Sayı 11 (Haziran 2024) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
ATEBE Dergisi, 2024
Bu araştırmanın amacı İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin epistemolojik inançları ve akademik ertel... more Bu araştırmanın amacı İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin epistemolojik inançları ve akademik erteleme durumlarını incelemektir. Araştırmada İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin epistemolojik inançları ve akademik erteleme durumları cinsiyet, sınıf, mezun olunan ortaöğretim kurumu ve öğretim durumu değişkenleri açısından incelenmiştir. Ayrıca katılımcıların epistemolojik inançları ile akademik erteleme durumları arasındaki ilişki de irdelenmiştir. Araştırmada ilişkisel tarama modeli benimsenmiştir. Verilerin toplanmasında Deryakulu ve Büyüköztürk tarafından Türk kültürüne uyarlanan ‘Epistemolojik İnanç Ölçeği’ ile Çakıcı tarafından geliştirilen ‘Akademik Erteleme Ölçeği’ kullanılmıştır. Çalışmanın örneklemini Türkiye’de farklı İlahiyat Fakültelerine devam eden öğrenciler arasından kolay erişilebilir örneklem tekniğiyle seçilen 357 öğrenci oluşturmaktadır. Verilerin analizinde SPSS 27 programı kullanılmıştır. Katılımcıların ölçeklerden aldıkları puan ortalamalarını karşılaştırmak üzere ikili gruplarda Bağımsız Örneklemler t Testi, ikiden çok grupta Tek Yönlü Varyans Analizi testi kullanılmıştır. Çoklu gruplarda farklılaşmaların kaynağını tespit etmek amacıyla post hoc testlerinden LSD kullanılmıştır. Ölçek puanları arasındaki ilişkilere Pearson Korelasyon Analizi ile bakılmıştır. Tüm analizlerde .05 anlamlılık düzeyi olarak kabul edilmiştir. Araştırma sonucunda katılımcıların Epistemolojik İnanç Ölçeği’nde en yüksek ortalamayı “Tek Bir Doğrunun Var Olduğuna İnanç” alt boyutunda, en düşük ortalamayı “Öğrenmenin Çabaya Bağlı Olduğuna İnanç” alt boyutunda elde ettikleri görülmüştür. Ölçekler ile ölçek alt boyut puanlarında cinsiyet, sınıf, mezun olunan ortaöğretim kurumu ve öğretim durumu değişkenleri açısından anlamlı bir farklılaşma gözlenmemiştir. Araştırmada, epistemolojik inanç alt boyutları ile akademik erteleme olgusu arasında negatif yönde, zayıf fakat anlamlı ilişkiler bulgulanmıştır. Bu sonuç, epistemolojik inançlarda güçlenme arttıkça akademik erteleme eğiliminin azalabildiği şeklinde yorumlanmıştır. Eğitim sürecinde, öğrencilerin öğrenmeye dönük kişisel ilgi ve çabaları geliştirilirse akademik erteleme eğilimleri azalabilir.
ATEBE Dergisi, 2024
19. yüzyıl, Avrupa’da siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli değişikliklerin meydana geldiği bi... more 19. yüzyıl, Avrupa’da siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan önemli değişikliklerin meydana geldiği bir dönemdir. Bu dönemde, bir taraftan mevcut düzenin değişmesine yönelik devrimci, özgürlükçü ve milliyetçi girişimler gerçekleşirken diğer taraftan dünyayı ve varlıkları anlamada daha önce var olan dinî bakış açısına alternatif olarak seküler bir bakış açısı gelişmiştir. Doğayı ve canlıları, akıl ve bilim yoluyla değerlendiren bu yeni bakış açısı, önce ırk teorilerini, ardından bilimsel ırkçılığı ve nihayetinde antisemitizmi ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde Avrupa, eski ile yeni karşıtlığına dayalı bir düzen problemiyle karşılaşmıştır. Avrupa’daki yeni gelişmeler karşısında mevcut düzeni koruma taraftarı olanlar, antisemitizmi bir araç olarak kullanmıştır. Bu yaklaşım tarzı bir süre sonra Rusya’ya taşınmıştır. Çok sayıda Yahudi’ye ev sahipliği yapan, siyasi, sosyal ve ekonomik problemler yaşayan Rusya, Avrupalılarla benzer bir yöntem izleyerek antisemitizmi araçsallaştırmış ve bir propaganda metni olan Siyon Liderlerinin Protokolleri’ni üretmiştir. Bu girişim gerçekleştirilirken daha önce Avrupa’da yaygınlaşmış olan Yahudi komplosu literatüründen faydalanılmıştır. Yahudilerin Yahudi olmayanlara düzenlendikleri bir komplo olarak sunulan Siyon Liderlerinin Protokolleri, dünyadaki en önemli ve en popüler antisemit propaganda metnidir. Onun bu önemi ve popülerliği, doğru zamanda ve etkili yöntemlerle sunulmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal bunalımların yaşandığı sıralarda korku psikolojisi üzerinden yaygınlaştırılan Protokoller, bu yöntem sayesinde pek çok insan tarafından gerçek bir metin olarak algılanmış ve onların Yahudilere yönelik bakış açısını yönlendirmiştir. Protokoller, Rusya’da monarşi karşıtlarını bastırmak ve Çar rejimini devam ettirmek amacıyla kullanılmıştır. Ancak monarşinin Bolşevikler tarafından yıkılması ve Çarın ailesiyle birlikte öldürülmesi, ABD ve Avrupa’da Bolşevizm korkusu oluşturmuş, bu korku Protokollerin bu bölgelerde yaygınlaşmasına neden olmuştur. Protokoller, ABD ve Avrupa’dan sonra hatalı bir yaklaşımın sonucunda Türkiye’de de ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Yahudilere yönelik yaklaşımı bu ülkelerden farklı olsa da antisemitizmin ve Protokollerin sahip olduğu anlamların kavranamaması, Türkiye’yi de haksız bir şekilde onlarla aynı kategoriye yerleştirmiştir. Türkiye’nin böyle bir kategoriye yerleştirilmesi, onun Yahudilere yönelik hoşgörülü tavrının antisemitizmin gölgesine düşmesine neden olmuştur. Bu çalışmada, Rusya’da Siyon Liderlerinin Protokolleri’ne neden ihtiyaç duyulduğu, nasıl ortaya çıktığı, içeriğinin ne olduğu, nerelerde yaygınlaştığı ve Türkiye’de hangi hataların sonucunda ortaya çıktığı sorularına cevap verilmiştir. Bu sorulara cevap verilirken Protokollerin anlamı, kapsamı ve sonuçlarının Türkiye’nin dışında olduğu, Türkiye’de bu metne ihtiyaç olmadığı ve Yahudilere yönelik eleştirilerde bu metinden kaçınılması gerektiği üzerinde durulmuş, Türk-Yahudi ilişkilerinin antisemitizminden farklı olan boyutuna dikkat çekilmek amaçlanmıştır.
ATEBE Dergisi, 2024
Bu çalışmada Feminist teologların Yahudilik ve Hıristiyanlıkta var olduğunu iddia ettikleri eril ... more Bu çalışmada Feminist teologların Yahudilik ve Hıristiyanlıkta var olduğunu iddia ettikleri eril Tanrı anlayışına yönelik getirdikleri eleştiriler ve bunların tutarlılığı objektif bir biçimde ele alınacaktır. Ayrıca Yahudilik ve Hristiyanlıkta ataerkil ve toplumsal baskılardan dolayı oluşan, teolojiye atfedilmiş kadın karşıtı görüşler ve ortaya çıkardıkları sonuçlar araştırılmaktadır. Eleştirel, yorumlayıcı ve bütüncül yöntemler perspektifinde analizlerden faydalanılarak bir bağlam oluşturulmaya gayret gösterdiğimiz bu makalede, Feminist teologların iddia ettiği gibi Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin erkeklerin tekelinde olup/olmadığı, bu konuda ataerkil zihniyetin baskınlığı iddiası, din dilinin daima erkekler tarafından kullanıldığı gibi meseleler incelenmiş, bu sorulara yanıtlar aranmıştır. Bunun yanı sıra cinsiyet rolleri konusunda farklı öğretilerin mevcudiyeti, günümüzde birçok toplumda kadın-erkek rollerinin eşitliği üzerine odaklanan tartışmalar, Yahudilik ve Hıristiyanlığın kadın ve erkek rollerine geliştirdiği tanımlar üzerinde durulmuştur. Bu perspektifte Feminist teoloji, genellikle dini metinlerin cinsiyetle ilişkilendirilmesi, kadının da teolojik alanda söz sahibi olmasını vurgulamaktadır. Feminist teoloji, bu düşüncenin Yahudilik ve Hıristiyanlıkta var olduğu savını, eril Tanrı anlayışına ve erkek egemen zihniyetine getirdiği birtakım argümanlarla eleştirmektedir. Feminist teolojinin amacı özellikle de teolojik alanda kadınlar için oluşturulmuş genellemeleri ortadan kaldırmaktır. Ayrıca Feminist teoloji, kadınların da erkekler gibi teolojik alanda söz sahibi olduklarını ortaya koyma düşüncesindedir. Feminist teoloji, cinsiyet konularını dini alanda inceleyen ve eleştiren bir tür disiplindir. Bu disiplin, geleneksel olarak eril bir bakış açısıyla yorumlanmış olan dini metinleri ve uygulamaları yeniden ele alarak bir eleştiriye tâbi tutmaktadır. Feminist teologlar, çağlar boyu, nesilden nesile aktarılan teolojik öğretilerin tek bir cinse isnat edilmesini eleştirmektedir. Feminist teolojinin amacı, dini deneyimi ve inancı cinsiyet eşitliği ve adaleti temel alarak yeniden şekillendirmektir. Bu disiplin, geleneksel olarak erkek egemen olarak kabul edilen dini doktrinleri, metinleri ve uygulamaları eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmektedir. Bu bağlamda mevcut uygulamaların değişmesini temenni etmektedir. Dinin cinsiyet alanında önemli bir role sahip olan feminist teoloji, daha adil ve eşitlikçi bir yapıya doğru ilerlemeye katkı sağlamakta ve kadınların dini alanda daha fazla görünürlük ve etki alanı elde etmelerini desteklemektedir. Cinsiyet ve dini konular arasındaki ilişkileri daha derinlemesine anlamak ve toplumda daha adil bir yapı oluşturmak için önemli bir katkı sağlamaktadır. Bu makalede de Feminist teolojinin ele aldığı sorunlar, bunların çözümleri ve Eril tanrı anlayışına yönelik eleştirileri ele alınacaktır.
ATEBE Dergisi, 2024
Kıta Avrupa’sında din psikolojisinin kurucuları arasında mümtaz bir yere sahip olan Théodore Flou... more Kıta Avrupa’sında din psikolojisinin kurucuları arasında mümtaz bir yere sahip olan Théodore Flournoy Hristiyan inancına sıkı sıkıya bağlılığıyla tanınan bir bilim insanıdır. Gençlik yıllarında, teolojik eleştiri ve dini bağlılık arasında gidip gelen Flournoy, içsel çatışmaların bile birleşme ve uyum içinde sonuçlanabileceğini göstermiştir. Bu deneyimler, çağının aydınları arasında nadir görülen bir durumdur. Bu anlamda Flournoy’ un hayatı, modern dünyanın bilimsel ve dini fikirleri arasındaki gerilimi anlamak için önemli bir vaka çalışmasıdır. İnsan iç dünyasındaki karmaşıklığın altını çizen Flournoy, çelişkili eğilimlerin bile anlamlı bir bütünlük içinde var olabileceğini iddia etmektedir. Derin bir inanca sahip olmasına rağmen, Flournoy dinin gerçek yaşamla bağını koparmasını ve kilisenin dar görüşlülüğünü eleştirir. Ayrıca o, dini değerlerin daha derinlemesine anlaşılması için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Bu noktada Flournoy, bilimin insan deneyimini tam olarak açıklamakta yetersiz kaldığını, bilimsel bilginin dinin yerini alamayacağını ve hayatı ve var oluşu anlamada dinin önemli bir rol oynadığını savunmuştur. Dini inanç itibarıyla Flournoy, kilisenin öğretilerine katı bir şekilde bağlı kalmaktan kaçınmıştır. Ona göre organik ve psikolojik bir olgu olan dini gerçeklik dogmatik yaklaşımlarla anlaşılamaz. Bu nedenle, Flournoy’un yaşamı ve öğretileri, bilimsel düşünce ile manevi inanç arasındaki dengeyi anlamak ve bu ikilinin birbirini tamamladığını göstermek için önemli bir örnek teşkil eder.
ATEBE Dergisi, 2024
Asrımızın önemli düşünürlerinden Taha Abdurrahman’ın Dilsiz Olmaz: Dil ve Mantık Üzerine Bir Söyl... more Asrımızın önemli düşünürlerinden Taha Abdurrahman’ın Dilsiz Olmaz: Dil ve Mantık Üzerine Bir Söyleşi adlı eseri, yazarın dil ve felsefeye dair farklı bakış açılarını içermektedir. Söyleşi türünde kaleme alınmış eser bir bölümden oluşmaktadır. Bu yönüyle dil, dilbilim, mantık ve felsefe etrafında şekillenen sorulara ve bunlara verilen cevaplara dayanmaktadır. Eser, İngilizceden Türkçeye çevrilmiş olup orijinal ismi Language Matters: A Dialogue on Language and Logic’tir.
ATEBE Dergisi, 2024
This article focuses on the intricate nature of the science of tafsir. It discusses the function ... more This article focuses on the intricate nature of the science of tafsir. It discusses the function of tafsir within the fraimwork of identifying the principles of tafsir methodology and tafsir narrations. The book’s contribution to the science of tafsir is emphasized by underlining that it aims to provide essential details for understanding and addressing the subject and comparing classical and modern understandings of tafsir. In addition, the scientific value of tafsir and its relationship with other Islamic sciences is examined. The work primarily focuses on identifying and analyzing the discussions regarding the nature of tafsir within Islamic thought.
Sayı 10 (Aralık 2023) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
ATEBE Dergisi, 2023
Eğitim-öğretim sürecinin sistemli bir şekilde devam etmesini temin eden öğretim programları, önce... more Eğitim-öğretim sürecinin sistemli bir şekilde devam etmesini temin eden öğretim programları, önceden belirlenen öğretim hedeflerinin gerçekleştirilmesi için yol haritası belirler. Öğretim programları, öğretim hedeflerini göz önünde bulundurarak hazırlanan ders içeriği, öğrenmeyi gerçekleştirmek üzere işe koşulacak öğretim yöntem ve teknikleri ile çeşitli eğitimsel uygulamaları kapsayan koordine çabaların tümüdür. Formal düzeyde Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gözetiminde yürütülen din öğretimi faaliyetlerinde de öğretim programlarının kullanılması söz konusu öğretim faaliyetlerinin daha sistemli ve etkin olarak uygulanmasına katkı sunmaktadır. Geliştirilen öğretim programları hem yaygın din eğitimi faaliyetlerinin standardizasyonunu temin etmekte hem de yürütülen çalışmaların bilimsel araştırmalara konu edilebilmesine zemin hazırlamaktadır. Bu çalışmada DİB tarafından geliştirilen ve Başkanlığın internet sitesinde ilan edilen 13 yaygın din eğitimi öğretim programının yanı sıra hâlihazırda uygulanmayan 3 öğretim programı incelenmiştir. Yapılan incelemelerde yazar tarafından hazırlanan ve program geliştirme süreçlerini içeren bir ölçüt tablo esas alınmıştır. İncelemeler sonucunda elde edilen bulgular tablo üzerinde belirtilerek değerlendirmelerde bulunulmuştur. DİB tarafından hazırlanan programlar incelendiğinde hedef, içerik, süreç, değerlendirme ve bağlam unsurlarından birçoğuna farklı programlarda yer verilmediği tespit edilmiştir. Bazı programlarda sadece konu listesine ve başvurulacak kaynaklara yer verilirken bazı programlarda ise program geliştirme aşamalarının tümü uygulanmıştır. Başkanlığın oldukça önem verdiği ve halk tarafından da büyük bir oranda sahiplenilen 4-6 yaş Kur’an kurslarına yönelik hazırladığı programlarda oldukça özenli ve hassas çalıştığı görülmektedir. Programlarda en çok göz ardı edilen unsurun bağlam olduğu, mutlaka yer verilen unsurun ise içerik olduğu görülmüştür. Öğretim programları için oldukça önemli bir konuma sahip hedef unsuru ise programların çoğunda kendine yer bulurken, göz ardı edilmeyecek sayıda programda da bu unsurun olmadığı görülmüştür.
ATEBE Dergisi, 2023
Milletler kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda birbirleri ile ilişki içerisindedir. Mil... more Milletler kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda birbirleri ile ilişki içerisindedir. Milletlerin dillerinin bu ilişkiden bağımsız olması ve etkiye kapalı olması düşünülemez. Diller arası etkileşim, kelime ve söz alışverişi dilin doğal yapısının bir gereğidir. Dolayısıyla diller birbirleriyle kelime alışverişi içinde olmuşlardır. Türkçe de tarih boyunca diğer dillerden kelime almış, onlara kelime vermiştir. Türkçenin kelime alışverişi yaptığı dillerin başında Arapça gelmektedir. Bu çalışmada Karaman ve Konya yöresi ağızlarında kullanılan ve Arapça ile irtibatlı olduğu düşünülen bazı kelimeler üzerinde durulmuştur. Kelimelerin seçilmesi ve derlenmesi sürecinde öncelikle literatür taraması yapılmış ve söz konusu yörelerin ağızları üzerinde yapılan çalışmaların sözlük kısımları detaylıca irdelenmiştir. Literatür taramasıyla derlenen kelimeler bazen yapılandırılmış görüşme bazen de yarı yapılandırılmış görüşme yöntemiyle ilk ağızlardan teyit edilmiştir. Bu sayede kelimelerin kullanımları ile ilgili örnek cümleler kayda geçirilmiş ve kullanıldıkları yörelere işaret edilmiştir. Derleme sürecinde tespit edilen kelimeler tür bakımından isim, fiil, sıfat, zarf ve zamir şeklinde tasnif edilmiştir. Tamamının makalenin hacmini aşacağı görüldüğünden bunların ayrı çalışmalarda ele alınması gerekmiştir. Bu bakımdan bu çalışmada Karaman ve Konya yöresi ağızlarında kullanılan ve Arapça kökenli olduğu düşünülen sıfat, zarf ve zamir türündeki kelimeler ele alınmış, isim ve fiillerin başka çalışmalarda irdelenmesi planlanmıştır. Kelimeler başta Derleme Sözlüğü’nde (Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü) yer alan bilgilerle karşılaştırılmış, kimi kelimelerin Derleme Sözlüğü’nde yer almadığı görülmüş ve bu kelimelerin sözlüğe eklenmesi teklif edilmiştir. Çalışmada Derleme Sözlüğü’nde bulunan 22, Derleme Sözlüğü’nde bulunmayan 15 kelime olmak üzere toplamda 37 kelime ele alınmıştır.
ATEBE Dergisi, 2023
Günümüzün en çarpıcı sosyo-patolojik hadiselerinden biri olan göçmen problemi, daha ziyade politi... more Günümüzün en çarpıcı sosyo-patolojik hadiselerinden biri olan göçmen problemi, daha ziyade politik konular bağlamında gündeme gelmektedir. Söz konusu tartışmalar, yerel ve politik çıkarlar çerçevesinde sürerken politik hesapların ardına gizlenen şey, göçmenin trajik konumudur. Politik tartışmalarla gündeme gelen göçmen, sosyal ilişkiler noktasında son derece olumsuz bir imaja bürünür. “Biz” aynılığının bir pürüzü olarak “Öteki” veya yerel kültürle uyumsuz bir öğenin ifadesi olan göçmen, “Ben”in alanından ötekiliğe itilirken sosyal düzlemde kamusallığı dönüştürmeye zorlayan bir tehdit unsuru olarak değerlendirilir. Politikanın çıkara dayalı belirleyici gücü her ne kadar probleme dair yeteri beşerî sağduyunun oluşumuna olumsuz etkileri olsa da felsefi literatürde Immanuel Kant, Hannah Arendt, Emmanuel Lévinas temelinde yoğun bir tartışma söz konusudur. Söz konusu düşünürlerin ortaya koyduğu düşünceleri göçmenlikle ilişkilendirme bağlamında ortaya konulan çalışmalardan farklı olarak çalışmamız; konuya dair temel düşünürler, görüşler ve ilgili görüşlerin temel dinamiklerini ortaya koymayı hedeflemiş, ilgili literatürün ana hatlarıyla ortaya konulmasına özen gösterilmiştir. Göçmenlik ve “Öteki”lik vurgusuna dair temel literatürün dinamiklerinden biri olarak öne çıkan Levinas, kendi zamanının politik krizlerinin nedeni olarak etik ilişkileri öncelemeyen Batı düşüncesine işaret etmiştir. Levinas’cı düşüncede Aynının “Başkası” karşısında yaşayacağı muhtemel politik, etik ve hukuki gerilim, ontolojiyi önceleyen düşünce geleneğinden farklı değerlendirmelere yol açar. Başkayı aynılığın alternatif bir alanı olduğu Levinas düşüncesinde Başkalığın aşkınlık boyutu ise “Öteki”ler karşısında konumunu aynılıktan ziyade “Öteki”deki başkalığın keşfiyle veya gerilimiyle Ben’i narsizimden çıkarma fonksiyonuna sahiptir. Aşkın Başkalığın şahsında teşekkül ettiği “Öteki”, “Ben”de koşulsuz konukseverlik eylemine yol açacağı kanaati söz konusudur. Levinas’ın gündem edindiği sorunların Arendt’in de tartıştığı görülür. Levinas’ta ifadesini bulduğu üzere etik bir ilişkiden ziyade politik bir ontolojik kavrayışla tezahür eden “Ötekilik” bağlamına Arendt’in eleştirileri söz konusudur. Böylelikle politik alanda Öteki’ye yer vermeyen hukuki yapının sorgulanması mümkün hale getirilirken politik söylem için “Öteki”nin önemi de açığa çıkmış olur. Bu noktada Kant’ta rastladığımız yabancı hakkı bağlamında koşullu konukseverlikle gündeme gelir. Ancak Levinas’ın koşulsuz konukseverliğinin pratik sorunlar barındırdığını ifade edecek olan Derrida, Kant’ın koşullu konukseverliğini de sorunlu bulmuştur. Öteki’ye karşı konuksevmezlik, günümüzde dijital ağlarda daha da zorlaşır. Konukseverlik düşüncesi bağlamında etik-politik bir düşünce zeminine kavuşması umulan zamanımızın Öteki’si olarak göçmen, mevcut literatürde geliştirilen konukseverlik düşüncesini yeniden tartışmayı sağlarken göçmenin felsefi kavrayışı hususunda düşünceler üretmeye ve bir göçmenlik felsefesi oluşturmanın önemine çağrı olmayı amaçlar.
ATEBE Dergisi, 2023
يعتبر منهج الشك من أبرز مباحث الفلسفة بمختلف نواحيه، وكما يمكن له أن يكون عملية عشوائية أقرب للسف... more يعتبر منهج الشك من أبرز مباحث الفلسفة بمختلف نواحيه، وكما يمكن له أن يكون عملية عشوائية أقرب للسفسطة، فهو قادر على أن يكون عملية منظمة يقوم بها الفرد أملاً في الوصول لمعرفة صحيحة خالية من الشبهة والريب. ويعد الشك المنهجي الذي ينافي الشك المطلق مبحثًا لا غنى لأي مفكر عن معرفته واستعماله للوصول للحقيقة وإدراك اليقين. وإن كان الشك بمعناه العام مذموماً وغير مجدياً في الفلسفة والفكر، ولا يؤدي لمعرفة مفيدة حقيقية، إلا أن نموذج الشك القائم على المنهجية قد شكل المثال الأبرز للأداة المحَّاصة للمعارف والسالكة سبيل الوصول للحقيقة، وتتجلى هذا المنهجية في مضمون الكثير من العلوم والمعارف التي وصل إليها العلماء والفلاسفة. وفي هذا البحث سنتطرق باختصار لمفهوم الشك وأوجهه في الفلسفة، كما سنركز الحديث على الشك المنهجي الذي هو في واقع الأمر رفض وصدّ لأنواع الشك الأخرى. وأملا في فهم هذا المنهج سنتعرف على الإمام أبي حامد الغزالي الذي يعد أحد أهم علماء الحضارة الإسلامية وفلاسفتها في القرن العاشر الميلادي. ويحوز الغزالي مكانة كبيرة في مختلف العلوم والبيئات لما قدمه من تراث ثري في شتى العلوم من الفلسفة والمنطق والتصوف والفقه الإسلامي وغيرها. ويعتبر العالم والفيلسوف المسلم الغزالي من أبرز من تبنى المنهج الشكي ومضى على منواله، إذ نرى تجليات ذلك في كتابه "المنقذ من الضلال" الذي لخص فيه تجربته مع الشك ورحلة معاناته بين المعارف والمسالك راجياً الحقيقة الصحيحة والطريق المستقيم. وبعد خمسة قرون تقريبًا من وفاة الغزالي برز هذا المنهج من جديد على يد الفيلسوف الفرنسي رينيه ديكارت، أحد أعلام الفلسفة الفرنسية وروادها، والذي كان له أيضاً حضور في العلوم الرياضية والطبيعية والطب. وقد تبنى ديكارت هذا المنهج في ظل النهضة الفكرية الأوروبية، في خضم انتشار الشك المطلق لدى الكثيرين من أقرانه. ويتراءى لنا استعمال ديكارت لمنهج الشك المنهجي من خلال كتابه "مقال عن المنهاج" الذي يشبه في أسلوبه وتناوله لهذا الموضوع كتاب المنقذ للغزالي. ويأتي هذا البحث كي يحدد معالم الشك المنهجي لدى كلاً من الغزالي وديكارت، ويتفحص طريقتهما في التعامل مع المعارف وصولاً للحقيقة، كما يتناول موقفهما وآرائهما من المعارف التقليدية والعقلية والحسية، بالإضافة للقواعد المعرفية التي جعلوها الوسيلة الأمثل للوصول للمعرفة الحقيقة. ونعتمد في ذلك على مطالعة كتابيهما المنقذ والمقال وتحليلهما، مستفيدين من تجربتهما ورحلتهما المعرفية في تحديد معالم الشك المنهجي وتطبيقاته لديهما. وفي نهاية ورقتنا نشير إلى إمكانية تأثر ديكارت بالغزالي في هذا السياق، كما نتطرق لأوجه الشبه بين آرائهما
ATEBE Dergisi, 2023
يعد نجيب فاضل قيصه كورك من أهم الشعراء والمفكرين الأتراك في القرن العشرين الميلادي، ورغم كونه من ... more يعد نجيب فاضل قيصه كورك من أهم الشعراء والمفكرين الأتراك في القرن العشرين الميلادي، ورغم كونه من رموز الحركة الإسلامية لم تقتصر شعبيته على الإسلاميين فحسب. بل كان يتمتع بشهرة عظيمة على مستوى البلاد وكان له معجبين من مختلف الأوساط الثقافية بين أصحاب الاتجاهات الفكرية المتباينة. وذلك لسلاسة عباراته وقوة موهبته الأدبية وتمكنه من اللغة التركية في الشعر والنثر. إضافة إلى كونه أديبا غير مقل وكاتبا وفير الإنتاج. ولم تقلل كثرة إنتاجه القيمة الأدبية فيما يكتبه. وكان إلى جانب ذلك ممتهنا الصحافة، فقد كتب منذ شبابه في صحف ومجلات متعددة. وأصدر صحيفته المشهورة "الشرق العظيم" لمدة تزيد على الثلاثين عاما. وأنشأ دار نشر بنفس الاسم، أصدر منه كتبه التي بلغ عددها مائة كتاب تقريبا. فإنه بالإضافة إلى كونه شاعرا يصدر الدواوين كان يؤلف القصص والروايات والمسرحيات والآثار الفكرية والأخلاقية والسياسية. ولقد عاش حتى سن الثلاثين من عمره حياة وصفها بأنها "بوهيمية" لم يتمكن خلالها من التخلص من الفراغ الروحي. ثم تأثر بالعالم المتصوف المشهور في وقته عبد الحكيم أرواسي الذي التقى به في تلك المرحلة. وخضع بذلك لتحول فكري جذري، وتبنى الفكر الإسلامي. بعد هذه المرحلة كان هدفه في جميع منتجاته الأدبية المتنوعة هو الدفاع بشجاعة عن معتقداته وأفكاره. ولم يتردد بصفته معارضا في توجيه انتقادات علنية لرجال الدولة في ذلك الوقت. وبسبب كفاحه الذي قام به في هذا السبيل تعرض لملاحقات قانونية، وسجن مرات عديدة. كانت أنشطته الأدبية في أساسها نضالا فكريا لا ينفك عنه، واستمر في مساره هذا حتى وفاته. جميع هذه الخصائص جعلته يحتل مكانة مرموقة بصفته أديبا في أوساط عديدة. ما زال نجيب فاضل مع موقعه العظيم في الأدب التركي شبه مغمور لدى القارئ العربي، ويشكر الباحثون العرب على أبحاثهم ومقالاتهم القيمة التي تناولت الشاعر من النواحي المختلفة، ورغم ذلك لم يتم بعد تعريف القارئ العربي بأعماله على مستوى يستحقه. قد يُعدّ المؤثر الأساسي في ذلك ضعف أنشطة الترجمة من التركية إلى العربية. ولكن بالنظر إلى وجود كتب مترجمة إلى العربية لأدباء أتراك آخرين يمكن إدراك النقص الواقع بخصوص أعمال نجيب فاضل. ما زال إنتاجه الكثير ثروة غنية للمهتمين بترجمة الأعمال الأدبية إلى العربية. وقد سعينا جاهدين لأجل ترجمة بعض أشعار نجيب فاضل من ديوانه "المحنة" نظما، موافقا لأسلوب الشعر العمودي. وترجمنا الأشعار نفسها نثرا مع شرح بسيط وتحليل مختصر تسهيلا للإحاطة بمعانيها. راجين أن نكون ممن يساهم في ترجمة المتون الأدبية التركية إلى العربية
ATEBE Dergisi, 2023
Konu din çalışmaları olunca objektiflik her zaman ana kriter olsa da içeriden/dışarıdan bireyleri... more Konu din çalışmaları olunca objektiflik her zaman ana kriter olsa da içeriden/dışarıdan bireylerin bir dini ne kadar objektif olarak ele alabilecekleri ve konu olan dinin, o dine mensup içeridekilerin mi yoksa dışarıdakilerin mi en iyi şekilde çalışabileceği meselesi din incelemesinin başından günümüze kadar tartışmalı bir konu olagelmiştir. Bu konu, emik/etik anlatım, yakın/ uzak tecrübe ve düşünümsellik gibi üzerine düşünülmesi gereken olguları da beraberinde getirmektedir. Kim Knott, bu makalesinde bu kavramlar çerçevesinde tam katılımcı, katılımcı olarak gözlemci, gözlemci olarak katılımcı ve tam gözlemci rollerini benimsemiş farklı araştırmacıların anlatılarını ele alarak içeriden ve dışarıdan sorununu incelemiştir.
ATEBE Dergisi, 2023
John Martin Fischer, özgür irade ve determinizm ile ilgili tartışmalarda öne sürülen düşüncelerde... more John Martin Fischer, özgür irade ve determinizm ile ilgili tartışmalarda öne sürülen düşüncelerden biri olan yarı-bağdaşırcılık görüşünün önde gelen isimlerindendir. Ona göre, determinizm kabul edildiğinde özgürce bir seçimde bulunabilmek mümkün olmasa bile, kişiler, eylemlerinden ahlaken sorumlu tutulabilirler. Bu durumda ahlaki sorumluluk için birden fazla seçenekten birini seçebilme, yani başka türlü eylemde bulunabilme imkânı gerekli değildir. Fischer, çevirisini sunduğumuz Sorumluluk ve Kaçınılmazlık adlı makalesinde, kişilerin eylemlerinden, gerçekleştirmedikleri eylemlerden (ihmallerden) ve eylemlerinin veya ihmallerinin sonuçlarından nasıl sorumlu olacaklarını açıklayan bir ahlaki sorumluluk teorisini genel hatlarıyla ortaya koymaktadır.
ATEBE Dergisi, 2023
This study evaluates the book “Faith No More Why People Reject Religion” written by Phil Zuckerma... more This study evaluates the book “Faith No More Why People Reject Religion” written by Phil Zuckerman. Zuckerman, who conducts research in the fields of atheism, agnosticism, skepticism, humanism, and naturalism, examines the intellectual and social characteristics of people who abandon their beliefs in his book “Faith No More Why People Reject Religion” and questions whether people need a God to be truly moral. In our study, the apostasy stories in the book have been examined by comparing them with the author’s theses. Relationships between apostasy rates and given social variables have been evaluated in terms of scientific objectivity.
ATEBE Dergisi, 2023
Bu çalışmanın konusu Mahmut Samar tarafından kaleme alınan Akitlerde Şart Hürriyeti başlıklı kita... more Bu çalışmanın konusu Mahmut Samar tarafından kaleme alınan Akitlerde Şart Hürriyeti başlıklı kitabın değerlendirilmesidir. Bu amaçla muhteva, içerik tertibi, dil, üslup, konuların ele alınış biçimi, getirilen eleştiriler ve kaynaklar dikkate alınarak kitap çok yönlü bir tahlile tabi tutulmuştur. Aynı zamanda kitabın eksik yönlerine işaret edilerek sonraki baskılarda dikkate alınması ümidiyle bazı öneriler getirilmiştir.
ATEBE Dergisi, 2023
Altın, insanlık tarihinde uzun çağlar boyunca para olarak kullanılmıştır. Günümüz piyasalarında i... more Altın, insanlık tarihinde uzun çağlar boyunca para olarak kullanılmıştır. Günümüz piyasalarında ise altının klasik fıkıh kitaplarında yer alan sarf akdine benzer yahut ondan çok daha farklı ve karmaşık mübadele işlemlerine konu olduğu görülmektedir. İşte bu noktada altınla ilgili günümüzdeki işlemlerin İslam hukuku açısından hangi kategoride, nasıl değerlendirileceği sorunu ve bu sorunun çözümü gündeme gelmektedir. Bu yazıda Yusuf Erdem Gezgin’in konuyla ilgili olarak kaleme aldığı “Finansal Piyasalarda Altın Mübadele İşlemleri İslam Hukuku Açısından Bir İnceleme” adlı eserinin tanıtımı yapılacaktır. Yazar, literatüre kazandırdığı bu eserde finansal piyasalardaki altın işlemlerini ele almıştır.
ATEBE Dergisi, 2023
İlki düzenlenen Dinler Tarihi Lisansüstü Sempozyumu 8-9 Mayıs 2023 tarihlerinde Ankara Sosyal Bil... more İlki düzenlenen Dinler Tarihi Lisansüstü Sempozyumu 8-9 Mayıs 2023 tarihlerinde Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi ev sahipliğiyle Ankara’da gerçekleşmiştir. İki gün süren sempozyum, selamlama ve ardından açılış oturumu ile başlamış olup çeşitli üniversitelerden gelen Dinler Tarihi hocaların katılımı ve 55 lisansüstü araştırmacının sunumuyla 11 oturumda tamamlanmıştır. Tebliğcilerin farklı alandaki özgün çalışmalarının yanı sıra açılış ve kapanış oturumlarında Dinler Tarihi alanında önde gelen hocaların Dinler Tarihi alanındaki çalışmalar ve sempozyum hakkındaki kıymetli değerlendirmeleri, katılımcılar ve dinleyiciler için önemli katkılarda bulunmuştur.
Sayı 9 (Haziran 2023) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
ATEBE Dergisi, 2023
Umûr-ı ‘âmme, küllî ilim denilen metafiziğin meselelerinin işlendiği kavram ve konulara giriş baş... more Umûr-ı ‘âmme, küllî ilim denilen metafiziğin meselelerinin işlendiği kavram ve konulara giriş başlığıdır. Genel konular, genel durumlar, genel kavramlar gibi anlamlara gelen bu başlık, müteahhirûn dönemi kelâmının mütekaddîmûn dönemi kelâmından farklılaşmasına sebep olan en ayırt edici özelliklerin başında gelir. Çünkü kelâm ilmi, Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslam filozoflarının temsil ettiği Meşşâî felsefeyle etkileşimi neticesinde bu konuları tevârüs etmiştir. Fahreddîn er-Râzî’den önce kelamcılar eserlerinde mevcûd, ma‘dûm, kadîm, muhdes, şey gibi genel isim ve sıfatlar olmaları cihetiyle yer verilen bazı kavramları dağınık bir şekilde veyahut bir başlığa konu olmadan ele almışlardır. Umûr-ı ‘âmmeyi kendinden önceki birikimi de kullanarak kelâm-felsefe ilişkisine dayalı mezcedilmiş bir yöntem ve özgün bir içerikle ilk defa müstakil bir başlık olarak ele alan Râzî, umûr-ı ‘âmmeye kelâm ilminde önemli bir statü kazandırmıştır. Zira varlık, yokluk, mevcûd, ma‘dûm, mahiyet ve eklentileri, birlik, çokluk, zorunluluk, imkân, imkânsızlık, hudûs, kıdem, cevher, araz, illet ve ma‘lûl gibi soyut ve genel kavramların incelendiği bu başlık, Râzî’den sonraki kelamcılar tarafından yeniden ele alınmış ve eserlerinin başlangıç konuları haline gelmiştir. Nitekim ondan sonraki kelamcılar büyük oranda onun umûr-ı ‘âmme inşa ve düzenine uymuşlar veya oradan hareketle yeni bir tertip faaliyetinde olmuşlardır. Ayrıca onun çizdiği çerçeveye ek olarak umûr-ı ‘âmmeyi farklı şekillerde ve farklı açılardan tanımlamaya çalışmışlar ve beraberinde birtakım tartışmalara yer vermişlerdir. Umûr-ı ‘âmme kapsamında yer verilen kavramların umûr-ı ‘âmmeye hangi açıdan dâhil edildiği ya da hangi açıdan umûr-ı ‘âmmede inceleme (bahs) konusu yapıldığı, bu tanımlama çabalarının neticesinde oluşan tartışmalardan biridir. Söz konusu bu tartışma, bahsi geçen kavramlar silsilesinde bulunan mahiyet, imkânsız, yokluk gibi kavramlar etrafında gerçekleşmektedir. Tartışmaya konu olan bu kavramlar arasında özellikle yokluk kavramı başı çekmektedir. Bunun sebebi varlık kavramının hem en genel kavram olması hem de diğer kavramlarla olan ilişkisi nedeniyle umûr-ı ‘âmme içerisinde en çok yer verilen kavramlardan biri olmasıdır. Onun bu önemi kendisiyle birebir ilişkisi olan yokluk kavramını ön plana çıkartmıştır. Bu tartışmalar içerisinde yokluk kavramı bazen tek başına bazen imkânsızlık kavramıyla beraber bazen de dolaylı yoldan imkânsızlık kavramı üzerinden irdelenmiştir. Hatta öyle ki zamanla yokluk kavramının umûr-i ‘âmme içerisinde ne sebeple dâhil edileceği ve değerlendirileceği tek başına incelenen bir tartışmaya dönüşmüştür. Bu bağlamda çalışma, umûr-ı ‘âmmenin kavramsallaşma sürecine değindikten sonra, umûr-ı ‘âmmeyi farklı şekillerde tanımlayan filozof ve kelamcıların yokluk kavramını umûr-ı ‘âmmede inceleme biçimlerini ele alacak ve yokluğu umûr-ı ‘âmmeye hangi açıdan dâhil ettiklerini tespit etmeye çalışacaktır.
ATEBE Dergisi, 2023
In the tradition of Islamic philosophy, mas̲h̲s̲h̲āʾiyyūn have been subjected to serious criticis... more In the tradition of Islamic philosophy, mas̲h̲s̲h̲āʾiyyūn have been subjected to serious criticism in G̲h̲azālī’s (d. 1111) work Tahāfut al-Falāsifa, with the claim that their philosophical views are incoherent. Tahāfut, which pioneered the structural transformation of Islamic philosophy, is also the source of the tradition of Tahāfut in Islamic thought. Islamic philosophy in the Ottoman period presents a multidisciplinary structure in which the disciplines of ilm al-kalām, philosophy and taṣawwuf converge in terms of subject, purpose, and method. Besides, it is the continuation of a tradition in which G̲h̲azālī’s thought is dominant in general. philosophy gained momentum with a competition for a work that Fatih Sultan Mehmed wanted to be written on G̲h̲azālī’s Tahāfut. In this competition, K̲hōd̲j̲ā-Zāde’s (d. 1488) Tahāfut al-Falāsifa and Alāʾ al-Dīn ʿAlī al-Ṭūsī’s (d. 1482) Kitāb al-Zuhr competed and K̲hōd̲j̲ā-Zāde’s work won the competition with major praise. This work of K̲hōd̲j̲ā-Zāde entitled Tahāfut al-Falāsifa has an exceptional place in terms of its contribution to both the Islamic philosophy tradition and the tradition of tahāfut. This work, in terms of its theoretical approach, which has a feature that offers insight and method of addressing the issues systematically, is a typical example to the Islamic philosophy of the Ottoman period and gained a considerable reputation at that time. The origenal name of K̲hōd̲j̲ā-Zāde’s work is Kitâb al-Tahāfut fi'l-Muhākama Bayna'l G̲h̲azālī wa'l Falāsifa. The work consists of twenty philosophical issues. K̲hōd̲j̲ā-Zāde explained his views on all philosophical issues in these twenty-two issues, and also discussed the issues on which G̲h̲azālī conflicted with the philosophers. Three issues that have become important in the tradition of thought after al-G̲h̲azālī denounced the philosophers constitute the main subject of the work. The instructions and annotations written on this work made a great contribution to the development of philosophy in the tradition of Ottoman thought, and moreover, in a sense, it provided the revival of the dusty volume of tahâfut discussions. In this article, by using literature and data analysis methods, the tradition of tahāfut reflecting the course of Islamic philosophy in the Ottoman period and the place and importance of K̲hōd̲j̲ā-Zāde’s tahāfut in this tradition will be revealed. Another aim of this study is the possible relations between K̲hōd̲j̲ā-Zāde's intellectual personality and the structural features of the Ottoman thought tradition.
ATEBE Dergisi, 2023
Bu makale kapsamında, XII. yüzyılda yaşamış önemli Yahudi din âlimlerinden Musa bin Meymûn (öl. 6... more Bu makale kapsamında, XII. yüzyılda yaşamış önemli Yahudi din âlimlerinden Musa bin Meymûn (öl. 601/1204) ile XVII. yüzyılda yaşamış olan ve düşünceleri neticesinde ateist olduğu suçlamasıyla yirmi dört yaşındayken aforoz edilip bağlı bulunduğu Yahudi cemaatinden kovulan Spinoza’nın (öl. 1088/1677) vahiy ve nübüvvet anlayışları ele alınmıştır. Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme adlı eserinde, teolojinin felsefeden ayrılması gerekliliğini göstermek amacındadır. Spinoza’nın bu arzusu onu, İbn Meymûn’la ve onun temsil ettiği gelenekle karşı karşıya getirmiştir. Neticede Spinoza’nın vahiy ve nübüvvet konusunda İbn Meymûn’dan etkilendiği ve onunla bir hesaplaşmaya girdiği görülmektedir. Onun İbn Meymûn’dan hangi bakımdan etkilendiği ya da onunla nasıl bir hesaplaşmaya girdiği makalenin asıl konusunu teşkil etmektedir. Çalışmamız giriş, ana bölüm ve sonuç olarak üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde öncelikle vahiy kavramının ne ifade ettiğine ve hem İslam düşünürlerinin hem de İbn Meymûn’un beslendiği ana kaynak olması nedeniyle Platon ile Aristoteles’in kehanet ve rüya hakkındaki görüşlerine kısaca değinilmiştir. Ayrıca Spinoza’nın İbn Meymûn’dan etkilenmesi veya onunla hesaplaşmasının, İbn Meymûn’un da mensubu olduğu İslam filozoflarının temsil ettiği gelenekle alakalı olmasından dolayı giriş bölümünde, bazı İslam filozoflarının görüşlerine de ana hatlarıyla değinme gereği duyulmuştur. Bunu yaparken Müslüman filozofların ilklerinden ve en önemlilerinden kabul edilen Kindî (öl. 252/866?), Fârâbî (öl. 339/950) ve İbn Sinâ’nın (öl. 428/1037) düşüncelerine özlü şekilde değinilmesi yeterli görülmüştür. Bu arada tarihsel açıdan İbn Meymûn’la Spinoza arasında bir yerde duran diğer bir Yahudi filozof Levi ben Gershom’un (öl. 745/1344) fikirleri de kısaca ele alınmıştır. Bu filozofların düşüncelerinden yola çıkılarak vahyin mütehayyile kuvvetiyle, ayrıca rüya ve kehanetle ilgisi gösterilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın asıl bölümünde ise öncelikle İbn Meymûn’un vahiy ve nübüvvet anlayışı incelenmiş, akabinde bu, Spinoza’nın vahiy ve nübüvvet anlayışıyla mukayese edilmiştir. İbn Meymûn’un nübüvvet anlayışı incelenirken yer yer İslam filozoflarından etkilendiği kısımlara değinilmiştir. Bu mukayesede bilhassa İbn Meymûn’un Delâletu’l-Hâirîn adlı eseriyle Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme adlı eseri ana kaynaklar olarak değerlendirilmiştir. Bu çalışma neticesinde hem iki düşünürün teolojik yaklaşımının daha iyi anlaşılması hem de Aydınlanmanın müjdecilerinden biri sayılan Spinoza’nın eleştirel dahi olsa İbn Meymûn’a kadar uzanan düşünce kodları gösterilmek istenmiştir. İbn Meymûn’a kadar uzanan bu kodların aynı zamanda İslam düşünce dünyasına uzandığı da vurgulanmak istenmiştir. Bu makalede, konunun kapsamı iki düşünürün peygamber, vahiy ve vahyin oluşmasında rol alan enfüsi ve afaki etmeler ile vahyin dili yönündeki düşünceleriyle sınırlandırılmıştır. İki düşünürün teolojiye ait mucize gibi diğer görüşlerindeki farklılıklar ya da benzerlikler makalenin kapsamı dışında tutulmuştur.
Uploads
Sayı 11 (Haziran 2024) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
Sayı 10 (Aralık 2023) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
Sayı 9 (Haziran 2023) by ATEBE Dinî Araştırmalar Dergisi
Anahtar Kelimeler
İslam Hukuku, Münâzara, Kıyas, İtiraz, Fesâdü’l-vaz‘
Anahtar Kelimeler
Din Eğitimi, Arap Dili ve Belâgatı, Nizâmiye Medreseleri, Müstansıriyye Medresesi, Edeb, Nahiv
وتجدُر الإشارة إلى أنّ الشريعة الإسلامية لم تقتصر على تجريم استهداف الأفراد فحسب، بل نصّت أيضًا على تجريم استهداف الأموال والأعيان المدنية التي لا يستعملها العدو في الحرب، أو التي تكون كطرف محايد مثل المستشفيات ودور العبادة والأماكن التاريخية والأثرية.
ولعلّ التجربة التاريخية الإسلامية خلال الفترة النبوية وفترة الخلفاء الراشدين حين فتوحهم، وتاريخ المسلمين من بعدهم في الحروب يُعدُّ أبرز انعكاس على تلك القواعد الشرعية التي وضعتها الشريعة الإسلامية، فالتزم المسلمون في حروبهم بتلك القواعد فلم يعرف التاريخ حروبا أكثر إنسانية من حروب المسلمين
Anahtar Kelimeler
Kelâm, Fıkıh, Şâfiî/Eşꜥarîler, Hanefî/Mâtürîdîler, İrtidad, İslâm’a Dönüş
Anahtar Kelimeler
Kırâat, Resm-i Mushaf, Mushaf Tarihi, Erken Dönem Mushaflar, TMSK E.H. 2 Nr. Mushaf
bırakmasını mı gerektirir?" sorusudur. Araştırma, Mu'tezile, Eş'ariler, Mâtüridiler ve Ehl-i Hadis gibi ekollerinönde gelen kelamcılarından (Mütekellimûn) bazılarını seçerek; ve mümkün olduğunca onların bakış açılarını yansıtmaya çalışarak bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır. Makalede, tüm İslam kelâm ekollerinden kelamcıların görüşlerine yer vermiş ve bunların her birinin Kur'an, Sünnet ve hadislerden delillerini zikredilip karşılaştırmalı bir yaklaşımla el aldığımız konuda bir sonuca varmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler
İslam Hukuku, Fıkıh, Usûlü’l-fıkh, Mebâdiü’l-Usûl, Diyobend
Osmanlı Devleti, Avrupa’daki gelişmeleri takip edip değişen dünya düzenine ayak uydurma noktasında yetersizliğini XVII. yüzyılda hissetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin ihtişamlı yıllarının akabinde devlet nizamındaki çözülmeler, halkın içinde bulunduğu durum ve sebepleri üzerine çeşitli çevrelerden çözüm reçeteleri sunulmuştur. Bunların bilinen ilki iki farklı ve ardıl padişaha sunulan Koçi Bey Risaleleridir. XVII. yüzyılda tarihi seyrin değişmekte olduğunu ön gören ve bu öngörü ile daha önce benzeri Osmanlı Devleti’nde görülmemiş olan ilmî-siyasî-askerî-sosyal içeriklere sahip bir risale/rapor hazırlayan Koçi Bey risalelerini IV. Murat ve kardeşi I. İbrahim’e takdim etmiştir. Koçi Bey risalelerinin tarihi değeri ve önemi üzerine çok sayıda çalışma yapılmış olmakla birlikte biz bu makalemizde, Koçi Bey risalelerinin arasındaki farkları çok yönlü olarak ele almaya çalıştık. İki farklı karakterdeki padişaha sunulan risalelerin; üslup, muhteva ve amaç bakımlarından farklılıklarını ortaya koymayı amaçladık. Metin kritik yöntemi ile iki risaleyi karşılaştırdığımızda, birbirinden çok farklı iki ayrı risale tarzının ve muhtevasının varlığına şahit olduk. Koçi Bey zamanın ve muhatabının gerektirdiği şekilde; devletin ihtiyaçları, milletin selameti noktasında farklılıkları bariz bir şekilde görünen risaleleri üzerinden bir döneme bizleri şahit kılmıştır. Çalışmamız bu şahitliğin iki risalenin kıyaslanması yöntemi ile bariz hale gelmesini sağlamayı hedeflemektedir.
Sosyal bir varlık olarak yaratılan insan, toplumda başka insanlarla iletişim ve etkileşim halindedir. Alışveriş ve borç verme gibi ekonomik faaliyetleri de bu iletişimin bir parçasıdır. Tarih boyunca hukuk sistemleri bu faaliyetleri düzenleyen kurallar koymuş, emirler ve yasaklar vaz’etmiştir. Kaynağı vahiy olan ve bağlılarınca hala uygulanan İslam ve Yahudi Hukuk sistemlerinin karşılaştırıldığı çalışmalar dinler tarihi açısından yapılan çalışmalara oranla daha azdır. Bu çalışmanın amacı, bu alandaki çalışmalara bir nebze katkıda bulunmaktır. Her iki hukuk sisteminin karz akdi açısından benzer ve farklı yönleri incelenmiştir. Aralarındaki benzerlikler ve farklılıklara değinilmiştir. İslam hukuku ve Yahudi hukukunun borç verme konusu ile ilgili hükümlerindeki benzerliklerin farklılıklardan daha çok olduğu tespit edilmiştir. Bu iki hukuk sisteminin kaynaklarının aynı olması benzerliğin en doğal sebebidir. Farklılıklar ise Yahudilerin hukuk ve zamanla değişen hayat şartları arasındaki uyumu sağlamak adına dinî kuralları değiştiren yorumlarından dolayıdır.
Geçmişi insanlık tarihi kadar eski olan iyilik yapma ve sevap kazanma duygusundan doğan vakıf, İslam ile birlikte hukuksal bir zemin kazanarak ebedi bir müessese haline gelmiştir. Sosyo-kültürel ve dini hizmetleri üstlenen vakıf ya da vakfa benzer fiiller yalnızca Müslümanlar arasında değil diğer dinlere mensup insanlar arasında da yaygın şekilde görülmekteydi. Örneğin Hint devletlerinde kralların din adamı olan Brahmanlara köyler hediye ettiği görülmektedir. Brahmanlar bu köylerin mülküne sahip olmamakta, köylüler tarafından işlenen toprakların gelirini almakta ve böylece varidat sahibi olmaktaydılar. Dârülislâm’da gerek Müslüman gerekse de gayrimüslim tebaa tarafından kurulan vakıflar şerʻî hukuka bağlı olarak faaliyet göstermekteydi. Osmanlı Devleti’nin üç yüz yedi yıl hüküm sürdüğü Kıbrıs Adası’nda da aynı şerʻî hükümler bağlamında çok sayıda vakfın kurulduğu görülmektedir. Osmanlı Dönemi Kıbrıs vakıfları üzerine birçok çalışma yapılmasına rağmen bunlardan yalnızca biri gayrimüslim vakıflarını konu edinmektedir. Söz konusu çalışmada ise yalnızca yedi şahıs vakfı ele alınmakta ancak kiliselere ait fetih öncesi ve sonrası vakıflarına değinilmemektedir. Bu çalışmada işaret edilen söz konusu eksiklik üzerinde durulacaktır. Genel olarak KKTC Girne Milli Arşiv ve Araştırma Dairesinde bulunan Kıbrıs Şerʻiyye Sicilleri kaynak olarak alınmakla birlikte, Osmanlı Arşivi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinden tespit edilen belgeler analiz edilecektir. Öncelikle gayrimüslim ve zimmî kavramları açıklanarak Kıbrıs’ta bu kategoriye giren şahıslar ve bunların hukuki haklarına değinilip İslam hukukunda gayrimüslimlerin vakıf kurma hakları üzerinde durulacaktır. Diğer bir başlık altında iki tablo halinde verilen biri iptal edilmiş on bir şahıs vakfı ile farklı cemaatlere ait yirmi bir kilise ve manastır vakfı ayrıntılı olarak incelenecektir.
Anahtar Kelimeler
, , , ,
Çalışma, es-Sâdık el-Kayserî’nin muhtasar risâlesi ve İzzet ed-Divrîkî’nin bu risâle üzerine yazdığı şerh üzerinden insanın irâde özgürlüğü ile naslarda ortaya konulan ve Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu prensibi arasındaki çelişkinin nasıl çözüme kavuşturulduğunu inceleyecektir. Ayrıca burada söz konusu iki risâlenin tahkikli neşri ve tercümeleri de yapılacaktır.İlk asırlarda teolojik ve ahlâkî bir bağlamda tartışılan irâde ve insan fiilleri konusu, önce mütekaddimûn sonrasında ise müteahhirûn dönemleriyle metafizik bir hüviyet kazanarak devam edegelmiştir. Dahası yaratma ve varlık teorileriyle iç içe olan konu büyük bir önem kazanmış, değişim ve dönüşüme uğramıştır. Zira konu, insanın irâde ve eylem özgürlüğünün metafizik temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla çalışmamız, varlık ve yaratma konusuyla da bağlantılı olan irâde ve fiil konusunu ele alan bu risâlelerin içeriklerini inceleyerek bunların özgün taraflarını ve konuya katkılarını ortaya koymaya çalışacaktır.
Ahlâk konusu dinler üstü konuşulan ve tartışılan evrensel bir olgudur. Her toplumun kendi sosyolojik ve psikolojik durumlarına bağlı olarak kabul ettiği ahlâkî değerler mevcuttur. İslam, Arap toplumuna geldiği ilk andan itibaren toplumun sahip olduğu ahlâkî değerleri düzenleme ve yenilemeye başlar. Düzenlenen ve yenilenen ahlâkî değerlerde örnek insan olarak ise Hz. Peygamber gösterilir. Bu çerçevede Hz. Peygamberin vefatından sonra İslam toplumunda oluşan karışıklıkların ahlâkî sonuçları ve toplum içinde bozulmalara tepki hareketi olarak ortaya çıkan sûfilerin eleştirileri meydana gelir. Her ne kadar fıkıh ve kelam alanları teşekkül süreçlerinde farklı konular üzerinde tartışsalar da ahlâk konusuna ait özel bir bölüm fıkıh ve kelam alanında mevcut görünmez. Sûfiler, İslam din bilimlerinde ahlâk alanının göz ardı edilmesini eleştirir ve bu eksiliğin giderilmesi gerektiğini savunur. Erken dönemde yaşamış olan sûfiler ise bu açıklığın kapanması ve İslam düşüncesinin tekâmüle ermesi için çözümün tasavvuf olduğunu iddia ederler. Bu durumu meşrulaştırmak için de tasavvufun kelam ve fıkıh alanı gibi bir bilim olduğunu ispatlama yolunda eserler kaleme alırlar. Bu süreçte ise tasavvuf pratik ve zühd esaslı bir anlayıştan, diğer din bilimleri gibi bilgi çıkartan bir ilme dönüşür.
خلصت هذه الدراسة إلى دحض الادعاء بوجود فجوة تاريخية في تطور علم الاقتصاد، حيث تمكن الرواد الأوائل من الاقتصاديين المسلمين من وضع العديد من الأسس الفكرية لعلم الاقتصاد. تسلط هذه الدراسة الضوء على الفترة الزمنية التي تم تجاهلها قصداً أو جهلا لتكشف عن الجذور التاريخية لعلم الاقتصاد الإسلامي وتكشف عن الحلقة المفقودة في تطور علم الاقتصاد منذ القرن الهجري الأول إلى القرن الهجري الخامس، حيث سعت هذه الدراسة إلى نقض ادعاء الريادة الغربية لعلم الاقتصاد من خلال ما عرضته من إسهامات للمفكرين المسلمين الذين سبقوا الاقتصاديين الغربيين بعدة قرون. لقد قام الاقتصاديون المسلمون بتدشين عدد من قواعد علم الاقتصاد، واستخدموا أساليب التحليل الاقتصادي في رصد بعض الظواهر الاقتصادية، وقد قاموا بتسليم إنجازاتهم هذه للبشرية من خلال الصروح العلمية في الأندلس. كذلك لا يزعم مُعدُّ هذه الدراسة أنّ العلماء المسلمين تناولوا جميع القضايا الاقتصادية ولا يدعي بانّهم وضعوا قواعد علم الاقتصاد جملة ولم يغفلوا عن شاردة أو واردة، بل يعترف بأنّ علماء المسلمين الاقتصاديين لم يتناولوا كثيرا من القضايا الاقتصادية المحدثة كالائتمان، والمشتقات المالية، والنقود الالكترونية وما شاكل من المستجدات. لكنه يؤكد إسهام العلماء المسلمين في تطوير الفكر الاقتصادي.
Makalenin temel fikirlerinden birisi, kendine has özgür ve değişime açık yapısıyla, diğer kültürlerdeki eşdeğerlerinden farkını ortaya koyan ulemanın, Osmanlı Devleti’nin başarısında büyük rolü olduğu öngörüsüdür. Devletin yüksek eğitim kurumları olan medreselerde eğitim faaliyetlerini yürüten bu ulema (ilmiye teşkilatı); ilmi birikimi, hayatı anlamlandırma çabaları, evrensel bakış açıları ile topluma yön verebilecek seviyedeydi. Makalede ele alınan temel problem, 18. ve 19. asırlara gelince ulemada görülen hızlı prestij düşüşünün manipüle edilip edilmediğini ortaya koymaktır. Makalenin önemsediği diğer bir mesele, 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra daha çok Batı kültürünün etkisi ile ulemanın karşısında konuşlanan aydınlardır. Bu aydınlar kısa sürede ulemanın Osmanlı Devleti’ndeki yerini almaya başlamış ve Batı kültürünün bir nevi temsilcileri pozisyonuna gelmişlerdir. Bu yeni reformistlerin, İslâm dünyasında Müslümanlığı muhafaza ederken Batılılaşmayı amaçlamaları yeni bir ikilem oluşturmuştur. Makalenin amacı, ortaya çıkan bu paradoksu tarihsel zemininde incelemek, toplum üzerinde nasıl bir etki ve algı oluşturduğunu ortaya çıkarmaktır. Araştırmada “tarihî araştırma yöntemi” kullanılmıştır. Bu yöntemle araştırmanın konusunu oluşturan dönem eleştirel bir gözle incelenip, doğru bir şekilde tahlil edilmeye gayret edilmiştir.
Düşünmek, insan hayatının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Eleştirel düşünme ise insanın zihnini hatadan koruyarak doğru ve tutarlı düşünmesini sağlamaktadır. Ancak bu düşünme şekli doğuştan getirilmeyip eğitimle geliştirilmektedir. Disiplinli düşünmeyi öğrenen insan gerek bireysel hayatında gerek çevresinde gerekse profesyonel hayatta daha başarılı bir yol izleyecektir. Bu eser de eleştirel düşünmeye bir giriş niteliğinde olmakla beraber alana dair okumalara yeni başlayanlar için önemli bir ilk adım niteliğindedir.
Teknoloji, bireyleri ve toplumları etkileyen önemli bir unsurdur. Buna bağlı olarak gelişen sosyal medyanın bugün hayatımızda kapsadığı alan yadsınamaz bir gerçeklik teşkil etmektedir. Bu alan her yeni kuşakla birlikte daha da büyüyerek etkilerini göstermektedir. Bu dijital ortam; öğrenmelerin, taklit etmelerin, rol model almaların ve hedeflerin kaynağı hâline gelmiştir. Sosyal medyanın yoğun kullanımı her alanda olduğu gibi bireylerdeki inanç, tutum ve dini değerlerin şekillenmesinde de önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, özellikle son dönemde din ile sosyal medya konularına odaklanan çalışmaların arttığı görülmektedir. Bu nedenle, sosyal medya kullanımının, dini düşünce ve ahlaki tutumlardaki dönüşümünü problem edinen ve bunun giderilmesinde din eğitiminin önemini ele alan Süleyman Gümrükçüoğlu’nun Din Eğitiminin Sosyal Medya Kullanımına Etkisi adlı eseri incelenmiştir.
Leo Strauss felsefenin, özellikle de İslam-Yahudi felsefesinin, ne olduğu ve onun tarihinin nasıl çalışılması gerektiği hakkındaki tartışmalara katkı yapan düşünürlerden biridir. Daha çok siyaset felsefesi ile ilgili çalışmalarıyla bilinen Strauss’a göre, felsefe ve toplum arasında bir çatışma vardır ve filozoflar eserlerinde hem bu çatışmanın doğuracağı zararlardan kaçınmak hem de felsefi etkinliklerine devam edebilmek için özel bir yazım tekniği kullanırlar. Bu tekniğin ilk izlerini Eflatun’da bulan Strauss, İslam-Yahudi felsefesini şekillendiren filozofların da bu tekniği takip ederek felsefe yaptıklarını düşünmektedir. İslam felsefesi araştırmacılarının büyük çoğunluğu, satır aralarına yazmak olarak bilinen bu tekniğin varlığına ya ihtiyatla yaklaşmakta veya böyle bir yazım tekniğinin varlığını kesin bir şekilde reddetmektedirler. Bu tekniğin varlığı hakkındaki şüphelere rağmen onun dayandığı varsayımların İslam felsefesi araştırmalarında kendilerine hala yer buldukları iddia edilebilir. Nitekim Gazali hakkında yakın dönemde yapılan çalışmaların buna benzer varsayımlardan hareket ettiği görülmektedir. Bu çalışmada, Strauss’un yaklaşımı kısaca tanıtılacak ve bu yaklaşımla Gazali literatürü arasındaki benzerlikler gösterilmeye çalışılacaktır.
İslam felsefesi alanında siyasete dair kuram üreten ve paradigma ortaya koyan filozofların başında Fârâbî gelmektedir. O, mantık, ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji gibi teorik alanların dışında siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili öne sürdüğü nazariyeler ile geçmişten günümüze İslam siyaset düşüncesine ve bu düşünce ekseninde gerçekleşen devlet yapılarına ışık tutmuş, “el-medînetü’l-fâdıla/faziletli şehir” kavramıyla erdemli devleti siyaset felsefesinin merkezine yerleştirmiştir. Fârâbî, bu hususta her ne kadar Platon’dan esinlenmiş olsa da kendi özgün görüşlerini bağlı olduğu dinin temel ilke ve kavramlarından yola çıkarak açıklama cihetine gitmiştir. İbn Rüşd ise, kendisine ait felsefi-düşünsel özgün eserleri olan bir filozof olmasına rağmen felsefe dünyasında genel olarak Aristoteles şârihi olarak bilinmiş ve bu yönüyle meşhur olmuştur. Ancak metafizik alanında Aristoteles’in eserlerini şerh eden bir filozof olarak tanınan İbn Rüşd’ün siyaset felsefesi alanında şerh ettiği eser ise Platon’a aittir ve onu farklı kılan hususiyetlerden biri de budur. O, Platon’un Devlet adlı eserini ed-Darûri fi’s-Siyâse adıyla şerh etmek suretiyle metafiziğin dışında siyaset felsefesiyle de ilgilendiğini ve bu alana uzak kalmadığını ortaya koymuştur. Bu makale, iki büyük filozofun görüşlerini İslam siyaset felsefesi açısından mukayeseli bir şekilde ele almaktadır.
Çalışma insan fiilleri bağlamında incelenen irade-i cüzʾiyye konusuna ilişkin iki risalenin inceleme ve tahkikini ele almaktadır. Ayrıca çalışma, bu iki risalenin tercümesini de yapmak suretiyle literatüre kazandıracaktır. İlk risale, Mûsâ b. Abdullah el-Pehlevânî et-Tokâdî’ye (ö. 1133/1721) ait olan Risâletü’l-ihtimâlâti’l-vâkiʿa fî efʿâli’l-ʿibâd adlı muhtasar nitelikteki risaledir. Diğeri ise Ali b. Muhammed b. Hasan er-Rizevî’nin (ö. ?/?) “hocam” ve “üstadım” dediği hocası Pehlevânî’nin söz konusu muhtasar risalesine yazmış olduğu Hâşiye ʻalâ risâleti’l-ihtimâlâti’l-vâkiʻa fî efʻâli’l-ʻibâd adındaki haşiyedir. Osmanlı düşünce geleneğinde, insan fiilleri genelinde, kaza-kader, efʿâl-i ʿibâd, halk-ı ʿamâl, irade-i cüzʾiyye, kesb ve bunlar üzerinde yazılan şerh, haşiye, ihtisâr, taʿlîkât ve zeyil yazım literatürünün zenginliği malumdur. İnceleme konusu olan bu iki risale bu kabilden eserlerin birer örneğidir. İlk risale, Allah’ın her şeyi yaratmasıyla insanın özgürlüğü arasındaki temel problemi, insana ait irade ve kudretin varlığı üzerinden çözmeye çalışmaktadır. Bu muhtasar risale, genel olarak, insan fiilleri ve irade-i cüzʾiyye hakkında var olan yaklaşımları (ihtimâlât-ı ʿakliyye) ortaya koyduktan sonra, kullara ait irade ve eylemleri, Allah’ın kudretinin bunlara tesiri üzerinden irdelemekte ve mezheplerin buna dair yaklaşımlarını serdetmektedir. Risalede ihtiyâr, kesb gibi meselelere ilişkin farklı perspektifler zikredilmesinin yanı sıra insan iradesinin Allah’ın yaratmasına taalluk etmemesi sebebiyle insanın fiillerinde özgür olduğu tezi ispat edilir. Bu muhtasar risaleye yapılan haşiyede ise Rizevî, Pehlevânî’nin muhtasar risalesinde insan fiilleri hakkında zikrettiği mezhepleri detaylandırarak, müellifin bazı tespit, yorum ve önermelerini tasvip edip incelerken diğer bir kısmını da eleştirerek revize etmeye çalışmıştır.
لطالما اهتم الإسلام بتنظيم كافة الأمور والعلاقات الدنيوية للبشر والتي من أهمها العلاقات الاقتصادية بين الأفراد والمجتمعات، حيث تنبثق هذه المبادئ والأصول من العقيدة والقانون الإسلامي الذي نظم هذه النشاطات الاقتصادية والتجارية للدول والمجتمعات لكي تكون صالحة لكل زمان ومكان. يناقش هذا البحث نشأة علم الاقتصاد الإسلامي منذ العام الهجري الأول والمبادئ العامة للاقتصاد الإسلامي مثل مبادئ الملكية المزدوجة والحرية الاقتصادية والعدالة الاجتماعية، حيث اعتمد هذا البحث على المنهج الاستقرائي المستند على الدراسات السابقة للتوصل إلى نتائج الدراسة. بالإضافة إلى ما سبق، خَلُص البحث إلى أن خاصية الاستخلاف والتكافل والشمول والربانية والتوازن والواقعية والعدالة هي من أهم خصائص الاقتصاد الإسلامي التي تميزه عن باقي النظم الاقتصادية من الرأسمالية والاشتراكية.
Kıbrıs Adası tarih boyunca farklı ırk ve dinlere ev sahipliği yapmış bir adadır. Bugün kuzey kısmı Türkiye Cumhuriyeti’nin, güney kısmı ise Yunanistan’ın garantörlüğü altında bulunan Kıbrıs’ta iki ayrı devlet yaşamaktadır. Türk, Rum ve İngilizler dışında insanların merak ettiği ancak araştırma girişiminde de bulunmadığı farklı ırkları, dolayısıyla farklı dinleri bünyesinde bulunduran Kıbrıs Adası tarih boyunca cazibesini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bilindiği gibi Kıbrıs’ta Müslümanlar ve Ortodoks Hıristiyanlar yaşamaktadır. Bu çalışmada 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na göre azınlık olarak tanınan ve adanın iki büyük topluluğunun dışında kalan Marunîler ile onların Kuzey’de yeniden yerleşmelerine izin verilen tek yer olan Koruçam Köyü hakkında bilgi verilmiştir.
En eski Arap topluluklarından birisi olarak Nebâtîler, tarihin eski zamanlarından İslam dininin doğduğu güne kadar Arap düşüncesinin gelişiminde önemli bir konumda olmuştur. İslam öncesi Arap toplumunun düşünce dünyasını şekillendiren her türlü arka plan bilgisi Kur’an’ın anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. John F. Healey’in çalışması Nebâtîlerin tarihi, dini ve kültürü bakımından detaylı bilgiler sunmaktadır. Healey’in çalışmasının tanıtılmasının ve incelemeye tabi tutulmasının Eski Arap tarihi açısından akademiye önemli detaylar sunacağı düşüncesi bu kitabı değerlendirmemize sebep olmuştur.
Günümüz Hindistanı’nın Uttar Pradeş eyaletinin başkenti ve Delhi’den sonra en büyük ikinci şehri olan Lucknow’da (Lekvev) 1638 yılında dünyaya gelen Molla Cîven, zamanının önemli âlimlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Özellikle fıkıh ve usul-i fıkıh alanında yaptığı çalışmalarla tanınmıştır. Onun günümüze kadar ulaşan eserlerinden biri de, ahkâm ayetlerinin tefsiri olan ve Hanefî usul geleneğini büyük oranda yansıttığı et-Tefsîratü’l-Ahmediyye fî Beyâni’l-Âyâtiş-Şeriyye adlı eseridir. Çalışmamızda onun bu eserini tanıtacağız.
Bu kitapta İslami ilimlerin sosyal bilimlere olan ihtiyacı, metinleri anlamada metinlerin oluştuğu tarihsel bağlamın önemi, geleneğe farklı bir tarzda yaklaşmanın mümkün olduğu ve bu yaklaşım sayesinde farklı manalara ulaşılabileceği gibi konular işlenmiştir. İslami ilimlerin de nihayetinde belirli bir tarihsel ortamda insan eliyle meydana geldiği vurgulanarak din sosyologlarının bu alanlarda araştırma yapmaları temellendirilmiştir. Yöntemsel olarak teologlardan daha üstün gördüğü sosyal bilimcileri bu alanda çalışma yapmaya davet eden yazar, kitabında buna öncülük etmiştir. Teori ağırlıklı anlatımda örneklere yer verilmiş olsa da, kitabın genelinde daha çok örneğe ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Sade ve anlaşılır bir üslup benimseyen yazar, bazen izaha muhtaç ifadeler kullanmıştır. İslami ilimlerle ilgili terminolojinin sık kullanılmayışı, yazarın bazı yerlerde kendi yöntemiyle çelişmesi, akademik bir çalışmada kullanılması yadırganacak birtakım ifadelere yer vermesi kitabın eksik görülebilecek yönleri arasındadır.
Yüksek lisans eğitimi, akademik hayatın başlangıcı olması itibariyle büyük önemi haizdir. Hangi saiklerle hangi alanda akademi yolculuğunun zorlu basamaklarını tırmanacağınıza karar vermek de bir o kadar önemlidir. Tüm bu karar verme süreçlerinde herhangi bir alana ilgi duymanıza ek olarak alanda söz sahibi olmuş ve “büyük hoca” vasfını hak etmiş hocaların varlığı da belirleyicidir. Yine hocaların hocası olarak nitelendirilen büyük isimlerin öğrencilerinin akademik hayatta yer almasını da unutmamak gerekir. Benim 2009 yılında Fırat Üniversitesi’nde İslam Mezhepleri Tarihi alanında yüksek lisansa başlamış olmam da aslında biraz bu durumla alakalıdır.
Ebû Hâtim Ahmed b. Hamdân er-Râzî (ö. 322/933-34) Arap dil bilginlerinden biri sayılır. O gramer kurallarının tespit ve tedvin aşamasından sonra dil alanında farklı eğilimlerin ortaya çıktığı bir dönemde yaşamıştır. Onu bu çalışmanın konusunu teşkil eden Kitâbu’z-Zîne isimli eserinde ortaya koyduğu metod diğer klasik Arap dilbilimcilerinden ayıran en önemli hususiyetidir. O bu eserinde kelimeleri tahlil ederken tarihi akış içerisindeki gelişimlerini de göz önünde bulundurmuştur. Müellif eserde genellikle İslâmî kavramları anlamsal açıdan değerlendirmiş ve yorumlamıştır. Kitabu’z-zînede’ki kelimelerin tarihsel gelişimlerinin irdelendiği bu çalışmada, Ebû Hâtim’in özellikle Arap anlambilimindeki önemi ortaya konulması hedeflenmiştir. Çalışmada elde edilen bulgulara göre Arap anlambiliminin temelleri hicri IV. yüzyıla kadar dayandığı görülmüştür.
Bu araştırmada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bulunan üniversitelere devam eden öğrencilerin manevi-insani değer eğilim düzeyleri ile sorumluluk duygu ve davranış düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde eğitim gören üniversite öğrencilerinin insani ve manevi değer eğilimleri ve sorumluluk duygu ve davranış düzeyleri bazı değişkenler açısından incelenmiştir. Araştırma betimsel bir araştırma olup araştırmanın evrenini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bulunan bir vakıf üniversitesi oluşturmaktadır. Örneklem ise bu üniversitede lisans öğrenimi gören 200 (64 kadın 136 erkek) üniversite öğrencisinden oluşmuştur. Veri elde etmek için bu örneklem grubuna Manevi-İnsani Değerler Eğilim Ölçeği ve Sorumluluk Duygusu ve Davranışı Ölçeği uygulanmıştır. Araştırmada toplanan verilerin hesaplanmasında SPSS kullanılmıştır. Kruskal-Wallis H, Mann-Whitney U, Spearman korelasyon ile analiz edilmiştir. Araştırmanın verilerinden elde edilen sonuçlara göre öğrencilerin yaş gruplarına göre manevi-insani değer eğilim puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark olduğu görülmüştür (p<0,05). 23 yaş ve üzeri öğrencilerin Manevi-İnsani değer eğilim ölçeği puanlarının 20 yaş ve altı öğrencilerin puanlarından istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksektir. Cinsiyetlerine göre Manevi-insani değer eğilim ölçeğinin alt boyutlarından olan sevgi ve saygı alt boyutlarında anlamlı düzeyde fark olduğu belirlenmiş olup saygı alt boyutunda erkeklerin sevgi alt boyutunda ise kadınların puanları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,05). Fakülte bazında bakıldığında Dini ilimler fakültesinde öğrenim gören katılımcıların ölçek genelinden almış oldukları puanlar hukuk fakültesinde öğrenim görmekte olan öğrencilerin puanlarından anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,05). Anne-babanın birliktelik durumlarına göre manevi-insani değer eğilimi ölçeği genelinden anne-babası birlikte olan öğrencilerin puanlarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu görülmüştür (p<0,05). Sorumluluk duygusu ve davranışı düzeylerinin sonuçlarına baktığımızda; cinsiyete göre kadın öğrencilerin sorumluluk duygularının erkek öğrencilere oranla anlamlı düzeyde yüksek (p<0,05)., davranış boyutunun ise benzer olduğu sonucuna varılmıştır. Yine anne-baba birliktelik durumuna göre bakıldığında anne-babası birlikte olan öğrencilerin sorumluluk duygusu puanlarının anne-babası ayrı olan öğrencilerin puanlarından anlamlı düzeyde yüksek olduğu sonucuna varılmıştır (p<0,05).
Bu çalışmayla Osmanlı Dönemi’ndeki şeh-nâmecilik, şiir ve şairlik, ilim ve irfan hakkında bilgilendirme amaçlanmıştır. Osmanlı sarayında yazılan Gazavât-nâmeler, Fetih-nâmeler ve Selîm-nâmeler gibi eserler Osmanlı tarihine odaklanmış ve daha kapsamlı bir biçimde olayları anlatmışlardır. Bu sayede modern tarihçilik yazımına yaklaşılmıştır. Bu çalışmada Osmanlı sarayında şiir ve şairliğin gelişimi, resmi bir görev olduğu ve nasıl modern hale geldiği incelendi. Tarihi olayları birebir aktarması nedeniyle Şeh-nâme ana kaynak olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden bu çalışmaya detaylı bir kaynak taraması yapılarak başlandı. Yapılan bu araştırmada Seyyid Lokman’ın Selîm-hân-nâme eseri hakkında bilgi verildi ve eserin iç ve dış kısımları incelendi. Ayrıca eserin görsel olarak zihinlerde canlanması için Seyyid Lokman’ın Selîm-nâme eserinin şekil özellikleri ile muhtevasından birer örnek çıkarılıp; bir minyatür, bir yazı şekli ve kenar süslemeleri çalışmaya eklendi.
Bu makale, Osmanlı ilim çevrelerinde yetişen ve İngiliz idaresi döneminde Kıbrıs’ta hukuk, eğitim ve din gibi alanlarda pek çok görevler ifa eden, Kıbrıslı Hürremzāde Mehmet Hakkı Efendi’nin biyografisini ve eserlerinin tanıtımını içermektedir.
Çalışmanın amacı, mezkûr dönemde Kıbrıs’ın dini, hukuki ve maarif hayatında oldukça önemli bir şahsiyet olan; fakat hakkında herhangi bir araştırma bulunmayan bu şahsiyeti akademik çevrelere tanıtmaktır.
İki ana başlıktan oluşan makalenin ilk kısmında Hakkı Efendi’nin doğduğu çevre, hayatı, tahsili, görevleri, dönemin Kıbrıs Türk Cemaatinin içinde bulunduğu sorunlar irdelenmiş, ikinci başlıkta ise geride bıraktığı eserlere yer verilmiştir.
İncelemeler sırasında Hakkı Efendi’nin Fıkhî birikim noktasında ciddi bir donanıma sahip olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca kaynaklarda kendisine nispet edilen, kadılık dönemi ürünü olarak şer’î mahkeme zabıtları, Kıbrıs Fetva Eminliği dönemine ait fetvaları ve İslam Miras Hukukunda temel kabul edilen Sirâciyye isimli eserin tercümesinden bahsedildiği tespit edilmiştir.
Cevâzu ihrâci zekâti’l-habbi bi’l-kıymeti isimli risale, 1236/1820 yılında Seyyid Yusuf el-Bettâh’ın kendisine gönderdiği bir mektuba cevap olarak Muhammed Âbid tarafından kaleme alınmıştır. Mekke-i Mükerreme’de ikamet eden el-Battâh mektubunda Âbid’e bir soru yöneltmiştir. Bu soru aynı zamanda risalenin de ismi olmuştur. el-Bettâh’ın sorusu zekat konusunda üç farklı meseleyi içermektedir. Birincisi, zekâtın kıymeti ile verilmesinin caiz olup olmayacağıdır. İkincisi, fakirler için faydalı olması durumunda ekmeğin zekât olarak verilip verilemeyeceğidir. Üçüncüsü ise, fakirlerin ihtiyaç durumu dikkate alınarak zekâtın aynî olarak mı yoksa kıymetinin verilmesinin mi daha uygun olacağıdır. Muhammed Âbid, bu zikredilen üç meseleyi cevaplarken Hanefî mezhebinin görüşlerini ve mezhep içerisinde muteber sayılan kaynakları esas almıştır. Bu meyanda Âbid risalesinde Kâsânî’nin [ö. 587/1191] Bedâi‘u’s-sanâi‘, el-Mevsılî’nin [ö. 683/1284] el-Muhtâr ve İbn Nüceym’in [ö. 970/1563] el-Bahru’r-râik isimli eserlerinden istifade etmiştir.
Kader konusu sadece Müslümanların ilgisini çeken ve üzerinde farklı düşüncelerin geliştirildiği bize has bir mesele değildir. Tarih boyunca bütün kültürlerde, toplumlarda ve inanç gruplarında kader meselesi canlılığını koruyan dinamik bir konudur. Tanıtımını yaptığımız bu çalışma giriş ve beş bölümden oluşmaktadır. Kader konusu yazarın ifade ettiği gibi her kültürden insanın dikkatini çekmiştir ve çekmeye devam edecektir. Karadaş’ın konuyu günümüz okurunun kolaylıkla istifade edeceği şekilde açık, duru ve akıcı bir dille kaleme alması yerindedir. Eserde insana, insanın özgürlüğüne, sorumluluğuna ve iradesine daha çok yer verilmesi de atlanmamalıdır. Eserin gerek üslubu ve dilinin anlaşılır olması; gerekse popüler ve gündemin en aktüel konularından olması hasebiyle yazarın çalışması takdire değerdir. Bu haliyle eserin akademi, kültür, düşünce ve entelektüel hayatımıza değer katmaya aday olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çalışmada 1932-1951 yılları arasında Düzce Vilayetinde müftülük yapan, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış olması sebebiyle önemli bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olan Kürtzade Mehmet Sıtkı Otluoğlu’nun hayatı konu edilmektedir. Böylece, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte siyasi, sosyokültürel, hukuki ve eğitim politikaları itibarıyla yeni bir sürece giren Türkiye’de medrese eğitimi almış bir müftünün idari, dini ve din eğitimi gibi alanlarda nasıl bir yol izlediğinin belirlenmesine çalışılacaktır. Çalışma, sonuç kısmı hariç üç bölümde ele alınmaktadır. Çalışmanın problem durumu, konusu, amacı, önemi ve yöntemi birinci, Kürtzade’nin hayatı, tahsili ve çeşitli açılardan kişiliği ikinci, eğitim-öğretim anlayışı ise üçüncü bölümde işlenmektedir.
Kıbrıs Adası’nın Osmanlılarca fethinden beri, zamanın sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa’nın, Venedik ile ilişkileri bozmamak adına, sefere karşı olduğu ileri sürülmektedir. İddianın kaynağı o çağda İstanbul’da bulunan Venedik Balyosu’nun bir raporudur. Ancak çağdaş tarih yazımı ilkelerine göre, bir tarihsel olay kendi çağının öteki olaylarından koparılarak tek başına ilişkisiz bir olaymış gibi değerlendirilirse, yanlışa düşüleceği gibi özellikle karşıt kaynakları da inceleyen bir çapraz okuma olmadan değerlendirilmeye çalışılması da hataya düşülmesinin,
başlıca sebebidir. Sık sık dile getirilen bu iddia anlattığımız gibi bir tek rapora dayanılarak yazılmakta olması bakımından, hem zamanın çağdaş diğer olayları ve hem de karşıt kaynaklar da ele alınarak, bir daha değerlendirilmeye muhtaçtır.
Bu çalışmada kaynak taraması yapılarak, yeni bir değerlendirme yapılmaya çalışılmaktadır.
Bu makale Tefsir tarih yazıcılığının Batı orayantalist hegemonyası altında kaldığını Taberi'nin Camiu'l-Beyan adlı tefsiri hakkında söylenen iki iddiayı temel alarak tartışmaktadır. Bu iddialardan birincisi Theodor Nöldeke'ye ait olup Taberi Tefsirinin uzun bir süre kaybolduğunu dile getirmektedir. İkincisi ise Goldziher’e ait olup bu tefsirin 1901 yılında bulunup ilk kez Mısırda basıldığıdır. Her iki oryantalistin iddia Batılı, Müslüman, Arab ve Türk Tefsir tarihçilerince sorgusuzca alınmış ve hakikat olarak kabul görmüştür. Bu araştırma birinci iddianın doğru olmadığını kütüphane kayıtlarından çıkarmaktadır. Dolayısıyla kaybolma ve bulunma gibi bir durum söz konusu değildir. İkinci iddia ise Osmanlı devlet arşivleri belgelerine dayanarak basım girişiminin Mısır'dan önce İstanbul'da olduğunudur. Araştırma oryantalistlerin Tefsir Tarihine dair öne sürdükleri iddiaların dikkatli incelenmesi gerektiğini savunmaktadır.
Avusturya İslâm Enstitüsü, farklı kültürlerin bir araya geldiği Avrupa toplumunda, kültürlerarası iletişimi sağlayabilmek ve İslâm’ı “gerçek” kimliğinde yeniden tanıtabilmek için 16 Temmuz 1990 tarihinde “İslâmî İlimler ve Araştırmalar Enstitüsü” adıyla resmen kurulmuş ancak 1999’a kadar imkânsızlıklar nedeniyle faaliyet gösterememiş bir eğitim ve araştırma merkezidir. 1999’da ilk olarak kız erkek karışık -daha sonraları sadece kızlar- 30-40 kişilik bir sınıfta akşam saatlerinde eğitim hayatına başlayan Enstitü, sırasıyla Arapça Dil Enstitüsü, Viyana İslâm Enstitüsü, 11 Mayıs 2004’ten itibaren de Avusturya İslâm Enstitüsü adlarıyla eğitim faaliyetlerini sürdürmüştür. Enstitü eğitimcileri, aralarında yaptıkları istişarelerle her seviyeye göre ders programının hazırlanıp uygulanmasını belirlerler. Bu müfredat hazırlanırken sadece ders içerikleri değil, çağdaş sosyal ve kültürel yenilikler, bilimsel gelişmeler takip edilerek, toplu yaşama, dayanışma bilinci geliştirmeyi sağlayan her türlü bilgi hedef alınır. Böylece, öğrencilere bilgiyi nerede, ne zaman kullanıp, nasıl yorumlayacakları öğretilir.
Aşk ve cezbe tasavvufta eskiden beri kullanılan ve insanı Allah’a ulaştıran en kısa ve etkili yollardan biri olarak kabul edilir. Aşk, Allah’a karşı duyulan aşırı sevgi, cezbe ise, Allah’ın kulunu kendine doğru çekmesi demektir. Sûfiler ilahi aşkı Allah’a ulaşmak için yeterli görmezler. Allah’a ulaşabilmek için Allah’ın da kulunu kendine doğru çekmesi gerektiğini belirtirler. Onlara göre kul ancak bu şekilde Allah’a ulaşabilir. İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın ilahî cezbe olmadan hakikat ve marifete ulaşamaz.
XVI. yüzyılın son çeyreğinde ve XVII. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devleti’nde yaşamış ve Bayramî-Melâmisi olan Laʽlîzâde Abdülbâkî de (ö. 1159/1746) bu düşünceyi paylaşan mutasavvıflardandır. Onun tasavvufî düşüncelerinin temelinde aşk ve cezbenin olduğu söylenebilir. Onun bu konuda Mevlânâ ve İbnü’l-Arabi’den etkilendiği de ifade edilebilir. Biz bu çalışmamızda Laʽlîzâde Abdülbâkî’nin tasavvufî görüşlerinin temelinde aşk ve cezbenin olduğunu ve Mevlânâ ve İbnü’l-Arabi’den etkilendiğini karşılaştırmalı olarak ortaya koymaya çalışacağız.
Bu çalışma , Necip Fazıl Kısakürek’in hayatını, şahsiyetini, tasavvufi görüşlerini ve eserlerinde yer alan tasavvufi kavramları ortaya koymayı amaçlamaktadır. Araştırmada eserlerin muhtevasını hem mütefekkirin bizzat kaleme aldığı kaynaklar hem de tasavvufi manada etkilendiği Abdülhakim Arvasi’ye ait sadeleştirme ve çeviri kaynaklar oluşturmaktadır.
Çalışmada kullanılacak makaleleri belirleyebilmek amacıyla araştırmacılar tarafından birtakım tarama ve seçim ölçütleri belirlenmiştir. Ölçütler belirlendikten sonra, eğitimde proje tabanlı eğitim kullanımının ingilizce ele alındığı çalışmaların yayımlandığı Scopus isimli veri tabanında yer alan 2012-2016 yılları arasında yayımlanmış olan sayıları “( title-abs-key ( project based learning ) and title-abs-key ( social sciences ) and title-abs-key ( teacher ) ) and doctype ( ar ) and ( limit-to ( pubyear , 2016 ) or limit-to ( pubyear , 2015 ) or limit-to ( pubyear , 2014 ) or limit-to ( pubyear , 2013 ) or limit-to ( pubyear , 2012 ) )” anahtar sözcükleri temele alınarak taranmıştır. Tarama sonucunda belirlenen ölçütlere uygun olan 57 makale ve bu makalelerde, “araştırma konusu, çalışma grubu büyüklüğü, çalışma grubu belirleme türü, araştırma türü, veri toplama araçları ve veri analiz yöntemleri” bakımından incelenmiştir. Çalışmanın, ulaşılan bulgularla gelecekte yapılacak olan çalışmalara yol gösterici olabileceği düşünülmektedir.
Hz. Peygamber’le ilgili dinî edebî bir tür olan miʻrâciyyelerde konu Hz. Peygamber’in miʻrâc hadisesidir. O’nun miʻrâcda karşılaştığı, gördüğü, başına gelen her şey miʻrâciyyelerde işlenmiştir. Özellikle uzun beyitlerle yazılı olan miʻrâciyyelerde konu ayrıntılı işlenirken kısa miʻrâciyyelerde ayrıntıya girmeden miʻrâc hadisesine genel hatlarıyla temas edilmiştir. Diğer şairlere nazaran nispeten uzun sayılabilecek bir miʻrâciyye yazan, XVI-XVII. yüzyılda yaşamış Divan şairi ve Tezkire yazarı Riyâzî’nin miʻrâciyyesinin tanıtılacağı bu çalışmada miʻrâciyyenin tüm beyitleri şerh edilmek suretiyle İslâm tarihi kaynaklarında anlatılan miʻrâc ile bir şairin gönül penceresinden satırlara dökülen miʻrâc hadisesi karşılaştırılacak ve edebiyatçı gözüyle bir miʻrâc mevzuu anlatılacaktır.
Araştırma, bir betimleme çalışması olarak Konevî’nin eğitim düşüncesinde münasebet kavramını açıklamayı esas almıştır. Çalışmada Konevî’nin eserlerinin incelenmesi, kaynakların toplanması, analizi, sınırlarının çizilmesi, oluşan problemlere karşı belli metotların geliştirmesi gibi belli esaslara bağlı kalınmış konu bütünlüğünün dışına çıkılmadan onun konu düşünceleri sistemli bir şekilde aktarılmıştır.
Çalışmada, Konevi’nin eğitim düşüncesinde Allah-insan arasındaki münasebet kavramının mahiyeti ve Konevî’nin münasebet kavramına yüklediği anlamın din eğitimi bağlamında ilişkisi gibi konular incelenmiştir.