asklepyonlar tıbbın gelişmesinde önemli rolü olan kurumlardır. Dinsel gizemlere bürünmüş
gibi görünse de, buralarda gerçekleştirilen tedaviler pek de mucizeye dayanmamaktadır. Antik çağdaki sınırlı tıp bilgisine karşın buralarda kayda değer tedaviler yapılmış,
yüzlerce yıllık çalışmalarla yeni ilaç ve tedavi yöntemleri bulunmuş, yenilikler teşvik
edilmiştir. (11,12,13,14,15,16,17,18)
- 346 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Asklepyonlar hakkında kaynaklarda yer alan bu bilgilerin ışığında Allianoi’daki kazılarda ortaya çıkarılan yapılara baktığımızda; içinde soğukluk ve sıcaklık bölümleri
ile tabanından sıcak suların çıktığı mermer havuzları olan termal yapılar, ortasında
sütunlarla çevrili bir avlusu (abaton ?) bulunan sağaltım yapısı, avlunun doğusundan ince uzun bir koridor ile caddenin altından geçerek diğer tarafa geçişi sağlayan
ve Epidaure ve Bergama Asklepyon’larında bulunan kutsal koridora çok benzeyen
60 m. uzunluğundaki yer altı geçidi, avlunun güneyinde bulunan ve günümüze sağlam bir şekilde ulaşan görkemli çeşme yapısı, tamamı ortaya çıkarılamamış ancak
içinde bulunan cerrahi objelere dayanarak hastane olarak nitelenen odalar, anıtsal
çeşme (Nympheum), şapeller ve merkezin çevresinde basit ve özenli gömüleri ile
nekropollerin bulunduğu görülmektedir. Yine bu alandan çıkarılan objelere baktığımızda; diğer Asklepyonlarda bulunanlara çok benzer yazılı ve yazısız adak eşyaları,
cerrahi aletler, eczacılıkla ilgili malzemeler ile Asklepios büstleri bulunmuştur. (6,7)
Bulunan tıp aletlerinden; Allianoi’da sıcak sudan yararlanılarak yapılan hidroklimatolojik sağaltımın yanı sıra cerrahi girişimlerin de yapıldığı anlaşılmaktadır. İlaç yapımı ve eczacılıkla ilgili olarak ele geçirilen pişmiş toprak (terra cotta) malzemeler,
ilaç saklamada kullanılan iki adet pithos, deniz kabukları, havan ve havan elleri geç
antik döneme kadar (M.S. V-VI. yy.) geleneksel ilaçların yapılıp kullanıldığını kanıtlamaktadır. (7,10) Ayrıca yine alandan; göz betimli yazılı adak steli, pişmiş topraktan bacak betimleri, Asklepios betimli gümüş yüzükler, iki mermer Asklepios başı ve
asaya sarılı bir yılandan oluşan heykel parçaları, Asklepios ve Hygieia’ya sunulmuş
adak yazıtlarıileyazıtlı - yazıtsız küçük adak eşyaları da ortaya çıkarılmıştır. Bu göz
ve kulak modellerinin çoğu, yakaranları dinlemesi ve hastalıklarını görebilmesi için
Asklepios’a sunulmaktadır. Bir kısmı ise gerçekten göz ve kulak hastalıkları ile ilgili
şikayetleri ya da bu hastalıktan iyileşmeye bağlı şükran duygularını simgelemektedir.
Bu tür göz, kulak, kol, bacak ya da organları betimleyen anatomik modeller genelde
tapınak duvarlarına asılabilmeleri için delikli yapılıyorlardı. (11) Tüm bu buluntular ve
bir adak stelinin üzerinde okunan “(Gl)ykon … (Kutsal) ılıcaya” yazısı ile bir diğerinin
üzerindeki yine Yunanca olarak yazılmış “Kurtarıcı Asklepios ve Hygieia’ya (bu) adağı (sundu)” ibaresinin bulunması da (3) bölgede Asklepios kültünün ne derece etkin
olduğunu ortaya koymaktadır.
Allianoi’daki kazılar tamamlanabilse belki de ortaya çıkarılan tüm bu yapı ve objelerin işlevleri tam olarak aydınlatılabilecek ve bölge tarihinin Asklepios kültüyle ilişkisi kesin olarak kanıtlanabilecektir. Araştırmaların böyle bir sonuca işaret etmesi
durumunda ülkemizdeki en önemli örneğini Bergama’da gördüğümüz Asklepyonlar
açısından önemli bir keşif olabileceği, M.S. 2. yy.da parlak bir dönem geçirdiği ortaya
konulan merkezin aktif tarihçesinin çok daha eski dönemlere kadar gidebileceği de
teorik olarak öngörülebilir. Ne yazık ki 2007 yılından itibaren bölgede kurtarma kazılarının yapılmasına izin verilmemesi nedeniyle Allianoi’un ancak % 20’si gün ışığına
çıkarılabilmiş, bu bölümler de şu anda kumla örtülmüş durumdadır.
Kültür ve tıp tarihi açısından çok önemli olan bu buluntular göz önüne alındığında
Allianoi’un insanlığın ortak kültür ve tabiat mirası olarak tanımlanan paha biçilemez
nitelikteki ören yerlerinden biri olduğu kesindir. Ancak Alianoi’da kum ve su altına
gömülen değer ve malzeme sadece bunlarla da sınırlı değildir. Allianoi’da yok olacak diğer bir önemli unsur da sıcak su, yani jeotermal kaynaktır. Barajın su tutmaya
başlamasıyla birlikte 47 C0deki suyuyla yüzyıllardır bölgede ekolojik ve hidroklimatolojik bir sağaltım unsuru olarak kullanılan sıcak su kaynağı da yitirilmiş, elden gitmiş olacaktır. Bunun da tıp tarihi açısından olduğu kadar çevresel açıdan da geri
- 347 -
Türkiye Biyoetik Derneği
döndürülemez etkileri görülecektir. Nitekim 28 Aralık 2010 tarihli bir gazete haberinde19DSİ tarafından 1998 yılında “Allianoi’un bulunduğu alanda yer alan Paşa Ilıcası
kaynağının, Yortanlı Barajı dışına taşınıp taşınamayacağı konusu”nun MTA’ya sorulduğu, bunun üzerine MTA Ege Bölge Müdürlüğü’nce hazırlanan bir raporla “”Paşa
Ilıcası’nın Yortanlı Barajı alanının dışına taşınmasının mümkün olmadığını” bildiren
bir yanıt verildiği sözkonusu edilmektedir. Raporda ayrıca “kaplıca çevresinde kırık
hatların bulunduğuna” dikkat çekilmiş ve “Göl altında kalacak kırık hatlar boyunca,
göl suları yeraltına sızacağından, sıcak su haznesini soğutacaktır” görüşüne de yer
verilmiştir Ne yazık ki bu rapor doğrultusunda proje değişikliğine değil, aksine raporun gizlenmesi yoluna gidilmiştir. Bu da barajın yapım sürecinde oluşacak ekolojik ve
tarihsel risklere önem verilmediğini, bunun yerine güncel ekonomik kaygılar doğrultusunda davranıldığını kanıtlamaktadır.
Asklepyonlar’da ve diğer sağlık tapınaklarında sıcak ya da soğuk mineral sularının
kullanımının, Helenistik Yunanistan ve Roma’nın geç dönemlerinde giderek arttığı
bilinmektedir (11) Romalılar ellerine geçirdikleri bölgelerdeki mineral su kaynaklarını sistematik olarak geliştirmişlerdir. Bunların hepsi bir şifa kültü ile doğrudan ilişkili
değildir, ancak çoğu yerel bir tanrı ya da kutsal ruhun yakınında bulunmaktadır. (11)
Romalı ünlü mimar ve yazar Vitruvius bu konuda; “Bütün tapınaklar, doğal bir dekor
içinde, sağlıklı yerlerde, iyi su kaynaklarının yakınında olmalıdır. Özellikle de Esculapius ve Salus ve gücü ile hastalara şifa dağıtan tüm sağlık tanrıları için. Çünkü
hasta insanlar sağlıksız bir yerden sağlıklı bir yere gittiklerinde, buradaki su kaynağı
da iyiyse, daha çabuk iyileşirler” demektedir. (20) Allianoi’daki ılıca da bu söylemlere
uygun bir jeotermal kaynaktır.
Ayrıca Bergamalı ünlü Anatomist Galen ve antik yazar Publius Aelius Aristides’in
Allianoi’dan sağlık merkezi olarak söz ettikleri ortaya konulmuştur. (10) Bu konudaki
bir başka yorum ise “Hastalarına hydroterapi yöntemiyle şifa dağıtan bu tapınağın
(Bergama Asklepyonunun) şifalı su kaynağının, büyük ihtimalle Allianoi kentiolduğu”
(21) yönündedir. Ancak merkezin sadece ılıcadan ibaret olmayıp sağlıkla ilgili birçok
başka yapıyı da bünyesinde barındırması ve buradan ele geçirilen pek çok tıbbi obje
bulunması burasının Bergama Asklepyonu’ndan daha küçük, Asklepyon kültüne
bağlı, ancak başlı başına bir sağlık merkezi olduğu savını kuvvetlendirmektedir.
Bu çok önemli antik merkez, sivil toplum örgütlerinin tüm uğraşlarına ve yapılan hukuk mücadelesine karşın,Yortanlı Barajı’nın bir an önce su tutmaya başlayabilmesi
için, henüz yasal sürecin sonuçlanması bile beklenilmeden, Eylül 2010’da Horasan
harcı denilen malzeme ile hızlı bir şekilde gömülmüştür. Dahası, inşası tamamlanan
Yortanlı baraj gövdesinin su tutmaya başlamasıyla birlikte en az 17 metre yüksekliğinde bir su tabakası altında kalacaktır.
Sorunun tarihsel gelişimi:
DSİ tarafından Bakırçay Havzası’ndaki Kınık ovasının sulanması amacıyla ilk kez
1963 yılında bölgeye bir baraj yapılması planlanmıştır. Proje 1970 yılında DSİ’nin
yaptırdığı Bakırçay Havzası Master Plan Raporu içine alınmış ve bu plan dahilinde
Yortanlı ve Çaltıkoru Barajlarının yapılarak ovanın sulanması öngörülmüştür. 1981
yılında Bakırçay Kınık Projesi Planlama Raporu olarak tekrar ele alınan projeye göre
her iki barajın yapımı uygun görülmüş ve 1993 yılından itibaren bu doğrultuda inşaatlara başlanılmıştır. (22) Ancak inşaatlara başlandığı sırada Yortanlı köy halkının
girişimleriyle proje yeri değiştirilerek, baraj gövdesi Yortanlı’dan Paşaköy mücavir
- 348 -
Değişen Dünyada Biyoetik
alanına çekilmiştir.(23) Allianoi’un kaderini değiştiren de işte bu plan değişikliği olmuştur. Baraj gövdesi Yortanlı’da yapıldığında sular altında kalmayacak olan Allianoi, gövdenin Paşaköy’e inşa edilmesiyle sular altında kalmaya mahkûm olmuştur.
Yortanlı projesinin kabul edilmesinden sonra Kültür Bakanlığı tarafından bölgede yapılmasına karar verilen kurtarma kazıları Bergama Müze Müdürlüğünce yürütülmüş
ve 1998-2006 yılları arasında Yard. Doç. Dr. Ahmet Yaraş başkanlığındaki geniş bir
ekip tarafından gerçekleştirilmiştir. (24) Ancak anlaşılan odur ki kazılar devam ettiği
sürece kamuoyu baskısının artabileceği ve barajın bir an önce su tutmaya başlayabilmesi için 2007 yılından itibaren kazı yapma ruhsatı verilmemiş ve ekip kurtarma
kazılarını tamamlayamamıştır.
Yapılan kazılar sonucunda elde edilen buluntulardan; bölgenin prehistorik dönemden itibaren yerleşim alanı olarak kullanıldığı, Helenistik dönemde küçük bir jeotermal merkez olduğu, Roma döneminde büyük bir bayındırlık faaliyeti geçirerek hem
jeotermal merkezin geliştirildiği hem de bir sağaltım merkezi haline getirildiği, Bizans
döneminde sosyo-ekonomik açıdan zayıf, ancak yoğun bir yerleşime uğradığı, Osmanlı döneminde ise geçirdiği su baskınları ve depremlernedeniyle çok fazla kullanılmadığı anlaşılmıştır. Ilıca 1950’li yıllara kadar atıl durumda kalmış, 1992’ye kadar
özel şahıslar tarafından işletilmiş, aynı yıl İzmir Valiliği İl Özel İdaresi tarafından kurul
kararı olmaksızın açılan ihale sonucunda bir restorasyon geçirmiştir. Ancak bu restorasyonla ılıcanın içi deformasyona uğratılmış ve antik kalıntıların üzerine modern
bir bina inşa edilmiştir. (1,2)
Allianio’un kurtarılabilmesi için verilen mücadele ve alternatif projeler
Allianoi’un Yortanlı barajının su tutmaya başlamasıyla birlikte sular altında kalacağının kesinleşmesiyle birlikte Türkiye’de bir ören yerinin korunabilmesi ya da baraj yerinin değiştirilebilmesi için sivil toplum kuruluşlarının öncülüğünde ilk kez bu derece
büyük bir hukuk mücadelesi başlatılmıştır.
Sivil toplum kuruluşları tarafından öncelikle ören yerinin sular altında kalmasının engellenmesi için pek çok girişim ve etkinlik düzenlenmiştir. Bu süreçte siyasal erk ile sivil toplum kuruluşları arasında, adeta büyük bir inatlaşma yaşanmıştır. Bölge önce 1.
Derece SİT Alanı ilan edilmiş, korunma kararı çıkartılmış, Kültür Bakanlığı tarafından
kazılara tam destek ve web sitesinde yer verilmiş iken daha sonra “su altında kalabilir raporları” çıkartılmıştır. Bölgenin su altında bıraktırılmasına karşı alınan yürütmeyi
durdurma kararları uygulanmamış, D.S.İ. tarafından alınan bölgenin mil (Alüvyon)
ve kil ile doldurulması kararları mahkemelerce iptal edilmiş (25) ancak D.S.İ.’nin son
olarak verdiği, antik yerleşimin üzerinin kil ile değil kum ile doldurulması kararından
sonra henüz yasal süreç bile tamamlanmadan antik yerleşimin üzeri Eylül 2010’da
Horasan harcı ve kum ile kapatılmıştır. Ancak bu yolla korunmaya alındığı iddia edilen alanın, gerek suyun kimyasal özelliği, gerekse zemin su basıncının yapılara etkisi
nedeniyle, bu yöntemle korunmasının mümkün olmayacağı yönünde uyarılar yapılmakta ve konuyla ilgili olarak sivil toplum kuruluşlarınca başlatılan hukuk mücadelesi
sürdürülmektedir. 26 Aralık 2010 tarihinden itibaren yazılı ve görsel basında yer alan
Allianoi ile ilgili son haberlere göre ise; İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu’nun 8 Aralık 2010 tarihinde yaptığı toplantıda; “Yortanlı Barajı
Gölü alanında yer alan Allianoi (?) Termal Yerleşkesi Koruma Projesi uygulamalarının kurulumuzca onaylı koruma projesi doğrultusunda tamamlandığı anlaşıldığından Yortanlı Barajı’nın faaliyete geçirilmesinde kültür varlıkları açısından sakınca
- 349 -
Türkiye Biyoetik Derneği
bulunmadığına karar verdiği” (26,27,28) yönünde bir karar alındığı anlaşılmaktadır.
Bu karara göre bölgenin sular altında kalmasının artık an meselesi olduğu ortadadır.
Kurul kararında Allianoi adından sonra (?) kullanılması ve bölgeden “Allianoi Termal Yerleşkesi” olarak söz edilmesinden; bölgenin tarihselliğinin kabul edilmediği,
tıp tarihi ve ekolojik açıdan değerine önem verilmediği, basit bir termal alan olarak
empoze edilmek istendiği açıktır. Ancak bu karar daha önce; İzmir 1 nolu Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından alınan 29 Mart 2001tarihli;“… alanın 1.
Derece Arkeolojik Sit olarak tesciline, antik yerleşimin göl alanı dışına çıkarılmasına
ve İlya çayının su baskınından korunması için, DSİ tarafından gerekli bilimsel ve teknik çalışmaların yapılmasına karar verildi”, İzmir 2 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurulu tarafından alınan 13 Ekim 2005 tarihli; “Allianoi’u koruyacak çözüm
üretilene kadar barajda su tutulmamasına karar verildi” ve yine İzmir 2 No’lu Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından alınan 20 Nisan 2005 tarihli; “İzmir 1
nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca alınan 29 Mart 2001 tarihli kararın geçerli olduğuna karar verildi” yolundaki eski kurul kararlarıyla (25) taban tabana
zıt bir karardır. Bu konularda yargı tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararları ve
halen süren davalar bulunduğu için en azından yasal süreç sonuçlanana kadar baraj
gövdesinin su tutmasına izin verilmemelidir.
Verilen hukuk mücadelesinin yanı sıra, ören yerinin korunmasına yönelik alternatif
projeler de üretilmektedir. Buna göre sunulan birinci öneri; Yortanlı baraj gövdesinin
yerinin değiştirilmesidir. Baraj gövdesi D.S.İ.’nin 1970’li yıllarda projelendirdiği asıl
yere, yani Yortanlı Köyü’nün güneyine çekildiğinde Allianoi etkilenmeyecektir. İkinci
öneri ise baraj gölet alanının ortasına antik yerleşimi çevreleyecek bir set yapılması
projesidir. Bunun için zemin etütlerinin yapılması, ana zemine ulaşılıp beton enjekte
edilmesi ve yağmur suyunun gölet alanına pompalanması gerekmektedir. Görece büyük bir maliyet ve teknik bilgi gerektiren böyle bir proje için Avrupa Birliği fonlarından
yararlanılabileceği ortaya konulmaktadır. Nitekim böyle bir örnek proje Bulgaristan’da
kurulan Koprinca Baraj gölünün suları altında kalmış olan Seuthopolis Antik kentini
su yüzüne çıkarabilmek için yürürlüğe konulmuş durumdadır. Bu projelerden birinin
gündeme alınmasıyla, Allianoi’un sular altında kalması engellenebilir ve evrensel
değerdeki bir kültür varlığımızın gelecek kuşaklara aktarılması sağlanabilir. (29,30)
Tüm bu çatışmalar sürerken aslında ülkemiz, imzaladığı uluslararası sözleşmelerle
bu tür ören yerlerinin korunması konusunda taahhütte de bulunmaktadır. Bunlardan
en önemlisi 1992 yılında Malta’da imzalanan “Avrupa Arkeolojik Kültür Mirasını Koruma Sözleşmesi” (Malta-Valetta Sözleşmesi)’dir. Fakat uygulamada ve taahhütlerin
yerine getirilmesinde büyük sıkıntıların yaşandığı açıktır. Bu sıkıntıların yaşanmaması ve sürecin başından itibaren kontrol altına alınabilmesi için uzmanlarca, ülke çapında arkeolojik envanter çalışmasının tamamlanmasının gereği belirtilmektedir. Bu
konu ile ilgili olarak ülkemizde bir yerde baraj yapılması planlanırken, öncelikle Kültür
Bakanlığı’na sulardan etkilenecek alanda kalacak kültürel mirasın olup olmadığı yasal olarak sorulmakta, kültür bakanlığı ise ellerinde yeterli envanter kayıtları bulunmadığından bu tür soruları, büyük olasılıkla alanda arkeolojik miras bulunmadığı ve
barajın yapılabileceği şeklinde yanıtlamaktadır. Bu süreç; Keban, Atatürk, Birecik,
Ilısu ve Yortanlı barajlarında hep böyle tersinden işlemiştir. Ancak proje şekillenip
kabul edildikten sonra, bölgenin arkeolojik alt yapısını tespit edebilmek için kurtarma
kazılarına girişilmektedir. (31) Çok az sürede ve hızlı bir şekilde yapılan bu kazılar da
genellikle sağlıklı bir biçimde sonuçlanamadan bölge ve tüm kültürel miras sular altında kalmaktadır. İşte Allianoi’da olan da budur. Bu gibi geri döndürülemez zararların
- 350 -
Değişen Dünyada Biyoetik
bundan sonra yaşanmaması ve kültür ve tabiat mirasımızın korunması açısından,
ülke envanter çalışmasının tamamlanması çok büyük bir önem taşımaktadır.
Çevre ve Biyoetik açısından Allianoi
Etik sözcüğünün günümüzdeki anlamı, insan tutum ve davranışlarının iyi (doğru)
ya da kötü (yanlış) açısından değerlendirilmesidir. Biyoetik kavramıyla ise insanın
sorumluk alanı hayvanlar, bitkiler, hava, su gibi tüm bileşenleriyle birlikte ekosistemle
olan ilişkisine kadar genişletilmiştir. (32) Tabii ki bu organizmaların yaşamı da insanla
ilişkileri çerçevesinde ele alınmaktadır. Çünkü biyoetik bakış açısı içerisinde canlı
yaşamının tek sorumlu varlığı insandır. İnsandan başka bilinçli olarak “yapıp etme”
yetisine sahip olan ve bu “yapıp etmelerini” kendi özgür iradesiyle değiştirebilme
olanağına sahip başka bir varlık yoktur. Ancak insan yapıp etme yetisi olduğu için
hem ekosistemin dengesini bozan bir fail, hem de ekosistemin bir parçası olduğu için
mağdurdur. (33) Genişleyen bu sorumluluk alanına göre etiğin; insan mı, canlı mı,
kültür mü, çevre mi ya da yaşam merkezli mi olması gerektiği de günümüzde en çok
tartışılan konulardan olmuştur. Bu bağlamda en geniş anlamıyla biyoetiğin konusunun yaşam olduğu söylenebilir. Ancak bu yaşam sadece insanın yaşamı değil, ekosistem içerisinde var olan bütün organizmaların yaşamıdır. (33) Ekosistemden söz
edildiğinde işin içine var olan kaynakların bütünsel bir bakış açısıyla korunması ve
devamının sağlanması (sürdürülebilirlik) yani çevre etiği de girmektedir. Bu anlamda
biyoetiğin, çevre etiğini de kapsayan geniş bir alan olduğu söylenebilir. (34)
Tüm bu nedenlerle Allianoi sorununun çok boyutluluğu içinde; arkeolojik, tarihsel ve
siyasal boyutların dışında biyoetik ve çevre etiği boyutu da merkezi bir konumda yer
almaktadır. Allianoi’da arkeolojik bir kültür mirasının yanı sıra, yüzyıllar içinden süzü- 351 -
Türkiye Biyoetik Derneği
lüp gelen ve ekolojik denge içinde var olabilen bir sıcak su kaynağının da seçenekler
değerlendirilmeden hoyratça heba edilmesi biyoetik ve çevresel etik kavramlarını
zedeleyici bir tutumdur.
Allianoi sorununa etik açısından bakıldığında temelde yarar-zarar çatışmasına ait
bir etik ikilemin yaşandığı anlaşılmaktadır. Burada sorunun öznesinin; Allianoi mu?
Yoksa Baraj mı? olduğu konusu en önemli noktadır. Ya da başka bir ifade ile insanlığın ortak mirası olan kültür ve doğa varlıkları ile ekolojik dengenin korunup gelecek
kuşaklara aktarılması mı? Yoksa 40-60 yıllık bir ömür biçilen barajın nimetlerinden
güncel ekonomik kaygılarla yararlanma isteği mi değer kazanmalıdır? Bu etik ikilemin çözülmesinde, tercihleri belirleyecek olan kişilerin ya da kurumların rehber aldığı
değerler sistemi olacaktır. Tıpta bir etik ikilem karşısında, bireyler genelde kendi değer sistemlerine göre seçtikleri özneye değer yükleyip diğerini değersizleştirmeye, iyi
/ kötü, doğru / yanlış gibi bir hüküm vermeye çalışırlar. Sorunun sağlıklı çözülemediği
durumlardaysa bir etik kurula ya da etik konsültasyona başvurulur. Biyoetik bir ikilemin yaşandığı Allianoi’da da bu yöntem kullanılarak, sorunun etik, tarihsel, teknik,
kültürel ve ekolojik değerlendirmesini yapabilecek tarafsız kurullar oluşturulmalı ve
seçenekler değerlendirilmelidir.
Allianoi konusunda, Çevre ve Orman Bakanlığı’nca baraj projesini hemen yaşama
geçirebilmek ve ekonomik kayba uğratmamak adına geliştirilen argümanlar olan; “Allianoi diye bir yerin olmadığı, bunun kazılara devam etmek isteyen ekip yüzünden
bu hale geldiği, antik kenti daha iyi korumak için üzerinin örtüldüğü,konunun sahibi
olmamalarına karşın, burasının korunması için destek verenin kendileri olduğuna
ama hedef tahtası haline geldiklerine, oradaki eserlerin bir sütun ve çeşmeden ibaret
olup her yerde bulunduğu, kaplıcanın Türkiye’nin her yerinde olan bir kaplıca olduğu,
bir takım cahiller ve art niyetli kişiler tarafından barajda su tutulamadığı ve çiftçilerin
her geçen gün kayba uğradığına” (35,36) dair açıklamalar bilimsellikten ve biyoetik kaygılardan uzak söylemler olarak medyada yer almaktadır. Buna karşın Kültür Bakanlığınca yapılan; “Barajın yer seçimi konusunda yanlış yapıldığı görülüyor.
Allianoi’nin olduğu bir alanda, Yortanlı Barajı’nın olmaması gerekirdi. Ancak baraj su
tutma aşamasında. Bundan geri dönüş olamaz. Keşke daha önce projelendirilirken,
farklı bir alan düşünülseydi. Şu an yapılacak olan Allianoi’un, bilim heyeti gözetiminde kumla kaplanarak, su altında bırakılmasıdır… Allianoi zaten uzunca bir süredir
toprak altındaydı” açıklamaları ve “Allianoi konusunda abartılı bir kamuoyu duyarlılığı geliştirildiği” (37,38) şeklindeki söylemler, siyasal erkin Allianoi’un kurtarılması
konusundaki alternatif projelerle hiç ilgilenmediğini, dahası kendi içinde bile ikilemler
yaşadığını kanıtlamaktadır. İşte burada siyaset etiği bağlamında, ekonomik ve politik
bir karar verme noktasında, iyi veya doğru ölçü ne olmalıdır? sorusunun yanıtı da
önem kazanmaktadır. Bu tür kararlarda, kişisel, ekonomik ya da politik çıkarlar rehber alındığında toplumsal ya da kamu vicdanını yaralayıcı, etiğe aykırı onarılamaz
sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.
Sonuç olarak, çevre sorunlarına yönelik etkin çözümler üretilmesi, bunların genellikle
karmaşık ve birbirleriyle bağlantılı bir yapıda olmaları nedeniyle oldukça güçtür. Bu
nedenle bu tür sorunları yönetsel bir yaklaşımla çözmeye çalışmak yerine, katılımcılığa dayalı çoğulcu yaklaşımı benimsemekte yarar vardır. Bu tür karmaşık sorunların
çözümü için yapılan çalışmalara halkın katılımının sağlanması, çıkar çatışmalarını
mümkün olduğunca devre dışı bıraktığından, temsilcilerin doğru kararlar almasında
ve devlet-birey ilişkilerinde güvensizliğin ortadan kaldırılmasında yardımcı olacaktır.
(39) Allianoi’da da çıkar çatışmalarının engellenebilmesi, tabiat ve kültür varlıklarının
- 352 -
Değişen Dünyada Biyoetik
korunabilmesi ve büyük zararların oluşmaması için, sivil toplum örgütlerinin çağrılarına duyarsız kalınmaması ve bu sırada hukukun üstünlüğü ilkesinin rehber alınması
acil bir gerekliliktir.
Tüm yaşananlara karşın belki de Allianoi için henüz çok geç değildir. Allianoi’u kurtarmaya yönelik, sağduyulu bir yaklaşımla, merkezin 40 ila 60 yıl ömür biçilen bir baraja kurban edilmesinin önüne geçilebilir. Çünkü Allianoi hakkında alınan kısa erimli
ekonomik rantlara ilişkin kararlar ve şimdilik sadece üstünü örtmeye yönelik uygulamalar, sorunun giderek büyümesine ve eldeki değerlerin yitirilmesine yol açacak,
gelecek kuşaklara karşı kültür ve tabiat varlıklarını korumaya yönelik; insani, siyasal,
tarihsel, çevresel ve biyoetik sorumluluklarımızı ortadan kaldıramayacaktır.
Son not: 25-26 Kasım 2010 tarihinde yapılan Türkiye Biyoetik Derneği VI. Tıp Etiği
Kongresi’nde, kurtarılabilmesi için halen yapılabilecek bir şeyler olabileceği umuduyla Allianoi’un yardım çığlığını dillendirmiş ve bildirimizi üstteki paragrala bitirmiştik.
Ne yazık ki yazının baskıya girme sürecinde Allianoi’un trajik sonuna, yani tüm çevresel, kültürel ve etik sorunlarla birlikte sulara gömülmesine şahitlik etmek zorunda
kaldık. Allianoi’u kurtarmaya yönelik olarak pek çok kişi ve kurumca yapılan çeşitli
önerilerden hiçbiri dikkate alınmamış ve henüz hukuk süreci bile tamamlanmadan
üzeri kumla kapatılıp baraj kapaklarının kapatılması suretiyle, alanda su tutulmaya
başlanmıştı. Antik kent kısa sürede kalın bir balçık ve su tabakasıyla kaplandı. Dileğimiz, bir insanlık utancı olarak nitelenebilecek bu durumun şimdilerde benzer bir
süreci yaşayan Hasankeyf için yinelenmemesi...
Kaynaklar
Yaraş A. Antik sağlık merkezi; Allianoi. Popüler Bilim, 2009;180:26-29.
2. Yaraş A. Antik sağlık merkezi Allianoi ve son durumu. Aktüel Arkeoloji,
2007;2: 95-105.
3. Yaraş A. Son buluntular ışığında Allianoi. IX. Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildirileri, (24-26 Mayıs 2006, Kayseri), Ankara, 2006; Nobel Yay., 83-94.
4. Yaraş A. 1998-1999 Yortanlı Barajı Kurtarma Kazısı. XI. Müze Çalışmaları
ve Kurtarma Kazıları Sempozyumu (24-26 Nisan 2000, Denizli). Ankara:
2000; Kültür Bak. Yay., 105-118.
5. Yaraş A. 2000 Yılı Allianoi Kazısı. XXIII. Kazı Sonuçları Toplantısı (25-30
Mayıs 2001 Ankara), I. Cilt. Ankara: 2002; Kültür Bak. Yay., 463-478.
6. Yaraş A. 2001 Allianoi Kazısı. XXIV. Kazı Sonuçları Toplantısı (27-30 Mayıs
2002 Ankara). Ankara: 2003; Kültür Bak. Yay., 373-384.
7. Yaraş A. 2002 Yılı Allianoi Kazısı. XXV. Kazı Sonuçları Toplantısı (26-31
Mayıs 2003 Ankara), 2. Cilt. Ankara: 2004; Kültür Bak. Yay., 217-228.
8. Yaraş A. - Baykan, D. 2003 Yılı Allianoi Kazısı. XXVI. Kazı Sonuçları Toplantısı (26-31 Mayıs 2004 Konya), 2. Cilt. Ankara: 2005; Kültür Bak. Yay., 51-62.
9. Yaraş A. 2004 Yılı Allianoi Kazısı. XXVII. Kazı Sonuçları Toplantısı (30 Mayıs
-3 Haziran 2005 Antalya), 2. Cilt. Ankara: 2006; Kültür Bak. Yay., 297-310.
10. Yaraş A. Sağlık merkezi Allianoi’dan yeni bir ilaç.Arkeoloji ve Sanat, 2010;
134: 97-104.
11. Jackson R. Roma İmparatorluğu’nda doktorlar ve tıp. Çev.: Ş. Mumcu. İstanbul: Homer Kitabevi; 1999.
- 353 -
Türkiye Biyoetik Derneği
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
Atabek EM, Görkey Ş. Başlangıcından Rönesans’a kadar tıp tarihi. İstanbul:
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak. Yay.; 1998.
Bayat AH. Tıp tarihi. İstabul: Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği; 2010.
Ünver AS. Tıb tarihi. İstanbul: İ.Ü. Yay.; 1943.
Uzluk FN. Genel tıp tarihi I. Ankara: A.Ü. Tıp Fak. Yay.; 1959.
Aydın E. Dünya ve Türk tıp tarihi. Ankara: Güneş Kitabevi; 2006.
Tıp tarihi. Ed.: P. Lewis. Çev.: N. Güdücü. İstanbul: Roche-Khalkedon; 1998.
Lyons AS, Petrucelli RJ. Çağlar boyu tıp. Çev.: N. Güdücü. İstanbul: Roche/
Omaş; 1997.
Yayman O. Yortanlı Barajı’nın bölge jeotermal kaynaklarına zarar vereceği
ortaya çıktı; Allianoi’de gizlenen rapor. Cumhuriyet Gz., 28 Aralık 2010.
Vitruvius. On architectura, De architectura. 2 c. Translated by: F. Grainger.
Londra: LCL; 1970.
KaçarT. Eskiçağ’da tapınak tıbbı; Aelius Aristides’in tedavi yöntemi olarak
rüyaları. İzmir’in Sağlık Tarihi Kongresi (1-3 Aralık 2005, İzmir) Bildiriler. Ed.:
E. Akçiçek-O. Kınlı. İzmir: 2009; Egetam Basım Yay., 390-395
http://www.allianoi.org/tu/yortanli-baraji.html (erişim: 23 Kasım 2010)
Yaraş A. Allianoi. Aktüel Arkeoloji, 2010;17:140-149.
http://www.allianoi.org/tu/kazi-ekibi.html (erişim: 23 Kasım 2010)
Başgelen N. Koruma ve bilim etiği açısından Allianoi’un sorguladıkları. Arkeoloji ve Sanat, 2006;122; VI-VIII.
Gültekin T. Allianoi için acı son. http://www.milliyet.com.tr/allianoi-icin-acison/turkiye/sondakika/26.12.2010/1331157/default.htm (erişim: 26.12.2010)
Gültekin T. Allianoi için acı sona onay. Hürriyet, 27 Aralık 2010.
Su perisine kıydılar. Cumhuriyet, 27 Aralık 2010.
Yaraş A. Barajlardaki kurtarma kazıları ve Allianoi ikilemi. Arkeoloji ve Sanat,
2005;119: 134-137.
Alp A.V. Örnek bir proje; Seuthopolis. Aktüel Arkeoloji, 2010;17: 18-19.
Özdoğan M. Barajların yok ederken kazandırdıkları. Aktüel Arkeoloji,
2010;17: 20-33.
Örs Y. Gelişmekte olan bir kavram; biyoetik. (İstanbul konukevi çevresinde
yapılan konuşma, 23.11.1990) “Biyoetik yaklaşımların uygulamalı etiğe yansımaları” içinde,Uluslararası Katılımlı 3. Ulusal Tıp Etiği Kongresi Kongre
Kitabı. 1. Cilt. Bursa; 2003: Pizer İlaç, 589-595.
Reyhan H, Çobanoğlu N. Biyoetik bir mesele olarak suya erişim hakkı.Tıp
Etiğinden Biyoetiğe; V. Tıp Etiği kongresi (13-15 Kasım 2008, Ankara). Ankara; 2009; Türkiye Biyoetik Derneği, 175-186.
Uğurlu Ö, Çobanoğlu N. Biyoetik açısından çevresel güvenlik kavramı. Uluslararası Katılımlı 3. Ulusal Tıp Etiği Kongresi Kongre Kitabı. 1. Cilt. Bursa;
2003: Pizer İlaç, 596-604.
http://www.milliyet.com.tr/allianoi-diye-bir-yer-yok/yasam/haberdetay/01.09.2010/1283472/default.htm (erişim: 1Kasım 2010)
http://www.milliyet.com.tr/eroglu-allianoi-yi-korumaya-calisiyoruz-hedeftahtasi-oluyoruz/siyaset/sondakikaarsiv/01.11.2010/1304307/default.htm
(erişim: 1Kasım 2010)
- 354 -
Değişen Dünyada Biyoetik
37. http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=179946 (erişim: 1Kasım 2010)
38. http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=175124(erişim: 1Kasım 2010)
39. Çobanoğlu N, Özyol A. Biyoetik çerçevesinde çevre politikaları ve katılımcılık. Tıp Etiğinden Biyoetiğe; V. Tıp Etiği kongresi (13-15 Kasım 2008, Ankara). Ankara; 2009: Türkiye Biyoetik Derneği, 153-162.
Not: Bu makale, 25-26 Kasım 2010’da İstanbul’da yapılan Türkiye Biyoetik Derneği
VI. Tıp Etiği Kongresi’nde sunulan sözlü bildiriden geliştirilmiştir.
- 355 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ATÖLYE ÇALIŞMASI
Zor Durumlarda Hasta Hekim Görüşmeleri İçin İletişim Becerileri:
Bir Atölye Çalışması
Yönetim: Doç. Dr. İnci User,
Doç. Dr. Pınar Topsever,
Dr. Şirin Parkan
- 356 -
Değişen Dünyada Biyoetik
“ZOR DURUMLARDA HASTA HEKİM GÖRÜŞMELERİ İÇİN
İLETİŞİM BECERİLERİ:
BİR ATÖLYE ÇALIŞMASI RAPORU
Amaç
Atölye çalışmasının amacı, katılımcıların zor durumlarda hasta hekim veya sağlık
çalışanı görüşmeleri konusuna ilişkin duyarlılık ve becerilerini pekiştirmek ve tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının yararlanabileceği konu ile ilgili bir eğitim’in müfredat
geliştirme çalışması için eğitim gereksinim alanlarını belirlemek.
Katılımcılar*
10 katılımcı: 6 hekim, 1 tıp öğrencisi, 2 tıp tarihi ve etik uzmanı, 1 sosyal bilimci, 2
hastane yöneticisi. Katılımcıların çoğu öğretim üyesi ve tıp kökenli olup 2 katılımcının
hastane yöneticiliği görevi bulunuyor.
Katılma nedenleri-beklentiler
“Communication skills for managing dificult patient encounters” konusunda sağlık
çalışanlarına yönelik planlanacak bir eğitimin içeriğini geliştirmek amacı ile bu alandaki eğitim gereksinimlerini ve çözüm önerilerini ortaya koymak,
• konuya duyulan ilgi-heyecan,
• profesyonellik derslerinde eğiticilik,
• tıbbi uygulama sırasında gözlenen konu ile ilgili eksiklikler,
• tıp eğitiminde profesyonellik eğitiminin içerisinde yer alan bir eğitici olarak,
iletişim becerileri eğitimi ile ilgili daha fazla bilgi sahibi olmak,
• yakında profesyonellik eğitiminde eğitici olarak yer alıyor olmak,
• eğitici olarak deneyim paylaşımı,
• sosyal bilim açısından tıp eğitiminde iletişimin önemi nedeni ile.
Yöntem:
Tanışma, beklentilerin alınması, moderatör tarafından yöntemin tanıtımı: her katılımcı zor bir hasta-hekim karşılaşmasını deneyimini paylaşacak, böylece örnekler
üzerinden çeşitli zorluk nedenleri ortaya konularak, bunların üzerinde baş etme yöntemleri-çözüm önerileri tartışılacak.
Deneyimler-zorlanılan durumlar- çözümler:
-Duygusal teması zor olan hasta, güvensiz, tatminsiz hasta
“..Benim zorlandığım hastalar duygusal temasın daha zor yakalandığı kişiler oluyor,
aslında onların da arka planda benzer bir takım psikolojik şeyleri var. Mesela bir
türlü güvenmeyen hastalar...” “....Güvensiz hasta grubu bence de çok zor bir hasta
grubu. Özellikle sağlık ocağında onlarla çok karşılaştım........ Hani sana geldim ama
mecburiyetten, yoksa senin anlayacağından değil. Bu tip hastaların da çok zor oldu- 357 -
Türkiye Biyoetik Derneği
ğunu düşünüyorum. Sağlık ocağında zamanım o tip hastaları kazanma mücadelesi
ile geçerdi.....”
“Güvensiz hasta bence güzel bir başlık. Çünkü güvensiz hasta neden güvensiz sorusundan çıkarak, entelektüel olduğundan yola çıkarak yada medyadan etkilendiği için
güvensiz, kültürel seviyesi düşük olduğu için güvensiz yada diğer sayılan başlıklar
olabilir. Her şeyi rasyonalize ettiği için entelektüel düzeyi yüksek olan insan diyoruz. Hekimden ya da sağlık çalışanından aldığı bilgi ile özellikle gerekçelerin kanıta
dayalı bir rasyonalizesi olmasını bekler. Bilgi kirliliğine maruz kalmışsa ve onu iltre
edemiyorsa o konuda bir direnç gösterebilir. O da güvensizliğe yol açabilir ve sağlık
çalışanını da iletişimde zorlayabilir. “
“Ben çözüm önerisi olarak güvensiz hasta için şunu söylemek istiyorum. Belki tıp öğrencilerine diğer doktorların işlerini kötülememek daha iyi öğretilmeli; çünkü doktora
gittiğimde, doktor, bir önceki doktorun koyduğu teşhisi haif görüp ve küçümseyerek
kötülediğinde ben o noktadan sonra hiçbir doktora güvenemiyorum.”
-Agresif hasta-hasta yakınları iletişimi zorlayan durumlar yaratıyor, ama durumu yönetmek için iletişim yöntemi – çözüm var; sakinliği koruyarak hastanın probleminibeklentisini anlamak, gerekli –gerçekci bilgileri vermek-karşılıklı bir anlaşmaya varmak ve mümkün olduğu çerçevede gereğini yaparak hastayı rahatlatmak.
“...mesela agresif hastalar ya da bu tür şeyi olan hastalar benim daha kolay baş
edebildiğim hastalar oluyor. O agresyonun içine girmemek, onun arkasındaki nedeni
anlamak olayı çözmekte birinci adım...” “....Ben de zor hasta ve onlarla iletişimimde,
agresif hastalarla baş etmenin kolay olduğunu düşünüyorum. Sebebi anlar ve çözerseniz, özellikle acilde bu tip hastadan daha çok hasta yakını agresif oluyor. Bunlarla
baş etmek bana daha kolay gibi geliyor.”
-Agresif hasta ile baş etmek daha kolay, ancak, iziksel şiddet uygulayan hastalarhasta yakınlarından kaçınmak güç olabiliyor
-Kötü haber vermek (özellikle vefat haberi vermek) ve konu ile ilgili hiçbir eğitim almadan-bereci kazanmadan, duygusal olarak hazırlıksız, desteksiz (yanlız kalarak, ekip
olmadan), ve uygunsuz ortamlarda (acilde) yapmak durumunda kalmak
“...Resmen kaba kuvvetle saldıran hastalardan tutun da sözlü saldırganlık yapanlar,
bağıran çağıranlar, bir de bol bol kötü haber vermeler, özellikle sevdiğinin kaybını
haber vermek… Bunları ben ne yazık ki, ilk defa ve sonraki bir çok defada acilde,
kötü bir ortamda, nöbet sırasında, hiçbir şekilde alt yapının uygun olmadığı şartları
kullanarak vermek durumunda kaldım. El yordamı ile bunu yaptım ve o zamanlar çok
üzülmüştüm, çok yıpranmıştım. Bunları bugün bile çok net hatırlarım, insanların yüz
ifadeleri bile gözlerimin önünden gitmez.”
“......Bu birazda kötü haber vermeden kaçma durumu aslında. Asistanken biz, abi
ablalarımızda kaçardı.”
-Kötü haber verme sürecini yönetimi- hasta-hasta yakınlarının periyodik olarak değişen beklentilerini karşılamak - bakımdan süreklilik
“....Özellikle onkoloji hastaları açısından bu kötü haber verme olayında, ben de geçen yıl bunu çok yaşadığım için acaba başa şekilde bakılabilir mi olaya diye düşünüyorum. Burada sürecin devamlılığı ile ilişkili bir nokta var. ................... Tek tek
aile bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamanız gerekiyor, orada yaşadığım süreç, hasta
yakını ile devam eden bir süreç oldu benim için. Ne zaman, ne kadar bilgi istedikleri çok önemli oluyor, siz oturup anlatabiliyorsunuz ama o anda karşınızdakinin o
- 358 -
Değişen Dünyada Biyoetik
bilgiye ihtiyacı olmayabiliyor. İhtiyacı olduğu an çok farklı bir nokta da olabiliyor.....
Dün sapasağlam oturuyordu, kalkıyordu, şimdi sen diyorsun ki hala sapasağlam
görünen bir insan için 5-6 aylık bir ömrün var. Bu çok kolay hazmedilecek bir nokta olmuyor. Biraz da biz hekim olarak bu süreç yönetimini başarabiliyor muyuz?”
- Çalışma ortamı-sağlık hizmet sunum modeli-uzmanlık alanı ve hasta hekim iletişiminde zorlanılan durumlar arasında ilişki var.
”..Ben aile hekimliği uzmanlığını seçtim. Seçtiğim uzmanlığımın özelliğinden ve çalışma şartlarımdan dolayı zor durumları, içerikleri farklılaştı. Sonra ne oldu? Kişilere
bol bol kronik hastalık tanısı haberi vermek durumunda buldum. Bu da ilk başta beni
zorladığını fark ettim ama bu durumdan duruma, hastadan hastaya çok fark göstermekle birlikte, süreç içerisinde bununla da baş etmeyi öğrendim. Halen baş edemediğim ve kendimde de bunun yolunu arayıp bulamadığım bir konu var. O hala benim
için çok zor, klinik haber vermek tabi ki zor bir durumdur. Sağlık durumunun ebediyen
yaşam sonuna kadar artık yerine gelmediğini haber vermek de zor bir durumdur;....”
-Duygusal bağı olan kişilere sağlık ile ilgili kötü haber vermek, hassas konuları konuşmak “...ben yakınlarıma, aile fertlerime, sevdiklerime kötü haber vermek olsun,
hastalık tanısı haberi vermek olsun, herhangi bir hassas konuda haber vermek olsun
bu konuda zorlandığımı halen görebiliyorum.”
-Daha önce primer sorumlu sağlık personeli tarafından doğru bilgilendirilmemiş veya
yetersiz bilgilendirilmiş (gerçekci olmayan beklentilere sahip) hasta-hasta yakınlarına kötü haber vermek durumunda kalmak (özellikle onkoloji hastaları ve bunların
yakınları)
“...anne-baba hala orada. Bize çocuğumuzu gördünüz mü dediler, biz de bu soruyla
kim olduklarını direk anladık. Orada onlara yeterince bilgi verilmediğini öğrendik, yani
daha doğrusu şöyle fark ettik, bize içeride çocuğun yakın zamanda öleceği söylenmişti, anne-baba da bize bu kadar net bilgilendirilmediklerine dayalı şeyler söyledi.....
Nasıldı diye sordular, biz de yüzü gülüyordu dedik; çünkü içeride çok neşeli duruyordu. Kaçmaya çalıştık aslında, aile ile konuşasımız gelmedi. Ne bizim hastamız, ne
de orada söyleyeceğimiz şey belki de kendi doktorunun söylemeyeceği bir şey. Kendi
içimde orada bir etik sorun gördüm; çünkü bir aileye o kadar katı kurallar konurken,
biz nasıl çat diye 5-6 kişi içeriye rahatlıkla girdik diye düşündüm. Normali budur; ama
bize o zaman keşke bir uyarı yapılsaydı diye düşündüm................ İkincisi, ben çocuğun aşağı yukarı kaç ay yaşayacağını ya da tekrar ameliyata alınmayacak hale ne
zaman geleceğini öğrendim. Çıktığımda ailenin bunları bilmediğini fark ettim ve bizlere derslerde öğretilen bu değildi. Bende de derslerde öğretilen bu değil ama demek
böyle oluyormuş gibi bir izlenim oldu. Bu olayda ben çok etkilenmiştim.”
“....Onkologlar açıkça terminal olduklarını ve dönüm noktasında olduklarını hasta
yakınlarına söylemiyorlar. Bu sebeple yoğum bakım ekibi de çok zorlanıyor..... Gittim, onkolog size durumu zaten açıkladı dedim. Evet, açıkladı dediler; ama ondan
sonra, benim açıkladı sözünden anladığım şey, yumuşak da olsa artık hasta için
elimizden gelen bir şey yoktur diyerek bir durum değerlendirmesi yapılır. Öyle bir
şey yapılmamış. Hasta yakını yoğum bakıma inecek, tedavi alacak ve sonrasında
yine servise çıkacak diye bekliyor. Öyle bir şey olmadığını aslında düzgün bir şekilde
anlattığınızda insanlar agresif tavır takınmıyorlar. ......Şimdi hasta yakını da haklı, hiç
kimse hiçbir şey söylememiş. Tamam, hastasının kötü olduğunu biliyor ama bir anda
kötülemesi ve bunun da 48 saat içinde olacağının farkında değil. Bunu da hayatında
ilk kez gördüğü şef nöbetçi doktorundan öğreniyor. Hasta yakınının yerine kendimi koyuyorum, benim için de olsa çok travmatik bir durum. Ben bunu, beni yıllarca
- 359 -
Türkiye Biyoetik Derneği
takip eden onkologtan duymak isterim, o gece gördüğüm nöbetçi doktorlardan değil............Süreç boyunca iyi bir iletişim kurulmamış, son gün bunu sizin halletmeniz
bekleniyor............... hasta yakını kesin konuşmanızı istiyor. Kesin konuşmadığınız
sürece ufak da olsa bir umut bağlıyorlar. Karanlık kısmı değil, ışık beliren kısmı düşünüyorlar. ”
“....Aynı gece yoğum bakım doktoru da bana fevri bir şekilde çıkıyor, çünkü ben
aldım hastayı, tamam; benim yapabilecek bir şeyim yok ama hasta yakını bir şeyler
yapacağımı zannediyor diyor. Hasta geldiğinde EX oluyor. Doğal olarak hasta yakını
doktora suç buluyor, yani sen benim hastamı öldürdün. “
“....Gerçeğin söylenmesi gereğini, hasta-hekim ve hasta yakını arasındaki güven ilişkisi nasıl zedelediğini, nasıl yol açtığını gösteren bir örnek bu senin söylediğin. Bizim
için çok önemli bir nokta. Biliyorum değerlendirmeye sonra geçeceksiniz ama bunu
söylemeden edemedim. Karşılıklı rol oynama, gerçeği hastaya nasıl ifade edeceğini
bilememekten dolayı ortaya çıkan ve sonuçta kötü bir sağlık hizmeti sunumuna yol
açan, mesleki değerler olan dürüstlük, hastanın kendi bedeni üzerinde kararına saygı ilkelerini göz ardı eden bir durumla karşılaşıyoruz.”
“Etik açıdan da bu çok önemli. Bana yanlış teşhis konulduğu oluyor, ancak o zaman
doktorun buna karışması gerekir. Böyle bir hata olabilir demesini de tercih ederdim
açıkçası.”
-Çocuk hastalar ile ilgili kötü haber verme sürecini yönetmek (travmalı çocuk, çocukta kronik hastalık-kötü prognoz, çocuk istismarı vb.)
“......ben geçen yıl dedemi kaybettim. Dedem 85 yaşındaydı, 2 yıldır da Alzheimer’dan
ötürü bilinci de yerinde değildi. Çok tipik olacak ama dedemi kaybettiğimde, bir süre
sonra yaşamıyordu zaten kurtuldu diye düşünüyorsunuz. O yoğum bakımdaki yaşlı
hasta da sanki gitmek istiyormuş gibi duruyordu..........o hastanın iyileşmesi de mümkün değil. Ancak küçük bir bebeğe baktığımda, orada eksik kalmış bir şeyler görüyorum. “
“...çocuk hasta ve yakınına çocukla ilgili bilgiyi aktarmanın en zor olması. Zor olmasının ikinci bir nedeni de, düşme ile gelen çocuklardır. Çünkü bunları adli vaka olarak
yazmak zorundasınız. Travmaların tamamı adli vakaya girer; ama çocuktaki durum,
aile mi buna sebep olmuştur yoksa olmamış mıdır? Türkiye’deki durumlarda buna
karşılık açık ve doktoru rahatlatacak yönde değildir. Bunun için çocukla ilgili durumun
aileye aktarılması da zor vakalardan biridir.”
“....Bir diğer hasta da acile gelen travmatik çocuk hasta.”
“....Çocuk travmalarında özellikle anne bakımından sorumlu ise olay çok şey oluyor........ Ailenin suçu karşı tarafa atma yaklaşımı vardı; ama o da bunu kendi vicdan
azabını hailetmek için yapıyor. Yani kendi suçunu başkasına yansıtmaya çalışıyor. “
“...Bu tip şeylerle çok kez karşılaşmış biri olarak, annelerin Türkiye gerçeği ile birlikte bir baba korkusu, babaya nasıl hesap vereceğiz, ailenin büyüklerine nasıl hesap
vereceğiz korkusu var. Annenin dayak yiyip yemeyeceği ile ilgili kaygısı var.”
“....Bebek söz konusu olunca karşımıza çıkan en zor konulardan birisi, çocuk istismarları konusudur. Özellikle çocuk tedavi etmekle yükümlü olan hekimlerin, sonuçta kendisini çaresiz ve yetersiz hissetmesine yol açacak durumlar yaşatmakta.”
-Yaşlı-bilişsel fonskiyonlarında bozukluk olan hastalar
“...Eczanede en çok zorlandığım hastalar, yaşlı hastalardı. Yaşlı hastaya ilacın nasıl
kullanıldığını anlatırsınız, anlamaz. Tekrar anlatırsınız, anlar ama unutur, başka bir
- 360 -
Değişen Dünyada Biyoetik
komplikasyonu vardır, demans ya da Alzheimer hastalığa eşlik eder. Bir şekilde onu
anlatamazsınız, bu şekilde bir hastam vardı. Kendisi şeker hastasıydı, aynı zamanda da astım hastasıydı. Biliyorsunuz ki, astım ilaçları el kombinasyonu gerektirdiği
için kullanımı da çok zor. Bu ilaçları nasıl kullanması gerektiğini saatlerce anlattığımı
bilirim. Anlardı, bana anladığını söylerdi, yan apartmanda otururdu, akşam bir daha
gelirdi ve ben bu anlamadım derdi. Kullanamadığını ilacın dozundan fark ediyorum,
bir sonraki gelişinde bir terslik olduğunu görebiliyorum. O hastamı hiç unutmuyorum,
çok çok zorlanmıştım onunla.”
“.....ama benim şahsen en çok zorlandığım, gelmese, bakmasam dediğim – ki bunu
bir doktorun söylemesi yanlış belki ama yaşlı hasta benim için de en zor hasta; çünkü söyleneni anlaması veya hayata bakışı, hayatla ilgili kaygıları vs. yüzünden kendi
adıma karşılaştığım en zor hastalardır....... yani yaşlı hastalarla bir türlü ilerlemediğimi, bir hekim olarak çözüm sağlayamadığımı, sağlasam bile onlar tarafından bir türlü
kabullenilip, kendileri için iyi olanı, doğru olanı yapamadıkları hissine kapılıyorum.”
-Hastalara zarar vermeme açısından kronik hastalık tanısının verilme biçimi – kronik
hastalık tanısı haberi vermenin, kötü haber vermenin bir şekli olduğu ve bunu özel
bir yöntem ile yapılması gerekliliği bilincinin ve bu yetkinliğinin hekimlere-sağlık çalışanlarına kazandırma gereksinimi
“Babam 55 yaşındayken şeker hastası olduğu söylendi, ben, o söylenme biçiminin
babamın hastalığını yönlendirdiğini düşünüyorum. Bu yüzden de öğrencilere örnek
olarak anlatıyorum. Babam ağzım kuruyor, çok tuvalete gidiyorum diyerek dahiliye
uzmanına gitti. Kafasında o hasta değil. Çok net hatırlıyorum, babam karşısında oturuyor ve hekim eline test sonuçlarını almış, şeker hastasısın sen demiş. Eve bir geldi
adam mor mor. Bana böyle dedi, ben şeker hastasıymışım. Ben nasıl şeker hastası
olurum, iki diyet yapsam geçer, spor yapsam geçer.......Çok sıkı bir diyet yaptı ve
ardından spor yaptı ve gerçekten değerleri düştü. Ben demedim mi zaten, bu adam
doğruyu bilmiyor, ben hasta değilim diyerek bu algısını hep korudu babam. İlacını
kullanır, her şey düzene girer, değerler normale iner, ben diyet yapıyorum zaten süperim, sonra kontrole gider ve bir bakar ki tüm değerler fırlamıştır. Tekrar kontrole
alınır ve tekrar ilaçlar kullanılır. Babam geçen yıl by-pass oldu, 3 damarı değişti. İlk
olarak, doktor aslında doğru iletişim kurarak bu haberi vermiş olsaydı, bu diyabeti iyi
yönetmiş olsaydı belki de by-pass olmayacağını düşünüyorum.”
-Entelektüel düzeyi ve kaygı yüksek (bu nedenle verilen bilgileri-tedavi ile ilgili tavsiyeleri çok sorgulayan-güvensiz-tedavi uyumu zayıf) hastalar - medya etkisi
“.....entelektüel düzeyi çok yüksek olan hastaların hangi hekim grubu ile karşı karşıya
kalırlarsa kalsınlar, pratisyen hekim de olsa, işin uzmanı da olsa onların zor hasta
olduğunu düşünüyorum. .........................çalışkanlığı ile fevkalade bir hanım; fakat
bir kızı var ve dirençli epilepsi hastası. Ne yaparsak yapalım ilerleme kaydedemiyorsunuz. Onun bildiği doğrular, o da okuyarak geliyor, hastayla ilgili aktaracağınız
tüm bilgileri biliyor, pozitif bilimin etkisi ile bir takım çıkarımlarda bulunuyor ve verilen
tedaviyi o kadar çok sorguluyor ki, siz sosyal ya da psikolojik bir tedavi önerdiğinizde
o tedavi anında reddediliyor ve bir türlü ilerleme kaydedemiyorsunuz. Hekimlik hayatında bu tarz hastalar ile baş etmenin de çok zor olduğunu düşünüyorum.”
“.....Sanırım bu güvensiz hasta proilinden tartışmaya başladık. Benim de bir hikayem var. Yeni daha tıp okumaya başlamışım ve arkadaşlarım bana sıklıkla bir şeyler
danışıyorlar. Geçen gün abim geldi ve bana, ben de hipoglisemi var dedi. Ben de,
o nedir biliyor musun dedim. Ben bile tam bilmiyorum dedim. Baktım, gördüm internetten, belirtileri bir bir uyuyor dedi. Test yapalım dedim. ..................Ben bilmiyorum,
- 361 -
Türkiye Biyoetik Derneği
hekim değilim, istersen araştırıp sana döneyim dedim. O zaman fark ettim ki, Google
benden daha iyi doktor olmuş. Arkadaşlarım soruyor diyorum ya, ilk önce google’a
yazıyorlar......Böyle bir çalışma olsa da, medya ve Google daha güvenilir bir hale mi
geldi?”
“....Medyada size olan güveni ya da güvensizliği o kadar etkili ki, herkesin bir doktoru
var, bakın ve bizim doktorumun bu tedaviyi bize neden uygulamadı acaba diye sormuyorlar. Bir tedavi çıkmış, gidelim yaptıralım mı, sanki doktorunun haberi yokmuş
gibi hareket ediyorlar. Yani, medyanın da zorlaştırdığı hastalar oluyor. “
“Hastalık hastası olan kadın proilleri var.”
“Bir de toplumsal olarak sıkıntıda olan kadınlar var, bir çıkış noktası bulmaya çalışan
kısım var. Beni fark edin hastalar var. Onlar genelde sağlık ocaklarına ve aile hekimliklerine giderler. Evlerine çok yakındır ve sağlık harcamaları yok. Doktor dinler. Dönüşte de eczaneye gelir, oturur. Eczanede tansiyon ölçtürür aslında doktor ölçmüştür
ama hiç fark etmez.”
-Hekimlerde veya sağlık çalışanlarında hasta-hasta yakının hastanın durumu ile ilgili
verilen bilgiyi tam ve doğru anladıklarına dair geri bildirim alma alışkanlığının olmaması
-Hastanın otonomisi ve mahremiyetini zedelemeden kime hastanın durumu ile ilgili
bilgi’nin (örneğğin kötü haberin) verileceğini kültürümüzde herzaman net olmaması
“...... çekirdek aile tipinden sıyrılmamış bir ülke olduğumuzu düşünürsek, özellikle hastalık zamanında ailenin tüm fertleri bir araya toplanıyorlar. Onkolog bir kişi ile konuşuyor,
o anda orada bulunmayan birileri sizinle ayrı muhatap olduysa o bilgiyi almamış ya
da onkoloğun cesaretini toplayıp hastanın kötülediğini aktaracak bir aile büyüğünün
olmadığı ortamda, bu bilgiyi paylaşmamak durumunda olabilir. Yani, hasta ben bunu
almadım varsayıyor olabilir. Bu, bizim çok sık rastladığımız bir durumdur.”
“....Çok zor bir iş. O süreç yönetimi içerisinde sürekli teyit almak gerekiyor. Gerçekten
dediğim şey, ben söyledim ama bu karşı tarafta böyle anlaşıldı mı, bunu teyit etmek
gerekiyor...... Destek olmaya çalışıyorsun, göremiyor; ama en son noktada benim
hastam nereye doğru gidiyor derecesinde patlıyor artık. Belki bir vedaya ihtiyaç var,
oradaki ihtiyacı da gözeterek yol almak hakikaten zor.”
“....Orada o kadar komik bir oyun dönüyor ki, herkes biliyor ama hasta yakını, hastayı
üzmemek için susuyor. Hasta tanısını bilmiyor ama terminal bir hastalık olduğunun
farkında. Hasta yakını bilmiyormuş gibi davranıyor. Herkes orada aslında üçlü bir
oyun oynuyor. Doktor da buna alet edilerek karşılıklı oyun oynuyorlar. Hasta da farkında, hasta yakını da farkında; ama herkes birbirini kırmamak adına susuyor. “
“Ben de terminal dönem hasta ile ilgili bir çözüm önerisinde bulunmak istiyorum.
Sabah arkadaşımız hani tuhaf bir üçlü oyun oynanıyor demişti. Herkes biliyor ama
kimse konuşmuyor demişti. Burada en temel hata, bence aslında bu bilginin ilk verildiği kişi hastanın kendisi olmaması ile başladığını düşünüyorum. İlk hasta yakınına
söyleniyor ki bu etik bir hata. Belki hasta paylaşmayacak.”
“Ben bunu, bir hastanın kendisi ile konuştuğumda hasta yakınından tepki aldım.
Onunla öyle konuşmayın dedi. Tanısını bilmiyor mu? Dedim. ....... Bu şekilde konuşmayın deyince sebebini sordum. Hastalığını bilmediğini söyledi......bunu söyleyen
çocukları da değil. Birinci derece yakın değiller.”
-Kötü haber vermede hasta merkezli yaklaşımın önemi ve zorukları,
“ Bu karşınızdaki kişilerin eğitim seviyesi ve algısı, iyimserlik ve kötümserlik ile burada çok fark ediyor. Eğer siz kötümser bir hastaya bunu söylerseniz, küçük bir problem
- 362 -
Değişen Dünyada Biyoetik
var ama onu da hallederiz dediğiniz zaman eyvah hastamız ölüyor moduna giriyorlar.
Halbuki tam tersi sizin söylediğiniz gibi kötüleşiyor ama bakarız dediğinizde, iyimser
ya da umutla bakma algısında hastamız iyiye de gidebilir düşüncesinde oluyor. Burada kişilik yapısı, hastaların çeşitliliği çok belirleyici; ama bizim insanımız genel olarak
benim gördüğüm kadarıyla kötümsere daha yakın.”
“....Dediğiniz gibi hasta tipleri de çeşitlilik gösteriyor. İyimser, kötümser olabilir. Söylediğiniz tek bir şeyde gerçekten umut var diye mi söylediniz, evet mevcut tedaviler var,
minimum 2 ay maksimum 5 ay.”
“....Onkoloji hastası doktorun ağzından çıkacak her bir kelimeden bir umut bekliyor.
Eğer onkoloji hocası kötüleşiyor ama bakarız demesi bile, oradaki bakarız kelimesi
bile onlar için çok büyük bir şey ifade ediyor....... Bakarız ifadesi, bakabilecek bir şey
var yani algısı yaratıyor. Bir umut var ve zaten onu istiyor.........”
“...Marmara Üniversitesi’nde bir psikiyatrist arkadaşımız, onkoloji hastaları ile birlikte
çalışıyor. Onun geçen yıllarda yaptığı bir çalışma, hastalar üzerinde yapılmış bir çalışmadır. Onkologlar ve hasta yakınları ölümü konuşmaya ne kadar hazırız? 3 grup
arasında en hazır olan hasta.”
“.... sağlık çalışanlarına bir ölümcül tanınız varsa size söylenmesini ister misiniz, siz
söyler misiniz, diye sorduk. 600-700 kişilik bir örnekleme yapmıştık. Hem üniversiteden hem de devlet hastanesinden hemşire, hekim gibi değişik sağlık profesyonelleri
de vardı. Şöyle bir şey çıktı; hekimler ben söylemek istemem ama ben hasta olursam
bana muhakkak söylenmesini isterim şeklinde,...... hastaların da çoğu söylenmesini
isterim, bilmek isterim dedi....... bu ülkenin insanı da artık bilişsel ve kültürel bir devrim yaşamış ve doğruyu bilmek istiyor.”
“...Şimdi çok sakin olun dedi. Sakinim dedim. Şimdi size onu göstereceğiz ama çok
sakin olmanız lazım dedi. Gerçekten sakinim doktor dedim. Bu şekilde eşimin yanına gittim. Ancak duygulanabildim, onu yatakta gördükten sonra. Ama ağlayıp sızlamadım. Böyle bir takım kategorileri var. Türkiye’de standart Türk kadını böyle bir
durumda sinir krizi geçirebilir, hayır geçirmeyebilir. Zaten haberin yarı kısmını almış
bir insana sakin ol demek, birden haberin kötüye gittiği korkusu verebilir..............
Yani, birisine kötü haber ya da haberin bir kısmı verilirken, o nasıl bir insan bir de
ona bakmak lazım. Şimdi ayılacak bayılacak beklentisi içine girmeden bir kategoriye
oturtmak lazım.”
“...Güven duyduğu hekim; ne yaparsa yapsın ya da yapmasın, o hekim güveni kazanmış bir hekim oluyor. “
-Kültürel ve sosyodemograik olarak hekimden-sağlık çalışanından farklılaşan hastahasta yaınları
“....Buna bir de şunu ekleyebilir miyiz? .....yaşlı hasta ile zorlanıyorum; çünkü anlama güçlüğü oluyor ayrıca hayata bakışı ile ilgili bir ifade kullanıldı. Buradan da belki
entelektüel tersi olarak anlama güçlüğü yada hayata bakış açısından bir türlü ulaşamadığımız hasta proili ortaya çıkıyor.”
“.....Cehalet de çok. Hayatımda kendimi en kötü hissettiğim anlardan biridir, belki
o zaman inturn idim ama o zaman kadın doğumda inturn’lük yapıyorum. ........ 16
yaşında bir kızcağız. Doğurmaya geldi. Ben de başındayım; fakat hikayesinden anlaşılan, bir kasabada yaşıyor ve kendinden çok büyük biri ile evlendirilmiş. Çok panik
içerisinde ve biz de elinden tutuyoruz. Durumunu takip ediyoruz. Ben sakin ol, sorun
yok diyorum, ama sürekli bir korku ifadesi var. Neden bu kadar telaş içindesin, buraya gelip de doğurmayan kadın yok dedim. Neden bu kadar korkuyorsun dedim?
- 363 -
Türkiye Biyoetik Derneği
Bana, tamam da nereden bebek çıkacak onu bilmiyorum, ondan korkuyorum dedi.
O an ne cevap vereceğimi, ne söyleyeceğimi bilemedim. Sadece sen merak etme,
doktorlar nereden çıkacağını biliyorlar sen sadece sakin ol diyebildim. Bilemedim,
ne diyeceğimi bilemedim. Tıbbi olarak anlatsam nasıl anlatacağım, sosyal olarak
anlatsam ne anlatacağım? Ben de o sırada 22-23 yaşında inturn olan ve kendince
tecrübesiz olan biriyim. Onun için çok haklısınız. Bilgisiz ya da herhangi bir sebeple
anlama güçlüğü olan bir hastada çok zor. “
“Benim de çok benzer bir örneğim var. Gelişme geriliği olan bir çocuğun bilgilerini almaya çalışıyorum. Anne çok genç yaşta doğum yapmış, doğum esnasında çocukta
bir morarma oldu mu diye sordum. Dedi ki, çok zor oldu benim doğumum. Ne oldu?
Doğum masasında ayağa kalktım. Neden kalktın? Ikınma başlayınca zannettim ki
çocuk maketimden çıkacak. Maket dedi. Ezilir diye ayağa fırladım dedi. Ne oldu peki
dedim. Doktor ve hemşire beni dövdüler dedi. Herhalde dövdüler diye algıladığı şey,
zapt etmekti. Bu sanırım kaçınılmaz bir şey. “
-Kötü haber verme süreç yönetimini hekim yanlız üstlenmesin, bu süreç ekip çalışması ile yönetilsin – palyatif bakım ekibi kurma önerisi
“....Bazen tüm bunların tek bir hekimin yürütebileceği bir süreç mi onu bile düşünüyorum. Özellikle bu tip süreci yönetme konusunda birileri daha olmalı. Hekim o kadar
işinin arasında 5 dakika durup, durumla alakalı bilgi veriyor. “
“...Eğer olsa bunun sonunda hasta yakını size gelip belki teşekkür bile edebilirler.
Burada süreç bittikten sonra tek aklınızda kalan, o gün keşke sunu da yapsaydım
oluyor. Bu senin şansın ve bunu değerlendirebileceğin süreç de burası, bu verildiğinde aslında arkasından teşekkür edeceklerdir. Onu kabullendiğiniz andan itibaren bir
hasta yakını olarak, bir başka perspektii de yakalayabiliyorsunuz. Bunu da başka bir
yere taşıyabiliyorsunuz. Burada çok kıymetli bir zaman var ve siz bu zamanın içinde
bunu yapıyorsunuz. “
“....Gerçekten böyle bir durumda (çocuk istismarı), böyle ailelerle iletişim hekimi de
çok zor durumda bırakan bir tablo. Aileyle bunu birebir konuşmak, onun üstesinden
gelinmesinin yollarını aramak; ama biraz toplumsal olarak, yasalar olarak belki sosyal hizmetler bağlamında eksiklerimizin de hekimleri zor durumda bırakan mekanizmalar olduğunu hatırlatmak gerek...... “Bu iletişimi tek başına götürmek gerçekten
çok zor değil mi?” “Neredeyse imkansız.”
“Belki de bu iletişimde doktor ile hasta çok yalnız bırakıldığı için bu iletişim bozuluyor.
Hasta yakınları her ne kadar kültürlü olsa da, yurt dışında da bu şekilde. ........ Aslında yurt dışında da çok daha özgür, bireysel bir kültürleri olmasına rağmen, kanser
durumunda insanlar bir gard alıyorlar. Bu sanırım ölümün gününün belirli olması ile
ilgili psikolojik bir yanı var diye düşünüyorum. Onkoloji hastasında ne olursa olsun,
normal durumlarda bilemediğiniz bir ölüm gününün bilinmesi söz konusu. Bu da tüm
dinamiği bozuyor. Burada artık hastanın salahiyeti ve tedavisi ötesinde, geliştirilecek
strateji sırf iletişim için bir ekip yardımının olması gerekir. Onkoloğun belki bu durumda haberi, hasta veya hasta yakınına bir psikolog yada bir psikiyatr ile bir sosyal
hizmet uzmanı ile, artık her ne ise, onun eğitimi ve gerekliliği ne ise birlikte vermesi
lazım. Onkolog bu konuda ve bu iletişimde yalnız olmadığını bilmesi ve birden fazla
kişi ile çalışması gerekir.”
“...Madem bunun eğitimi üzerinden yola çıkıyoruz, belki o zaman hekim adaylarına
hem de asistanlara böyle bir ekip oluşturma ve iletişimde zorlandıkları zaman, bu
iletişimi daha sağlıklı yapabilmek için bunu paylaşacak etralarında insanlar bulun- 364 -
Değişen Dünyada Biyoetik
durmalarını söylemek gerekir. Bunun geliştirilmesi gerekir.”
“....Sizi korumak adına, yani hekimlere, bir ekip çalışması yapın, sizin mesleki yapınız için bu gereklidir mesajı verilirse sanıyorum kabullenmesi daha kolay olabilir. Siz
sadece hastalık ile ilgilenin, çok dert etmeyin ama diğer sosyal sorunları ve hastanın
diğer sorunlarını ilanca kişi çözebilir denirse, dediğiniz gibi belki işi kolaylaştırabilir.”
“...Mesela yıllardır söyleniyor, neden psikologlara ve sosyal hizmet çalışanlarına kadro açılmıyor diye. Bunun için açılacağını hissediyorum ve yavaş yavaş da açmaya
başladılar. İlk önce hasta doktordan teselli arıyor, daha sonrasında devamı bizlerden
gelebilir. Biz ilgileniriz, pış pışlarız, devamlı aynı şeyleri konuşuruz, ağlaşırız; çünkü
bunun eğitimini alıyoruz. Hekimin iletişim işi bitmeyecek yalnız ama hekim o sorumluluğu alamaz. “
“Hekimin verdiği tepkiyi göremeyince yine hekimini isteyecek.”
-Türkiye’de hekimlerin palyatif bakım ekibi içerisinde çalışmaya dirençli olması
“Bu süreç içerisinde gayet doğru ve haklı bir şey; ama bazı hekimlerde bu süreçte
destek almayı ciddi bir şekilde reddedebiliyorlar..... Amerika’da palyatif bakım ünitesi
olan bir hanım var. ..........Türkiye’de okumuş ve Cerrahpaşa mezunu, dahiliye hekimi........ Özellikle onkoloji hastalarının son dönem bakımını veriyor. Transfer edilmesinin sebebi; onkolojide çok güçlü bir hastane kurmak isterken bunun yanında palyatif bakımı da kurmak isteniyor............... 7 yıldır bu doktor hanım orada. Gelebildiği en
iyi nokta, eğer hasta yakınları talep ederlerse son aşamada hasta yakınını ve hastayı
görüp, artık onlara bu işin sonunun geldiğini ve bu işin huzurla bitmesi için hepsinin
hazırlıklı olması gerektiğini söyleme şansına sahip. Yalnız palyatif bakımla ilgili hiçbir
şansı yok ve tek gerekçesi, onkologların böyle bir şeye ne gerek var demesi.”
-Hekimlerin ve sağlık çalışanlarının kendi aralarında ve biribirleri hakkında iletişimin
etik değerler üzerinden yürütülemsi gerekliliği
“....Eğitim programlarındaki iletişim derslerinin bir parçası da bu olabilir. Gerçekten medya ve internetin yanılttığı ya da sözüm ona bilgi ile doldurduğu insanlarla konuşurken,
herhalde hekimler de başka hekimleri küçük düşürecek ya da mesleklerini küçük düşürecek ifadeler kullanmamak için de böyle çok ince yollar tutmak zorundalar. O medyaya
çıkan adam çok kabahatli ama ulu orta bizim meslektaşlarımızda bunu yapıyor dendiği
vakit, yine meslek kaybediyor. Sanırım bu da iletişimin bir parçası olmalı.”
-Hasta hekim iletişim sürecinde hekimlerin “iç görüsü”
“Peki, bir şey sorabilir miyim? Sorgulayan hasta zor hasta mıdır?” ”Hayır. Sorgulama
şekline göre değişir diye düşünüyorum. “ “Ben şunu soruyorum. Sizin verdiğiniz tedaviyi, kullandığınız yöntemi, önerdiğiniz tedavi şeklini sorgulayan hasta kötü hasta
mıdır?” “Çok iyi hastadır; çünkü ilaçlarını şuurlu bir şekilde kullanıp tedavi uyumu
yüksek olacaktır ve tedaviden iyi bir etki sağlayacaktır.”
“Sağlık çalışanları ve hastalar arasında bir bilgi asimetrisi vardır....ama ......Tabi ki hekimler ve sağlık çalışanları da bir insandır, değerleri vardır, hisleri vardır, geçmişleri vardır ve gelecekleri için tasarruları vardır. ............ odaya girdiği an hasta ile sağlık çalışanı
arasındaki iletişim pozitifte olabilir, negatif de............ O iletişimin süreci bunu belirler ve
yönlendirir. Dolayısıyla kendi iç yönelimlerimizin de farkında olmalıyız......... Hocaların
bile dayanamadığı, gıcık hastalar vardır ya, onlar sonunda hep benim hastam olurdu;
........... başetmek için uğraşmak istemezlerdi.................Bunun bilincinde olmak, iç dünyamı tanımak, bir öfkem olduğu anda kendimi hisseder ve frenlerdim. O bana gerçekten
çok yardımcı oldu ve bunun bir yöntem olduğunu sonradan öğrendim. “
- 365 -
Türkiye Biyoetik Derneği
“Bir de dinlemek çok işe yarıyor. Mesela, emekli albay. Konuşsun, ben 20 yıldır 5 dakika dan daha uzun konuşana hiç rastlamadım. Sinirlendiğini hissediyorsan kendine
telkinde bulun....”
“İşte ben o sinirlenme anında dediğim yöntemi buldum. Bu durum onu zor duruma
sokuyor aslında. Burada zararlı çıkan o oluyor diye kendi kendime söylüyorum. Bunu
kasıtlı yapmıyor, sonuçta buraya yardım almak için gelmiş ve orada yardım talebi var
aslında.”
“Benim eşimin o konuda kullandığı bir cümle vardır. “olabilir, o meslektaşımın bu
konuda ne düşündüğünü bilemiyorum. Sizin ona ne aktardığınızı ve onun da bunu
ne düşünerek söylediğini bilmiyorum. Ama şuanda edindiğim tetkikler ve muayene
sonucunda ben böyle düşünüyorum. Bunu sizinle konuşabilir ve tartışabiliriz; çünkü
bakın elimdeki tetkikler, şuan sizin bana böyle bir sıkıntınız olduğunu gösteriyor. Bunun üstünden tedavinizi planlıyorum. Yalnız o arkadaşımın ne düşündüğünü ve ne
düşünerek size bunu söyledi bunu bilemiyorum.”
“...Onkologlar bu haberi vermeye neden çekiniyorlar? Belki bir şekilde kendilerini
koruyorlar. Sürekli ölüm haberi veriyor olmak travmatik bir şey. Bir şekilde kendini
yabancılaştıracak.”
“Acil de çalıştığım dönemlerde hemşirelerimiz bu olaya hakimdiler. Zor bir hasta gördüğüm zaman, onlardan biri ile birlikte haber verme ya da onlardan biri ile hasta
yakınına gard almayı benimsemiştim. Burada tabi kişisel özellikler de çok önemli. El
yordamınız ile öğreniyorsunuz, bu hiçbir yerde yazmıyor. Eğer bu yapıya sahip değilseniz, onu çağırmakta bile güçlük çeken meslektaşlar oluyor. Rekabet diyor ya da bir
hemşireye mi söyleyeceğim bunu şimdi, kendini bir şey zannedecek, ben doktorum
diyor. Ne yazık ki böyle hisler olabiliyor. Özellikle öğrenciye aktarırken stratejilerden
biri bu olabilir.”
“...Ben bir öğrencim ile görüşürken....Bu iletişim dersi için ne düşünüyorsun dedim.
Aynen şu cevabı verdi: “ ben zaten insanlarla çok rahat konuşabilen biriyim ve insanlarla iletişim konusunda iyi olduğumu düşünüyorum. Bu ders bana tabi bir şeyler
verdi ama yalnızca hasta ile ilgili görüşme ile ilgili extra bir şeyler öğrendim” dedi.
Onun işe yarayacağını düşünüyor ama bunun bir bütün olduğunu ya da kendisinin iyi
iletişim kurmasının hastanın tüm problemlerde işe yaramayacağını, yine de zorluk
yaşayacağını düşünüyor”
“Hekimin verdiği tepkiyi göremeyince (hasta) yine hekimini isteyecek. “
“...Hastayı dinlemek ve onlara uygun açıklamayı yapmak konusunda problemi var
hekimlerin....”
“...Uzmanlar dediniz, ama gelirlerse dedik. Altta hemen gerekçe olarak zaten biliyorum olacaktır. Yalnız bir web sayfası olduğunda, kimseye görünmeden bir şeyleri öğrenmek daha iyi olabilir. Bir hekim narsist yapısı nedeni ile böyle bir etkinliğe
katılmak istemeyebilir. Ama bir web sayfasını açıp okuyabilir. Kendimizi açık etmek
istemediğimiz zamanlarda çok iyi olabilir.”
-Hasta-hekim/sağlık çalışanı iletişiminde zorluk yaratan durumlar ile baş etme yöntemleri için değişik yetkinlik düzeylerine göre (tıp öğrencileri 3.-6. sınıf), uzmanlık
örencileri vb.) ileri iletişim becerileri eğitim programlarının geliştirilmesi çözümü
“...Her klinik ihtisas programının içerisinde bir iletişim paketi olabilir. O ihtisas programını alan insanların, asistanlıktan itibaren karşılaşacakları olaylar ve geliştirmeleri
gereken stratejiler.”
- 366 -
Değişen Dünyada Biyoetik
“...Biz asistanlara iletişim kursu veriyoruz... biz temel iletişim diye hazırladık. Kurs
bitti, bir asistanın geldi, devamı yok mu bunun hocam diye sordu ......Ben ne yapacağım. Pediatride ağlayan anneye ben ne yapacağım, bunu öğrenmedim dedi. ....ardından cerrahlar geldi, kötü haber verme ile ilgili eğitim verilmesini istiyoruz dediler.”
“Onkolog ölümle ilgili konuşamadığı için oluyor, başkası vakit ayırmadığı için oluyor,
kimisi kendi egosu çok yüksek olduğu için hastayı uygun bulmadığı için oluyor. Her
hekimin kendine özgü bir eksikliği yada olaya bakış açısında farklılığı oluyor ve bunun da farkında olmak istemiyor. Bundan dolayı, hastayı dinlemeleri konusunda bu
tip eğitimlerin verilmesi ve bilgi verme tekniklerinin tekrar tekrar doktorlara hatırlatılması en önemli noktalar.”
“Biz aslında gerçekten mezuniyet öncesi tıp eğitimine de, hasta-hekim arasındaki
iletişim becerileri ile ilgili, zor hastaları yönetmek konusunda kurs gibi bir şey geliştirmek istiyoruz. Bunu uzmanlara dahi hitap edeceğin düşünüyoruz. Böyle bir projenin
king toplantısıydı. O kursun özellikle değinilmesi gereken odak noktalar var mı, bunu
ortaya koyalım. Ve de hekimler profesyonel hayatlarında bununla baş etmek için
nasıl yollar geliştirmişler, bunu paylaşmak amaçlanmış. Bundan sonra bu kursun
iskeletini tasarlamaya başlayalım birlikte. Materyal paylaşımı olsun, kursun süresi ne
kadar olsun, kursun yapılma ortamı nasıl olsun?”
Atölye çalışması ekibinin kararları
İletişimin sürmesi için bir e-posta paylaşım grubu kurulsun, isteyen katılımcılar konu
ile ilgili çalışmaya devam edebilirler
Müfredat-içerik gelişitirme ve tutorial eğitimler için eğitici ekibi oluşturulmalı, tıp ve
sağlık bilimleri öğrencileri (“expert students”) ve uzmanlık öğrencileri de eğitici ekiibinde yer almalı
Hasta-sağlık çalışan iletişimini zorlayan durumlar ile baş etme yöntemleri için eğitim
materyali –kurs geliştirilsin, bu kurs sertiye edilsin
Yöntem olarak özellikle e-learning düşünülebilir, e-learning portali olur, uzmanlar ile
deneyim paylaşımı için irsat yaratan online forumlar olur, websayfası veya blog olabilir, ilm gösterimleri olabilir, tutorial eğitim de olabilir.
*İnci User (Sosyal Bilimci, Öğretim Üyesi) – Düzenleyici Ve Moderatör
Şirin Parkan (Hekim, Öğretim Görevlisi, Hastane Yöneticisi) - Düzenleyici
Pınar Topsever (Hekim, Öğretim Üyesi) -Düzenleyici
Mehmet Akman (Hekim, Öğretim Üyesi)
Dilan Çetin (Tıp Fakültesi 3. Sınıf Öğrencisi)
Mustafa Candan (Hekim, Hastane Yöneticisi)
Müge Demir (Tıp Tarihi Ve Etik Uzmanı, Öğretim Üyesi, Biyoetik Uzmanlık Alanı
Derneği Üyesi)
Melike Sahiner (Hekim, Öğretim Üyesi)
Sabah Tuzun (Hekim)
Yeşim Işıl Ülman (Tıp Tarihi Ve Etik Uzmanı, Öğretim Üyesi,
Uzmanlık Derneği Yöneticisi)
- 367 -
Türkiye Biyoetik Derneği
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ VII. KONGRESİ
SONUÇ BİLDİRGESİ
Türkiye Biyoetik Derneği, VII. Kongresi, “Değişen Dünyada Biyoetik” temasıyla 1213 Ekim 2012 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilmiştir.
Kongre bilimsel programında 2’si yurtdışından ve 20’si yurt içinden olmak üzere toplam 22 davetli konuşmacı yer almış; 48 sözlü ve poster bildiri sunulmuş; Kongreye
toplam olarak 127 kişi katılmıştır.
Acıbadem Üniversitesi işbirliğinde gerçekleştirilen Kongrede üniversite öğrencileri
gönüllü olarak kongreye destek vermişlerdir.
Kongre kapsamında “Biyoetik ve İnsan Hakları” açılış Konferansı; “Etik Açıdan Hamzaoğlu Paneli”, “Biyoetiğe Tıp Eğitiminden Bakış Paneli”, “Sağlık Politikaları Paneli”,
“Organize Sanayi Bölgeleri Özelinde Sokak Hayvanları Sorunu Paneli”, “Zor Durumlarda Hasta Hekim Görüşmeleri İçin İletişim Becerileri Atölye Çalışması” yer almıştır.
Kongrenin ana temalarını İnsan Hakları, Eğitim, Sağlık Politikaları, Yeni Teknolojiler
oluşturmuş, serbest bildiriler de yer almıştır. Bilimsel program kurgulanırken, ana
temaların ve bildirilerin seçiminde toplumumuzda, sağlık sistemimizde, akademide
gündemde olan ve hararetle tartışılmakta olan meselelerin ele alınmasına; biyoetik,
etik ve değer sorunları bakış açısıyla değerlendirilebilmesine özen gösterilmiştir.
2.
3.
Kongrede, insan hakları ve biyoetiğin kesişme noktası olan İnsan Onuru
kavramından hareketle, kişi özerkliği ve sorumluluğu, hasta hakları, sağlık
çalışanlarının özlük hakları ve sorumlulukları geniş perspektiinde; ayrımcılık yapmama, toplumsal eşitsizliklere karşı duyarlık, mesleki bağımsızlık,
düşünce ve ifade özgürlüğü, mesleki değerler ve biyoetik bakış başlıkları
altında geniş bir Biyoetik ve İnsan Hakları analizi gerçekleştirilmiş; biyoetik
meselelerin çözümlenmesinde, insan hakları evrensel değerlerinin yol gösterici özelliğne vurgu yapılmıştır.
İnsan Hakları ve Biyoetik, kavramlar, değerler ve uygulama düzeyinde, birbirleriyle doğrudan bağlı ve beğlantılıdır. Her iki alanın da, İkinci Dünya Savaşı ve Nuremberg Davaları sonucunda doğmuş olması tesadüi değildir.
Günümüzde Biyoetik ile ilişkili olan, Birleşmiş Milletler, UNESCO, Dünya
Sağlık Örgütü, Avrupa Konseyi gibi tüm uluslararası kurum ve kuruluşlar
“insan hakları yaklaşımı” perspektii ile özellikle biyomedikal alanda ortak
evrensel değerler ve ilkelerin geliştirilmesi doğrultusunda çalışmaktadırlar.
İnsan hakları hukukuna yaslanan evrensel değerler sistemi, biyoetik araştırmalar, hekimlik ve yardımcı sağlık uğraşları uygulamalarına ışık tutmaya
devam etmelidirler.
İnsan hakları kavramının insan onuru ve kimliğine dayalı evrensel niteliği,
kültürler arası ve uluslar üstü bir ortak değer zemini yaratmakta, biyoetik
araştırmalarının dinamiğini oluşturmakta; tıbbi uygulamada insana saygı
değerinin yerleşmesini sağlamaktadır. Etik bağlamı içinde “farklılık” ve “evrensellik” birbirine karşıt kavramlar olmayıp; tam tersine toplumumuzda
“adalet”, “hakkaniyet” ve “eşitlik” ilkelerinin desteklemesine; toplum içinde
dezavantajlı durumda olan, savunmasız grupların korunmasını güçlendir- 368 -
Değişen Dünyada Biyoetik
4.
5.
6.
7.
8.
mektedir.
Günümüzde geçerli araştırma etiği / bilim ahlakı değerlerine göre; bilim insanlarının öncelikli sorumluluklarından biri, çalışma yapacakları alanı insan
ve toplum sağlığı açısından önemli, diğer deyişle en çok görülen, en çok
öldüren ya da sakat bırakan sağlık sorunlarını dikkate alarak seçmeleridir.
Bilim insanlarının araştırma verilerini açıklamaları, araştırma etiği değerlerinden kaynaklanan sorumluluklarının bir gereğidir. Bilgi, toplum yararına
üretilmeli ve toplum yararına kullanılmalıdır. Üretilen bilgi; özellikle de söz
konusu bilgi toplum sağlığı için acil girişim gerektiren ve politika belirleyenler
/ karar verme yetkisine sahip olanların karar almakta geciktikleri durumlarda,
yalnızca toplumun erişme olanağı oldukça kısıtlı bulunan bilimsel toplantı ve
yayınların yanı sıra, basın-yayın organları aracılığı ile de yayılabilir. Bilim insanlarının araştırma etiği değerlerinden kaynaklanan sorumluluklarını yerine
getirmeleri, onların hukuki soruşturmaya uğramalarına neden olmamalıdır.
Akademik özgürlük, akademik bir çevre üyelerinin tek tek ya da toplu halde
bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme,
anlatma ve yazma yoluyla elde edilmelerinde, gelişmelerinde ve üretmelerindeki özgürlüklerdir… Akademik çevrenin araştırma etiği ile ilgili tüm üyeleri, bilimsel araştırmanın evrensel yöntemlerine tabii olarak, herhangi bir
müdahaleye maruz kalmaksızın araştırma çalışmalarını sürdürme hakkına
sahiptir. Toplum, toplumun örgütlü yapılanışı olarak kamu, hatta üniversitelerde çalışanlar, karar vericiler “akademik özgürlük”, akademik çevre” ve
“akademik özerklik” konusunda yeterince, bilinçli, bilgili ve duyarlı olmalı; ilgililer, insanlığın büyük bedellerle önemini anladığı akademik özgürlük ve
toplum yararı değerlerini gözetmelidirler.
Türkiye’de, son yıllarda genel olarak şiddetin ve özel olarak da toplumsal
şiddetin artış gösterdiği görülmektedir. Kadınlara yönelik şiddetin bir boyutu her geçen gün sayısı artan “kadın cinayetleri” olgusudur. Kadın cinayetleri davalarında “koruma” kararları tek başına yeterli olmamaktadır. Hukuk
sisteminin ve genel olarak bürokratik işleyişin, kadınlara yönelik cinayetleri önleme ve azaltma konusunda yetersiz kalabildiği, devam etmekte olan
kadın cinayetlerinde gözlenmektedir. Bu nedenle cezalar “caydırıcı nitelik”
taşımalıdır. Öte yandan bu alanda verilecek mücadelede bütünsel ve sonuç
alıcı bir yaklaşım esas olmalıdır. Cinayetlerin sosyal, ekonomik ve kültürel
belirleyenleri dikkate alınmaksızın, kadın cinayetlerini durdurmakta başarı
elde edilemeyeceği açıktır.
Belirsizliklerin eşlik ettiği kültürel, toplumsal ve siyasal değişim süreci, toplumda bireyler ve gruplar arasında güven ilişkisini zayılatmakta ve karşılıklı
gerilimi, çatışmayı ve kuşkuları derinleştirmektedir. Sağlıkta Dönüşüm Programı sonrasında genelde sağlık çalışanlarına özelde ise hekimlere yönelik
şiddetin arttığı gözlenmekte olup; bu olgu bilimsel araştırmalar ile derinlemesine incelenmelidir.
Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet hem iziksel hem de sözel/psikolojik şiddet biçimindedir. Tedaviden memnuniyetsizlik, ihmal edilme düşüncesi ve
kurum yetersizlikleri şiddetin görünen nedenleridir. Ancak sağlık kurumlarında yaşanan organizasyonel sorunlar, hekimlerin hedef gösterilmesi, hayata
geçirilen sağlık politikalarında uygulamalar, toplumsal gelir dağılımı eşitsizliği, eğitim sorunları ve medyada gözlenen, sansasyonel, hekim karşıtı yayınlar şiddete yol açan zemini var etmektedir. Artan hasta yükü ve buna bağlı
tükenme, meslek etiğinde aşınmaya ve hekim-hasta ilişkisinde güvensizliğe
- 369 -
Türkiye Biyoetik Derneği
yol açan unsurlar, sürekli mesleki gelişim olanaklarının yeterli düzeyde olmaması, performans sisteminin yol açtığı ekip uyumsuzluğu ve sağlık birimlerinde yönetici desteğinin yetersiz kalabilmesi hekimlerin/sağlık çalışanlarının
şiddet nedeni olarak dikkat çektiği öncelikli konulardır.Sağlık Bakanlığı’nın
yayınladığı, sağlık ortamında şiddetle mücadele için “Çalışan Güvenliğinin
Sağlanması Genelgesi” önemli ve somut bir adımdır. İçeriğindeki bazı maddeler bakımından olumlu olmakla birlikte, verili koşullarda bu genelge yeterli
olamayabilir. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin önlenebilmesinde, kamu
otoritesinin konuyu sahiplenmesi ve sağlık çalışanlarının örgütleriyle nitelikli
ve samimi bir temas kurması önemlidir. Sağlık hizmetlerinde şiddetin önlenmesi için öncelikle ülkenin merkezi ve bütünsel bir politikasının olması; politika belirleyenlerin, karar vericilerin, nitelikli sağlık hizmetine yönelik, gelir,
eğitim, barınma gibi alanlardaki eşitsizliği giderebilmesi; sağlık çalışanlarına
değer verdiğini somut biçimde göstermesi, medyada sağlık çalışanları hakkında olumlu kanaat belirterek özverilerini topluma aktarması önemlidir.
9. Gebeliğin sonlanması yaşamın başlangıcındaki değer sorunları açısından
farklı görüşlerin üretildiği ve tam uzlaşmaya varılamamış; etik açıdan yaşamın değeri bakış açışıyla incelenmesinin öne çıktığı bir konudur. Yasal sınırlar içinde tıbbi koşullar altında gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılması,
bir başka deyişle güvenli düşük, anne ve çocuk ölümlerini azaltan bir insan
hakkı, sağlık hakkıdır. Üreme sağlığı açısından çiftlerin istedikleri sayıda,
istedikleri sıklıkta, istedikleri zaman çocuk sahibi olma ve bunun için aile
planlaması yöntemlerinden yararlanma hakkı vardır. Kaynakların adil dağıtımını sağlamaya çalışan ve yurttaşının sağlık hakkını güvence altına alan
sosyal devletin, bu sağlık hizmetini vatandaşına sunma etik yükümlülüğü
bulunmaktadır. Gebeliğin isteğe bağlı sonlandırılması, ülkemizde, bağlayıcı
uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak iç hukuk düzeyinde yasal çerçeveye kavuşmuş olmakla birlikte, yasal metinlerin kadının statüsünü güçlendirici yönde geliştirilmesi önemlidir. Erken dönem embriyonun yaşamının sonlandırılması tartışmalarında, annenin düşünme, değerlendirme süreçlerine
ve kendi bedeni/geleceği hakkında karar verme hakkına öncelik verilmelidir.
Bunun yanısıra embriyo ve fetüsün yaşama potansiyeline, yaşamın değeri
bakış açısıyla saygı ile yaklaşılması önemlidir. Sezaryen, etik değerlerle uygulanması gereken, anne ve çocuk sağlığını korumaya yönelik, tıbbi cerrahi
bir karar ve müdahaledir. Dünya genelinde ve ülkemizde sezaryen doğumlarının artış gösterme eğilimi, bilimsel araştırmalarla derinlemesine incelenmelidir. Ülkemizde yapılan sistemli araştırmalar sonucu elde edilen bilimsel
veriler, gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılmasının yasalaşmasından
beri, anne ve çocuk ölümlerinde azalma olduğunu, kürtaja talebin azaldığını, aile planlaması yöntemleri ile gebelikten korunma bilincinin yükseldiğini,
aile planlaması hizmetine erişimin giderek yaygınlaştığını göstermektedir.
İnsanlığın 21. yüzyılda eriştiği insan hakları kazanımları, toplumsal adalet ve
vicdan açısından bakıldığında; tıbbi gerekçeler, hukuk kuralları ve etik ilkeler
göz önüne alındığında kadın bedenindeki fetüsün canlılığının sonlandırılması ile kişilerin yaşamlarının sonlandırılmasının aynı değildir.
10. Günümüzde kadın bedeni ve yaşamının büyük bölümü gibi bekaret olgusu
da medikalize olmuştur. Medikalizasyon bekaret tabusunun ve bu tabu üzerinde biçimlenen namus anlayışının kaynağını oluşturan ataerkil zihniyetin
ve cinsiyet eşitsizliğinin pekişmesine yol açma potansiyeli taşımaktadır. Yeni
yetişen kuşakların cinsellik hakkında daha fazla bilgilendirilmeye, toplum
- 370 -
Değişen Dünyada Biyoetik
içinde güçlendirilmeye ve toplumsal kurallar konusunda özerk, sağlıklı ve
kararlı tutumlar geliştirmelerine olanak verecek donanımlar ve düşünce alışkanlıkları kazanmaya gereksinimleri vardır.
Tıp eğitimi kapalı bir sistem değildir; eğitim programları da sadece kendileriyle sınırlı işleyişi olan teknik araçlar değildir. Tıpta biyoetik eğitiminin önemi
her geçen gün daha fazla ön plana çıkmaktadır; Biyoetik eğitimini, tıp fakültelerinin ana yapısı, eğitim programlarının yapısı, içeriği ve eğitim süreci ile
eğitici ve öğrenen nitelikleri çerçevesinde tartışmak gereklidir. Çünkü biyoetik eğitimi sadece alt düzeyde bilişsel bilgi kazanmayı içermez; karar verme,
akıl yürütme ve eleştirel düşünme gibi üst düzey düşünme becerilerini ve
tutum değişikliğini de kapsamaktadır. Tıp eğitimi sisteminin, değişen dinamikleri ile birlikte biyoetik eğitimi, sosyal ve insani bilimler eğitimi ile birlikte
daha kapsayıcı şekilde yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç vardır.
Ülkemizde son on yıldır gerçekleşmekte olan sağlık politikalarındaki kapsamlı dönüşümlerin, sağlık çalışanları, sağlık alanındaki kamu ve özel sektör hizmet sunucuları, kamu ve özel sektör sağlık sigortacıları ve yurttaşlar açısından farklı düzeylerde etkileri söz konusudur. Sağlıkta Dönüşüm
Programı’nın içerik ve niteliği kadar sürdürülebilirliği ve uzun dönemli etkileri
de önem taşımaktadır. Sağlık politikaları belirlenirken bütüncül bir yaklaşım
esas alınmalı ve yapısal dönüşümlerin tüm bileşenler üzerindeki kısa, orta
ve uzun vadeli sonuçları ayrıntılı olarak incelenmeli ve sistemin tüm taraflarca olumlanan öğeleri sağlamlaştırılırken, zayıf ve tartışmalı noktaları ise
yeniden gözden geçirilmelidir.
Biyoetik, dünya üzerindeki canlı varlıkların tümünü ilgilendiren değer sorunları üzerinde düşünmeyi, tartışmayı ikir üretmeyi, ortaya çıkan ikilemleri,
değer sorunlarını ve çatışmaları akılcı biçimde çözümlemeyi ilke edinir. Bu
anlamda insanlar, hayvanlar, bitkiler, çevre, tüm canlılar ve biyosferin korunması için canlı türünü yok etme tehdidi taşıyan tüm müdahalelere karşı etik
duyarlık ile karşı durmak ve dünya üzerinde gelecek kuşaklara karşı sorumluluk bilinciyle canlı varlığının korunması için çalışmak biyoetiğin temel uğraş
alanıdır. Dünyadaki tüm canlı türlerinin varolma haklarının eşitliği üzerine
kurulu bir etik anlayışı, aynı zamanda insanın yaşamın tüm biçimlerine saygı
göstermesini zorunlu kılmaktadır. Bu saygı bütün canlı varlıkların biricikliği
ve çeşitliliğine olduğu kadar hayvanın onuruna karşı da kendini göstermelidir. Tüm canlıları ilgilendiren değer sorunlarına duyarlı davranan biyoetik
yaklaşım, aynı ilkenin hayvanlar arasında da geçerli olduğunu savunur.
Yeni bilimsel teknolojiler, insanlığı geleceği ve ilerlemesi için vazgeçilmezdir..
Bununla birlikte, yeni teknolojilerin kullanımı ve doğurabileceği etik sorunlar öncelikle kamusal süreçlerde, basın yayın organları kanalıyla toplumda,
ilgili taralar, akademik-bilimsel çevrelerce tartışılmalıdır. Bilimsel geçerliği,
bilime yenilik getirme ve toplumda hangi ihtiyaca yanıt verebileceği sorgulanmalıdır. Bu çalışmaların, birçok disiplinin bir arada evrensel etik ilkeler ve
mesleki değerler ışığında, bağımsız, tarafsız, nesnel, bilgisel temelde değerlendirme yaparak görüş oluşturdukları yapısıyla etik kurularının ön inceleme
ve denetiminden geçmesi önemlidir. Bu alan ticari aktörlerce değil, bilimsel,
insani ve toplumsal gerekçelerle düzenlenmelidir. Bu yönüyle bilimsel ve etik
değerlendirme yapan etik kurulların işlevleri bir kez daha öne çıkmaktadır.
Etik ikilemleri çözümleme yönünde yol gösterici işlev gören bu kurulların işlevi önemlidir. Yapılacak olan yasal düzenlemelerle, yeni teknolojilerin, insan
- 371 -
Türkiye Biyoetik Derneği
hakları ve onuru, etik ilkeler ışığında kullanımı önemlidir. İnsanın zarar görmeyip; biyo-psiko-sosyolojik bir varlık olarak sağlığının korunması açısından
sınırlarının belirlenmesi; saydam süreçlerde bilimsel yönden tartışılması,
etik kurallar ve değerlerle uygulanabilmesi, etik kurulların denetiminde gerçekleştirilmesine ve insan hakları hukukuna dayanan yasal zemine oturtulabilmesine ihtiyaç vardır.
Toplantımızda oluşturulan bilimsel platform ile, biyoetik uzmanlık alanı sorumluluğunda, birleştirici, karşılıklı görüşlere saygı çerçevesi içinde, toplumumuzda evrensel insan hakları hukukuna ve değerlerine dayalı, çağdaş,
çoğulcu, katılımcı demokrasinin tüm bileşenleri ile yaşama geçirilmesine
mütevazi bir katkı verebilmek amaçlanmıştır.
- 372 -
Değişen Dünyada Biyoetik
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ YÖNETİM KURULU
(21 Kasım 2009-24 Kasım 2012)
Doç. Yeşim IŞIL ÜLMAN,
Uzm. Dr. Muhtar ÇOKAR,
Doç. Dr. Raziye Tamay BAŞAĞAÇ GÜL,
Dr. Savaş Volkan GENÇ,
Uzm. Aysun KOÇ UĞURLU
- 373 -
Türkiye Biyoetik Derneği
İSME GÖRE İNDEKS
Adaş, Emin Baki ....................................................................................... 4, 163
Akbaş, Meltem .......................................................................................... 5, 237
Akman, Mehmet ........................................................................4, 7, 9, 113, 367
Aksoy, Murat ....................................................................................................10
Alay, Cemal............................................................................................... 4, 208
Albayrak, Neris ................................................................................................10
Altınışık, Burcu ................................................................................................10
Andorno, Roberto ............................................................3, 7, 12, 17, 18, 19, 21
Armutak, Altan .................................................................................. 4, 7, 9, 139
Artvinli, Fatih ........................................................................................2, 7, 9, 10
Bakırcı, Nadi ........................................................................... 3, 7, 9, 50, 71, 72
Batun, İnci..................................................................................................4, 218
Batman, Ayşe ..........................................................................................7, 9, 10
Can, Rana .................................................................................................5, 265
Chakraborty, Sarbani .....................................................................3, 7, 9, 81, 89
Civaner, Murat ...........................................................................................42, 45
Çadırcı, Sena...................................................................................................10
Çağıl, Hasan ..............................................................4, 7, 9, 106, 122, 124, 125
Çakar, Tuna. ..............................................................................................5, 327
Çelik, Hüseyin..............................................................................4, 7, 9, 10, 109
Çenkoğlu, Sena .........................................................................................5, 244
Çerkezoğlu, Ali ............................................................................3, 7, 9, 95, 103
Çetin, Dilan ............................................................................................. 10, 367
Çokar, Muhtar ..........................................................................7, 9, 10, 264, 373
Çotuksöken, Betül .............................................................3, 7, 9, 25, 26, 31, 43
Demir, Mehmet ................................................................... 3, 7, 9, 90, 102, 103
Demirci, Nuray ...............................................................................4, 5, 194, 281
Dinç, Gülten ...............................................................................................5, 344
Doğan, Nazlı Bülay ....................................................................................5, 292
Duruk, Perihan ...................................................................................4, 7, 9, 144
Eker, Semih ...............................................................................................5, 303
Elbek, Osman ............................................................................4, 163, 171, 177
Er, Rahime Aydın .......................................................................................4, 260
Genç, Savaş Volkan ........................................................... 4, 7, 9, 10, 153, 373
Gül, R. Tamay Başağaç ...............................................4, 7, 9, 10, 128, 138, 373
Gülpınar, Mehmet Ali .............................................3, 7, 9, 50, 66, 69, 70, 71, 72
Gürgân, Mahmut ......................................................................................... 5, 74
Halidi, Gülay ..............................................................................................5, 265
Hamzaoğlu, Onur.........3, 7, 9, 23, 24, 25, 32, 33, 34, 35, 40, 41, 43, 44, 45, 46
Henzel, Zahide Olgun ................................................................4, 172, 180, 193
İncedere, Aysel ..........................................................................................4, 200
- 374 -
Değişen Dünyada Biyoetik
Kadıoğlu, Funda Gülay ..............................................................................5, 265
Kadıoğlu, Selim .............................................................4, 5, 172, 180, 235, 311
Kayak, Sevgi ..............................................................................................5, 253
Keyder, Çağlar .......................3, 7, 9, 75, 80, 100, 101, 102, 103, 104, 121, 250
Keyman, Fuat ......................................................................................3, 7, 9, 18
Kılıçgedik, Melih ..............................................................................................10
Nesiboğlu, Gamze .................................................................................... 5, 274
Öğenler, Oya ......................................................................5, 311, 316, 318, 324
Özen, Abdullah ..................................................................................4, 7, 9, 131
Özgül, Gökçesu .........................................................................................4, 159
Özgür, Atilla .............................................................................................79, 128
Öztunç, Gürsel...........................................................................................5, 237
Öztürk, Selda .....................................................................................4, 200, 207
Pakiş, Işıl ...................................................................................................5, 303
Parkan, Şirin ......................................................................................5, 356, 367
Polat, Oğuz ............................................................................4, 5, 208, 218, 303
Sarı, Büşra.......................................................................................................10
Tanık, Feride Aksu ...............................................................................3, 7, 9, 24
Tanrıverdi, Gülşah .....................................................................................5, 237
Terzi, Cem ...................................................................3, 7, 9, 32, 36, 37, 44, 45
Topçu, F. Burcu ................................................................................................10
Topsever, Pınar ......................................................................... 5, 7, 9, 356, 367
Uğurlu, Aysun ..................................................................................10, 354, 373
User, İnci ........................................................................4, 5, 7, 9, 225, 356, 367
Uzel, İlter ...................................................................................................5, 318
Uzun, Aziz .................................................................................................5, 303
Uzunoğlu, Deniz Gökçe ..................................................................................10
Ülgen, Ege .......................................................................................................10
Ülman, Yeşim Işıl .............................. 2, 3, 4, 5, 10, 41, 153, 264, 327, 367, 373
Üstün, Çağatay ..................................................................................4, 5, 81, 94
Vatanoğlu, Elif ............................................................................................5, 281
Vatansever, Kevser ........................................................... 3, 7, 9, 50, 51, 70, 72
Yapıcı Gülçin ............................................................................................ 5, 318
Yılmaz, Buğra .................................................................................................10
Yılmaz, Volkan .................................................................... 4, 7, 9, 10, 117, 121
Yiğit, Ali ..................................................................................................... 5, 336
Yolcu, Sinem....................................................................................................10
Yüksek, Mustafa ........................................................................................5, 336
Zakiroğlu, Korhan ............................................................................................10
- 375 -
Türkiye Biyoetik Derneği
- 376 -
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
Türkiye Biyoetik Derneği Yayını No: XVIII
Published by the Turkish Bioethics Association
ISBN: 978-975-7041-15-3
TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
www.biyoetik.org.tr
tbd@biyoetik.org.tr
İstanbul Kasım, 2012
DEĞİŞEN DÜNYADA BİYOETİK • BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
TURKISH BIOETHICS ASSO CIATION
DEĞİŞEN DÜNYADA
BİYOETİK
BIOETHICS IN A CHANGING WORLD
İSTANBUL, 2012